Kategori arşivi: Kişisel Gelişim

Varlığı anlamak kendini anlamaktır

Meyillerinden dolayı kişinin suçluluk duygusuna kapılması çoğu zaman kendini iyi tanımamaktan kaynaklanır. Varlığı doğru algılamak ve anlamak için kendini doğru algılamak gerekir.

Bazen insanlar özellikle hayatı kendilerine problem haline getirirler. Önemli olmayan problemler büyütüldüğü için büyük algılanır. Şeytanın genel stratejik planı da insanın bu zaaf noktasından istifade etmek üzerine bina edilmiştir. Diğer yandan, “iktiran” adı verilen iki şeyin aynı anda, ya da yan yana gözlenmesinin bunlar arasında bir irtibat olduğu inancını oluşturması da şeytanın vesveseye sürüklediği alanlardan biridir.

Meselâ bir hocayı ya da dindar bir şahsı meyhaneden çıkarken gördüğümüzde bir anda aklımızda binlerce soru işareti oluşur, şahsın kötü yola düşmüş olmasından dolayı büyük sıkıntı ve endişe duyarız. Bu durumda çoğunlukla şahsın oraya birine bakmak için hatta birilerini o bataklıktan kurtarmak için girmiş olabileceği aklımıza gelmez. Zihin meyhanenin kötü imajını, anında şahsın temiz olduğuna inandığı ahlâkına bulaştırma eğilimindedir. Aile hayatında eşler arası problemlerden bir çoğu da aynı mekanizma ile bir tarafın peşinen diğer tarafı suçlamasından kaynaklanmaktadır. Soğukkanlılık ve sükûnet ile olayı anlamak ve “bera-yı zimmet asıldır”, yani suçlu olduğu isbatlanana kadar şahsın masum olduğu kabul edilmelidir ya da “hüsn-ü zan”, yani ilk planda hep iyi yönü düşünmek gereklidir gibi düsturlar uygulanmayıp üstelik tam aksi yönde hareket edilmesi çoğunlukla problemlerin başlangıç noktasını teşkil etmektedir.

İnsanın varlıkla ilgili en büyük zaaf noktalarından biri yan yana gördüğü iki şeyi birbiri ile alâkalı ya da birbirini etkiliyor olarak kabul etmesidir. Bu zaaf sebebiyle çabuk suçlamalar ve peşin hükümler sıklıkla önümüze çıkan problemlerdir. Meselâ, bir şahıs kendi düşüncesine zıt fikirde insanların arasında veya onların kurumlarında görüldüğünde hemen suçlanır ve “O da onların safına geçmiş, onlardan olmuş!” düşüncesi doğar. Bu yüzden insanlar çoğunlukla farklı fikirde olan kişi ve kurumlardan kaçma, onlarla bir arada bulunmaktan uzak durma eğilimindedirler. Bu hal iktiran zaafının birlikteliği kaynaşmayı ve çoğunlukla diyaloğu engelleyen yönünü ifade ediyor olmalıdır.

Bu bölümde Bediüzzaman, bulaşmanın her zaman bir arada ya da yan yana olmanın sonucu olmadığını, bazen iki şey yan yana bulunsa bile birbirini hiç etkilemeyebileceğini çarpıcı bir örnekle ortaya koymaktadır. Kulluğun en belirgin ifade şekillerinden biri olan namaz için en önemli şartlar arasında bedende ve elbiselerde temizlik yer almaktadır. Bu durum sadece dış temizliği gerekli kılmaktadır. Aksi takdirde kişinin dinen temiz olması hiç mümkün olmaz. Çünkü barsakları içinde sürekli olarak dinen necis kabul edilen gaita ve idrar yolları içinde yine dini açıdan necis kabul edilen idrar bulunmaktadır. Namaz ise, bütün yönleri ile temiz ve her türlü pislikten arınmış olmayı gerekli kılan bir ibadettir.

İşte ferdin içinde yer alan necaset, çok yakınında hatta içinde olduğu halde kişinin namazına ve temizliğine zarar vermez. İnsanlar içlerinde pislik taşıdıkları için birbirlerinden iğrenmezler. Bilâkis beden genel olarak çok lâtif ve nezih kabul edilmektedir. Bu nezahet ve temizlik o derece kabul edilmiştir ki, bedenin içindeki bu pislikler çoğu zaman akıla bile gelmez ve hatırlanmaz. Çünkü bilinir ki bu bedenin en normal ve fizyolojik halidir.

Benzer şekilde insanın duygularını, meyillerini, arzularını ayarlayan pek çok hormon ve sinir sisteminin işleyişi insan vücudunun fizyolojik işleyişinin parçalarıdır. Özellikle gençlik döneminde bu duyguların daha galeyanda olduğu esnada, hormonlarının değişimi açısından önemli bir dönüm noktası olan bu zamanda içinde her türlü meyil bulunabilir. Bu meyillerin bulunması aynen idrar yollarında ve sindirim sistemindeki necaset gibidir. Bunların dışarı çıkmaması halinde bedenin temizliğine zarar vermemeleri gibi, kötüye meyillerin de icraata geçmemiş içte kalan durumları ruh için aynı hükümdedir. Ferdin iç âleminde ve hayal dünyasında yaratılışı gereği pek çok hormonun işleyişiyle bağlantılı olarak karşı cinse meyiller olacaktır. Bunların varlığından dolayı suçluluk duygusuna kapılmakla, karnındaki pislikten dolayı abdestinin bozulduğunu düşünmek arasında özde hiçbir fark yoktur.

