Kategori arşivi: Kişisel Gelişim

‘Üstün insan’ ‘insan-ı kamil’e karşı

Antik Yunan ve Roma’dan süzülüp gelen ‘üstün insan’ anlayışı ile bugünün Batı kaynaklı ‘kişisel gelişim’ kültürünün şekillendirmeye çalıştığı insan modeli arasında neredeyse birebir paralellikler göze çarpıyor. Mevcut kişisel gelişim kültürü, aynı zamanda bir seküler ahlâkın inşasıdır.

 

 

MEDENİYET DEMEK, çoğu kere, insan demektir. Hem medeniyetin mayasını karmak bakımından, hem de teşekkül eden medeniyetin baş aktörü olması bakımından, insanın yeri tartışılmazdır. Kadim geleneklerin de vurguladığı gibi, yaratılışının kapsamlılığı açısından bakıldığında, her bir insanın kendi başına potansiyel bir medeniyet olduğu bile söylenebilir.

İnsanlık tarihi, her medeniyetin teorik temelleri ve pratik yaşama biçimi ile inşa ettiği ve öngördüğü bir insan tipi olduğunu göstermektedir. Ünlü tarihçi Arnold Toynbee’nin belirttiği üzere, yeryüzünde tarih boyunca her millet medeniyet kuramamış, kurulan medeniyetlerin pek çoğu da ‘ölü’ hale gelmiştir. Kurulan bu medeniyetler arasında canlılığını, bugüne aktardığı mirası ile devam ettiren medeniyetlerin başında ise, birbirinin takipçisi olan Yunan ve Roma (elbette Yunan ve Roma’nın bugünkü temsilcisi olan Batı) uygarlıkları ile İslâm ve özelde Osmanlı medeniyeti gelmektedir.

Sözkonusu medeniyetler, varlıklarını ve kollarını günümüze kadar uzatabilmelerini bir ‘insan modeli’ inşa etmiş olmalarına borçludurlar. Bir insan modelinin inşa edilmesinde gerekli en temel faktör ise, içinde yaşanılan medeniyet havzasının, insanların kendilerini ve içinde barındıkları kâinatı anlayıp açıklamalarını sağlayacak, hayatın temel sorularına cevap bulmalarına yardımcı olacak, kültür ve teknik üretmelerine yol açacak, kendi şahsî ve kurumsal gelişimlerini gerçekleştirmelerine yarayacak bir âlem tasavvuru (ya da dünya görüşü) sunabilmesidir.

Konuyu daha da somutlaştırmak için, yukarıda isimlerini belirttiğimiz medeniyetlerin sundukları âlem tasavvuru ve insan modeline ilişkin kısa bir tasvirden sonra, sözü bugüne getirerek, antik Yunan ve Roma kültürünün kendisinde ilginç bir terkibini bulduğu Friedrich Nietzsche’nin ‘üst/üstün insan’ (über mensch) modeliyle, İslam ve Osmanlı tefekkürünün en parlak simalarından Abdülkerim el-Cîlî ve Azizüddin Nesefî’de karşılığını bulan ‘insan-ı kâmil’ anlayışına karşılaştırmak istiyorum. Zira, özellikle antik Yunan ve Roma’dan süzülüp gelen ‘üstün insan’ anlayışı ile bugünün Batı kaynaklı ‘kişisel gelişim’ kültürünün şekillendirmeye çalıştığı insan modeli arasında neredeyse birebir paralellikler göze çarpıyor. Mevcut kişisel gelişim kültürü, aynı zamanda bir seküler ahlâkın inşasıdır. Modern insana evde, sokakta, işyerinde bir yaşama stili sunmaktadır. İslâm ve Osmanlı’da billurlaşan ‘insan-ı kâmil’ ideali ise, bu zamanın şartlarında yeniden üretilmesi gerektiğini bir süredir vurguladığım ‘insanî gelişim’ ile yakın irtibatı bulunuyor. Ki, insanî gelişim, öncelikle dikey bir boyutta insanı bütün kâinata, ruhuna, âhirete, ıslah-ı nefse ve bir ahlâk-a’lâ’ya nisbet etmeyi öngörmektedir.

Kuşbakışı bakıldığında, antik Yunan ve onun devamı olan Roma’da dünya görüşünün omurgasını daima mitolojinin oluşturduğu görülür. Mitolojinin temelini ise, tanrılar, yarı-tanrılar ve tanrılaşmak isteyen insanlar şeklinde sıralanan katmanlı bir model belirlemiştir. Yani, mitolojinin şekillendirdiği dünya görüşü içinde, insan, yapıp etmeleriyle bir şekilde tanrılaşmak isteyen bir varlıktır. Buna karşılık, ta en başından beri, İslam medeniyetinin âlem tasavvuru ‘esmâü’l-hüsnâ’ya, tek olan Allah’ın sonsuz güzel isimlerine dayanmaktadır. Bütün varlık âlemi sürekli yaratılış içinde esmâü’l-hüsnânın bir yansımasıdır. İnsan bu ilâhî isimlerin kendisinde en yoğun biçimde yansıdığı varlıktır ve ‘Allah’ın ahlãkıyla ahlâklanmak,’ yani O’nun isimlerinin cilvesini kendi üzerinde yansıtmak, O’nun güzel isimlerine bir ayna olmak suretiyle, beşerîlikten kurtulup kemale doğru yürümelidir.

Osmanlı toplumuna bakıldığında, esmâü’l-hüsnâ merkezli bu insanî gelişim anlayışının, Tanzimat’la birlikte yükselişe geçen Batıdan ithal hümanizm akımının etkisini hissettirmesine kadar hâkim olduğu görülmektedir. Oysa Batıda, Roma’nın MS 312’de Hıristiyanlık’la evliliğe razı olmasından sonra mitoloji yerini yine mitolojinin tesirinde gelişen Teslis’e bırakmıştır. Teslis akidesi, tıpkı mitolojinin üçlü yapısında olduğu gibi (tanrılar, yarı-tanrılar, tanrılaşmak isteyen İnsanlar), üçlü ve vasıtalı bir model (Baba, Oğul ve Ruhu’l-Kuds) sunuyordu. Bu minvalde Hz. İsa’nın tanrılaştırılması, diğer insanların da tanrılaşabileceği gibi bir imayı içinde barındırıyordu.

