Kategori arşivi: Yazılar

Bahar Faslı (Şiir)

Bahar mûcizesi hayran bırakıyor,         

Kırlarla ovalar renk değiştiriyor, 

Çok çeşit bitkiler onla canlanıyor,

O cansız mahluklar canlanır baharda.

 

Çaylar, dereler gürül gürül akıyor,

Güvercinler le bülbüller ütüşüyor ,

Güzel sesleriyle ruha zevk saçıyor.

Kışta zahmet çeken kurtulur baharda. 

 

Akıllıyım diyenler hakkı görsünler,

Bazı ahmaklar haşir olamaz derler,

Haşrolunca onlar azap görecekler,

Haşir örneğini görürüz her baharda.

 

Bahar büyük ders Allaha inanana,

Yeryüzü kefenini çekti bir yana, 

Binlerce mahluk ders veriyor insana,

Bitkiler böcekler dirilir baharda.

 

Allah baharda çok şey gösteriyor,

Çiçek ve gülleri kokuyla seriyor,

Musavvir ismi mu’cize gösteriyor,

Sabırla bekleyen kurtuldu baharda.

 

Her yerde dolmuş nî’met-i İlahiye,

Taklit edilmez bir san’ati âliye,

Rabbim ihsan etmiş nimeti galiye,

Bütün bunlar olur güzelim baharda.

 

Allah’ım! Ne kadar kudret varmış Sende,

Zerreden yarattın her şeyi her yerde,

Yeryüzüne çektin Sen bir beyaz perde,

Sonra yok olanlar var olur baharda.

 

Ölülere can veren Kudret Sahibi

Olmamak için münkir cühela gibi

Bize bir muallim  gönderdi Habibi

O bize dedi, haşri görün baharda.

 

Azamet sahibisin büyük Allah’ım,

Binlerce mahlukatı canlandıranım,

Diriltmeyi sağlayan Muhyi Sultanım.

Hay sin cansızları diriltin baharda.

Abdulkadir Haktanır / www.NurNet.Org / www.Albnur.com

Her Müslümanın Sorumluluğu: “İ’la-yı Kelimetullah” (Ne Yapmalı-2)

Günümüzde ve her zaman… Bir Mü’minin en önemli İslami sorumluluğu nedir? Hele günümüzde olduğu gibi bu sorumluk büyük ölçüde ihmale uğramış ve bu nedenle Ümmet-i Muhammed, dünyanın geri kalan kısmı, özellikle egemen güçler karşısında savunmasız kalıp, mağdur ve mazlum hale düşmüşse…

Cevap: İ’la-yı Kelimetullah…

 “ALLAH’ın yüce adını yüceltmek” şeklinde Türkçeleştireceğimiz bu ifadenin¹ gereğini yapmak, günümüz şartlarında, bir Müslüman için hayatının en önemli işi haline gelir. Tıpkı İslam hukukunda, Müslümanların toprakları düşman istilasına uğradığı ve mevcut/örgütlü/düzenli silahlı kuvvetler bu istilayı savuşturmakta yetersiz kaldığı zaman, silahlı mücadelenin/cihadın kadın –erkek; yaşlı-genç demeden tek tek bütün Müslümanlara farz olması gibi. Hatta buna farz da değil, efrez denir, yani farzlar ötesi farz… Bütün farzların temeli olan biricik farz…

İşte günümüzde İ’la-yı Kelimetullah da bu demektir. Efrez… Çünkü ortada, üç asırdır hem maddi hem de kültürel, sosyal ve psikolojik alanlarda, yüzyıllardan beridir dünyanın egemen gücünü oluşturan Batı Modernitesi karşısında, sürekli mağlubiyet yaşayan ve kelimenin her anlamıyla kan kaybeden bir İslam dünyası bulunmaktadır. Ve bu tespit, yaşadığımız son İsrail saldırısının hasıl ettiği bir tepki duygusunun değil, ne yazık ki doğduğumuzdan beri sürekli yaşamakta bulunduğumuz bir çok şeyin ürünüdür.

Bu durumda tekrar soralım: Ne yapmalıyız?

Doğru zamanda doğru olanı yapabilmek, içinde bulunulan duruma doğru tanıyı koymakla başlar. Soruyu şu şekilde netleştirelim: Günümüzde Türkiye’de ya da dünyanın herhangi bir yerinde, bir Müslümanın İ’la-yı Kelimetullah görevi karşısında sorumluluğu nedir?