İnsanın iç âleminde iyi ve kötü her türlü meyil bulunabilir. Suç ancak bunların icraata geçirilmesi ve fiilen ortaya konması ile doğar. Adil-i mutlak iradeleri dışında yüzleştikleri ve yan yana geldikleri hallerden dolayı kullarını cezalandırarak bir zulüm ve şefkatsizlik hali sergilemekten münezzeh ve son derece uzak olmalıdır. İç âleminde kötü meyiller olması ile bu meyillerrin sonucu olan uygulamalar aynı şeyler değildir. Meyillerden dolayı kişinin kendini suçlaması son derece yanlıştır. Önemli olan bu meyillerin emri doğrultusunda hareket etmeyen bedeni iradeyi ortaya koyabilmektir. İşte bu noktada kul, imtihanını başarı ile vermiş ve Halık-ı Kerim’in en çok hoşuna giden sevimli hali sergilemiş olur.

Aynı mânâyı Bediüzzaman, mukaddes mânâların düşünülmesi esnasında bedenin bir ihtiyacından dolayı hayal âleminin bu ihtiyaçla bağlantılı suretler dokuması ve bu suretlerin mânâlarla yan yana gelmesinden dolayı mânâların kirlendiğinin zannedilmesi örneği ile açıklar. Hisler, çoğunlukla beden içinde işleyen hormonal mekanizmaların oluşturduğu durumlarla yakından alâkadardır. Hormonal mekanizmalar ise bedenin pek çok yerinde bulunan ve reseptör adı verilen uyarı alıcıları ile bağlantılı olarak çalışırlar. Mesanenin dolu olduğunun bildirilmesi, barsaklardan gaitanın atılması gereği gibi fizyolojik işleyişler bu reseptörler aracılığı ile beyne uyarı iletirler. Bu uyarılar esnasında beyindeki pek çok işleyiş durumla alâkalı ya da yakınında gibi gözlenir.

Meselâ bir âyetin kutsi mânâlarını tefekkür esnasında göze ilişen bir suret, kulağa gelen bir ses, idrar yapma ya da defekasyon ihtiyacı bir anda zihinde ve hayal âleminde bunlarla bağlantılı suretler dokunmasını netice verebilir ve dokunan suretler âyetin mukaddes mânâlarına çok zıt olabilir. Mânâlar ve suretler iç içe gibi gözlense de birbirlerine dokunmazlar mukaddes mânâlar çirkin suretlerin içinden onlara hiç değmeden geçip aslî menzillerine ulaşırlar. Bu noktada kulun içine düşebileceği en büyük yanlışlık iç âleminde çirkin suretler ve mukaddes mânâların birlikteliğinden dolayı iç âleminin tefessüh ettiği kalbinin bozulduğu zannına kapılmasıdır. Bu zan şeytanın hileli oyunlarından biridir ve kulu gereksiz bir suçluluk duygusuna sokarak “battı balık yan gider” noktasına getirmeyi hedefler. Üstelik bu suçluluk duygusu ile bütün dikkat çirkin suretlere yönelir ve onları kulun âleminde daha belirgin hale getirir.

Yersiz bir hassasiyet, cahilcesine bir suçluluk duygusu gibi masumiyet noktasından her şeyini kaybetmişliğin ve insanlıktan çıkmışlığın zannı sonucu bütün ümitleri yitirerek gerçek bir canavara dönüşmeyi ya da kurtuluşu yoklukta aramayı netice verebilir. Bu vahim sonuçtan kurtulmanın tek yolu kendini iyi tanımak, şeytanın hilelerini bilmek, gereksiz telâştan ve hassasiyetten uzak, makul ve mutedil bir yaklaşımla meyillerinin değil aklının ve kalbinin sevki ile vahyin çizdiği yolda ilerleyebilmektir.

Hakan YALMAN

 

Yardım etmek kişisel gelişimdir..

Muhtaç durumdaki isanlara yardımcı olmak, yardın edende kişisel gelişimi temin eder. Malı Allah yolunda infak etmek, sadece infak edilen malı değil, infak edeni de bereketlendirir.

Bakara 261. ifadesiyle, “habbe gibidir” o infak edenler. Habbe, meyvesi ve tohumu aynı olan hububat için kullanılır. Buğday, arpa, pirinç, mısır gibi… “Hububat”ın tohumları meyve olarak yine kendi tohumlarını verir.

Sözgelimi bir elma çekirdeğinde olduğu, meyve çekirdekten farklı bir şeye dönüşmez. İnfak eden insanlar da “hububat” tohumları gibi, başak verdiğinde yine aynı görünürler. Gözle görülmez biçimde çoğalmışlardır. Bire yedi yüz katlanmışlardır. Bu yüzden infakla çoğalan mal ya da kişilik üzerinde gözle görülür bir değişiklik gözlemlenmeyebilir. İnfakın çoğaltması, üste üste ekleme biçiminde değildir, istiflemeyle açıklanamaz. Toplama işleminden daha başka bir şeye tabi olur infak ehlinin kişiliği ve serveti.

Maaşına zam yapılmayabilir ama bereketlenir. Servetinin fiyatı artmayabilir ama değerlenir. Malı infak ederken, Rabbimizin çoğaltmayı vaad ettiği infak edenin kişiliğidir. Bir tür kişilik genişlemesi yaşar Allah için veren. Kişiliği başak verir, dallanıp budaklanır, meyveye durur Şahsiyeti birden bine çıkar. Kelimenin tam anlamıyla bir “kişisel gelişim” yaşar. Peki ya nasıl?