Bugünden geriye bakarak, sözkonusu medeniyetlerin âlem tasavvuruna, dünya görüşüne ve sundukları insan modeline ilişkin temel kırılma noktalarını irdeleyecek olursak, Batı medeniyetine nisbetle İslâm medeniyetinde:

• mitolojinin karşısında esmâü’l-hüsnâ’nın,

• teslisin karşısında tevhidin,

• Tanrıya benzeme (teşebbühü bi’l-vacib) çabasının karşısında ise Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmanın (tahallik-ı bi ahlâkillah),

• dünya eksenli yaşayışa karşılık ahiret odaklı yaşamanın,

• herşeyi pratiğe indirgeyip kâinata egemen olma çabasının yerine, kâinatın âhengine katılmaya dayalı bir temaşa anlayışının hüküm sürdüğü söylenmelidir.

Şimdi, geldiğimiz noktadan yirminci yüzyıla sıçrayarak, felsefesini antik Yunan, pagan Roma ve Zerdüşt’ün şahsında sembolize edilen vahiyden mücerred Doğu mistisizmi üzerine kuran Nietzsche’nin çağdaş Batı adına coşkuyla sunduğu ‘üstün insan’ı ile İslâm medeniyetinin sebebi ve sonucu olan ‘insan-ı kâmil’in temel temel özelliklerini ve ayırıcı vasıflarını belirgin kılmamız gerekiyor.

Nietzsche’ye göre, ‘güçlü insan,’ güçlü iradesi olan insandır. İrade gücü, güçlü olmanın yegâne göstergesidir. O, irade gücünü herşeyin üstüne koymakla bütün geleneksel değerler dışlanarak bireysel özgürlüğe giden yolun açılacağını savunur. Bu yüzden, sadece irade gücüne sahip olan insanı âdeta yeniden oluşturmak ister. Ona göre, iyi insan, politik anlamda güçlü olan insan değil; metafizik ve ahlâk (elbette, dindışı ahlâk) anlamında güçlü olan insandır. Fakat, irade gücünün yönünün çok kolay bir şekilde politik güce çevrilebileceğini görmez. Üstün insan, ona göre, hiçbir zaman kendini küçük ve zayıf hissetmez. (Ki tam da bu noktada, insanın en temel iki varoluşsal yarası ve yasası olarak acziyet ve fakrıyetin inkârı sözkonusudur. Nietzscche için, yönünü bulamamış acz ve fakrı reddetmekten başka çare kalmamış gibidir.) Ona göre, ahlâkın işareti, iradenin gücüdür. Ahlâklı olmak, kendisinin efendisi olmaktır. Kendisinin efendisi olmaya giden yolun ilk adımı ise Tanrıyı öldürmekten geçer. Bir diğer adımda ise, onun ‘sürü ahlâkının temeli’ olarak gördüğü geleneksel ahlâk yıkılmalıdır.

Nietzsche, bu görüşünü Böyle Buyurdu Zerdüşt’teki “Üç Dönüşüm” başlıklı yazısında etraflıca açıklıyor. Buna göre, hayvanla Üstün İnsan arasında gerilmiş bir ip olan insanın şu üç basamağı aşması gerekir:

(1) İnsan önce bir deve olacaktır. Deve hayvanların en fazla yük taşıyanıdır. “Sen müstahak olduğun için bu yükü taşımalısın.” Başkalarının ortaya çıkarmış olduğu geleneksel değerleri yük gibi taşır. Bu devrede, gururunu kırabilmek için aşağılanmayı arzu eder. Deve de güdülmeye isteklidir. “Evet” der. Bu ‘evet’in anlamı, düşünmeden itaat edip görevini yapmaktır. Bu ise insan için bir tür esaret tablosudur. Yaşamak için başkasının yardımına ihtiyacı olanların görünümüdür.

(2) İkinci basamakta deve aslana dönüşür. Aslan, geleneksel değerlere karşı isyanın görünümüdür. Aslan “Hayır” der. Değerlerin değişmesini ister. Tanrıların düşmanı olur.

(3) Üçünü basamağa geçince, aslan çocuk olur. Çocuk da “Evet” der. Fakat bu ‘evet’ itaat etme isteğinden gelmez. Kendinin efendisi olma arzusunun ‘evet’idir. Çocuk oyun oynayabilme iradesinin gücüyle ve çocuk saflığıyla ‘evet’ der.

Nietzsche, ‘üstün insan’ın, aynı zamanda üst kültüre sahip olması gerektiğini de düşünmüştür. Böyle Buyurdu Zerdüşt’te bir ip cambazı hikâyesi vardır: Cambaz ip üzerinde yürürken, diğerleri yukarı doğru ona bakar. İp cambazı kayar ve düşer. Ölmek üzere son nefesini verirken, Zerdüşt yanına gelir ve ona doğru yolda olduğunu söyler. Çünkü ip, üstün insan olmaya doğru yürümeyi simgelemektedir. Özgürlüğe tam bir güvenlik içinde yürünemez. Güçlü insan, riskleri seven, riskleri göze alan insandır. (İşte burada, kişisel ve kurumsal gelişim üzerine yazıp konuşanların ‘risk alma’ vurgusunu hatırlayalım.) Zayıf insan ise güvenliği için sürekli dayanak noktaları arar. Güvenlik garantisi arar. İp cambazı simgesi aynı zamanda kendisinin efendisi olma isteğinin simgesidir. Bunun için de ip üzerinde yürüme gibi deneyler gereklidir. İp cambazı ip üstünde yürürken zayıflar sadece onu seyredebilirler; meleyen kuzular sürüsü gibi. Örnekte cambaz düşüyor. Sonuca ulaşamıyor. Fakat Nietzsche için bunun önemi yoktur. Ona göre, cambaz doğru yoldaydı, ilerlemek için ipte yürümesi gerekiyordu. Zaten ‘her zaman ölünmez’ ve ‘bizi öldürmeyen bizi güçlü kılar.’ (Nietzsche’nin ilerleme için ip metaforunu seçmesi de bir tesadüf olmasa gerektir. Çünkü ip mecazı, Batının doğrusal ilerleme anlayışının Nietzsche’de insana uyarlanmış karşılığıdır. Ki, Batı kaynaklı kişisel gelişim kültürü de insan için yatay ve doğrusal bir gelişim önermektedir.)

