Kategori arşivi: Kişisel Gelişim

Allah’ım, beni sarmalayan karanlığı söndür.

Yalnızlığın cirit attığı sokaklardayım. Ayışığında ayna oldum kendime. Sıyırdım kılıflarımı, attım üniformalarımı, bir bir topladım rollerimi ve kaldırdım rafa. İşte şimdi kendimle beraberim. Ne zamandır bilmiyorum, kendimden bihaberim. Hep o, bu, sıraları doldurmuşlar. Bana hiç sıra gelmiş mi, yok haberim.
Ne zamandır iç seslerime kulaklarım tıkalı? En son ne zaman duymuştum merhametin sesini? Vijdanımın sesi hangi katmanında kaldı duyarsızlığımın? Beni sarsan soruları zihnim üretmeyeli ne kadar zaman oldu? Aklım hangi olmazların dişlisine takılıp kilitlendi? Kendime bakmadığım aynalar ne kadar zamandır toz bağladı? Görmekten kaçtığım gerçekler hangi köşelere gizlendi?
Zamanın merdiveni beni hızla taşırken, ileri sandığım gidişim, meğer hangi çukurlarda, hangi tümseklerde hız kaybetmiş, enerji tüketmiş. Ben halâ, olmam gerektiğini düşündüğüm noktaya, bir akıl mesafesinde kalakalmışım.
Beni mutlu eden rollerim, neden kendimi görmemi sağlamadınız, neden perde oldunuz bana? Edindiğim bilgilerim, elimden tutmayacak mıydınız benim? Konuşurken iyiydi, birileri dinlerken iyiydi, ya yaşarken? Nerelere kayboldunuz önümden? Kendimin dışındakiler için yaptığım plânların, programların arasında sesiniz teğet geçmişti kulaklarıma. O kadar cılızdı ki sesiniz, etkili olmadı, etkileyemedi tıka basa sıkışmış plânların arasına.
Kendimle mücadelemde, sorgulamamda zihnimdeki kayıtlar yol göstermiyor bana, çıkmaz sokaklara götürüyor gördüğüm oklar. Kötü bir rehberlik notu iliştirilmiş dönemeçteki köşe başına. Zayıflatılmış özgüvenim, beceriksiz olduğuma inandırılmış aklım, düşünme öğretilmemiş zihnimle boy göstermeye çalıştığım dünyada, şimdi kontrol edemediklerimin kontrolündeyim. Haritalar yanlış, işaretler yanlış ve bu sebeple yolculukta yanlış.
Ey ecel, nerelerdeysen henüz uğrama bana. Daha yeni kapı araladım ihmal ettiğim dünyama. Kulak kabarttım cılız sesli vijdanıma. Aklımın hançeresinden çıkan feryet içimi yaktı. Yanlış yolda yalapalayan adımlarım, aynada kendini farkeden idrakimin şaşkınlığına paralel bocaladı. Ay, saklı ışıklarını doldurdu beni gösteren aynaya. Kararan dünyamın hangi aydınlıkları gizlediğinin ayırdına vardım. Güzelliklerin, sindiği köşelerden çıkmaya hazır olduğunu gördüm.
Kendini görmemeye alışmışlığın ritmi yerini yeni alışkanlığa terkederken, sancıma ilâç almayacağım.
Gittiğim yolların köşe taşlarını iaşretleyip şahit tutacağım.
Zihnime yeni yol haritaları kodlarken, her adımda el veren aydınlığın gökkuşağında kaybolacağım.
Bir günlük ömrüm kalsa bile,
Benim için verilenlerin ortaya çıkıp yeni bir görüntü vermesi için aynaya,
Tüm enerjimle yükleneceğim, Rabb’imin isteyene açtığı kapılarına.
Ya Rab, yalnızlığıma ses, ciğerime nefes, damarlarımda kan, bedenimde cansın, biliyorum.
Ve ben. Acizler kervanının en güçsüz yolcusu,
Affına kement atmış geliyorum.
Gayrıya dönük yüzümü artık sana döndür,
Ve, beni sarmalayan karanlığı söndür. 