Bakara 261’in ardından gelen ayetler sarih biçimde verir bu sorunun cevabını: “Allah yolunda mallarını harcayan ve sonra iyiliklerini başa kakıp (muhtaç kişinin duygularını) inciterek (bu) harcamalarının değerini düşürmeyenler mükâfatlarını Rableri katında bulacaklar; onlar için artık ne korku vardır, ne de üzülürler.

Dikkat edilirse, ayetin öncelikle dert ettiği harcanan malın niceliği değil, veren kişinin niteliğidir. İyiliği başa kakmamak bir erdemdir. Ki bu erdemi ancak bir başkası için kendimizden bir şey eksiltmeyi tercih ettiğimizde ortaya çıkarırız. Başa kakmamanın test edilmesi için vermekten başka bir eylem alanı yoktur. Kişi, harcadığı malla ihtiyacını gördüğü kişinin başına kakmamalı ve ayrıca onun kişiliğini ezecek bir incitmede bulunmamalı. Yani, çok mal verse bile, azıcık da olsa başa kakmamalı ve incitmemeli. Yoksa, vermesi infak sayılmaz. Demek ki, infak, kişiyi verdiği mal üzerinden kalite sahibi yapmayı hedefliyor. Malını bir muhtaca verirken, başa kakmamayı öğrenirse, başa kakmayan biri olarak yeni baştan inşa edilir yeryüzünde. Muhtaç olması nedeniyle zaten incitilmeyi hak ettiğini düşünen birini incitmemeyi gönüllüce tercih ederse, kendisi incitmeyen biri olmayı başarmış olur. Malla erdem inşa etmek. Ne güzel!

Kişi sahip olduğu mal üzerinden değer kazanabilir demek ki. Elindekilerle kişiliğine kalite katabilir. Mal sahibi olmak isterken, arzu ettiğimiz tam da bu değil midir? Ne kadar çok şeyimiz varsa, o kadar değerli sayarız ya kendimizi! Ne kadar pahalı arabamız varsa, o kadar el üstünde tutulmaya değer görürüz ya kendimizi! İşte bu yanlış hesapla yüzleştirir bizi Rabbimiz. Malı elinde tutmak, üst üste yığmak, istiflemek, kişiyi malın hizmetçisi yapar. Az olan malı çoğaltmak için sürekli koşturur. Değerli olan kişiliğini daha az değerli olanın peşinde harcatır. Malı çok olsa bile, çok olanı elde tutmak ya da daha da çoğaltmak için kişiyi kendi malının dilencisi eyler.

Hesabın doğrusu şudur: Bir malın sahibine kazandırabileceği en yüksek değer ancak infak sayesinde ortaya çıkar. Elinde tuttuğu ile değil, elinden çıkarabildiği ile gerçekten sahip olur kişi. Üst üste yığdıkları sayesinde değil, gönüllüce terk ettikleri sayesinde “adam” olur. Öbür türlü olsaydı, kişi kendi değerini mala endeksler ve malın değeri kadar aşağılamış olurdu kendisini. Dahası, servetinin hizmetinde koşturan biri olarak, bir tür “madde bağımlılığı” ile eksilirdi, kişiliğinden kaybederdi. Malını Allah “ver!” dediği için verebilen, Allah’ın kendisine verdiğini bilir. Malı verir, Allah’ı alır. Malından Allah için vazgeçebilen, Allah’ın vazgeçilmezi olduğunu fark eder. Böylece en önemli kişisel darlıktan kurtulur. Malın dilencisi olmaktan çıkar. Servete karşı bağımsızlığını kazanır. Servete değil serveti veren Allah’a muhtaç olduğunu idrak eder. Böylece “değerini” tükenebilen, eskiyebilen ve eksilebilen mallarının yanında değil; hiç terk etmeyen, asla eksilmeyen “Rabbi katında bulur.

İnfak ehlinin kazandığı değerin görüntüsünü ayet son cümleyle verir: “Onlar için ne korku vardır ne de hüzünlenirler.” Yani, kendi varlığının ve sürekliliğinin malının yanında değil Rabbi katında olduğunu öğrenen kişi, gelecekte kaybedecekleri yüzünden yaşayacağı korkudan kurtulur, geçmişte kaybettiklerinden dolayı hüzünlenmez, üzülmez. Çünkü artık gelecekte başına gelecekleri kuşatan ve bilen Vasî ve Alîm bir Allah’la tanışmıştır. Çünkü geçmişte yitirdiklerini yine kendisine verebilecek, sadece bildiği ve hatırladığı geçmişini değil; kendisinin bilmediği ve bilinmediği, “anılmaya değer bir şey bile olmadığı” geçmişini kuşatan ve bilen Vasî ve Alîm bir Allah’la buluşmuştur. Hem de malı sayesinde! Hem de parasıyla! Mal ve paranın kazandırabileceği daha değerli bir şey var mı ki? İnfakın gayesi, kişiyi malın bağımlılığından kurtarmaktır. Malı üzerinden kişiliğinin prim yapacağı yanılgısını düzeltmektir. Kişi, malını verdiği için başa kakıyorsa ve malını verdiği kişiyi incitiyorsa, yine malı üzerinden kendisine üstünlük payı çıkarıyor demektir. Malı üzerinden büyüklenmeye devam edecekse, verse de vermese de fark etmez. Hatta, vermekle kibirleniyorsa, vermemesi hakkında daha hayırlıdır.