Nietzsche, ‘üstün insan’a giden yolda en büyük engelin sürü ahlâkı olduğunu söylüyor ve ahlâkı ikiye ayırıyordu: (1) Efendi ahlâkı: aristokratik ırkların, örneğin Romalıların ahlâkı; (2) Köle ahlâkı: aristokratik sınıfa boyun eğerek yaşamış sınıfların, örneğin Yahudilerin ahlâkı. Üstün insan, ona göre, iyinin ve kötünün ötesindedir; mevcut ahlâkî düzeni yadsıyarak kendi değerlerini silbaştan oluşturur.

Tablonun Batı tarafında bu şekilde idealize edilen ‘üstün insan’a karşı, İslâm medeniyetinin kemali hedefleyen insanı, Allah’ın hem yeryüzündeki halifesi (bkz. Bakara: 30) ve O’nun kuludur (bkz. Zâriyât: 56). Bu iki kavram arasındaki ilişkinin, İslâm’ın ortaya koyduğu insan anlayışının doğru anlaşılabilmesi için vazgeçilmez bir önemi vardır. Bu anlayışta insan gelişimini, yani kemalini ancak ve ancak tevhidin gölgesinde bulur. Her yeri ve her şeyi O’nun eseri olarak görüp Allah’ı birleyen insan, herşeyi tanrılaştırmanın yüklerinden kurtularak yükselir. (Zümer sûresindeki şu âyeti hatırlamanın tam sırası: “Allah, çekişip duran birçok ortağın sahip olduğu bir köle ile sadece bir kişiye bağlı olan bir adamı misal verir. Bu ikisi eşit midir? Hamd Allah’a mahsustur. Fakat onların çoğu bilmezler.”)

Bu noktada, Risale-i Nur müellifi, müthiş bir isabetle şöyle demektedir:

“Evet, sırr-ı vahdet ile insan, bütün mahlukat içinde büyük bir kemal sahibi ve kâinatın en kıymetdar meyvesi ve mahlukatın en nazenini ve mükemmeli ve zihayatın en bahtiyarı ve en mesudu ve Hâlık-ı Âlemin muhatabı ve dostu olabilir. Hatta, bütün kemâlât-ı insaniye ve beşerin ulvî maksatları tevhid ile bağlıdır. Ve sırr-ı vahdetle vücut bulur. Yoksa, eğer vahdet olmazsa, insan mahlukatın en bedbahtı ve mevcudatın en süflîsi ve hayvanatın en biçaresi ve zişuurun en hüzünlüsü ve azablısı ve gamlısı olur.” (bkz. “İkinci Şua”)

Hayatını tevhid ekseninde bir kul ve halife olarak algılayan insan ile, ilâhî olana başkaldırmış insan arasındaki fark açıktır. Birinci insan tipi, hakları itibarıyla kendisini bir halife olarak görürken, sorumlulukları itibarıyla kendisini bir kul olarak görür. Bütün âlem ve içindekiler onun nazarında birer emanet olarak kendisine verildiğinden ve dahası Allah’ın âyetleri olduğundan, o, çevresiyle, kâinatla, diğer insanlarla, kendisiyle ve asıl önemlisi Rabbi ile barışıktır. Bu bakış açısının bir neticesi olarak, Müslüman mütefekkirler, modern bilim ve felsefenin tersine, âleme cansız nesnelerden ibaret bir yığın olarak değil, canlı ve anlamlı birer varlık olarak yaklaşırlar. Bu yüzden, kuşlarla, ağaçlarla, rüzgârla, yağmurla konuşmayı öğrenmişlerdir. Sarı Çiçek’le söyleşen Yunus’u, insanının serencamını Ney sembolüyle anlatan Mevlânâ’yı, insanların ebedî saadeti için dünyasını da ahiretini de feda etmeye hazır olduğunu söyleyen Said Nursî’yi, bütün varını yoğunu ilâhî irade karşısında yağma eyleyen Niyazi-i Mısrî’yi bu manevî çerçeveyi bilmeden anlamak mümkün değildir.

Kendisini dünyaya adamış insan, normal bir ruh halinden mahrumdur. Zira, kendisini bir taraftan sıradan bir canlı, arzu ve güdülerine esir olmuş bir varlık olarak görürken öte yandan yeryüzünün efendisi ilan etmek, anormal bir ruh halini gösterir. Buna mukabil, kendisini hem kul hem de halife olarak gören denge insanı, hayatın anlam ve hedefi konusunda tutarlı bir bakış açısına sahiptir.

Yaradılışın nihaî gayesi dünyaya hükmetme değil, Yaratıcının rızasına yükselme olduğundan, denge insanı olmanın yolu ‘insan-ı kâmil’ yoludur. İlâhî isim ve sıfatların kendisinde tecelli ettiği insan-ı kâmil, insan oluşun standardını belirleyen örnek modeldir. Bir başka ifadeyle, insan-ı kâmil, yücelikle acziyetin, halife ile kulun, irade ile teslimiyetin, celâl ile cemalin birleştiği model insanı ifade eder.

İslâm ve Batı medeniyetlerinin taşıyıcısı olan iki insan tipine ilişkin yorumlarda, genellikle modern Batılının aktif ve üretken, geleneksel Doğulunun ise pasif ve taklitçi olduğu söylenegelir. Oysa, bir düşünürün altını çizdiği gibi, Doğu muazzam bir mirasın üzerinde uyuyarak pasif bir şekilde çökmekte, Batı ise sürekli hareket sloganıyla aktif bir şekilde çökmektedir. Gerçekte, hareketten yoksun tefekkür ve teslimiyet ne kadar faydasız ise, sükûnet ve teslimiyetten arındırılmış hareket de o kadar yıkıcıdır.

Kur’ân’ın tasvir ettiği insan, kendi varlığında eşyanın zıt kutuplarını birleştirebilen, böylece onları aşarak kemâl, yani insan-ı kâmil mertebesine ulaşmaya aday olan insandır. Bir yandan aktif, keşfe dönük (burada “Vazifemiz vaz’-ı cedid değil, keşf-i kadimdir” düsturunu hatırlayalım), seçici ve diğergâm, yani celâl sıfatlarının tecelligâhı; diğer yandan cemal sıfatlarının bir tecelligâhı olarak, ilâhî irade karşısında alıcı, temaşa edici ve teslimiyet sahibi. Bu yüzden, mü’min geçici olan ile ebedî olan arasında, yer ile gök arasında, dünya ile âhiret arasında denge kurabilmiş insandır. Yani itidal üzere yaşamasını bilen insandır. Ve insan-ı kâmil anlayışı en billurlaşmış örneğini bu dengeyi en mükemmel biçimde kurmuş ve sergilemiş olan Resûlullah’ta bulmaktadır.