18.08.2010

Saliha Erdim

“Bilemedim”

Yaşadıklarım, bir bütünün parçasından ayrı kalışımın sancısıymış, bilemedim. Benim yapmam gerekenler yapılamadığı içinmiş o sıkıntılar. Oysa ben habire dışarıda aradım sebebi.
Ben bütünüm sandım, yapılacakların olmadığı yerde bütünlük olmuyormuş, bilemedim. Çocuğum asi dedim, eşim dinlemiyor dedim, mutsuzum dedim. Fakat, döktüğüm ekmek ve yemeklerin, besmelesiz başlanan işlerin, şükürsüz geçen günlerin, ruhumu daraltacağını bilemedim.
Ben bunalıp daraldıkça, kendime dönmek yerine başkalarına döndüm. Onlara dönünce onları gördüm. Hatalarını aradım, buldum da. Onların hatalarının görülmesi ya da düzeltilmesi, kendimi düzeltmek anlamına gelmiyormuş, bilemedim.
Namazıma bakmadım yıllardır. Yatıp kalkıp dua okumayı namaz kılmak sandım. Ruhu olmayan namazın beni düzeltmeyeceğini bilemedim. Tespih çekme çokluğu ile avuttuğum gönlüm, anlamından ve hayata geçecek bir etki yapmadığından, ne dediğimi ve bunun bana ne dediğini düşünmedim. Düşünmediğim anlamlar içime işlemedi. Yüzeysel kaldı yaptıklarım ve ben derinlere inemedim. Bunun sadece büyük zatlara ait bir yetenek olduğunu sandım. Allah’ımızın her birimizin gönlüne kendisini nakşettiğini ve derinleşmemizi istediğini bilemedim.
Dualarımla sığındım Rabb’ime bu yaşa kadar. Fakat tamamlanmak için değil, ulaşmak istediğim hedef için dua ettim. Dualarımda eyleme ve benim yapacaklarıma ait bölümün ağırlıkta olması gerekiyormuş, ben sadece sonuç için el açtım, ağladım, yalvardım. Bunu yeterli sandım. Böyle sonuç alınmazmış, bilemedim.
Hep Yaradan’ımdan bekledim, kendimin yaptıklarını değiştirip geliştirmeden, bedel ödemeden ve konforlarımı terkederek o yolda yorulmadan, fiili dua ile kavli duayı birleştirmeden sonuç alınamıyormuş bilemedim.
Bir kalp kırmanın beni de içten içe kırıp küçülttüğünü bilemedim. Hep zihnimde “ben haklıyım” diyen söze kandım, karşımdakinin haklı olacağını söz olarak kabul etsem de, gönlümle onaylamadım. Haklıymışım gibi davrandım. Haklılığın kalesine sığınınca, diğerleri muhalif ve suçlu görünürmüş, bilemedim.
Huzursuzluğun sesi yükseldikçe, suçladıklarımın, beni gerçek sebepten uzaklaştırdığını gördüm. Sofradan arttığı için yemeklerin, bayatladığı için çöpe giden ekmeklerin feryatları, aslında tüketilmemeleri gerekenleri tükettiğimi haykırıyordu bana. Kendimden bir şeyler gidiyordu, ben küçülüyordum sanki. İsrafın varlığı daralttıkça ruhumu, dışarı yönelttim bakışlarımı. Oysa içe dönmeli, ne yapıyorum, nasıl yaşıyorum bir bakmalıymışım, kendimi mercek altına almalıymışım, bilemedim.
Bir haram lokmanın, insanın dengelerini bozduğunu, çökerttiğini ve insan kalabilme becerisini körelttiğini kimse bana anlatmadı, ben de öğrenmemiştim. Dikkat etmem gerekirken, “bir şey olmaz, ufak bir şey” avuntusuyla dikkatimden uzaklaştırmıştım. Duyarsızlığı kadar derinlere çöktüğünü insanın, uçurumun kıyısına gelince farkettim. Birileri öğretmese bile benim nasıl yaşarsam daha iyi olacağını öğrenmem gerekirmiş. Bilmeden bilmediği bir yolu yürümenin akıl kârı olmadığını bilemedim.
Hayvanlara, bitkilere bile iyi davranmak gerekiyorken, çevresindekileri adam yerine koymamanın, kişinin kendisinin adam olmayışıyla ilgisi varmış. Karalamak yaralamakmış, eleştirilenler, tenkit edilenler, aşağılara düşermiş. İyilik yapmak için eleştirmek, bilmeden zarar vermekmiş, hep savaş içinde olmakmış, hep kan kaybetmek ve kan kaybettirmekmiş, bilemedim.