Bakara 263. ayetin uyarısı bu yöndedir: “Gönül alıcı bir söz ve başkasının eksiğini gizlemek, peşinden incitmenin geldiği bir yardımdan daha hayırlıdır; ve Allah Ganîdir Halîmdir.” Bir diğer ifadeyle, “inciteceksen verme!” diyor Rabbimiz. “İncitmeyen bir kişilik sahibi olmanı, malını benim yolumda harcamandan daha çok önemsiyorum!” diyor zımnen. Çünkü Ganîdir Allah; senin verdiğin mala da, senin vermene de muhtaç değildir. Fakiri ve muhtacı senin verdiğin olmaksızın da besleyebilir, sevindirebilir. Aksine, vermeye muhtaç olan sensin Allah değil! Bedeli senin şımarman ve büyüklenmen olan bir vermeyi dilemiş olsaydı Allah, senin yaptığın yanlışı yapmış olur, malını kişiliğinden daha çok önemsemiş olurdu. Oysa, kişiliğin malından daha önceliklidir. Allah malını eksiltmeni seni kazanmak için, senin kazanman için istiyor. Bununla birlikte, bu gerçeği anladığın güne kadar seni bekleyecek kadar da Halîmdir Allah. Senin muhtaçlara mal verirken kestiğin başa kakma ve ezme cezasını, Allah şimdilik sana kesmiyor, sabrediyor.

Çünkü sen “ben” dediğin ve “benim” dediğin her şeyinde Allah’a muhtaç olduğun halde, Allah sana yaptığı bunca iyiliği ne başına kakıyor ne de seni verdikleriyle incitip eziyor. Aksine, sana verdikleri hepten seninmiş gibi senden nezaketle vermeni istiyor, vermeni bekliyor. Kendisi muhtaç olduğu için değil; sen muhtaç olduğun için. İnsanın “daha çok” adam olması, “daha çok” mal sahibi olmasından da, “daha çok” mal vermesinden de daha önceliklidir Allah için.

Malını çoğaltmayı kendi kişiliğini bereketlendirmenin önüne koyanların hali “üzerinde azıcık toprak bulunan yumuşak bir kayanın hali gibidir; bir sağanak vurunca cascavlak kalıverir“ler. [Bakara, 263] Yani, kişiliği bereketlenmemiş insanın yüzündeki maske, kaya üzerindeki toprak gibi hemen dökülüverir. Verir gibi görünebilir ama başa kakmama ve incitmeme sınavını kaybeder. Ne kadar çok verirse versin, kendi kişiliğini geliştirmemişse, üzerindeki cömertlik makyajı hemencecik sıyrılıverir. Serveti üzerinden Allah'[ın rızasın]ı bulmuşsa, “verimli topraklar üzerindeki bahçe gibi” olurlar, bir sağanak vurunca, ürün iki misli artar.” [Bakara, 263] Ayetin “sağanak” diye ifade ettiği, yeryüzündeki toprağı alt üst eden, karıştıran, çamurlaştıran bir gelişmeye denk gelir insanın dünyasında. Yani, sahip olduklarımızın biz istemeden eksilmesi, elimizden çıkması, bize isabet eden musibettir, sağanaktır. İşte böyle bir durumda, kişiliğini katlamış olanlar “verimli toprak” gibi daha çok ürün verirler. Kaybettikleri mallar üzerinden malları çoğaltan ve eksilten Allah’ı kazanırlar. Ama bir de “toprak“mış gibi görünenler var ki, malları çok da olsa, kişilikleri azdır. Servetleri kendilerini güçlendiriyor / güçlendirecek sanırken, gerçekte servetlerinin tükenebilirliği kadar zayıftırlar.

Bir eksilme sağanağı geldiğinde, mallarıyla birlikte kişilikleri de silinip gider. Bir anda çözülürler; dağılıverirler.

Çözülmemek için malla bağları çözmek gerek. Dağılmamak için, kişiliği servete bağlamamak gerek.

Değil mi?

Senai DEMİRCİ

Başarının Sırrı

Bir Okulda, okul müdürü üç öğretmeni çağırıp şöyle dedi: “Siz üç öğretmen, sistemde en iyi ve en uzman kişiler olduğunuz için, doksan tane seçkin üstün zekâlı öğrenciyi size vereceğiz. Bu öğrencilerin gelecek yıl da aynı hızla çalışıp çok iyi bir eğitim almalarını bekliyoruz.” Üç öğretmen, öğrenciler ve öğrencilerin anne ve babaları bunun çok iyi bir fikir olduğunu düşünüyorlardı. O okul dönemi hepsinin özellikle hoşuna gitti. Okul bittiği zaman öğrenciler şehirdeki diğer öğrencilere göre yüzde 20-30 daha başarılıydı. Yıl sonu geldiğinde müdür üç öğretmeni çağırıp onlara: “Bir itirafta bulunmak istiyorum. En zeki öğrencilerin 90’ı sizde değildi. Onlar ortalamanın biraz üstünde öğrencilerdi. O 90 öğrenciyi listeden tesadüfen seçtik” dedi. Bu gerçeği duyan öğretmenler, öğrencilerde görülen yüksek başarının kendi öğretme kabiliyetleriyle ortaya çıktığını düşünmeye başladılar. Ama okul müdürü: “Bir itirafım daha var” dedi. “Siz de en başarılı öğretmenler değilsiniz! İsimlerinizi bir torbanın içine doldurduğum kâğıtların arasından rastgele seçtim. Siz inandığınız için başarılı oldunuz. Onlar da öyle…”

Selim Gündüzalp

Stres ve Sabır

Hayatın deneyleri ve darbeleri bazılarımızı olgunlaştırır, bazılarımızı imha eder. Herkes iki yoldan birini seçmek zorundadır. Ya olgunlaşacağız ya da yıkılacağız.

Hayatın olayları, deney ve darbeleri yani stres karşısında herkesin farklı tepki ve yaklaşımları vardır. Burada kişilik yapısı önemli rol oynar.