İnsanoğlunun gerçek mânâda insan olması, ancak Rabbine yönelmiş bir seyr-i sülûk içinde olması ile mümkündür. Bu yüzden, İslâm’ın anlayışına göre, tarih geride ve arkamızda değil, önümüzdedir. Peygamberler, evliyalar, alimler, arifler, kâmil insanlar bu yönüyle birer ön-der’dir. Hz. Peygamber aleyhissalâtu vesselamın “İki günü bir olan ziyandadır” hadisi de, bu çerçevede hiç şüphesiz yeryüzünde yalancı bir cennetin kurulmasına değil, dikey, manevî ve ahlâkî bir yükselişe işaret eder. Bu dikey yükseliş, insan-ı kâmile giden yolun ana caddesidir.

İnsan, sözkonusu ana cadde üzerinde, Azizüddin Nesefî’nin İnsan-ı Kâmil’inde ele aldığı dört özelliği kuşanmak durumundadır: İyi akvâl (“Ya hayır söyle ya da sus” hadisinden beslenen bir çizgide, ya hakikat üzere konuşmak ya da susmak); iyi ef’âl (amel-i salih esasından filizlenen iyi fiiller); iyi ahlâk (hilkatteki, her bir mahluktaki edep ve terbiyeye yaslanan, imanın somutlaşmış biçimi olan güzel ahlâk); ve maarif (herşeyden Allah’a giden bir yol bulan bir marifet ve irfan).

İslâm medeniyetinin temel öncüllerine yaslanan bu insan-ı kâmil anlayışı, Batı uygarlığının ‘üstün insan’ının ‘kişisel gelişim’den medet umduğu ama umduğunu bulamadığı şu çağda, yeniden üretilmeyi bekliyor…

 

17/01/2005

© 2010 karakalem.net, Yusuf Özkan Özburun

 

Başarıda İman Faktörü

Maddî sebepler ve şartlar, Cenab-ı Hakkın başarı ihsan edeceği kulun önüne koyduğu engellerdir. Kişi, gerek bu engelleri aşarken, gerekse bütün sebep ve engellerin bittiği yerde Allah’ın yardımını dilemek durumundadır.

Zaman gelir, insan maddî sıkıntılar içinde boğulacak gibi olur. Sebepler sona erer, dostlardan yardım ve ümit kesilir ve direnç biter. İşte o sırada insan, sonsuz bir kudrete dayanma ihtiyacı hisseder.

Bu, onun için en büyük güç kaynağıdır. Bu tevekküldür, kadere teslimiyettir ki, imanın bir gereğidir. Onu gören, işiten; derdini, âhını dinleyen bir Yüce Kudrete dayanmak, kişiye hadiseler karşısında dayanma gücü verir.

Kâinatta, canlı cansız hiçbir fert, Yüce Kudrete dayanma ihtiyacından uzak değildir ki, insan uzak olabilsin. Binaenaleyh, başarı yolunda ilerlemek isteyen bir insan, bilhassa mümin, sık sık Cenab-ı Hakkın inayetini, yardımını istemek ve Onun sonsuz kudretine dayanmak mecburiyetindedir.

Üstünlük ve başarı, bir gayret, hareket ve çalışma neticesidir. O da inanca bağlıdır.

Gerçekten inançla, fiil ve hareket arasında çok yakın bir ilgi vardır. Kişinin imanı ile, ameli tam bir paralellik arz eder. İmanın parlaklığı ve kuvveti oranında, fiiller ve hareketler mükemmelleşir, olgunlaşır ve güzelleşir. Dr. Carrel, “İnanmış insan değilim. Çünkü inanmış olsaydım, harekete geçmem gerekirdi.” derken de kendisine göre bir iman sahibi idi. O, bu sözleriyle şunu demek istiyordu: “Eğer gerçekten mükemmel bir imânâ sahip olmuş olsaydım, o inancım istikametinde harekete geçmem gerekirdi. Geçmediğime göre, imanım henüz kemâle ermemiş, olgunlaşmamış demektir.

Ayet-i kerime de bu hakikati insanlığa haykırıyor: “İnanıyorsanız, mutlaka üstünsünüz.” hitabına mazhar olan Müslümanlar ve müminler üstün olmadıkları, mağlûp ve perişan oldukları zaman, hâşâ inançsız değillerdir. İmanları mükemmelliğe erişmemiş veya imanlarının gereği olan gayret ve faaliyeti gösterememiş ve netice itibariyle mağlûbiyete düşmüşler demektir.

Gerek şahsî ve gerekse sosyal hayatımızda, iyiliğine ve doğruluğuna inandığımız fiil ve hareketlere bir türlü yönelemiyorsak, Allah’a dayanmaya muhtacız demektir. Fâni hayatın geçici zevk ve lezzetlerini, aldatıcı heveslerini bir türlü terk edip de başarıya koşamıyorsak; dünya hayatının fâniliğine ve hakikî hayatın âhiret hayatı olduğuna inancımız zayıflamış, imanımızın güçlendirilmesine ihtiyaç ve zaruret var demektir.

İnandığımız dâvâda çalışma gayretini, bildiğimiz doğruları haykırma cesaretini kendimizde bulamıyorsak, inancımız zayıflamış demektir.

Öyle ise gerçek başarıyı istiyorsak, en başta Allah’a imanımızı güçlendirmeli ve Ona dayanmalıyız.

İnanan insanın, yaptığı işlerde başarılı olması beklenir. Eğer başarılı olamıyorsa, maddî ve manevî dünyasını çok ciddî olarak gözden geçirmelidir.

Dr. Halit Ertuğrul / Öğretmen Hattı

Güzel görmek, güzel düşünmek

Olaylar, açısına göre, şekil ve büyüklük değişikliğine maruz kalabiliyor. Aslında yaşadığımız her şeyin bir izafiliği ve bize göre oluşu hep söz konusu. Bir olayı değerlendirirken bu durum hep dikkate alınmalı ve olayın gözüktüğü boyutla gerçekliği arasında fark olabileceği unutulmamalıdır. Zaman zaman olayların içinde boğulmak ferdi çok yıpratabilir ve varlığın gerçek anlamından da uzaklaştırabilir. Olaylar karşısında sağlam bir duruş ve sağlıklı bir bakış açısı, ancak olayların kişiye göre yansımasını fark etmekle mümkün olabilir. Herkesin muhatap olduğu bir varlık âleminden çok, herkesin bakış açısı ile şekillenen âlemler söz konusudur. Bu bakış açısıyla olayları etkilemekten çok, kendi dünyanızı düzenlemek yolunda çaba sarf edersiniz.