Kendini yetiştirmek, bir iki cümle bir şey bilmek değilmiş. Bilen, davranışlarının güzelliğiyle anlaşılırmış, konuştuğuyla değil. “Hayatındaysa bir şey, o şey senindir, hayatında değilse bir şey, konuşsanda o şey senin değildir” diye bir gerçek varmış. Yaşamaya yeterli ağırlığı vermeyi, önce davranşa geçirmeyi, zor da olda doğru bildiklerimizi yaşamayı yeterince becerememişim. Hayatın akışını cüzi irade ile benim yönetebileğimi ve en ufak bir ayrıntının bile çok önemli ve anlamlı olduğunu bilemedim. Bir çivi eksikse batarmış bir gemi. Tutacağı bir el yoksa kayıverirmiş bir insan, gülümsemesi yoksa bir yüzün, kutuplardan bir demet kar oluşmuş konuşulanlar. Her şey bende başlayıp bende bitermiş bilemedim.
Sadakam azsa zenginliğimde azmış. Gönül zengin olmadan kese dolmuyormuş. Üç kuruşluk hesap için harcanan sevinçlere hiç bir şey değmiyormuş. Vermeye aşık olmadan, bereket sevgilisine kavuşulamıyormuş. Yaşamadığım değerlerim bana pahalıya maloluyormuş. Beni ben yapacak minik detaylar olmadıkça, bunlar ruhuma dolmadıkça, açlıktan bunalan ruhum sıkışıyor ve daralıyormuş. Ben bunu çocuğun gürültüsünden, eşimin istediğimi almamasından, değer görmediğimden sanıp onlara patlıyordum. Sıkıntılar benim içimdeki boşluktan geliyormuş. Razı olup rıza gösteremediklerimin arkasında, besmeleyle pişmeyen aşın, sevgiyle yaslanmayan başın, şükürle bitmeyen işin etkisi varmış, bilemedim.
Huzurla ve huşu ile kalkmayınca namazdan, iliklerin titremeyince okunan ezandan, secdede kendi yaptıklarına ya da yapamadıklarına dökmediğin göz yaşından kalp mahrum kalınca, her şey dert, her şey sıkıntı, her şey huzursuzluk kaynağı gibi gelirmiş, bilemedim.
Kendisini düzeltmekle meşgul olunca insan, diğer sıkıntıların düzelmesi için önce kendine düşeni yapar sonra da daha kolay “bu benim imtihanım” diyebilirmiş, bilemedim.
Kendimi ve işlerimi düşünmekten, başkaları hep ilgi alanıma teğet geçti. Yaptım yapmasına biraz yardım fakat, sıcacık bir gülümsemenin, saygı ile ve sır tutarak dinlemenin ve bir iç sıkıntısını gidermenin, sıkıntıda olanlara yardım edivermenin, yüzlerce rekât nafile ibadetten daha hayırlı olduğunu bilemedim. Faydalı olmanın ağırlığını, toplum için önemini ve bana katacaklarını bilemedim.
Önemini bilemediklerim yokken kendime gelemedim. Ömrüm geçip gitmiş, geri çeviremedim. Bir yaşıma baktım, bir yaşadıklarıma. Ben bunları baştan bileydim, şimdi daha farklı ve daha iyi yerlerde olurdum. Düşündüm, yine de şükrettim, son nefesimi vermediğime, bunları yapamıyacak durumda olmadığıma ve mezarda olmadığıma. Yaşım sekseni bulsa da, Allah’ın kullarına uzattığı merdiveni yukarı çekmeğe hazır. Tırmananlar yükseliyorsa, tırmanacağım inşallah.
Allah’ım, bilemediklerimi bildirecek arayış, hayata geçirecek inanç ve kararlılık ver. Son nefeste bile af mümkünse ve o ne zaman bilinmiyorsa, o zaman acilen, benim iç dengelerimi oluşturacak anlayış ve yaşayışın hayatımda olması için gerekeni nasip et ve kesintisiz talebimi kabul et. Anladım ve öğrendim ki, içten denge kurulmazsa, dıştan ancak denge bozulurmuş. Cümle kulların ile birlikte, dengede olayım, dengede kalayım ve dengede olunmasına katkıda bulunayım, ne olur Allah’ım.
Zerrelerin adedince yakarışımızı makbul say ve cevap lütfet Allah’ım.