Çok zedelenmiş bulunan İslami onurunu ve İslami bilincini yeniden oluşturmak. Çünkü günümüzde, bir Müslümanın değil benimsemesini, karşısında sessiz kalabileceğini bile düşünemeyeceğimiz birçok “şey” onun için farkına bile varamayacağı kadar normal olarak algılanmaktadır. Örneğin geçtiğimiz günlerde, bütün önemli gazetelerle beraber İslami bir duruşa sahip olduğunu düşündüğümüz bazı gazetelerde de ALLAH’ın ölmüş bir kuluna hitaben “Olmasaydın, olmazdık!” gibi bir ifade hem de tam sayfa olarak yer alabildi. Doğrudan imana ve ALLAH’ın izzetine dokunan böyle bir ifadenin, o gazetelerde yayınlanabilmiş olması bile başlı başına bir skandal iken bundan da büyüğü oldu. Türkiye’deki Müslümanlardan, birkaç kişisel çıkış haricinde, hemen hiçbir itiraz gelmedi. Ve bundan da vahimi, o utanca yer veren gazetelerin camiasına mensup olan birçok insan para karşılığında İslam imanının ve ALLAH’ın izzetinin satışa çıkarılmasına tepki vereceğine, cemaatçilik gayretiyle, işlenen suçu savunmaya kalkıştı.

Bu fecaatin sebebi, İslami onur duygusu ve İslami bilincin büyük ölçüde ortadan kaldırılmış, yerlerine ise sanki onlarmış gibi zannedilen başka şeylerin konulmuş olmasıdır.

Düşünün ki artık birçok Müslüman için “şeriat, cihad” gibi kavramlar rahatsız edicidir. Öyle insanlar, bu gibi kelimeleri işittiklerinde, kendiliğinden bir rahatsızlık duygusu hisseder hale gelmiştir. Birçok Müslüman, hayatın bütünüyle Müslümanlaşması gereğini, İslam’ın birkaç kişisel ibadet de içeren bir inanç biçimi değil, dünyaya ve insana ait her şeyi içeren, kapsama alanı dışında hiçbir şey ama hiçbir şey bırakmayan bir ilahi sistem olduğu gerçeğini çoktan unutmuştur. Ve ruhlarında hiçbir rahatsızlık duymadan, İslam’ın modern dünyaya eklemlenmesi gayretine düşmüştür. Bu, tam olarak bir akıl ve vicdan tutulmasıdır. Ve korkarım ki, öylelerinden olup da bu satırlarda yazılı olanlar cinsinden değerlendirmelerle karşılaşanlar, bu ve benzeri düşüncelerin sahipleri hakkında “marjinal, radikal İslamcı, anakronik, seksenlerde takılıp kalmış ve çağı yakalayamamış” gibi büyük ölçüde patenti Batı’ya ait, bizden olmayan kavramlarla hüküm verecek ve kendilerini bizim gibi olanlardan çok farklı, çok uzak hissedecektir. Bizden uzak ama Batılılara ve Batılılaşmışlara çok yakın… Zaten sorun da buradadır. Artık onlar için İslam sadece bir inanç biçimi, bir sembol ve moral unsurdur. Herşeyin belirleyicisi ve ölçüsü değil. Onların düşüncelerine ve duygularına yön veren artık İslam değildir. Bütün bunlara karşılık Batı Modernitesi’ne ait kavramlar benimsenmiş, yüceltilmiş ve aslında o kavramların ne kadar da İslami olduklarını kanıtlama gayretine düşülmüştür. Peki ama İslami onur ve İslami bilinç, nasıl bu ölçüde yitirilebilmiştir. Bu muazzam kaybın sebebi nedir?

 Bu noktada akışa bir ara verip, tam da yeri geldiği için geçen hafta yarım bıraktığımız ayetlerin tefsirine geri dönelim: “İçlerinden çok azı hariç hepsi nehirden (haram-helal karışık dünyanın bütün nefsani zevkleri, nimetleri) içtiler. Nihayet o (Müslüman komutan Talut) ve beraberindeki Mü’minler nehri geçince (İ’la-yı Kelimetullah ve Calut’un yani İslam düşmanlığının ortadan kaldırılması yolunda, yukarıda işaret edilen dünya nimetleriyle de sınandıktan ve bunda başarılı olduktan sonra) beri yanda kalanlar (ilginç ve önemli bir detay: Kur’an, nehri geçenler için “Mü’minler”, kalanlar için ise “beri yanda kalanlar” diyor): ‘Bu gün Calut ve ordusuna karşı gücümüz yok dediler.’ ” (2/Bakara:249)