Büyüklük ve küçüklüğün kendi ölçülerimiz içinde değerlendirildiği bu âlemde zaman zaman ölçüler karışabiliyor. Bakış açısı ve içinde bulunduğunuz konuma göre büyüklük ve küçüklük ölçüleri değişebiliyor. Bir ülkenin kralı, onca azameti ve onunla ilgili büyüklük algılarına rağmen gözün göremediği bir mikroba mağlup olabiliyor. Koca bir havuzu bir damla kirletebiliyor. Sadece bir dokunuş çok şeyleri değiştirebiliyor. Bazı zamanlar da yıllarca süren çalışmaların sonucu yalnızca bir dokunuş ile bitebiliyor.

Zaman zaman kafamızda büyüttüğümüz ve dar ölçülerimizle küçük gördüğümüz için kıymetini bilemediğimiz şeyleri sorgulamalıyız. Gelenekler, maddî bakışın oluşturduğu değer yargıları bir gözlük oluşturuyor ve bu gözlük sadece maddî şeyleri büyütüyor. Belki bazı anlarda sadece maddî şeyleri gösteriyor. Oysa madde sadece bazı duyguların yaşanması için bir araç. Bu konumundan öte geçtiğinde ve hak ettiğinden fazla büyütüldüğünde duyguları da gizliyor. Duyguların gizlendiği ve sadece maddenin ön plana çıkarıldığı bir dünyada küçülen ve göz ardı edilen başka bir gerçek de ölüm. Maddî gözlükler ölümü göstermek istemiyor ve çoğu zaman gölgeliyor.

Görmemek ya da görmezden gelmek pek çok zaman çözüm getirmiyor ve çoğu zaman çözümü güçleştiriyor. Kaçarken görülmeyen ve uzaklaştığı hissi ile küçültüldüğü zannedilen şeyler gözlük kırıldığında çok büyümüş olabiliyor. Gözlüklerin oluşturduğu hayal dünyasında yaşamaktansa, mertçe gerçekle yüzleşebilmek pek çok zaman çözümün başlangıcı olabiliyor.

O yüzden hiç bir şeyi olduğundan daha küçük ya da daha büyük algılamak gibi bir yanılgı içine girmemeliyiz. Zaman zaman bu algı bizi rahatlatıyor olsa bile… Her zaman için vaktinde algılanan tehlikeler daha rahat atlatılmıştır. Çoğu zaman çözüm aramak yerine kaçmak korkulan sonuçları daha da büyütmüştür.

Büyüklük ve küçüklük kavramlarını bu ölçülerle yeniden gözden geçirdiğinizde, hayal ve zihin dünyasını şöyle bir dolaştığınızda görülecektir ki çok büyütülen şeyler, aslında çok küçük ve çok küçük görülen şeyler aslında çok büyük. Bazı zamanlarda yürekten bir dokunuş milyarlar harcanarak alınan bir hediyeden daha kıymetli olabiliyor. Çölde bir damla suyun tonlarca altından, zümrütten ve yakuttan daha kıymetli olması gibi. Kaybından dolayı üzüldüğümüz milyarları, ihtiyaç durumunda kolunu, gözünü, kulağını, burnunu ve belki de tek parmağını tekrar elde edebilmek için rahatlıkla harcamayı herkes göze alacaktır. Şu an bütün bu zenginliklerin sahipliğinden kaynaklanan mutluluğun tadını çıkarmaya çalışmalıyız.

Olaylara yeni ve doğru bir bakış açısı geliştirmek için olumluluklar üzerine odaklanmalıyız. Olumluluklar üzerine odaklanabilmek için onların farkında olmamız gerekiyor. Farkındalık bir çok güzelliğin yaşanabilmesi için önemli bir başlangıçtır. Asıl güzel olan ise sahip olduklarımızı kaybetmeden önce fark etmektir. Sabah kalktığında elinin, gözünün, kolunun ve bütün organlarının sağlıklı bir şekilde işliyor olduğunu fark ederek ve bunları Rabbinden gönderilmiş hediyeler olarak algılayarak güne başlayan insan, o günü çok daha enerjik ve mutlu geçirecektir.

Monotonluk farkındalığın önünde ciddî bir engel teşkil ettiği için zaman zaman olayların tek düze işleyişinden sıyrılıp fark etmemiz gereken detaylara odaklanmalıyız. Detaylarda gizlenmiş olayları fark edip incelikleri algıladıkça çok yakınımızda olan güzellikler keşfedilmiş olacaktır. Bu aynen her gün önünden geçtiğimiz, ama odaklanmadığımız için fark edemediğimiz bir işlemenin yolunuz üstünde olmasına rağmen odaklanmamaktan dolayı fark edilmemesine benzer. O halde insan varlık ortasında güzellik avcısı gibi yaşamalıdır. Özellikle güzelliğe odaklanmalı, her türlü olayın detayında ve arka planındaki güzelliği keşfetme gayreti içinde olmalıdır. Bu aslında hayattan lezzet almanın formülüdür. Güzel görmek ve güzel düşünmek başlangıçta özel bir gayret ve yöneliş gerektirecektir zaman içinde refleks şekline dönüşecektir. Bu hayatın her anını ve yaşanan bütün olayları iyi ve kötüsüyle güzellikleri anlatan muhteşem bir tabloya dönüştürecektir.

11.12.2006

Dr. Hakan Yalman

Sabahın ağzında altın vardır!

Peygamber efemdimiz ümmetine ebedi hayatlarını kazanmak için birçok kolaylıklar göstermiştir. Çeşitli zamanlarda ve yerlerde yapılacak ibadetlerle çok büyük sevaplar kazanılmaktadır.

