Kategori arşivi: Kişisel Gelişim

Fıtratın Bozulması ve Manevi Hastalıklar-5

9) Aşırı Öfke… Öfkeli ve inciten bir baba veya anne kucağında büyüyen kişide veya büyük potansiyelli karakterlerde açığa çıkan bir hastalıktır. Özellikle sosyal karakterli çocuklarda… İçindeki öfkenin fevriliğini engelleyemeyen, onun yakıcı etkisiyle çevresine zarar veren ve öfkesini kontrolde âciz düşen bir kişinin üzüntü ve çaresizliği fıtratını zedeler. Kendisiyle yıpratıcı bir uğraşıya girer. Onun mükemmeliyetçi yapısı, rahat kusur gören gözleri, keskin kılıç gibi sözleri onun kendi kontrolünü zorlaştıran unsurlardır.

İslam ve insanlık tarihine baktığımızda görüyoruz ki, kendi iç dünyasında böyle olumsuz bir yön olduğunu fark eden aklı başında kişiler kurtuluş ve tedavi için çareler aramışlar.

Bu karakterlerin bazısı halkın içine çok girmezsem onların hatalarını görmem! Halk ile Âhiret hedefi dışında da görüşmezsem onların bencillik ve kusurlarıyla karşılaşmamış olurum, der. Bu tavra Bediüzzaman Said Nursi’yi örnek gösterebiliriz.

Bazısı içteki ateşin dışa dil ile yayıldığını gördüğü için “Ne yapıp edip, susmayı becermeliyim” diye karar alıp susmaya çalışmışlar. Hatta dillerinin altına çakıl taşı bile koymuşlar… Hz. Ebu Bekir (RA) bir süre bu çakıltaşı stratejisini; Hz. Yakub (AS) ise çocuklarının oğlu Yusuf’a (AS) karşı yaptıkları haksızlığa karşı “sabırla susma” yöntemini uygulamıştır.

Bazıları ise öfkenin aşırılığının menbaı olan ve görme endeksli bir yapısı bulunan nefs-i emmare ile ömür boyu sürecek bir savaşa kalkışarak bu hastalıklarını tedavi yoluna girmişler. Bu konuya âdil halife Hz. Ömer’i (RA) örnek gösterebiliriz. Öfke ve şehvetin kaynağı, beslenmedir. Hz. Ömer (RA) ömrü boyunca bulamaç tarzı bir gıda yiyerek “nefis tezkiyesi” için uğraşmış ve kendi öfkesini frenlemeye çalışmıştır.

Hz. Peygamber (ASM) aşırı öfke için şöyle der: “Yiğit ve güçlü kişi, insanları güreşte mağlup eden kişi değildir. Asıl yiğit ve güçlü kişi, öfkelendiği zaman devamlı nefsini mağlup eden kişidir.”[1] Hem Hz. Peygamber (ASM) usta bir psikiyatrist ve terapist üslubuyla aşırı öfkeli kişilere 2 tavsiyede bulunur: “Biriniz öfkelendiği zaman ayakta ise otursun. Öfkesi geçerse ne âlâ geçmezse, yatsın”[2]ve “Öfke, şeytandandır. Şeytan ise, ateştendir. Su, ateşi söndürdüğü gibi abdest de, öfkeyi söndürür.[3]

Bu çarelerle beraber öfke gücünü kontrolde zorlanan ve bu öfke selini herhâlükârda bir yere akıtmak isteyen fıtratlar için Hz. Peygamber (ASM) şöyle bir kanal açar: “Allah katında en makbul amel, Allah için sevmek, Allah için öfkelenmek ve nefret etmektir.[4] Böyle bir öfke, bu şekilde hak için kullanıldığında Allah düşmanlarına karşı izzet-i İslâmiyeti sergilemeye yol açar. Kur’an bir âyetiyle böyle nurlu bir öfkenin “Müminlere karşı şefkatli olmaktan[5] daha değerli olduğunu bildirir; bu güzel ve hayırlı öfkeye, sahiplerini teşvik eder.

10) Aile Pasifliği… Asosyal ve korkak bir ailenin yanında büyüyen veya çok öfkeli ve baskıcı bir ana-baba-kardeş ortamında yetişen bir çocukta bu fıtrat zedelenmesi kaçınılmazdır. Özellikle içine kapanık, uysal ve sessiz karakterli kişilerde…

İslam ve insanlık tarihinde baktığımızda görüyoruz ki, kendisinde bu şekilde bir yaralı fıtrat olduğunu hisseden ve bundan kurtulmak isteyen aklı başında kişiler farklı farklı yollar takip etmişler.