Stres verici uyaranlara karşı psikolojik tepkinin şekillenmesi ve olayı tehdit olarak değerlendirilmesinde kişiliğe bağlı eğilimler, zihinsel kapasite, geçmiş yaşantı ve tecrübeler önemli rol oynar.

Stresli vücudun psikolojik cevabı; koku, endişe, gerilim, kaçınma davranışı şeklinde olurken, fizyolojik cevabı da; çarpıntı, kızarma-sararma, terleme-soğuma ve nefes sıkışması gibi belirtiler şeklinde kendini gösterir.

Düşünce ve davranış kalıpları

Kişinin zihinsel şartlanmalar ve davranış modeli, çocukluk dönemlerinden beri gelen öğrenme süreci yanında, genetik eğilimler ve çevreyle de ilgilidir.

İki uçtaki tepkiler

İçe dönük-dışa dönük

Sert-yumuşak

Ölçülü-ölçüsüz

Normal-nevrotik

Uyum yetmezliği

Bireyin uyum sağlamayı kolaylaştıran kişilik özellikleri varsa ve bunu iyi kullanabilirse, her engel ve zorluğa uyum sağlayıp aşabilecektir.

Uyum sağlayıcı kişilik özellikleri, deneme yanılma yoluyla hayat boyunca gelişir. Akıllı kişi, geçmiş tecrübelerden iyi ders alır, deneme yanılma yöntemini en az kullanır. Her şeyi kendi tecrübesiyle öğrenmek isteyenlerin ulaşacağı sonuç felakettir. Bu çok yanlış bir öğrenme yoludur.

Dünyanın en cahil insanı bildiklerinin yeterli olduğunu sanan insandır. Buna eski tanımla “Cehil-i mürekkeb” denilir. Yani bilgisizdir ama bilgisizliğini bilmez.

İnsan, düzelme işine kendinden başlamalıdır. Toplumu, dünyayı değiştirmek yerine, kendimizi değiştirmek zorundayız.

Uyum sağlamayı zorlaştıran kişilik özellikleri

Stresle mücadeleyi zorlaştıran kişilik özelliklerini iyi tanımak gerekir. Düşmanca duyguları ağır basan, aşırı duyarlı, ben merkezci, katı, endişeli, kötümser, içine kapanık, alıngan, huzursuz, kolay kışkırtılan, tepkisel, saldırgan, değişen, aceleci, sabırsız, telaşlı, hırslı, doyumsuz, mükemmeliyetçi, hızlı araba kullanma, sorumluluk duygusu fazla veya vurdumduymaz kişilik özellikleri stresle mücadeleyi zorlaştırır.

“A” tipi davranış tarzı:

bu davranış tazı batı dünyasında teşvik edilen ve ödüllendirilen bir davranış biçimidir. Fakat bu davranış tarzını gösteren bireylerde; mide ülseri ve koroner kalp hastalıkları başta olmak üzere, pek çok hastalık daha yüksek oranda ortaya çıkmaktadır.

Başlıca özellikleri:

Yarışmacılık

Saldırganlık, ataklık, girişimcilik

Düşmanlık duyguları

Hırslılık, beklenti seviyesinin yüksekliği

Zaman baskısı, acelecilik, sabırsızlık

Doyumsuzluk

Ben merkezcilik

Bu kişilik özellikleri batı dünyasında başarı için gerekli görülmekte ve ödüllendirilmektedir. İnsanlık tarihinde belki ilk defa yüzyılımızda; hızlı, saldırgan, hareketli, yarışan, tüketen, abartılmış, zaman darlığı çeken, aceleci, sabırsız insanlar bu kadar teşvik edilmektedir. Bunun da tabii sonucu insanların daha zengin olması fakat daha mutlu olamamasıdır.

“A” tip davranış tarzı gösteren kişililer çeşitli derecelerde, sürekli telaş içersindedirler. Beklerken huzursuz olurlar ve beklemeyi hiç sevmezler. Randevulara hiç geç gecikmezler, başladıkları işi mutlaka bitirirler. Karşı tarafın sözünü sık sık keserler, onun cümlelerini tamamlarlar, yarışma duygusu içersindedirler, rekabetçilikten büyük zevk alırlar, kolay tatmin olmazlar. Pek çok işi birden işlerler, acelecilik, sabırsızlık hayatında hep ön plandadır. İşlerinde hızlı ilerleme isterler. Hemen ve şimdi meraklısıdırlar. Yemeyi, yürümeyi bile hızlı yaparlar. Başkalarının tenkidine çok önem verirler, duygularını bastırırlar. Kolaylıkla karamsarlığa ve ümitsizliğe düşerler. Kafalarında hep rakamlar vardır. Her şeyi maddi kavramlarla açıklamaya çalışırlar. Hesapçı ve çıkarcıdırlar. Manevi değerleri, psikolojik kavramları önemsemezler. Her şeyi çok ciddiye alırlar. Sorumluluk duyguları fazladır. Tamcı ve ayrıntıcı olmayı başarının şartı olarak görürler.hep kafalarının dikine gitmeyi severler.

“B” tipi davranış tarzı:

“A” tipi davranış tarzının tersidir.

Sakin, acelesiz, sabırlı kişilerdir. İyi dinleyicidirler, başkalarının konuşmalarına imkan verirler. Baskı altında oldukları sırada bile heyecan ve telaş göstermezler. Beklemeye tahammüllüdürler. Rekabet ve yarışmayı sevmezler. Yumuşak başlıdırlar. Yavaş ve tartarak konuşurlar. Her şeyi yavaş yapmayı severler, duygularını açıkça ifade ederler. Düşmanlığı sevmezler, küçük şeylerden mutlu olurlar. Ölçülü ve sınırlı sorumluluk isterler. Esnektirler, gereksiz konularda derinleşmezler.