Kabe’de yapılan umreden başka şu fillerinde umre ve hac sevabı kazandırdığını Allah Resulünün (s.a.s)  şu hadislerinden öğreniyoruz. Medine’de umre sevabını kazandıran  güzel bir amel:

Kim abdestini alır hazırlığını yapıp Kuba Camiine gelir, orada namaz kılarsa, bir umre sevabı almış olur.“(Hadis-i Şerif)
Dünyanın neresinde olursak olalım umre sevabı kazanabiliriz. Şöyle ki; “Enes bin Malik’den (ra) rivayet edilen bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:

Kim sabah namazını cemaatle kılar, sonra güneş doğuncaya kadar oturarak Allah’ı zikreder, sonra iki rekat namaz (işrak namazı) kılarsa, ona makbul tam bir hac ve bir umre sevabı verilir.” Enes (ra) der ki: “Tam bir hac ve umre sevabı” buyurdu. Bu sözü üç defa tekrar etti. (Tîrmizi)

Hz. Peygamber (sav) daha sonra uzaktan yakından kendisini görmeye gelenleri kabul etmeye başlardı. Gelenler halka şeklinde etrafında toplanırlardı. O, çevresindekilere vaaz eder, öğütler verir, sorularını cevaplandırır, hattâ gördükleri rüyaları tabir ederdi. Bazen sahabelere kendi rüyalarını anlatırdı.

Büyük ve güzel insanlar seher ve sabah vakti uyumayı terk etmişlerdir. Ya namaz kılmışlardır ya da iman hakikatlerini okuyorlardır veya tefekkür ve Allah’ı zikretmekle meşguldürler. Ehl-i dünyadan da bu vaktin kıymetini bilenler, uykularını terk edip çalışmaktadırlar.

Da Vinci şifresinin yazarı Dan Brown her gece saat 04.00’te kalkarak kitaplarını yazmıştır. Gene Ferrarisini Satan Bilge, Sen Ölünce Kim Ağlar isimli kitapların yazarı Robin Sharma, Avrupa gibi çağdaş ülkelerin insanlarının çoğu bu vakitlerde uyumazlar. Bir Alman atasözü “Sabahın ağzında altın vardır” der. Bedri Rahmi Eyüpoğlu’nun “Sabahı müezzinlerden önce yakalamalıyız” şeklinde bir sözü var.

Divan şiirlerinde de seher vaktinin önemi  mükemmel bir şekilde anlatılır. Dinimiz hem teheccüd namazını, hem sabah namazını, hem de duha (kuşluk) namazını bize ısrarla emir ve tavsiye eder. “Sana vahyedilen kitabı güzel oku ve namazı kıl! Muhakkak sahih namaz edepsizlikten uygunsuzluktan alıkoyar. Muhakkak Allah’ı anmak en büyük iştir ve Allah her ne işlerseniz bilir. (Ankebut, 45.)”

Peygamberimiz  buyuruyor: “Gücünüz yettiği kadar ibadet yaparak Cenneti isteyin. Gücünüz yettiği kadar da haramlardan kaçınarak Cehennemden korkun. Çünkü Cenneti isteyen ve cehennemden kaçan kimse, bütün gece  uyuyamaz. (Taberani)”

Kim ki sabah camiye gidip gelirse, Allah her gidip geldikçe ona cennette bir sofra hazırlar (Cami’üs -Sagir c. 3, 3707)” İbn-i Abbas’tan (r.a) rivayetle: “Âdemoğlunun her mafsalı (eklem)—bu da 360 tanedir—için vermesi gereken bir sadaka vardır. Kuşluk vaktinde kılınan iki rekât namaz, bunların hepsinin yerine geçer (a.g.e.s.1182).”

Ebû Hureyre’den (r.a) rivayetle: “Cennette “Duha” denilen bir kapı vardır. Kıyâmet günü olduğunda bir nidâ edici şöyle seslenir: “Kuşluk namazına devam edenler nerede? İşte kapınız budur. Allah’ın rahmetiyle buradan girin (age., c. 2., s.609.).”

Enes’den(r.a) rivâyetle: Resûl-ü Ekrem Efendimiz (asm) şöyle buyurmuşlardır: “Kim ki kuşluk namazını 12 rekât olarak kılarsa, Allah onun için Cennette altından bir köşk yapar (age., c. 4 s. 1575).” İbni Amr’dan (r.a) rivâyetle: “Allah’ın en çok sevdiği namaz, Davut (as) namazıdır. Ki, gecenin ilk yarısında uyur, üçte birini ibadetle geçirir, geri kalan altıda birinde de yine uyurdu (age., c.1., s.85.).”

Ömer Bin Hattap (r.a) şöyle  anlatır: “Resulullah (asm) Efendimiz bir ordu çıkardı. Bu ordu büyük bir muvaffakiyet kazandı. Büyük bir ganimetle döndü. Dediler ki: ‘Ya Resulullah (asm) bu kadar çabuk hamle yapan bir ordu ve bu ordunun aldığı ganimetten fazlasını hiç görmemiştik.”Bunun üzerine Resulullah (asm) şöyle buyurdu: ‘Benim ordudan daha seri hamle yapan ve daha fazla ganimet ele geçireni haber vereyim mi?’ ‘Haber ver’ dediler. ‘Bir cemaat ki, sabah namazını kılarlar, sonra oturup güneş doğuncaya kadar Allah’ı zikrederler. Bundan sonra 2 (iki) rekât namaz kılarlar, evlerine dönerler. İşte en büyük hamleyi  yapanlar, en fazla ganimeti alanlar onlardır’ ”

Biliyorsunuz, sabah namazının sadece  iki rekat sünneti bile dünyada üstüne  güneş doğan her şeyden daha hayırlıdır. Cüneyd-i Bağdadî vefâtından sonra ona bir dostu “Orada sana nasıl davranıldı?” şeklinde bir soru sorar. Cevaben: “Tüm işler uçtu, ibareler kayboldu, ilimler tükendi, her şey bitti. Bize sadece seher vakti kıldığımız iki rekât namazın faydası dokundu!” der.

Dostlar, buyurun teheccüde, buyurun sabah namazına ve buyurun, ışrak namazına (güneş doğduktan sonra kılınan 45 dakikalı kerahat vakti  çıkınca kılınır) ve duha(kuşluk) namazına!

Evet, aldanmayalım; dünya fani ve de ölüm âni.