Bunlardan bir kısmı korkularının üstüne gitmeye, onların evhamlı bir görüntüden ibaret olduğunu benliklerine göstermeye çalışmışlar. Bu konuda Hz. Osman’ı (RA) misal gösterebiliriz. O çekingen yapısına rağmen ve sülalesinden çok az kişi iman etmesine rağmen ilk Müslümanlardan olmuştur. İslam öncesinde var olan Emevi-Haşimi mücadelesine rağmen Hz. Peygamber’in (ASM) sırasıyla 2 kızıyla evlenmiştir. Mekke’deki baskılara rağmen Habeşistan’a hicret etmiş, Medine’de yapılan Bedir savaşında akrabalarına karşı savaşmak istemiştir. Eşinin rahatsızlığından dolayı katılamasa da… Bu şekilde iç dünyasındaki bu yönle savaşmış ve galip gelmiştir.

Bazıları bir mürşidin kontrolünde bir terbiyeye girdiler. Bu konuya Hz. İbrahim’i (AS) misal olarak gösterebiliriz. O, Kur’anın genelinden anlaşıldığı üzere bir gaybî mürşidin irşadına tabidir. O mürşid Ona göklerin ve yerin melekûtunu, her şeyin Allah’ın idaresi altında olduğunu gösteriyordu.[6] Bu şekilde babası Azer’in baskısıyla zedelenen ve içe dönük karakteri evham noktasında yol alan genç İbrahim, gaybî mürşidinin irşadıyla kendini tedaviye başladı. O mürşid Ona önce hak ve hakikati öğretti. Sonra “Hak ve hakikatiyle bildiğin meseleyi, tatlı dille herkese söyle! Korkma! Çekinme! Sen, hak ve hakikat ile güçlüsün! Güçlü kişi, kendinden emindir!” dedi. Bu şekilde mürşidi ona konuşmayı, halka Hakkı dillendirmeyi hedef tayin etti. Nasıl çok öfkeli kişilerin susma problemi varsa, böyle fıtratı zedelenmiş içe dönük karakterli kişilerde de konuşamama problemi vardır. Oysaki düşünce ağırlıklı ve hakikati dillendirecek bir potansiyele sahip olmalarına rağmen… Halka hakkı seslendirmek, onların kendi kendileriyle ve vehimleriyle yaptığı “cihad-ı ekber” dir. Bu konuşma yolculuğunu genç İbrahim’in babası Âzer’e karşı yaptığı ikna edici konuşmada, bütün şehir ahalisine karşı puthanedeki ilzam edici hitabında, en nihayetinde ülkenin zalim kralı Nemrud’a karşı yaptığı ve Onu sükuta mecbur eden mantıklı sözlerinde görebiliyoruz.[7] Onun fikrî ve ilmî gücü, bütün muhataplarını âciz düşürdü. Hz. İbrahim (AS) tarzı kişiler mürşidlerinin emriyle halka hakkı tebliğ ettikçe, en başta ailesi olmak üzere herkesin hak karşısında âcizliğini temaşa ederler. Hastalığın kaynağı aileden başladığı için mürşidleri ilk önce yaralanmaya sebep olan aile ferdine karşı tebliği emreder. Tâ ki tedavi süreci hızlansın. Muhataplarının fikren âciz düştüğünü temaşa etmek, onların yaralı fıtratlarını yavaş yavaş tedavi etti ve onlara cesaret kazandırdı.

Bazıları ise bulundukları ortamı değiştirip ezici unsurlardan kurtulmayı tercih ettiler. Kur’an Yusuf (AS) kıssası ile bu tarz fıtratlara kemale erme yolu gösterir. Böyle karakterli kişiler Yusuf kıssasını kendilerine şöyle okudular: Bu ortamda kalmaya devam etsem değil gelişmek, eldeki mevcut hali dahi kaybedeceğim. Hakiki aile, çocuğu koruyan ve geliştiren bir yuvadır. Bana ise, burası aile vazifesi görmüyor. Madem Cenâb-ı Hakk, Hz. Yusuf’u (AS) zararlı kardeş ortamından uzaklaştırdı. O masum çocuğu böylece çok zedelenmeden kurtardı. Hem Onun eşsiz potansiyellerini gurbette açtı. Bu kıssa bütün zamanlara ve toplumlara hitap eden bir manevi kanun ve hikmetli derstir… Bu hikmet dersiyle bu yaralı fıtrat sahipleri de gurbette bir hayatı tercih ettiler. Aile ocaklarında bulamadıkları sıcak ve aydınlık ortamı gurbet karanlıklarında, Allah’ın velayeti ve sıcak dostluğu içinde arayıp buldular.