Saliha Erdim

14.02.2010

En “AKILLI” İnsan Kim? Siz Ne Kadar Akıllısınız?

Bu konuda, herkes farklı görüşler söyleyebilir. Kimine göre kış gelmeden, yola çıkmadan, sınav gelip çatmadan, deprem, yangın veya sel olmadan tedbirini alan kimse akıllı insandır. Kimine göre de evlenmeden önce iyi araştırarak en doğru kararı veren, iş ortaklığından önce çok istişare eden veya gelecek on yılın bile plan-programını yapabilen insan, çok akıllıdır.

Bu kriterlerin hepsi, sadece akıllı olmanın belirtileri ve işaretleridir. Ancak, bir de birbirine zıt veya farklı görüşte olup farklı işler yapanlardan her birisi dahi, kendisinin en akıllı davrandığını zannediyor ve kendi konumunu savunuyorlar. Ötekilerini ise hâkir görebiliyorlar. Üstelik de böyle kimseler, toplumun çok büyük çoğunluğunu teşkil ediyor.

– Birkaç örnek arz edeyim: Hayatı, sadece dünya hayatından ibaret olduğunu sananlar, başkaları gibi boşu boşuna namaz kılmadıkları için, ramazanda boşu boşuna aç durmadıkları için ve bunlara benzer diğer sorumluluklara inanmadıkları için kendilerini daha akıllı sanıyorlar. Üstelik de diğerlerini hâkir görüp, sözde saflıklarını ileri sürüp, onları kınıyorlar.

Bir başka kesim de; “basit bir iğnenin veya bir çivinin bile kendi kendine olamayacağı” bilinciyle, her şeyin bir yaratıcısı olduğuna, şu koca kâinatın insan için donatıldığına, yüz binlerce bitkilerin, hayvanların, hattâ tabiat kanunlarının da bir sistem içinde insana hizmet ettirildiğine inanıyorlar. Küçük bir atölye veya laboratuarın bile bir gaye için kurulduğu bilindiği gibi, şu koca kâinatın da gayesiz ve başıboş olamayacağına tam inanıyorlar.

Bu doğru tespitlerinin ardından ise yine farklı kulvarlarda arayış içine girerek, çok farklı tanrı inançlarıyla, ona karşı şükrâne olarak bir şeyler yapılması gerektiğine de inanıyorlar.

Ancak, bunların da her biri, farklı kulvarlarda oldukları halde, kendisinin en doğrusunu bulduğuna inanıyor.

Bizzat Japonya’da gözlemlediğim Budist’ler ve Shinto’lar veya Hindistan’daki yüzlerce çeşit dini inançların mensupları dahi, her biri kendi inançlarının doğruluğuna inanıp, kendilerinin daha akıllı olduklarını zannediyorlar. Kendileriyle birebir görüşmelerimizde, bunları yakinen görebiliyoruz.

Hatta dağdaki teröristler bile, kendi yaptıklarının doğru olduklarına inanmasalar, o kadar zahmete katlanmazlar herhalde. Kendilerine anlatılanlara inandırıldığı gibi hareket ettikleri ve evham ürünü dahi olsa, bir gaye uğruna çalıştıkları için, onlar da kendilerini akıllı sanıyor. Hattâ kendileri gibi düşünmeyenlerle, ölesiye mücadele ediyorlar.

– Peki, görüşler bu kadar çok, birbirilerine zıd ve muhtelif olduğuna göre, en doğru hareket tarzımızı, yanılmadan nasıl bulacağız?

– Kendimizin de bir yanılgı içinde olup-olmadığımızı, yani akıllı davrandığımızı nasıl anlayacağız? İşte bütün mesele bu!…

Çok önemli bir soru ve sorun, fakat cevabı da çok basit ve kolay aslında.

Ancak, Şeytan-ı Aleyhillâ’ne, insanları bu doğruluktan saptırmak için, bütün âvaneleriyle birlikte seferber oldukları için, yanılanların yüzdesi, tahminlerden çok-çok yüksek oluyor. Çünkü şeytanî tuzaklar insanlara, gerçeklerden çok daha lezzetli ve câzip gösteriliyor.

– Bu çok önemli soru ve sorunun bir nevi cevabı şöyle:

Her şeyin; gerçek mi sahte mi olduğunu açığa çıkaran birim değerler var. Her hesabın doğru veya yanlış olduğunu gösteren bir “sağlama”sı var.