Erdoğan AKDEMİR / www.nurdergi.com

erdoganakdemir@mynet.com

Nefisperestliğe Sevk Eden Sebepler ve Çareleri

Peygamberimiz (sav) insanın en büyük düşmanının “nefis” olduğunu ifade ederek, “Allah’ım sen beni göz açıp kapayıncaya kadar nefsimin eline bırakma!” diye de dua etmiştir. Hz. Yusuf (as) Züleyha ile imtihanını, Allah’ın rahmeti ve delili görerek kendi lehine çevirdikten sonra, “muhakkak ki, nefis kötülükleri emredicidir” demiştir. Bu ve benzeri nasların teşvikiyle müminler her zaman, “Ya Rabbi sen bizi nefs-i emmarenin şerrinden koru” diye dua etmeyi önemli bir gaye haline getirmişlerdir. Yine Hz. Muhammed (sav) bir savaştan sonra,”Biz küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz” buyurmuştur. Bütün bu ve benzeri ifadeler, nefsin insanı kötülüklere teşvik eden özelliğine işaret ediyor. Bu haliyle nefs-i emmare, şeytanın arkadaşı olarak karşımıza çıkıyor. Bu anlamlar gözönüne alındığında, “nefisperestlik”, kötülükleri isteyen nefsin arzularına boyun eğmeyi ifade etmektedir. 

Nefisperestlik, bir anlamda insanın “dünyaperest” olması manasına da gelmektedir. Bu ise, insanın -Said Nursi’nin ifadesiyle- geçici ve elemlerle dolu ve “kömür” değerinde olan dünyayı, daimi ve “elmas” kıymetinde olan ahirete tercih etmesi demektir. Ki, bu tercih Kastamonu Lahikası’nda, ahirzamanın en önemli özelliği olarak ifade edilmektedir. 

Biz bu çalışmamızda insanın niçin nefisperest olduğu sorusunun cevabını aramaya çalışacağız. Acaba insan neden nefisperest olmakta ve dünyayı ahirete tercih etmektedir? Nefisperestliği büyük manevi hastalıklardan birisi olarak kabul edersek, bunun tedavisi nasıl olabilir? 

Nefisperestliğin sebeplerinden birisi şudur; insan nefsinin az, elemli, geçici bir lezzeti, daimi ve elemsiz bir lezzete -sadece birincisini “peşin” gördüğü için- tercih etme özelliği vardır. İnsanoğlu nefsin bu aldatmacasını, bir üzüm yiyip on takat yedikten sonra bile farkedemeyecek kadar gaflet içerisindedir. Çünkü peşin ücret için alınan anlık bedensel haz ve lezzetler, aslında “zehirli bir bal” olduğu için, insanın istikametli düşünmesini engellemektedir. Özellikle ruh, akıl, kalp ve sırrın dairesine hiç girmeyen ve her zaman sadece bedenin dairesi içinde kalan, insan olduğu halde insani özellikleri kullanmayan kişilerin, bu anlık, elemli lezzetleri bırakıp ebedi lezzetler olan kalp, akıl ve ruhun dairesine girmeleri ancak, “tefekkür ve zikirle” mümkün olmaktadır. Kur’an birçok ayetinde insanı tefekküre ve zikre teşvik etmektedir. Kur’an’ın teşvik ettiği tefekkür ve zikirle insan kendini ve kainatı tanıyacak, Rabbini bulacak ve bununla ebedi lezzetlerin menşeine ulaşacaktır. Emirdağ Lahikası’nda dikkat çekildiği gibi, insanın nazarını sadece dünyaya hasretmesi ona manevi bir sarhoşluk vermekte, kalp, ruh ve aklın daimi lezzetlerine olan ihtiyacı unutturmakta, insan da bunların yerine nefsin teşvik ettiği bedensel, fani ve elemli hazların peşine düşmektedir. 

Nefisperestliğin sebeplerinden ikincisi; bu asırda insanların dünya sadece hayatını medeniyet fantaziyeleriyle geçirme düşüncesine aldanmalarıdır. Bu uğurda insan din ve namus gibi mukaddes değerlerini bile rüşvet olarak verebilmektedir. Bu anlayışa göre insan için hayatını güzelce yaşamak, gününü gün etmek uğruna her şey mübahtır. İnsanı bu şekilde düşünmeye ve yaşamaya sevk eden unsurların başında çevre faktörü gelmektedir. Yani birlikte olduğu arkadaşları, medya, sinema… Kur’an bazı insanların Allah’a, “Ya Rabbi, bize sadece bu dünyada iyilik ver!” diye dua ettiklerini, bu gibi insanların ahiretten bir nasiplerinin olmadığını beyan etmektedir. Bu, nefisperestliğin bir sonucudur. Hayatı, sadece bu geçici dünya hayatından ibaret zannedenler bu şekilde dua ve temennide bulunurlar. Böyle insanlara çevre faktörü de yardımcı olur. Bu tür insanlar, Allah’ın kendilerine yanlış yoldan dönmek için “mühlet vermek” maksadıyla ömür bahşettiğinin farkına da varamazlar. Buna karşılık bazı kimseler ise, “Rabbimiz bize hem bu dünyada iyilik ver, hem de ahirette iyilik ver!” diye dua ederler. Bunların hem bu dünyada “helal dairesinde” nasipleri vardır, hem de ahirette. Hayvanlar bu dünya için yaşarlar. Ama insan her iki dünya için yaşar. Bu dünya ahiretin bir tarlasıdır. Bu yüzden nefsin ve şeytanın bu dünyayı süslü, güzel ve cazibeli göstermesine aldanmamalıdır. Sadece dünya için çalışmak bizi ahiret mutluluğundan mahrum edeceği gibi, dünyada da tam ve elemsiz bir lezzet almamızı engeller. 

Nefisperestliği teşvik eden faktörlerden üçüncüsü; insanın asıl gayesinin “teşebbüh-ü bilvacib” olduğunu söyleyen dinsiz felsefi anlayışın yaygınlaşmasıdır. Otuzuncu Söz’de, “ene” bahsinde konu çok dakik bir şekilde ele alınmaktadır. Buna göre felsefe, “teşebbüh-ü bilvacib, insaniyetin gayet-i kemalidir” prensibiyle insanları Allah’a benzemeye teşvik etmektedir. Bu teşvik, Kur’an’ın ve Peygamberimizin emirlerine uymak olarak ifade edebileceğimiz, “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmayı” değil, O’nun Zatına benzemeyi ifade etmektedir. Bu batıl görüş gönümüzde, “insan potansiyel tanrıdır” fikrinin doğmasına sebep olmuştur. Kur’an’da “nefsini ilah edinen insan” nitelendirmesine bu temelsiz düşüncenin peşini takip edenler düşmektedir. Hatta bu, günümüzde Batı kaynaklı “kişisel gelişim” kitaplarındaki bazı fikirlere de kaynaklık etmektedir. Bu tür kitapların bazılarında insanda “sınırsız güç” olduğundan bahsedilebilmekte, çok dindar kabul ettiğimiz bazı kimseler de buradaki tuzağın farkına varmayarak ehl-i iman arasında bu insanı şirke götüren fikri yayma yanlışlığına düşmektedir. İnsan böyle bir düşünceye inandırılmak istenmektedir. Bu fikir, “teşebbüh-ü bilvacib” ya da, “insanın potansiyel tanrı olduğunu” iddia eden fikirlerin uzantısı görünümündedir.