İşte yukarıda işaret ettiğimiz akıl ve ruh tutulmasının ya da bir diğer deyimle İslam’ı eksiltme fitnesinin sebebi budur. Gerek birey gerekse topluluk düzeyinde, İslam onuru ve bilincinden taviz verip, İslam ile onun hemen her noktada antitezini oluşturan Batı arasında görünüşte bir uzlaşma, gerçekte ise İslam’ı eksiltip ateist moderniteye eklemleme gayretlerinin asıl sebebi budur:

Haram ve helal ayrımı yapmadan, İslam fıkhını rafa kaldırıp, kendi şahsının ya da topluluğunun çıkarına olan her şeyi ise otomatikman helal kabul etmek. Bu uğurda karşısına çıkan bütün nassları (Kur’an ve Sünnet’in kesin söylemlerini) te’vil etmek, yani minareyi kılıfına uydurmak. Kur’an ve Sünnet ile kendi arasında tefsire (açıklayıp, anlamaya) değil, te’vil’e (işine geldiği gibi yorumlayıp, o ayet ya da hadisi görünen anlamından uzaklaştırmaya) dayalı bir ilişki biçimi kurmak. Her ne gerekçeyle ve her ne suretle olursa olsun, dünyanın haram kazançlarına el uzatmak. Bu hali normal kabul edip, içselleştirmek, dolayısıyla sürekli duruma getirmek. Yani üç kelimeyle söyleyelim: Harama tamah etmek… Bunun sonucu ise: Müslüman onurunu ve bilincini kaybetmiş olmak. Bu kaybın fiili sonuçlarını da sürekli olarak ve hep beraber yaşıyoruz.

 Gözünü ALLAH’ın rızasına değil de, Batılı egemen güçlerin hoşnutluğuna çevirmek. Gücünü ALLAH’tan değil de, Batılı efendilerinden almayı beklemek. Kendisine bu dünyada yandaş olarak şimdilik ezik, güçsüz, mazlum ve mağdur durumda olan Mü’minleri değil de, ALLAH’ın ve İslam’ın düşmanlarını seçmek. Bu uğurda “Olmasaydın, olmazdık!” şeklinde leş gibi şirk kokan bir sözü, para ve bir kısım ALLAH düşmanlarını hoşnut edebilmek için gazetelerinde basabilmek. Koç’u – Amerika’yı ve ALLAH’ı aynı anda razı edebileceğine inanabilmek.

Daha açık söyleyelim: Mağdur Filistinli Mü’min yerine ALLAH’sız Amerika’yı, barbar İsrail’i tercih etmek. Bunu da başını belaya sokmamak ve güç kazanmak adına yapmak. Ve bütün bunlardan sonra hala ALLAH’tan utanmadan, kuldan sıkılmadan; İslam’dan, Müslümanlıktan, İslam’a hizmetten söz edebilmek…

Bütün bunların içinde insanın içini en çok acıtan şey ise, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, tek tek Müslümanların yani büyük kitlenin vurdumduymazlığı, duygusuzluğu, tepkisizliği…

Ve bu haftalık da sözün sonuna geldik. Toparlayalım:

Günümüz Müslümanının birinci görevi, aslında her zaman olduğu üzere, İ’la-yı Kelimetullah’tır.

Bunun için muhtaç olduğu ilk iki nitelik, İslami onur duygusu ve İslami bilinçtir.

Bu iki niteliği önce kazanıp, devamında da koruyabilmesi için, İ’la-yı Kelimetullah yolunda, ALLAH’ın Hakîm isminin gereği olarak, karşısına çıkması kaçınılmaz olan “haram dünya nimetlerinden” kendini koruması gerekmektedir.

Önümüzdeki Cuma, İ’la-yı Kelimetullah davasının diğer gerekleri ile devam etmek üzere.

Ehad ve Kadîr olan ALLAH’a emanet olun.

1: Asıl anlamı itibarıyla, İslam’ı bir inanç, düşünce ve yaşama biçimi olarak bireyin ve toplumun bütün hayatına hakim; şeriatı, insanı ilgilendiren her konuda amir kılmak demektir. Yoksa sadece ALLAH kelimesini bol bol tekrar edip, bu işi bir takım göz boyayıcı sembolik davranışlarla da takviye etmek değil… Bunlardan ibaret kalan davranışlara İ’la-yı Kelimetullah değil, İ’la-yı Kelimetullah simülasyonu demek daha doğru olur.

Said Alpsoy

http://www.saidalpsoy.com

Bir Seyahatin Ardından (Miraç’ın Getirdikleri)

Zübde-i kâinat, kâinat sahibinin onun adına sözcüsü, gözü, kulağı, yorumcusu, şarihi, tercümanı, seyredeni, muallimi, muarrifi daha çok şey.