“A” grubu davranış kalıbı gösterenlerde kalp krizi oranı “B” grubuna göre beş misli olmaktadır. Koroner kalp hastalarının %70’nin “A” tipi davranış biçimi sergiledikleri dikkati çekmektedir.

Batı tarzı hayat biçimi ürünlerin hayat kalitesini artırdı, milli gelir seviyesini yükselti, bireyler ve toplum daha zengin oldu ama buna karşı büyük bir bedel ödüyorlar, insanların hem beden, hem akıl ve ruh sağlığı daha çok bozuluyor.

Birbirinize sabır tavsiye ediniz:

“A” ve “B” tipi davranış kalıpları arasında en belirgin farklılık acelecilik, telaşlılık, sabırsızlık oranları ile ilgili. O halde “A” tipi davranış özelliklerini, “B” tipi haline dönüştürmek nasıl olur?

İşte bunun yolu da sabır eğitiminden geçer.

Sabır, olaylar, sıkıntılar karşısında sızlanmadan, şikayet etmeden katlanabilmek ve tahammül gösteren, isyan etmeyen; sonuçta mutluluğun lezzetini tadar.

Bizi pişirecek olan zorluk ve engellerin darbeleridir. Yunus Emre “Hamdım, yandım, piştim, oldum elhamdulillah” derken yanmamanın acısını ne güzel ifade etmiştir. İnsanın içersindeki cevher zorluklar gelişiyor.

Sisal bitkisinin hikayesi:

Bu bitki Amerika kıtasında, soğuk rüzgar, sert verimsiz toprak ve sıcak güneşte yetişen bir bitki. Yaprakları çok elyaflı, dokumada kullanılıyor. Elyafının kıymeti nedeniyle, bu bitkiyi daha verimli topraklarda yetiştirmeyi deniyorlar. Bitki yetişiyor ve çok daha büyükçe yaprakları çıkıyor fakat bakıyorlar yaprakların içinde elyaf yok.Sonra anlaşılıyor ki bitkinin kötü toprak, soğuk rüzgar, sıcak güneşle mücadelesi onun lifli yapısını meydana getiriyormuş.Yani içindeki cevheri geliştiriyormuş.İşte insan içindeki cevherde zorluklara katlanma ve mücadele ile gelişmektedir.

“İhtiyaç ilmin hocasıdır” sözü ne kadar yerinde.Hastalıklar mikropları olmasa tıp bu kadar ilerler biyoloji bu kadar gelişir miydi?

Değişme “acı” demektir. Çocuk doğarken neden ağlar? Rahat anne karnından sonra hayatın zorlukları ile yüz yüze gelmeye başlamıştır. Yeni bir şey öğrenmek, zahmete katlanmayı gerektirir.

Büyük başarılar kafa yormak, bir çok zevk ve lezzet ve keyiften geri durmakla doğmaktadır. Hem canının istediği her şeyi yapacaksın, hem de başarılı olacaksın. Bu mümkün değildir.

Büyük başarılar, büyük mücadelelerin sonucunda gelir, mücadele ne kadar çetinse başarı da o kadar büyük olur.

Rüzgar, yağmur ve fırtınaların kamçısı, bitkilerin tohumlarında gizli olan çiçek ve meyve verme yeteneğini ortaya çıkarır. Zayıf ağaçlar dayanamaz. Fanus içersinde büyütülen ağaçlar hiç dayanamaz. Tıpkı aşırı korunarak büyütülen çocukların hayat zorluklarında kolay depresyona girmesi gibi.

Kur’an-ı Kerim’de yetmiş yerde ve pek çok hadis-i şerifte sabrın fazileti ve üstünlüğü bildirilmiştir.

“Elbette sabredenlerle beraberim” (Bakara, 153)

“Sabredenlerin ahirette ücretleri, mükafatları sayısızdır” (Zümer, 10)

“Sabır ve namazla Allah’tan yardım dileyin. Gerçi bu (nefsine) ağır gelir. Ama hürmet (ve huşu ile ürperenlere) göre ağır değildir.” (Bakara, 45)

“Ey müminler (itaatkarları isyan edenlerden ayırt etmek için) sizi biraz korku, açlık, mal, can ve ürün darlığı ile, and olsun, imtihan edeceğiz. Ey Habibim! Sabredenlere (lütuf ve ihsanımı) müjdele.” (Bakara, 155)

Peygamberimiz Efendimiz (s.a.s) “Sabır, imanın yarısıdır.” Buyurmaktadır. İnsanın iyilikleri, ibadetleri yapabilmesi kötülük ve günahlardan kaçınması ve son nefesine kadar imanın korunması sabırla olur.

O büyük insanın hayatı sabır örnekleri ile doludur. Hz. İsa (a.s.) “İstemediğine sabretmeyince, istediğine kavuşamazsın” buyurmaktadırlar.

Allah, Davud Peygambere (a.s.) “Ahlakta bana uy! Benim ahlakımdan biri sabredici olmamdır.” buyurmuştur.

Sabır insan has bir sıfattır. Hayvanlarda ve hatta meleklerde bile yoktur. Nefsin arzuları veya düşmanla mücadele gibi sorumluluklar sabrı gerektirir.