Meselâ: Altının, sahte veya gerçek olduğunu gösteren, hatta kaç ayar olduğunu bile ortaya çıkaran mihenk taşı, bu konuda hiçbir tereddüt bırakmıyor.

Paraların sahte veya gerçek olduğunu gösteren cihazlar var.

Bir inşaatın, binanın, köprünün veya herhangi bir tesisin çürük veya mükemmel olduğunu ortaya çıkaran teknikler, cihazlar ve hesaplar var.

Her şeyin sahte veya gerçek, doğru veya yanlış, çürük veya sağlam, hatalı veya mükemmel olduğuna dair cihazlar, hesaplar veya kriterler olur da, insanların görüşlerinin ve davranışlarının isabetli veya yanlış olduğunu gösteren kriterler olmaz mı hiç?…

***

İşte aynen bu örneklerde olduğu gibi, insanların da Hz. Adem (A.S.)’dan bu yana, şeytanın aldatıcı tuzaklarına düşmemeleri için, niçin yaratıldıklarını, bu dünyaya niçin gönderildiklerini en doğru biçimde bilmeleri için, Yüce Yaratıcı her dönemde, en ideal KRİTERLER göndermiş.

İnsanlık çoğalıp medenileşmeye başladıktan sonra da, kıyamete kadar yetecek donanımda, en mükemmel kanunlar, örnekler ve prensipler manzumesi, hattâ (navigasyon hükmünde) mukaddes bir yol haritası olan Kur’ân-ı Kerimi göndermiş.

Anlamakta zorlanmayalım, ihtilâfa düşmeyelim ve bocalamayalım diye, insanlığın en doğru sözlüsü olduğu, düşmanlarınca dahi itiraf edilen Hz. Muhammed’i (SAV) de rehber ve kılavuz olarak görevlendirilmiş. Medeniyetlerin, kıtaların ve Asırların başkalaşması nedeniyle, gelişen çağlarda da insanların bu mesajları doğru almalarını sağlayacak, ilmen de donanımlı olarak “Kutup İmamları, mezheb imamları, müctehidler ve Bediüzzamanlar” tayin etmiştir.

– İşte bizlere sağlıklı bir şekilde ulaştırılan bu KRİTERLERE, en güzel bir şekilde uyan ve “sırat-ı müstekıym” mihengine en yakın olan kişilerin, görüşleri en doğru olup ve yanılmayan akıllı kişiler olduğu, çok net bir şekilde ortadadır. Aksi halde, herkes kendi görüşünü doğru bilerek, yanılmaya devam edecektir.

Tâ ki, bu sınav bitip, kendisini sorgulanma âleminde buluncaya kadar!…

Tâ ki, ardında bıraktığı sadece 70-80 yıllık dünya sınavıyla, trilyonlarca yıllık (hattâ sınırsız, sonsuz, ebedî bir) cennet hayatını kaybettiğini anlayıncaya kadar!

Kim bilir, belki de ebedî bir Cehennemi hak ettiğini, görerek anlayıncaya kadar!…

Pek tabiidir ki o zaman, iş işten geçmiş olacak…

– İşte, ilgili Hadis-i Şerif: Kişiye sekerât halinde (yani ölüm sarhoşluğu ile can çekişirken), hak ettiği menziller (Cennet veya Cehennem) gösterilecektir.

İşte ilgili âyetler:

Mü’minûn Suresi, 99-100. Ayetler: Âhireti inkâr edenlerden birine ölüm gelip çatınca, işte o zaman: “Ya Rabbî!” der, “ne olur beni dünyaya geri gönderin, ta ki zayi ettiğim ömrümü telafi edip iyi işler yapayım.” Hayır, hayır! Bu onun söylediği artık mânasız bir sözdür… (Prof. Dr. Suat Yıldırım meali.)

– En’am Suresi, 27. Âyet: Onlar (Cehennem) ateşinin karşısında durdurulduğunda, “Ah n’olurdu, dünyaya bir daha geri döndürülsek de Rabbimizin âyetlerini inkâr etmesek, müminlerden olsak!” dedikleri zaman bir görsen, neler olacak neler!…

Bakara S. 277. Âyet: İman edip iyi işler yapan, namaz kılan ve zekât verenler var ya, onların mükâfatları Rableri katındadır. Onlara korku yoktur, onlar üzüntü de çekmezler…

..İşte mutlaka karşılaşacağımız iki farklı âkıbet!…

– Bu gerçekler ışığında en akıllı insan, bu olacakları, şu sınav yerindeyken idrak ederek, lâyık-ı vechiyle âhiretini kazanmaya çok çalışan insandır.