Bazıları ise gördüler ki duygularına hâkim olamıyorlar; kendilerindeki pasiflik ve korku potansiyelleri açılmış, büyümüş ve güçlenmiş. Bu kişiler Allah’a tazarru ve dualarla yalvardılar ve dediler ki: “ Allah’ım, nasıl Sen sevgi duygusunu kalbe Kendin için yerleştirmişsin. Bütün kalbimle sevilmeyi hak eden Sensin. Aynı şekilde ruhumu çeşit çeşit korkuları hissedecek şekilde yaratan Sensin. Ne olur bu korkuları yalnızca Sana karşı hissedeyim. Beni âciz kullarına karşı zelil etme! Beni evhamlarımın esiri kılma! Beni Senden başkasına karşı hissedilen korkulardan kurtar… ” Dualarını fikren destekleyecek şekilde tefekkür ettiler ve gördüler ki: “Karşısında asıl pasiflik, eziklik hissedilecek kişi, Allah’tır. Asıl korkulacak, O’dur. Korku, ruhum ile Rabbim arasında sürekli açık duran penceredir. Ben Ondan korktukça, Onun şefkatine daha çok sığınabilirim. Madem Allah, Mü’mindir; kullarına emniyet verir ve vermek ister. Hem madem O, Müheymin’dir; Onun şefkatine sığınan kullarını himaye kanatları altına alır. Madem benim fıtratım bu şekildedir. Bu duyguları öyle veya böyle fıtratım gereği yaşayacağım ve zaten yaşıyorum. Öyleyse en güzeli ve yücesi, bu duyguları hakka uygun şekilde Allah’a karşı yaşamaktır.” Bu kişiler enfüs ve âfaktaki azamet ve kibriya hakikatlerine dair deliller üzerine tefekkür ederek, hassas duygularıyla Allah rızasına odaklanarak takvalı bir hayat yaşamaya başladılar ve gördüler ki, kullardan korkmak ezici ve merhametsiz bir azap ve zillettir. Allah korkusu ise şefkatli, ferahlı, lezzetli bir korku ve bir izzettir.[8] Bu kişilere, Yeşilçam senaristi Ayşe Şasa’yı misal verebiliriz.

[1] Buhari, Edeb 76, Müslim, Birr 107, (2760); Muvatta, Hüsnü’l-Halk 12, (2, 906)

[2] Ebu Davud, Edeb 4, (4782).

[3] Ebu Davud, Edeb 4, (4784).

[4] Begavî, Mesâbîhu’s-Sünne, c. 1, s. 123, Hd. 30; Ebû Dâvûd, Sünen, c. 4, s. 198, Hd. 4599; Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 5, s. 146, Hd. 21341; Münzirî, Terğîb ve’t-Terhîb, c. 4, s. 14, Hd. 4593; Tebrizî, Mişkâtü’l- Mesâbîh, c. 1, s. 7, Hd. 32; Aliyyü’l-Kârî, Mirkâtü’l-Mefâtîh, c. 1, s. 107, Hd. 32

[5] Fetih Sûresi, 29.

[6] En’am suresi, 75.

[7] Nemrud vak’ası için Bakara suresine, puthane vakası için En’am suresine, Âzer vak’ası için Meryem suresindeki ilgili yerlere bakabilirsiniz…

[8] Bediüzzaman aid Nursi, Sözler, 24. Söz, 5. Dal, 1. Meyve.

Fıtratın Bozulması ve Manevi Hastalıklar-2

2) Günahlar... Hakka ve hakikate muhalif her bir fiil, düşünce ve duygu günahtır. Bu manada her bir günah, bütün icraatları hak ve hakikate dayanan Allah’a ve Onun dengeli düzenine bir isyandır. İnsan açısından da, insanın mahiyetini bozmakla onu insanlıktan düşüren kişisel bir âfet ve ibtiladır.