BÜTÜN ZAMANLARA HİTAB

Bediüzzaman Miraç isimli eserinde kendine gelinceye kadar kimsenin anlatmadığı bir boyutta yorumlamıştır Miraç olayını. İslam’da kelimeler, kelamlar, ayetler, hadisler kıyamete kadar yeni yorumlara açık bir şekilde bekleyeceklerdir. Onların anlamlarını hiç kimse bitiremez, onlar o kadar geniş bir şekilde söylenmiş ve ifade edilmişlerdir. Bütün zamanların ihtiyaçlarına cevap verecek bir boyutta ve azamette söylenmişlerdir.

EN ÇOK KULLANILAN FİİLLER

Bediüzzaman’ın Miraç risalesinde kullanılan fiiller önemlidir. En çok kullanılan fiiller gezmek, gezdirmek, irae etmek, müşahede ve temaşa fiilleridir. Bunlar Miraç olayının odağında manaların santralinde bulunurlar. Peygamberimizin bu seyahati kısaca şöyle anlatılır:

Bu seyahat-ı cüz’iyede bir seyr-i umumi ve uruc-ı külli var ki, ta Sidretü’l-Müntehaya ta Kab-ı Kavseyn’e kadar meratib-i külliye-i esmaiyede gözüne kulağına tesadüf eden ayat-ı Rabbaniyeyi ve acaib–i sanat–ı İlâhiyeyi işitmiş görmüştür.” (Sözler 760) Peygamber umumi bir seyir için, kendine has bir seyir olmakla birlikte ümmeti için yapılan bir seyir, kısmi ve mevzi bir olayı değil, herkesi ilgilendiren bir seyir. Varlığın ve imkân ülkesinin bittiği noktadan, Allah ile karşılıklı iki yay gibi yakın bir düzeye gelmek şeklinde bir büyük seyahat ve seyir. Oraya gidinceye kadar Allah’ın isimlerinin bütün külli tecellilerini görerek, gözüne, kulağına rastlayan Rabbani delilleri ve Allah’ın sanatının görülmemiş olanlarını işitmiş ve görmüştür.

İnsan dünyada beş duyusu ile varlık ve nesneler arasında bir uyum içinde yaşar. Gördükleri ile gören arasında bir şaşırma olmaz, bulut, yağmur, koyun, sinek, bu nesneler ile insanın onları gören ve değerlendiren zekâsı arasında bir sapma olmaz, nesneler ile beş duyu arasında uyum vardır. Ama bu bizim için tanzim edilen sahnenin dışındaki sahnenin dışı ise bizim beş duyumuza göre düzenlenmemiş, oradaki varlıklar bizim beş duyumuzun voltajını çatlatır, dayanamaz. Bu yüzden Resulullah da Cebrail’i ilk gördüğünde heyecanlanmıştır. Eşine “beni ört” diye olayın ilk intibalarını garipsemiştir. Ama vücudunda ve kalbinde yapılan voltaj yükseltme ameliyelerinden sonra semavattaki acaipleri görmeden yıkıcı anlamda etkilenmemiştir. Hz Musa’nın görüntü akabinde yere düşmesi ile Hz Hamza’nın Cebrail’i görürken düşmesi bu nesne ile duyular arasındaki uyumsuzluktan ileri gelmektedir. Resûlullah, “Ben miraçta gördüğümden daha güzel şeyler görmedim” der.

Şimdi bir vezir, hükümdarının saltanatını bilmeden görmeden onun vezirliğini yapamaz, bu yüzden bu büyük vezir-i azam Allah resulü Allah’ın mülkünü tanımak için onun tarafından bir seyahate çağrılmış ve onun adına ümmeti için Allah’ın mülkünde seyahat etmiş ve daha sonra gördüklerini yeri geldiğinde ümmetine anlatmıştır.

ÂLEMİN TEZGÂH VE MEMBALARI

Miraçta görülen şeyleri anlatırken Bediüzzaman acip ve acaib kelimelerini çok kullanır, gördüğüm kadarı ile anahtar noktalarda beş yerde kullanır. İkinci kullanışında şöyle konuşur Üstad: “Madem Sani-i Zülcelâl mülk ve melekûtundaki ayat-ı acibesini göstermek ve şu âlemin tezgâh ve membalarını temaşa ettirmek ve amal-i beşeriyenin netaic-i uhreviyesini irae etmek istemiş” (777) Bu cümle Miracın özeti gibi.