Bir başka ifadeyle: İbadetlerini, dünya işlerinin arasına sıkıştırmaya çalışan değil, olmazsa-olmaz ibadetlerinden artan zamanda, dünya levazımatını kazanan kimse, en akıllı insandır. Çünkü insan; “Ancak ve ancak, Allaha kulluk ve İbadet için yaratıldı.” (Zâriyât Suresi, 56. Âyet.) .. Gerisi teferruât… Vesselâm.

A. Raif Öztürk

Köylerde Cemaat Nasıl Artar? Etki Alanı – İlgi Alanı Nedir?

Ramazan dolayısıyla katıldığım kitap fuarlarında ve belediyelerin düzenlediği konferanslarda, birçok okuyucu ile yüz yüze gelme fırsatı buldum. En ilginç sohbetlerden birini Ankara’daki Kocatepe Kitap Fuarında bir imam arkadaşla yaptım. Uzun boylu, yanık yüzlü, gayret-i diniyesi olan bir arkadaştı.

-Sizi Akit’teki yazılarınızdan tanıyorum, eğitim yazılarınızı takip ediyorum diye söze başladı.

Heyecanla bir şekilde konuşmasını sürdürdü:

Kızılcahamam’a bağlı bir köyde imamlık yapıyorum. Köyde nerdeyse cemaat yok. Kızılcahamam’ın birçok köyünde cemaatsizlik yüzünden cuma namazı kılınmıyor. Hükümet dul kadınlara maaş bağlıyor. Bu bir dünya para yapar.”

Konu onun için önemli olmalıydı. Kaç dul kadına maaş bağlandığını ve bunun ayda ne kadar yekûn tuttuğunu ayaküstü hesap edip söyledi. Bunun yerine köylere hanım hoca tayin edilmesini, bu sayede köylerde kalan kadınların eğitilmesinin daha iyi olacağını ilave etti. Köyde cemaat yoktu, nerdeyse yapılacak bir şey yoktu.

Ankara’dan sonra Konya’ya geçtim. Öğretmen-yazar Duran Çetin’le sohbet ederken de benzer bir tespitle karşılaştım. Duran Bey ziyaret için köyüne gitmiş, köyde pek az insanın oruç tuttuğunu tespit etmiş. Merkezi ezan, merkezi vaaz, merkezi hutbeler imamları tembelliğe alıştırmış, pek çoğu namaz memuru olup çıkmış; cemaatle iç içe olmak, onlara vaaz etmek, Kur’an öğretmek, dinî yaşantılarının güçlenmesi için çaba sarf etmekten uzaklaşmışlar.

Duran Çetin’le şu tespiti yaptık:

Şehirlerde camiler dolup taşıyor. Birçok yerde “Haydi çocuklar camiye!” kampanyaları düzenleniyor. Diyanet, “Camiler çocuk açacak.” başlıklı çok güzel bir kampanya düzenledi. Camiye arada sırada çocuk gelirde gürültü çıkarırsa onları azarlayan cemaat, çocuklara ve onların sevimli seslerine alıştı. Şehirler dindarlaşırken köyler dinden uzaklaşıyor. Köylerde yeni bir hamle başlatmalı.”

Kızılcahamamlı okuyucumun karamsar tavrı beni şaşırttı. Ona şöyle dedim:

“Herkesin bir ilgi ve etki alanı vardır. Stephen Covey, insanların bir ilgi bir de etki alanı vardır, der. Evimiz, iş yerimiz, ailemiz bizim etki alanımızdadır. Hükümet, Ankara bürokratları, dünyada olaylar ve savaşlar bizim ilgi alanımızdadır. İlgi alanımızdaki olayların çekiciliği sebebiyle çoğu zaman ilgi alanımızda olup bitenleri konuşuyor; vaktimizi, heyecanımızı ve gayretimizi tüketiyoruz. Biz konuştuk diye bu alanlarda hiçbir şey değişmez. Hâlbuki enerjimizi, dikkatimizi ve gayretimizi kendimize, evimize, iş yerimize çevirsek bu alanda elimizden geleni yapsak birçok şeyi değiştirebiliriz.