Günahlar, maddi ve manevi olmak üzere 2 kısma ayrılır:

  1. a) Manevi Günahlar… Bunlar yanlış fikirler, hakikate aykırı ön kabuller ve şartlanmalardır. Mesela Allah’ı şefkatsiz ve affetmez diye düşünmek…
  2. b) Maddi Günahlar… Bunlar Allah’ın yasakladığı fiilleri işlemek ve yapılmasını emrettiği şeyleri yapmamaktan meydana gelir. Mesela cinayet işlemek günah olduğu gibi, namazını kılmamak da bir günahtır…

İnsanın fıtratı düşünce, duygu ve fiziksel cephelerden oluştuğu ve bunlar arasında birbirlerini etkileme olduğu için herhangi birindeki dengesiz hal, aşırı veya yetersiz vaziyet fıtratı zedeler ve yaralar. Bu yaralar tedavi edilmezse kalır, yerleşir ve zaman içinde kökleşir.

Günahın fıtrat üzerindeki ilk belirtisi, kişiye olumsuzluk hissi vermesi, kişide bir gerginlik ve karamsarlık havası estirmesidir. Günahların fıtrata bu olumsuz etkisinin en hızlı tedavisi tövbe ve istiğfardır.

Tövbe, gidilen yoldan geri dönmek ve yapılan yanlışı terk etmektir. İstiğfar ise, içteki bu olumsuz havayı temizlemesi için Allah’a yalvarmak ve Ondan temizlemesini istemektir. Tövbe ve istiğfarla kişi tekrar fıtratın olumlu iklimine girdiği ve iyileştiği için Allah’ın Elçisi (ASM) şöyle der: “Tövbe eden, hiç günah işlememiş gibidir.[1]

Kur’an-ı Kerim, istiğfar için en etkili zamanı “Seher vakti” olarak gösterir.[2] Hz. Peygamber (ASM) de tövbe için en uygun zaman olarak, akşam namazı ile yatsı namazı arası vakte işaret eder; “Evvâbîn namazı” (Allah’a tövbe eden günahkârların namazı) diye isimlendirdiği bir namazı tavsiye eder.[3] Bu namazın kurnasında yıkanan samimi tövbekârlar hakkında “Her kim akşam namazından sonra altı rekât namaz kılarsa denizin köpükleri kadar da olsa Allah Teâlâ onun günahlarını mağfiret eder[4] müjdesini verir.

3) Kötü Arkadaş Ortamı ve Sosyal Çevre… Kişi nasıl ki çocukluğunda anne–baba–kardeş şeklinde bir ailenin etkisi altında yaşıyordu. Aynen öyle de insan, gençlik–orta yaş ve yaşlılık dönemlerinde de “devlet” denilen babadan, “vatan” denilen anadan, kadın ve erkek kardeşlerden meydana gelen “ülke” denilen ailenin kucağında yaşar. Bu ülke hakikati, il-ilçe-kasaba-köy şeklinde geniş ve dar olarak o kişiye kendini hissettirir.

Bu büyük ailede zamanla insanın düşünce ve duygularını paylaşacağı, kendilerinden faydalanmakla zenginleşeceği, zihnen ve duygusal olarak kaynaşacağı arkadaşları ve dostları oluşur. Bu özel çevre kişinin kendini ifade ettiği, fıtratını bütün yönleriyle etkiye açtığı ortamdır. Bu ortam güzel, temiz ve sağlıklı dostlarla, gonca gibi fıtratlar için, bulunmaz bir fırsattır; güller gibi açılma ve miskler gibi kokulara bürünme yeridir. Fakat bu ortam bir o kadar da risklidir. Çünkü kötü arkadaşlar ve yanlış dostluklar o melek gibi temiz ve sağlıklı fıtratı, şeytan gibi zararlı, bataklık gibi kirli ve pis kokulu hale getirebilir.

İşte bu noktada Allah’ın elçisi (ASM) şöyle der: “Kişi, dostunun dini üzeredir. Öyleyse her biriniz, kiminle dostluk kuracağına dikkat etsin.”[5] Nice güzel ve masum insanlar, bu yanlış tercih ve kötü ortamın kurbanı olmuşlardır. Kimisi de son anda kurtuluşa ermiştir. 99 kişinin katili olan kişi ile ilgili hadis sosyal çevre-fıtrat ilişkisini çok çarpıcı olarak bildirir. Sahabeden Ebu Said (RA) anlatıyor:

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: ‘Sizden önce yaşayanlar arasında doksan dokuz kişiyi öldüren bir adam vardı. Bir ara yeryüzünün en bilgin kişisini sordu. Kendisine bir râhib tarif edildi. Ona kadar gidip, doksan dokuz kişi öldürdüğünü, kendisi için bir tövbe imkânının olup olmadığını sordu. Râhib:

-‘Hayır, yoktur!’ dedi. Herif onu da öldürüp cinayetini yüze tamamladı. Adamcağız, yeryüzünün en bilginini sormaya devam etti. Kendisine âlim bir kişi tarif edildi. Ona gelip, yüz kişi öldürdüğünü,kendisi için bir tövbe imkânı olup olmadığını sordu. Âlim:

-‘Evet, vardır, seninle tövben arasına kim perde olabilir?’ dedi. Ve ilâve etti:

– Ancak, falan memlekete gitmelisin. Zîra orada Allah’a ibadet eden kimseler var. Sen de onlarla Allah’a ibadet edeceksin ve bir daha kendi memleketine dönmeyeceksin. Zira orası kötü bir yer.’ Adam yola çıktı. Giderken yarı yola varır varmaz ölüm meleği gelip ruhunu kabzetti. Rahmet ve azab melekleri onun hakkında ihtilâfa düştüler. Rahmet melekleri:

-‘Bu adam tövbekâr olarak geldi. Kalben Allah’a yönelmişti’ dediler. Azab melekleri de:

-‘Bu adam hiçbir hayır işlemedi’ dediler. Onlar böyle çekişirken insan suretinde bir başka melek, yanlarına geldi. Melekler onu aralarında hakem yaptılar. Hakem onlara:

-‘Onun çıktığı yerle, gitmekte olduğu yer arasını ölçün, hangi tarafa daha yakınsa ona teslim edin’ dedi. Ölçtüler, gördüler ki, gitmeyi arzu ettiği (iyiler diyarına) bir karış daha yakın. Onu hemen rahmet melekleri aldılar.[6]

Sosyal çevre ve arkadaş ortamının nasıl dünyevi ve uhrevi bağlar kurduğunu Hz. Peygamber (ASM) şu sözüyle bildirir: “Kişi, sevdiğiyle beraberdir.[7] Allah rızası için birbirini sevme ve samimi gönül bağları kurmanın Âhiretteki mükâfâtını ise Hz. Peygamber (ASM) şöyle ifade eder: “Allah için birbirini sevenler mahşer günü karşılıklı olarak yakuttan tahtlar üzerinde oturacaklar.[8]

[1] İbn Mâce, zühd 30; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 10/150.

[2] Âl-i İmran Sûresi, 17 ve Zâriyât Sûresi, 18.

[3] El-Bahru’r-Raik, IV, 234. Sahabeden Abdullah bin Ömer’den (R.Anhuma) naklen…

[4] Bu hadis Ammar bin Yâsir’den (R.Anhuma) naklediliyor. (Ebû Nuaym el-İsfahanî, Ma’rifetu’s-Sahabe, XIV, 486.)

[5] Ebu Davud, Edeb, 19, Tirmizi, Zühd, 45.

[6] Buharî, Enbiya 50; Müslim, Tevbe 46, (2766); İbnu Mâce, Diyât 2, (2621).

[7] Buhârî, Edeb, 96; Müslîm, Birr, 165.

[8] Bu hadisi aktaran sahabelerden birisi İstanbul’umuzun misafiri Ebu Eyyub el-Ensarî Radıyallahu Anh’dır. (Tâberânî)

Hırçınlaşmış ruhlarımız ve Risale-i Nur hizmetimiz

Hırçınlaşmış ruhlarımız ve Risale-i Nur hizmetimiz

 

Okunan manaları hazmetmek, sürekli okumak, dikkat ve tefekkür ile okumak ile olur.

Hizmet eden kardeşini hazmetmek, bu da hakiki manada hizmet düsturları ve bu düsturların temelini teşkil eden Yirmi ve Yirmi Birinci Lem’aları hazmetmek ve hizmette tatbik etmekle mümkündür.

“Hazm olmayan ilim telkin edilmemeli.”[1] Yani insan tam olarak anlamadığı, hazm edemediği şeyleri ne tatbik ne de başkasına tebliğ etmemeli. Veya yapmadığı şeyleri başkasına yapmış gibi anlatmamalı. Ta ki sözleri tesir etsin. Yapılmayan şeyleri yani kendisinde olmayan, yapmadığı, terk ettiği şeyleri insanın telkin etmesi sakıncalıdır.

Okunan eserlerin çeşitli metodlarla hazmedilmesi daha kolaydır. Çünkü “Temasülse, tezadın mühim bir sebebidir.”[2] Birbirine eşit olan kimseler arasında rekabet olur. Bu rekabet eğer müsbet ise, müsabaka ismini alır. Menfi tarzda olan rekabet varsa bu rekabet olur ve tenkis-i gayr ile kendi kemalini ortaya koyma yarışına girer ki bu da Risale-i Nur hizmetinde istenmeyen bir tavırdır.