Allah görünen ve görünmeyen âlemdeki alışılmadık varlık delillerini göstermek ve şu âlemin hazırlandığı tezgâhların bulunduğu âlemleri ve bu âlemin kaynaklarını temaşa ettirmek için ve kullarının amellerinin oraya nasıl yansıdığını göstermek için kuluna bunları göstermek istemiş. Temaşa görmekten farklıdır, derinlikli olarak bakmaktır. Peygamberimiz onları temaşa etmeli ta ki Resulü olduğu Allah’ın mülkünü başkalarına anlatsın. Bir peygamber peygamberi olduğu yüce bir mercinin saltanatını eserleri görmese nasıl peygamber olabilir. Büyüklüğü zihninde oluşacak ki başkalarına da anlatsın. Temaşa, acibe, irae kelimeleri Resûlullahın temaşa, garip şeyleri görmek ve göstermek için çağrıldığını ifade eder.

MAHSULÂTIN MAHZENLERİ

Göstermekle acib kelimesi bir başka cümlede kullanılır. “O acib sanatının makinelerini ve tezgâhlarını ve aşağıdan gelen mahsulâtın mahzenlerini göstere göstere ta daire-i hususiyesine kadar getirir. Bütün o kemalatın madeni olan mübarek Zatını ona göstermekle ve huzuruyla O’nu müşerref eder. Kasrın hakaikini ve kemalatını ona bildirir.” (783) Göstere göstere getirmek, hususi dairesine getirmek, Zat’ını ona göstermek, huzuru ile müşerref etmek, kasrın hakaikini yani şu âlemin hakikatlarını ve kemalâtlarını ona bildirmek.- Miracın özeti bir cümle. – Resulünü bütün mülkünde dolaştırır, özel dairesine getirir, âlemin hakikatlerini ona gösterir, sonra gönderir.

Şu kâinatı enva-i acaib ile süslemiştir Allah. Bu görülmedik şeylerin Resulü tarafından görülmesi gerekir. Kâinatı hazine-i gaybiyelerle donatmıştır, O hazineleri Resulün görmesi gerekir. İşte Miraç bu yüzden ona mahsustur.

Mirac’ın meyvelerini anlatırken şöyle der: “İşte Zat-ı Ahmediye öyle bir Zat-ı Zülcelal’in şuunatını ve acaib-i sanatını ve âlem-i bekada hazain-i rahmetini görmüş, gelmiş, beşere söylemiş.” (796)

MİRAÇ RİSALESİ KEŞFEDİLMEYİ BEKLİYOR

Mirac’ın odağında Allah’ın sanatının en görülmediklerini, şu âlemin tezgâhlarını, makinelerini görmek ve gelerek ümmetine anlatmaktır. Bu yüzden Allah Resulu, “Eğer benim bildiğimi bilseydiniz, çok ağlar az gülerdiniz.” der.

Miraç hadisesinin anlatımında Bediüzzaman temaşa, gezmek, gezdirmek, görmek, irae etmek, müşahede kelimeleri ile seyahatin odak noktalarına vurgu yapar. Beş yüz yıldır Shakespeare’in Hamlet’i yorumlanır, birisi onun için, “Hamlet keşfedilmeyi bekliyor” diyor. Miraç risalesi daha büyük nitelikli bir eser, çok keşfedilmeyi bekliyor, Allah kâşifleri artırsın.

Prof. Dr. Himmet Uç

Yavuz Sultân Selim ve Alevî Katliamı İddiaları

Osmanlı Padişahları Müslümandırlar ve kendi idare ettikleri devlette de İslâm Hukukunu tatbik etmişlerdir. İslâm Hukukunda ise, kâfirlerle yapılan savaşlarda dahi katliam yani soykırım yapmak haramdır. Zira Hz. Peygamber, savaş halinde dahi, çocuklar, kadınlar, din adamları ve yaşlılar gibi yedi grup insanı katletmenin caiz olmadığını bütün komutanlarına tâlimat olarak vermiştir. Mü’eyyed min indillah denecek kadar maneviyâtı yüksek olan Yavuz’un dinin yasakladığı katliamı ve hem de Müslümanım diyen bir gruba karşı yapmış olması mümkün değildir. Ancak tarihî olayları doğru olarak öğrenmek şarttır. Şöyle ki;

Daha önce de açıkladığımız gibi, Erdebil Şeyhlerinden Şeyh Cüneyd şeyhliğine şahlık katmak istemiş ve ancak muvaffak olamayarak 1460 yılında katl edilmiştir. Yerine geçen oğlu Şeyh Haydar da aynı gayeyi devam ettirmiş ve Anadolu’yu Şî’alaştırmak metodunu kullanarak şahlığını pekiştirmek istemiştir. Kucaklarında büyüdüğü Akkoyunlu Devletine de hıyânet edince, Yakub Bey tarafından 1488 yılında o da öldürülmüştür. Yerine geçen Şah İsmail ise, Erdebil Sofuları veya Halifelerini Anadolu’ya göndererek, hem Anadolu’yu Şî’alaştırmayı ve hem de böylece Anadolu’yu hâkimiyeti altına almayı hayatının gayesi edinmiştir. Nitekim temkinli davranmayan Akkoyunlu Devleti, torunları olan Şah İsmail tarafından ortadan kaldırılmıştır.