Her imam ve öğretmen, peygamber varisidir. Peygamberler,miras olarak ilim bırakmıştır. Peygamberimiz (sav) tek başına İslam davasını dünyaya ilan etti. Kendi nefsinden başlayarak İslam’ı yaşamaya başladı. Sonra en yakınları olan eşi Hz. Hatice(ra), yeğeni Hz. Ali(ra), arkadaşı Hz. Abubekir (ra), azatlı kölesi Hz. Zeyd’e (ra) anlattı. Onların Müslüman olmasıyla İslam kuvvet buldu. Zaman içinde dalga dalga yayıldı. 23 senede bütün Arap Yarımadası Müslüman oldu. Sonraki yıllarda kıtalar ve kitleler İslam’ı seçti.

Her imam, camiye ders koymalı.

Kur’an, hadis, ilmihal okumalı.

Komşularını gezmeli, onları camiye ve cemaate davet etmeli.

Peygamberimiz (sav) gibi cemaat aramalı ve bulmalı. Önceliği eşimize, çocuklarımıza, akrabalarımıza, yakın arkadaşlarımıza vermeliyiz.

Üstat Bediüzzaman bu konuda son derece ilginç bir tespit yapar:

İnsanın etrafında halka halka daireler vardır. Nefis dairesi, akraba dairesi, köy, şehir, ülke, dünya, siyaset dairesi. En uzak dairede nadiren vazife bulunabilir. Harici dairelerin cazibedarlığı yüzünden insanların çoğu o dairelerle ilgilenir ve nefis dairesindeki vazifelerini unuturlar. Hâlbuki en yakın dairede devamlı ve mühim vazifeler vardır. Yakın dairedeki vazifelerimizle meşgul olmak, uzak dairelerle meşgul olarak vaktimizi zayi etmemek gerekir…”

İmam okuyucumla hayli uzun ve tatlı sohbetler ettikten sonra vedalaştık.

Fuardan ayrılırken tekrar yanıma geldi.

Üç poşet kitap almıştı:

Hocam, cemaati ve komşuları hesap ettim. Hepsi için birer kitap aldım. Dua ve okuma kitapları. Hepsini tek tek ziyaret edeceğim ve bu kitapları hediye edeceğim.”

Etki alanını etkili kullanma kararı vermişsin, en yakın dairedeki mühim vazifelere odaklanmışsın. Tebrik ederim.”dedim.

Gülümsedi. Vedalaştık.

Netice olarak şu hususlar önemli:

1. Diyanet merkezi vaaz ve hutbelere son vermeli. Camilere meal, tefsir, hadis, ilmihal vb. dersleri konmalı. Cemaat şuurlandırılmalı.

2. Aile hekiminin hastaları evinde ziyaret ettiği gibi hocalarımız da cemaati evlerinde ziyaret etmeli, camiye gelmeyenleri davet etmeli.

3. Hükümeti, Amerika’yı, dünyayı idare etmekten vazgeçip en yakın dairede dinî irşat vazifemize önem vermeliyiz.

Beyin Vitamini: Nefsimizi Müslüman etme bilincini veren Üstad Bediüzzaman’ın Küçük Sözler, Gençlik Rehberi ve Meyve Risalesi adlı kitapçıklarını tavsiye ederim. Bayram ziyaretlerinde dostlara şeker ve çikolatanın yanı sıra bu tür kitapları da hediye etmeli. Bütün okuyucularımızın Ramazan Bayramlarını tebrik ederim. İrtibat: 444 24 14

 Ali Erkan Kavaklı

Allah’ın sana ayırdığına razı ol, “insanların en zengini” olursun!

Nice insanlar vardır ki malları çoktur ama kanaat ve şükür gibi manevî duygulardan mahrum oldukları için sürekli bir doyumsuzluk içinde yaşamaktadır.

Ölüp gidince de arkalarında “paylaşılamayan”, ya da “har vurulup harman savrulan” bir servet bırakırlar. Mal zengini olarak yaşarken, amel ve sevap fakiri olarak ölürler.

Rivâyete göre Hz. Mûsâ, Allahü Teâlâ’dan:

– Hangi kulun daha zengindir? diye istifsarda bulundu. Allahu Teâlâ:

– Verdiğime en çok kanaat eden, buyurdu (Gazzâlî, İhyâ, 3/529).