İnsanın, abisinde, şeyhinde, hocasında, üstadında fâni olması çok kolaydır. Çünkü biliyor ki kendisinden kat be kat rüçhaniyet/üstünlük söz konusudur. Ama insan emsali olan birisinde fâni olması çok suubetlidir. Çünkü meziyet olarak kendisiyle emsal olduğu için kendisinden üstün göreceği bir şey yok ki onda erisin. Ya yaş veya iştigal olarak bir farklılık olur ki bu da pek geçerli bir sebep değildir.

Mataryalizm, fikri olarak karşımızda şu anda yok; ama lehviyat ve hevesat suretinde dünyevi yaşam ve neticesinde çıkan hedonizm ve narsizm olarak karşımıza çıkmaktadır. Yani enaniyeti zirveye götürerek insan kendisini dünyada en üstün varlık olarak görmeye ve kendisinden başka herkesi aşağı seviyesine indiriyor.

Akıl ve fikri ön plana alarak önce insanlara yaklaşıp sonra da akıl ve fikri his ve heves ile köreltip lehviyat ve hevasatın hücuma açık hedef ederek insanları hırçınlaştırıyor. İşlenen günahlar insanları hırçınlaştırıp kendisi gibi olmayan veya kendi hedefine çıkmayan, işine yaramayan her şeyi abes görme meyline giderek diğergamlık olan hamiyeti de devre dışı bırakıyor. Hâl böyle olunca da hizmette hizmet arkadaşımızı hazm edememek de bundandır. Buna da çeşitli bahaneler bulmak kolaydır. Meşrebi bozuk, izahlı okuyor, düz okuyor, bağnaz, geçimsiz vb bahanelerle kendisini haklı gösterir.

İhlas Risalelerini on beş günde bir okunması telkini de bundandır. Hatta üç günde bir okunması da kitaba geçmemiş rivayet içindedir. Beraber kaliteli zaman geçirerek insan, hizmet arkadaşını hazmedebilir. Kalitesiz zaman geçirmek ise yaklaşmaya değil, uzaklaşmaya yani tesanüte değil tenakuza sebeptir.

Rabbim diğergamlık ile hizmet arkadaşlarımızı hazm etmeyi nasip eylesin, inşallah.

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

[1] Sözler (706)
[2] Sözler (726)

Kaynak:RisaleHaber

www.NurNet.org

Cevşen-ül Kebir ve Risale-i Nur ve Hizb-i Nurî

Cevşen-ül Kebir ve Risale-i Nur ve Hizb-i Nurî

Cevşen-ül Kebir ve Risale-i Nur ve Hizb-i Nurî dahi kâinatı baştan başa nurlandırıyor, zulümat karanlıklarını dağıtıyor.. gafletleri, tabiatları parça parça ediyor. Ehl-i gaflet ve ehl-i dalaletin altında saklanmak istedikleri perdeleri yırtıyor gördüm. Kâinatı, enva’ıyla pamuk gibi hallaç ediyor, taraklar ile tarıyor müşahede ettim. Ehl-i dalaletin boğulduğu en son ve en geniş kâinat perdelerinin arkasında, envâr-ı tevhidi gösteriyor. [1]

Cevşen-ül Kebir ve Risale-i Nur ve Hizb-i Nurî Bu 3 Eser bizleri tenevvür etmektedir. Neden ? çünkü bizler ümmiliğimizi kaybetmişiz mataryalist sistemin tezgahından geçerek tabiatperestlerin suyuyla sulanmışız. Okullar ise bu bahsettiğim zeminin bahçesidir. İlk torna tesviye tezhahı hemde.

Ümmi denildiğinde akla ilk gelen okuması yazması olmayan akla geliyor. Ama ümmi lugatta: “Anasından doğduğu gibi kalmış ve tahsil görmemiş, mekteb ve medresede okumamış kimse. Yazı yazmak bilmeyen. (Ümmi ile câhil arasında fark vardır. Ümmi yalnız okuyup yazmak bilmiyendir. Câhil ise, okuyup yazmak bilse de, bir şey bilmiyen kimsedir, her ümmi câhil değildir. ) * Anaya mensub olan. (Mefhar-i Âlem (A.S.M.) hiç bir mektebde, medresede ve hiçbir beşerden tahsil görmeden, ümmiliğiyle beraber, evvel, âhir ilimlerle mücehhez olması, Âlem-i İslâma, âlemlere ve dünyaya rahmet olması ve Onun bir misli ve benzeri bulunmaması, en büyük mu’cizelerden ve Hak Peygamber olduğuna dair en mühim delillerdendir. )” olarak geçmektedir.