Akkoyunlu Devletini ortadan kaldıran ve hem şeyhliği ve hem de şahlığıyla Anadolu üzerine yürüyen Şah İsmail, halifeleri vasıtasıyla Anadolu’yu tam bir anarşiye sürüklemekte maalesef muvaffak olmuştur. 1507 yılında üzerine yürüdüğü Alâüddevle Bey’in mağlubiyeti üzerine Elbistan, Harput ve Diyarbekir’i yakmış ve yıkmıştır. Bu arada Erdebil Sofuları da Anadolu’da anarşi çıkarmaya başlamışlardır. Şah İsmail’in taraftarları olan askerler, kırmızı çuhadan taclar giydiklerinden dolayı onun taraftarı olan herkese Sürhser yani Kızılbaş denmiştir. Şah İsmail’in halifelerinden olan Rumiyeli Nur Ali Halife başkanlığındaki Erdebil sofu ve müritleri, Tokat’a saldırmışlar ve yüzlerce insanı kılıçtan geçirmişlerdir. Maalesef Şehzâde Ahmed üzerlerine ordu göndermişse de muvaffak olamamıştır.

Bu arada Antalyalı Hasan Halife ve oğlu Şahkulu veya Osmanlı tarihçilerinin ifadesiyle Şeytan Kulu (Şahkulu Baba Tekeli veya Karabıyıkoğlu da denmektedir) eliyle Anadolu’daki Alevîleri Osmanlı Devleti aleyhinde teşkilâtlandırmaya başlamıştır. Antalya’dan Manisa’ya dönen Şehzâde Korkut’un hazinesini vuran Şahkulu, bununla da yetinmeyerek Antalya’yı basmış, baş kâdî ile birlikte çok sayıda insanı katletmiştir. Bundan sonra sırasıyla Kızılcakaya, İstanos, Elmalı, Burdur ve Keçiborlu kasabalarını yakıp yıkan Şahkulu Kütahya’ya kadar gelmiştir. Anadolu beylerbeyisi Karagöz Ahmed Paşa da öldürülenler arasındadır. Amasya’da bir araya gelen 20 bin Erdebil Sofuları çevreye dehşet saçmaya başlamışlardır. Bunların yaptığı katliamla Erzurum ve Erzincan 20-30 yıl harâbe olarak kalmıştır. Çubukova’da 1511 yılında Şahkulu’nun bir okla öldürülmesinden sonra da Şiî’lerin Anadolu’daki tahribatları devam etmiştir. Bunların Müslümanları nasıl kırıp geçirdiklerini, Diyarbekir ve çevresindeki Kürt beylerinin mektuplarından da anlıyoruz. Şu cümleler bunlardan sadece biridir:

“Bu muhlis ve size itaat eden bendelere yardım edesiniz. Bizim beldelerimiz Kızılbaş diyarına yakındır, komşudur ve hatta karışıktır. Nice yıllar bu mülhidler, bizim evlerimizi yıkmışlar ve bizimle savaşmışlardır. Sadece İslâm Sultânı’na muhabbet üzere olduğumuz için, bu inancı saf insanları o zâlimlerin zulümlerinden kurtarmayı merhametinizden bekliyoruz. Sizin inâyetleriniz olmazsa, biz kendi başımıza müstakil olarak bunlara karşı çıkamayız”