“Eğer size bir eziyet verilirse, karşılığında onun kadar yapınız. Sabrederseniz daha iyidir.” (Nahl, 126)

Ne mutlu inananlara, iyi işler yapanlara ve birbirine doğruyu ve sabrı tavsiye edenlere.

Prof.Dr.Nevzat Tarhan

Sözün Gücü ve Güzel Sözün Önemi

Aleyhissalatu vesselam Efendimiz, “Sözde büyü vardır!”1 buyurmuşlardır.

Bilmem ki Sözün gücünü bundan daha iyi anlatan güçlü bir söz var mıdır? Seveni, sevgiliye; aşığı, maşukasına delicesine bağlatan veya eşleri, insanları, devletleri büyük bir nefretle birbirinden kopartan, savaş patlatan da sözdeki güç değil midir?

Ağzınızdan çıkan bir söz, muhatabınızı ya size bağlayacak, ya da sizden koparacaktır.

Söz var insanı mahcup eder,
Söz var insanı mahbub eder.
Söz var başı keser, söz var savaşı keser.
Söz var, insanı Hak’tan ve cennetten uzaklaştırır; söz var, insanı Hakk’a ve cennete kavuşturur.

Öyleyse öyle sözler söyleyelim ve öyle işler yapalım ki onlar, hem bu dünyada ve hem de öbür dünyada bizi mahcup etmesin. Çünkü yarın büyük mahkemede öyle bir kitap elimize verilecek ki, şaşırıp kalacağız. Ağızdan çıkan her sözün ve icra edilen her davranışın kaybolmadığını ve kaydedildiğini2 görünce: “Bu nasıl bir kitap Allahım! Ne küçük bırakmış, ne büyük, her şeyi saymış ve yazmış!”3 diyerek şaşkınlığımızı dile getireceğiz. Bu dünyada işi ve sözü berbat olanlar, orada yaptıklarını kaydeden kitabı veya kameraman meleklerin kaydettiği görüntüleri görmek istemeyecekler. Çirkin söz ve davranışlarıyla kendi arasında uçsuz-bucaksız mesafelerin olmasını isteyecekler.4 Yalan söylemek isteyenlerin ağızlarına mühür vurulacak, eller konuşturulacak, ayaklara da şahitlik yaptırılacak5 İnsan kaçıp saklanmak için delik arayacak, saklanacak yer bulamayacak, bu sefer çaresizlik içinde “Kaçış nereye?”6 diye çığlık atacak, ama çığlığı işe yaramayacak.

SÖZ SÖYLEMEK BİR SANATTIR

Söz söylemek de bir sanattır. Söz sanatını kimi yapmakta, kimi yıkmakta kullanır. Kur’an bize birincisini tavsiye eder. Yüce Rabbimiz buyurur ki:”İnsanlara güzel söz söyleyin.”7 Yine buyurur ki: “Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler; sonra şeytan aralarını bozar. Çünkü şeytan, insanın apaçık düşmanıdır.”8

Güzel söz, yılanı ininden, kötü söz, insanı dininden çıkarır.” demiş atalarımız. İşte bu sebeptendir ki Yüce Allah, Firavun gibi birisine iki peygamberini gönderirken: “Ona yumuşak söz söyleyin!”9 tenbihinde bulunmuştur.

Yüce Allah, bizim, her zaman güzel yollu, güzel halli ve güzel dilli olmamızı istemiş, bunun için de Kur’an göndermiş, Peygamber göndermiş, ibadetleri farz kılmıştır. Namaz ve oruç bunların başında gelmektedir.

Mesela oruç tutan bir müminden sadece ağzına ve midesine oruç tutturmak istenmemiş, aynı zamanda çirkin sözlere karşı da oruçlu olması istenmiştir. Bunun içindir ki Sevgili Peygamberimiz: “Sizden biriniz oruçlu olursa çirkin söz söylemesin, gürültü yapmasın. Biri kendisine sövüp hakaret ederse, “ben oruçlu bir kişiyim” desin.”10 buyurarak hem oruçluya çirkin sözün yakışmadığını ifade etmiş, hem de oruçluya çirkin sözle saldıranı, oruçlu vesilesiyle insaf çizgisine çekmiş, her ikisini de çirkin bir çukura düşmekten kurtarmıştır.

Efendimize sormuşlar:
-Ey Allah’ın Rasulü Müslümanların hangisi daha faziletlidir? Buyurmuşlar ki:

– Eliyle, diliyle başkasını incitmeyen (yani güzel elli, güzel yollu ve güzel dilli) insandır.”11 Yine buyurmuşlar ki: “Allah’a ve ahiret gününe inanan kimse, ya güzel söz söylesin, ya da sussun.”12 Çünkü çirkin söz bir gün kendisini mahcup edecek ve utandıracaktır. Yine buyurmuşlar ki: “Kim iki dudağı ve iki bacağı arasına sahip olursa (yani kötü sözden ve zinadan uzak durursa) ve bunlara sahip olacağına dair bana söz verirse ben onun cennete girmesine kefil olurum.”13

Güzel ve temiz sözler ancak Allah’a yükselir. Onları Allah’a yükselten de Salih ameldir.”14 Bu ayetle de söz ve amel birliğine, birlikteliğine dikkat çekilmiş. Sözü güzel olan kimsenin amelinin de güzel olması istenmiştir. Namaz kılmayanın veya namazı güzel olmayanın duası, Allah katına çıkmaz. Tohumu olmayan veya tohumu güzel serpmeyen ürün alamaz.