Ümminin enfüsi manasına baktığımızda ise; fıtratı bozulmamış, fıtri olan manasına gelmektedir. Bizler okullarda ise fıtratımızı bozdurduk. Fıtrılik ise özdür, lübdür, kışır değildir. Fıtrata müdahale kışırdır. İnsanı özden alır uzaklaştırır mana aleminden maddeye, nurdan zulmete, nurdan nara.. götürür. Hasaret-i azime ise kışri bir hadisedir. Bizleri şuursuz, basiretsiz bir hale getirmektedir.

Peki ümmiyette dönmek nasıl olur?

Ümmiyete avdet ise; Cevşen-ül Kebir ve Risale-i Nur ve Hizb-i Nurî ile olmaktadır. Öze lübbe dönüş ise; Cevşen-ül Kebir ve Risale-i Nur ve Hizb-i Nurî ile olmaktadır. Okudukça nurları massederek, hakikatımızı nurlarla mezcederek fıtrata, öze, lübbe dönmektir. Kendini farklı olduğunu bilen farka geliyor farka gelen ise Furkan-ı Hakime Tabi oluyor. Nitekim: “Melikin atiyyelerini, ancak matiyyeleri taşıyabilir. ” Mesnevi-i Nuriye ( 77 ) “ve”.. hayat-ı bâkiyeye yardım eden azlara imdad etmek lâzım gelir. Lem’alar ( 122 )”

Kışırda kalsak ne olur?

.. şeytanlara mel’ab, evhama merkeb, ehval ve korkulara ma’rez ve dağlar kadar ağır yüklere matiyye olacaktır. Mesnevi-i Nuriye ( 77 ) “.. Yoksa o az dâîleri susturup, çoklara yardım etsen şeytana arkadaş olursun. Lem’alar ( 122 )”

kâinatı baştan başa nurlandıran Nurdan mahrum kalıp, zulümat karanlıklarını dağıtamayız.. gafletleri, tabiatları parça parça edemez gaflet ve dalaletin en koyusuna düçar oluruz. Ehl-i gaflet ve ehl-i dalaletin altında saklanmak istedikleri perdeleri haya, akıl, ruh, sır başta olmak üzere tüm letaifimize sararız. Tüm letaifimiz Kâinatı, enva’ıyla pamuk gibi hallaç olur, taraklar ile taranır bir hale inkılab eder.

Risale-i Nur Dairesinde Cevşen-ül Kebir ve Risale-i Nur ve Hizb-i Nurî’nin ehemmiyeti azimdir. OKUMAK Kendine yatırım demektir. Ne kadar çok okursak o kadar kendine yatırım yaparız. Yatırımsız sermayesiz olursak “bu uzun yolda yayan ve aç kalmayasın.

Hem bizim efendimiz kerimdir; belki merhamet eder, ettiğin kusuru afveder. Seni de tayyareye bindirirler. Bir günde mahall-i ikametimize gideriz. Yoksa iki aylık bir çölde aç, yayan, yalnız gitmeye mecbur olursun. ” Acaba şu adam inad edip, o tek lirasını bir define anahtarı hükmünde olan bir bilete vermeyip, muvakkat bir lezzet için sefahete sarfetse; gayet akılsız, zararlı, bedbaht olduğunu, en akılsız adam dahi anlamaz mı?” Sözler ( 20 )

O halde bizler;

Cevşen-ül Kebir ve Risale-i Nur ve Hizb-i Nurî ile özümüze dönmeliyiz.