İşte 918/1512 yılında Anadolu’yu Şi’a tehlikesinden kurtarmak üzere Padişah olan Yavuz, Şah İsmail’in üzerine gitmeden evvel, yukarıdan beri vesikalar ışığında anlattığımız olayları biliyordu ve Anadolu’daki Şi’î Türkmenlerin binlerce insanı katlettiklerinin de farkındaydı. Bu yaraya parmak basmak için, meseleyi müzâkere etmek gayesiyle bir Divan toplantısı yapmış ve başta İbn-i Kemal olmak üzere büyük âlimlerin de katıldığı bu toplantıda Kızılbaşlarla ilgili neler yapılmasını kararlaştırmıştır. İbn-i Kemal gibi bir âlimden de gerekli fetvâyı aldıktan sonra, Anadolu’yu kasıp kavuran ve Kızılbaş adı altında her yerde Osmanlı Devleti’ne karşı kıyam eden bu insanların teftiş ve tahkik olunarak, uslanmayanlarının katl edilmelerini ve uslanması muhtemel olanlarının ise haps edilmelerini emr etmiştir. Bunların sayıları bazı tarihçilere göre yaklaşık 40.000 kişidir ve bunlardan ne kadarının öldürüldüğü de kesin belli değildir. Ancak bu isyancı grupların bastırılmaması halinde, Şah İsmail’in üzerine gitmenin tamamen yararsız olduğu da gün gibi ortadadır. Olayı inceleyen Uzunçarşılı, Kızılbaşların ne kadar insan öldürdüğüne dair binleri bulan rakamlar verdikten sonra, Yavuz’un başka çaresi yoktu demektedir.

Şunu da belirtmeliyiz ki, Osmanlı Devleti, herkesi zorla Sünnî yapmak için zorlamamıştır. Ancak dinî inançlar kullanılarak devletin arkadan vurulması tehlikesi karşısında tedbirler almıştır. Hem Şi’îler ve hem de Sünnîler için, idarecilerinin yaptıkları hata ve zulümleri tamim etmek çok yanlıştır[1].

Yavuz Sultan Selim ve Siyasî Müceddidliği

Bilindiği gibi, Hz. Peygamber, “Şüphesiz ki, Allah, her yüz yılın başında kendi dinini tecdid edecek birisini gönderir” buyurmaktadır. İslâm âlimleri, İslâma hizmet edecek olan bu müceddidlerin maneviyât alanında ve ilim sahasında olduğu kadar, siyâset alanında da olabileceğini ifade etmektedirler. Âsafnâme müellifi ve Kanuni’nin sadrazamı olan Lütfi Paşa’nın naklettiğine göre, İslâm âlimleri siyâset alanındaki müceddidleri şöyle sıralamaktadırlar:

Hicrî tarih esas alınmak üzere, II. Yüzyılın başında Ömer bin Abdülaziz; III. Yüzyılın başında Abbasî Halifesi Mu’tasım; IV. Yüzyılın başında Abbasî Halifesi Kâdir billah Ahmed bin Emir İshak; V. yüzyılın başında Selçuklu Sultânı Sultân Muhammed bin Melikşah; VI. Yüzyılın başında İlhanlı Sultânı Gazan Hân; VII. Yüzyılın başında Osmanlı Devleti’ni kuran Osman Gâzi; VIII. Yüzyılın başında Çelebi Mehmed ve IX. Yüzyılın başındaki müceddid ise Yavuz Sultân Selim’dir.

Osmanlı tarihçileri, Osmanlı padişahlarından iki kişinin mü’eyyed min indillah yani Allah katından teyid edilmiş Padişahlar olduklarını ifade etmektedirler. Bunlardan birincisi, İstanbul’u fethederek Hz. Peygamber’in övgüsüne mazhar olan Fâtih’tir. İkincisi ise, Yavuz Sultân Selim’dir. Bazı mana adamları, Yavuz’un Hz. Ali tarafından müjdelendiğini dahi ifade etmektedirler. Hz. Ali’ye ait bir kasidede “Mutlaka Âl-i Osman’dan Selim isimli birisi, Rum, Acem ve Arab memleketlerine hâkim olacaktır” ifadesinin geçtiği nakl olunmaktadır. Hatta İbn-i Kemal dahi, Mısır’ın Yavuz tarafından fethedileceğini, bazı âyetlere dayanarak çıkarmıştır ve bu konuda hususi bir Risâlesi vardır.

Yavuz’a müceddidlik vasfını kazandıran, onun müslümanlara yaptığı iki hizmettir: Birincisi, babaları Bâyezid-i Veli’nin yaratılışındaki tevazudan yararlanarak Anadolu’yu hâkimiyeti altına almak isteyen Şah İsmail liderliğindeki Şi’a seline karşı, ciddi bir ehl-i sünnet bendini teşkil etmesidir. Çaldıran zaferi bu fitneyi önlemiştir. İkincisi, Şah İsmail’in hem mürşidlik ve hem de Şahlık ünvanları ile tahrik ettiği Anadolu’daki isyanları bastırarak Anadolu birliğini ve Memlüklüleri ortadan kaldırarak İslâm birliğini temin etmesidir. Memlüklüler üzerine giderken de, Şah İsmail üzerine giderken de, İbn-i Kemal ve Zenbilli Ali Efendi gibi büyük İslâm hukukçularından fetvâ alarak hareket etmiştir.