Devrin mürşidi ne güzel söylemiş:

“Mürşid âlim, koyun olmalı, kuş olmamalı. Koyun kuzusuna süt, kuş yavrusuna kay verir.”15 Yani koyun nasıl ot ve samanı alır, hazm eder, süt sunar; mürşit âlim de, ayet ve hadisleri alır, hazm eder, onlardan güzel ahlak ürününü çıkarır, muhataplarına sunar. Allah Teala bizi bu alimler sınıfına ilhak eylesin.

HOŞ SÖZ-BOŞ SÖZ

Söz vardır, hoştur; Kur’an gibi. Söz vardır, boştur, Nadr b. Haris’in masalları gibi.

Boş sözün babası Nadr b. Haris satın aldığı masalları okur, müşrikleri eğlendirir ve insanları Kur’an dinlemekten alıkoymaya çalışırdı. O münkirin bu davranışı üzerine şu ayet nazil oldu: “İnsanlardan öyleleri var ki, her hangi bir ilmi delile dayanmadan Allah yolundan saptırmak ve sonra da onunla alay etmek için boş sözü satın alırlar. İşte onlara rüsvay edici bir azap vardır.”16

Ayetten anlaşılıyor ki, insanları Allah yolundan saptıran her şey, söz olsun, eğlence olsun “boş söz” kategorisindedir.
Allah hepimizi boş ve batıl sözlerden, gayr-i meşru eğlencelerden korusun. Tatlı, güzel, yumuşak ve doğru söz söylemeye, güzel davranışlar sergilemeye muvaffak eylesin.

ZAMAN GAZETESİ MUHABİRİ SORDU:

1) Ramazan ayında güzel söz söylemek için neler yapılabilir?

2) Dilimizi kötü sözlerden nasıl arındırabiliriz?

CEVAP:

1-Ramazan ayı, zikir, fikir ve şükür ayıdır. Eğer Ramazan ayında insan bu görevleri ifaya karar verse kötü söze zaman ve hacet kalmayacaktır. Oruç tutan bir insan ibadet halindedir. İbadet halinde olan insan, velidir, evliyadandır. Allah’ın dostlarındandır. Allah’ın dostuna çirkin söz söylemek yakışır mı? Veya bu konumda olan insan çirkin söz söyleyebilir mi?

Namaz nasıl insanı fuhşiyat ve her türlü ahlaksızlıktan koruyorsa, oruç ta insanı çirkin sözlerden, koruyacaktır. Ramazan ayında oruç var, sahur var, iftar var, mukabele var, teravih var. İftar davetleri var. Bunların hepsi Allah’ın emri, Peygamberin sünnetleridir. Ayrıca Ramazan ayı İslam âlemini bir mescid haline getirmektedir. Bu sünnetlerle meşgul olan ve mescidde kendisini hisseden bir insan, nasıl çirkin söz söyleyebilir? Mescide bulunan, zikir ve ibadetle meşgul olan bir insana laübali davranmak, çirkin söz söylemek ve çirkin işler yapmak yakışır mı?

2-Dilimizi kötü sözlerden arındırmanın yolu:

a-Onu iyi sözlere alıştırmaktan geçer. Dilimizi iyi sözlere alıştırmak için de kendimizi zorlamamız ve düşünmemiz lazım: Bir gün ben bu konuştuklarımdan hesaba çekileceğim. Öyle sözler söylemeliyim ki, o sözler beni hem dünyada, hem de ahiret mahkemesinde mahcup etmesin, utandırmasın.

b-Dilimize günlük, saatlik ve anlık zikir görevleri vermeliyiz. Onu o görevlerle meşgul etmeliyiz. Bunun için de Ramazan ayında her gün bir cüz okumayı, mealinden de istifade etmeyi, teravihlerini kaçırmamayı prensip haline getirmeliyiz, her gün cevşenden bir parça dualarımızın arasında olmalı. Selatu selamlara çokca yer vermeliyiz. Ramazan bizi melekleştiren bir aydır. Melekler, yemez-içmez, eğlenmez ve evlenmez varlıklardır. Onların işi hep zikir ve ibadettir. Onlar günah işlemezler. Biz de Ramazan da bir bakıma böyle olmaktayız. Melekleşen bir varlık elbette kendisine çirkin söylemeyi yakıştırmayacak ve böylece melekler gibi her türlü ayıp ve günahtan uzak kalacaktır.

c-Bunun için de iman esaslarına olan inancımızı kuvvetlendirmemiz gerekiyor. Özellikle tahkik-i imanı ders veren, imanı takviye eden eserlere özel bir yer ayırmamız gerekiyor. Bunların başında Risale-i Nur gelmektedir. Bunları yapar ve okunması gerekenleri okumayı vird haline getirirsek dilimizde de, dünyamızda da kötü söze ve kötü hale yer kalmayacaktır. Aklımız, kalbimiz, dilimiz, dünyamız, devletimiz, milletimiz anarşi ve terörden kurtulacaktır.

Vehbi Karakaş / Risale Haber

DİPNOTLAR

1 Buhari, Nikâh, 47; Müslim, Cum’a, 47
2 Bkz. Kaf, 50 / 17-18
3 Kehf, 18 / 49
4 Al-i İmran, 3 / 30
5 Yasin, 36 / 65
6 Kıyame, 75 / 10
7 Bakara, 2 / 83
8 İsra, 17/ 53
9 Tâhâ, 20 / 44
10 Buhari, Savm, 2; Müslim, Sıyam, 161; Nesaî, Sıyam, 41-42
11 Ahmet b. Hanbel, IV, 385
12 Buhârî , Edeb, 31, 85; Müslim, Îmân, 74, 75
13 Buhari, Rikak, 23
14 Fatır, 35 / 10
15 Nursî, Mektubat, Çekirdekler.
16 Lokman, 31/ 6