Cevşen-ül Kebir ve Risale-i Nur ve Hizb-i Nurî’den hissemiz azim olması temennisiyle…

Ezkar-ı Nuriye hakkında

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

 
[1] Kastamonu Lahikası ( 231 – 232 )

Kaynak: Risale Haber

 

www.NurNet.org

Hizmet Bir Bütünlüktür

Hizmet Bir Bütünlüktür

“Baş, bir batman taşı kaldırdığı halde; göz, bir saçı kaldıramadığı gibi; o latife, bir saç kadar bir sıkleti, yani gaflet ve dalaletten gelen küçük bir halete dayanamıyor. Hattâ bazan söner ve ölür. Madem öyledir; hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma! Dünyayı yutan büyük letaiflerini onda batırma. Çünki çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar.”[1]

Hizmet-i Nuriye bir bütünlük içerisindedir. İmani esaslar temelidir. Çeşitli fikir akımlarının yani izm’lerin hava uçuçtuğu bir devirde izm’siz bir hareket teşkil ettirerek sadece fikirde kalan felsefi izm’lerden uzak ve izm’leri çürütüp bertaraf eden aşırılıklarda yani ifrat ve tefritten uzak tutup insanları dengede tutmaktadır. Risale-i Nur, insanı dengede tutarken hem kendi bütünlüğünü hem de insanın bütünlüğünü bozmadan yapmaktadır. Bir kısmını inkar, bir kısmını kabul gibi bir şey söz konusu değildir, bir bütünlük içerisindedir. İmani mevzular, Lahikalar, Müdafaalar olmak üzere üç ayak üzerine tesis edilmiştir.

Bunların herbirisi tüm dönemin özelliklerini ihtiva etmektedir. Yani her bir  eserde üç said dönemlerinin iz düşümleri mevduttur. Sadece bir veya iki dönemi kabul edip geri kalan dönemleri ve eserlerini kabul etmemek, okumamak, önemsememek ise istikametten çıkmaya ve kafa fenerine göre hareket etmeye sebep olur. Lahikalar ve müdafaaları kabul etmemek, önemsememek sadece imani bahisleri tercih ve kabul etmek ise buna girmektedir. Çünkü birisi sadece Sözler, lemalar, mektubat, şualar, mesnevi, i. İ’caz’ı kabul edip gerisi kabul etmese ve tüm mesaisini bunları anlamaya teksif etse belki bu kitaplardaki mevaizi massebip manen terakki edebilir. Ama lahikaları düstur yapmazsa çok defa aldanır ve çevresindekileri aldatır. Çünkü elinde bir metod bulunmuyor.

Metod, şablon olmayınca da kafa fenerinin yakıp, onun ışığına göre hareket edecek ve imani bahsileri nurlardan, usul’e taalluk eden şeyleri başka yerlerden alarak, meslek başka meşrep başka nev zuhur bir şey ortaya koyacaktır. Belki parmak ısırtacak kadar ilmi/malumatı olacak ama yaptığı hareketi çocuk bile yapmaz nurculuk namına diye hareketlerde bulunacaktır. Üstadın, üç said devresinde telif edilen eserler basamak gibidir. Tefsir mukaddimesi Muhakemat ve İşarat’ü-l i’caz ile başlayıp aynı dönemlerde te’lif edilen ve Asar-ı Bediyye ismiyle cem edilip neşredilen bu içtimai eserler ve devamında Sözler, Lem’alar, Mektubat ve Şualar ile devam edip yavaş yavaş üçüncü Said devresine giden süreçte Lahikalarla artık bir hareket haline gelmiştir.

Şimdi farz edelim ki, birisi birinci ve üçüncü said dönemlerini görmezden gelse ve o döneme bakan eseri ve meseleleri reddetse, elbette bu hizmetin kudsiyeti ve şahs-ı manevisi bir mühlet sonra belli şartlar tahtında iddetini tamamlayıp, tokatlamaya başlayacaktır. Ama bunun bir mühleti var, bu iddet dolunca netice kaçınılmazdır. Bu sebeple imhal edilen müddet dolmadan evvel, inattan vazgeçip, tavsiye ve üstündeki akrebi gösterip söyleyene kulak verip dinlese ve eski fikirlerini tashih edip, o fikirleri benimseyenlere de ulaşıp onları da tashih edip istikamete getirmesi elzemdir.

Hizmetin imani esaslarını ders veren eserler baş gibidir, ameli düsturlar göz gibidir. İmani bir meseleyi tam anlamasa ve reddetmese ve kabul etse bundan mesul olmaz. Ama usule bakan şeylerde olan gaflet, ihanet ve dalalet ise tamiri mümkün olmayan şeylere de sebep olur. Bu sebeple harekatımızda azami dikkat etmek elzemdir. Her hareketimizde Lem’alarda mezkur mehazdaki “dikkat!” ikazını dimağımızın her yerine nakşetmeliyiz. Ne mutlu hizmette dengeyi bulana. .  

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

 

[1]Mektubat ( 100 )

Kaynak: NurdanHaber 

 

www.NurNet.Org