Toplumda nice insanlar vardır ki, malları çoktur ama kanaat ve şükür gibi manevi duygulardan mahrum oldukları için sürekli bir doyumsuzluk içinde yaşamaktadırlar. Gözleri sürekli daha fazla maldadır. Hiç bitmeyen bir hırsla sürekli “mal” ve “daha fazla kazanma” peşinde koşarlar. Paylaşma, yardımlaşma, sadaka ve zekât gibi değerler onların semtine hiç uğramaz. Çoğu kez kendi kazandıklarından kendileri bile yeterince istifade edemezler. Ölüp gidince de arkalarında “paylaşılamayan” “paylaşmak için kavga edilen” ya da “har vurulup harman savrulan” bir servet bırakırlar. Mal zengini olarak yaşarken, amel ve sevap fakiri olarak ölürler.

Oysaki, insan için gerçek zenginlik ahiret zenginliğidir. Eğer yapılan işler ve kazanılan mal ahiret adına bir değer ifade ediyorsa kıymetlidir. Yoksa kazandığı mallar, kıyamete kadar insanın sırtında bir yük olarak kalır. Sefasını başkası çeker; sahibi ise sürekli bir ıstırap, sıkıntı ve azap çeker. Zira gözü ve kalbi aç olan kimse bütün dünyaya sahip olsa da, fakirlikten kurtulamayacaktır.

Diğer taraftan toplumda nice kıt kanaat geçinen ama “gözü tok” kimseler vardır. Bu kimselerin malları az da olsa, gönülleri zengin olduğu için, elde olanla yetinmeyi bilip şükrederler. Aslında gerçek zengin onlardır.

Hedefi ahiret olan ve Allah’ın rızasını her şeyden üstün tutan bir insan, dünyaya gereğinden fazla kıymet vermez. Servetinin hesabını bile bilmeyen nice zenginler bu dünyadan gelip geçmiştir. Hiçbirisi dünyada ebedi kalmamıştır. Peygamber Efendimiz bizleri ahiret yolcusu olmaya çağırmakta ve şöyle buyurmaktadır:

Kimin arzusu ahiret olursa, Allah onun kalbine zenginliğinden koyar ve işlerini derli toplu kılar, artık dünya ona hakîr gelmeye başlar. Kimin hedefi de dünya olursa, Allah iki gözünün arasına (dünyanın) fakirliğini koyar, işlerini de darmadağınık eder. Netice olarak, dünyadan da eline, kendisine takdir edilmiş olandan fazlası geçmez.” (Tirmizî, kıyâmet 31)

Günümüzde dünyada oldukça fakir ülkelerin yanında çok geniş imkanlara sahip halkı zengin ve müreffeh devletler de vardır. Ne var ki zengin ülkelerin ekonomileri iyi olsa da, insanları mutlu değildir. Sahip oldukları onları mutlu etmemekte, sürekli yeni fanteziler peşinde koşmaktadırlar. Afrika’daki insanlar açlıktan ölürken, bu ülkelerde intihar edip hayatını sonlandıran insan sayısı her geçen gün artmaktadır. Lükse, eğlenceye harcanan paralar ve yapılan israflarla bir ülke kendisi kadar ama fakir bir ülkeyi ihya edebilecek durumdadır.

Kanaat en büyük hazinedir

Bir insanın, Allah’ın kendisine takdir buyurduğu şeylere razı olması ancak kanaatle mümkündür. Kanaat, Müslümanlara verilmiş çok önemli bir huzur ve mutluluk formülüdür.

Günümüzde insanları mutsuz eden ve hırsa sevk eden faktörlerden biri, sürekli kendinden daha iyi konumdakilere bakmaları ve kendi durumlarını onlarla kıyas etmeleridir. Oysaki, kazanmanın ve zenginliğin insan açısından bir sınırı yoktur. Eğer bir insan bir hadiste ifade edildiği gibi bir vadi dolusu altını olsa bir ikincisini ister. Öyle ise bu yol, yani sürekli kendini daha iyi konumda olanlarla kıyaslama doğru değildir.

Özellikle her şeyden şikâyet eden ve sahip olduğu nimetlere karşı şükür vazifesi olduğunun şuurunda olmayan kimseler için, aslında şükür gerektiren ne çok şey olduğunu göstermesi bakımından, Peygamberimiz’in hayat tarzı bir ibret levhasıdır. Dünya kendisi hürmetine yaratılan Nebiler Sultanı’nın dünya karşısındaki duruşu, herkes için örnek alınması gereken bir husustur.

Yücel Erdoğan / Diyanet Haber