 Halbuki böyle bir akıl yürütme tarzı, insanın ibadet etmesini netice veren onun “sınırsız acizliği, fakirliği ve noksaniyeti ile” tezat oluşturmaktadır. İnsan sınırsız güç sahibi değil, sınırsız acz ve fakr sahibidir. Bunun farkına varan bir insan gücü sınırsız olan Allah’a, zenginliği sonsuz olan Yaratıcıya sığınma, ona kulluk etme ihtiyacı duyar. Bununla da -Yirmi Altıncı Söz’ün sonundaki Zeyl’de ifade edildiği gibi- “mahbubiyet” makamına, yani Allah’ın emirlerini yaptığından O’nun tarafından “sevilme” makamına erişmiş olur. Kendinde sınırsız güç vehmeden insan ise, nefisperest olarak, Allah tarafından sevilen değil, nefret edilen biri muamelesi görüp, uçuruma yuvarlanacaktır.

 Yirmi Dördüncü Söz’ün Beşince Dal’ında izah edildiği gibi, insan kendi nefsini kendine “mabud ve mahbub” yapar. Yani nefisperestlik yaparak, kendi nefsine tapar ve nefsini Allah’tan daha fazla sever. Nursi’nin ifadesiyle kendi nefsine “Rububiyet” verir. Halbuki, insan nefsi bir Rab olarak kabul edilemez, mabud ve mahbub olamaz. Çünkü sevginin sebeplerinden hiçbirisine insan nefsi, insanın kendisi sahip değildir. Nursi’ye göre sevginin sebepleri, kemal, menfaat, lezzet, güzellik, hayır gibi şeylerdir. Acaba insan bunlara sahip midir? Hayır. İnsanın sahip olduğu şeyler, kusur, naks, fark ve aczdir. Karanlık ne kadar koyu olursa, ışık o kadar parlak olur. İnsan da kendisindeki acz, fakr, kusur ve naksı ne kadar çok hissederse, zıtlık itibariyle Celal sahibi Allah’ın sonsuz Kemal, Cemal, Kudret ve Rahmetini fark eder, anlar, derk eder. Buna göre nefisperest insan kendisini zıtlık kuralıyla Allah’ın kemal sıfatlarını gösteren, yüksek bir makam olan “ayinedarlık” makamından, “Rab” makamına çıkarmış olmaktadır. Böylece Kur’an’da büyük bir zulüm olarak ifade edilen “şirk”in içine düşmektedir. Buna göre insan nefsini bir ilah derecesine çıkarmış olmaktadır. Halbuki, mabud ve mahbub edinilen, nefis gibi put haline getirilen bütün nesneler, insan nefsi açısından mabudiyetten uzaklık noktasında farklı değildir. Cahiliye döneminde tapılan putlar cansızdı, nefisperest insanın taptığı nefis putu ise canlı bir put olma özelliğini taşımaktadır.

Yirmi Dördüncü Söz’ün Beşince Dal’ının Birinci Meyvesi’ndeki izahlar, nefisperestliğin tedavi yolunu da göstermektedir. Buna göre, insan nefsi, kusur, naks, fakr ve aczden yoğrulmuştur. Bu yüzden sevginin sebepleri olan kemal, menfaat, lezzet ve hayır gibi şeylere gerçek anlamda sahip değildir. İnsan kendini bunlara sahip zannetmektedir. Öyleyle insanın kendi nefsini, nefisperestlik ederek mabuda layık bir şekilde sevmesi ve onun emrine girmesi doğru değildir. Bunun sonucunda insan nefsini sevmemeli, ona düşman olmalıdır. Çünkü nefs-i emmare, insanı kötülüklere sürüklediği, kötülükler de insanı cehenneme götürmeye sebep olduğu için insanın düşmanıdır. Bu haliyle böyle bir düşmana sevgi beslemek, ona dostluk elini uzatmak, insanın bilerek kendini bir uçurumdan atmasından daha feci bir durumdur.

Peki ne yapmalıdır? Nefse acımalıdır ve mutmainne olduktan sonra ona şefkat etmelidir. Yüce Allah, nefs-i mutmainneye hitap etmekte ve “Ey nefs-i mutmainne! Rabbine razı olan ve olunan olarak dön, kullarımın arasına gir, cennetime gir.” demektedir. Buna göre nefs-i emmareden kurtulmaya çalışmak gerekir. İnsan gerçekten kendini seviyorsa, kendine şefkatliyse, kendini cehenneme sürükleyecek, dünya ve ahiret mutluluğundan uzaklaştıracak nefs-i emmareden kurtulmaya çalışır, daima mücahede içinde olur, “büyük cihadın” bilinci içinde olur. Levvameden, mutmainne mertebesine çıktıktan sonra da ona şefkat eder. Yani onu tekrar kötülükleri isteyen bir konuma, “emmare” konumuna düşmekten korumaya çalışır. İşte bu korumaya çalışmanın adı, Risale-i Nur’da “mutmainne olan nefse şefkat etmek”tir.

Çünkü şefkat etmek burada, insanın kendini tehlikelere düşmekten korumasıdır. En büyük tehlike de insanın nefs-i emmarenin isteklerine uyarak kötülüklere bulaşmasıdır. Bu yüzden Said Nursi, çok önemli bir noktayı “tecdid” anlayışı ile ortaya koymakta; nefse muhabbet beslemek ile mutmainne olduktan sonra ona şefkatli davranmayı birbirinden ayırmaktadır. Nefs-i emmareye sevgi, onu ilahlaştırır. Mutmainne olmuş nefse şefkat ise onu şirkten, imansızlıktan, günahlara girmekten korur. İşte bu da Risale-i Nur’da şefkatin kaynağı olarak takdim edilen Rahim isminin bir tecellisi, yansıması olarak değerlendirilebilir.

Dr. A. Said Yargıcı

(Köprü Dergisi, Yaz 2004 Sayısı, “Popüler Esaret: Nefisperestlik “)