“İhtilâf u tefrika endişesi,

Kûşe-i kabrimde dahi bî-karar eyler beni;

İttihâdken savlet-i a’dâyı def’a çaremiz,

İttihâd etmezse millet, dağıdâr eyler beni…”

şuuruyla hareket eden Yavuz, İslâm tarihinde ittihâd-ı İslâma önem veren nadir devlet adamlarından biridir. Tarihçi Âli ve Lütfü Paşa, Yavuz’un müceddid olduğunu yaptığı hizmetleri ve ilgili hadisi zikrederek kaydetmektedir[2].

 Prof. Dr. Ahmet Akgündüz

Osmanlı Araştırmaları Vakfı Başkanı


[1] Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, nr. 6522, 6636, 5321, 5035, 3062, 5812; Solakzâde, 359 vd; Âli, Künh’ül-Ahbâr, Es’ad Efendi, nr. 2162, vrk. 233/a vd.; Hoca Sa’deddin Efendi, Tâc’üt-Tevârîh, c. II, sh. 245 vd.; Koca Müverrih, Bedâyi‘, c. II, vrk. 452/a-b; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, c. II, sh. 225-231, 253-270.

[2] Lütfi Paşa, Tevârîh-i Âl-i Osman, sh. 7-16; Âli, Künh’ül-Ahbâr, Süleymaniye kütp. Es’ad Efendi, nr. 2162, vrk. 232/b-233/a; 234/a (Müceddidlik meselesi burada işlenmektedir), 259/a-260/a; 263/a-b; Matbu nüsha, c. V, sh. 25; Solakzâde, sh. 350-431; Akgündüz, Belgeler Gerçekleri Konuşuyor, c. II, sh. 40-53; Münâvî, Muhammed Abdürraûf, Feyz’ül-Kadîr Şarh’ul-Câmi’-is-Sağîr, Mısır 1938, c. II, sh. 281-282.

Dava Adamının İçine Giren Kurt

Takva-yı hakikî ise, gurur ve enaniyetle içtima edemiyor.

Mektubat ( 437 )

●Ey insan! Madem hakikat böyledir; gururu ve enaniyeti bırak. Uluhiyetin dergâhında acz u za’fını, istimdad lisanıyla; fakr u hacatını, tazarru’ ve dua lisanıyla ilân et ve abd olduğunu göster.

Sözler ( 328 )

●Hakikatların derkine de mani olan benlik, gurur, ucb ve enaniyet gibi kötü hasletler..

Sözler ( 751 )

●Belki bir gururu ve bir enaniyeti ihsas eder fikriyle, beyan etmek bana pek nâhoştur

Mektubat ( 66 )

●Eğer enaniyeti perde ardında hubb-u câha müteveccih ise; o zât enaniyete mağlub olup, şükrü bırakıp fahre girse, fahrden git gide gurura sukut eder.

Mektubat ( 447 )

●..enaniyeti okşar, gurura sevkeder

Lem’alar ( 134 )

●..gurur ve enaniyetin nefs-i emmareyi şişirmesiyle ve âhireti ve Hâlık’ı bir derece unutmak

Lem’alar ( 273 )

●..kusurlarımdan istiğfara sevketmiş. Hiçbir vakitte ve hiçbir dakika nefs-i emmareme medar-ı fahr u gurur olacak bir enaniyet ve benlik vermediğini,

Şualar ( 683 )

●..acib bir gurur ve garib bir firavunluk ve dehşetli bir enaniyet onlara verip nefislerini öyle şımartmış

Şualar ( 724 )

●..Nefsindeki enaniyet ve gurur putunu kırmak..

Tarihçe-i Hayat ( 24 )

●.. kibr ü azametleri, enaniyetleri ve göklere kadar çıkan gururları iktizasınca..

İşarat-ül İ’caz ( 122 )

●..Beşeri Gurura, Enaniyete, Firavunluğa Sevkeden İktidarı Da Tabiat ..

Emirdağ Lahikası-2 ( 154 )

●Evet ene ve enaniyetin eşkâl-i habisesi olan hodgâmlık, hodbinlik, hodendişlik, gurur ve inad, o meyle inzimam etse, öyle ekber-ül kebairi icad eder ki, daha beşer ona isim bulmamış. Cehennem’in lüzumuna delil olduğu gibi, cezası da yalnız Cehennem olabilir.

Sünuhat-Tuluat-İşarat ( 27 )

●Sırf o meş’um sözünü doğru göstermek, gururiyetini, enaniyetini tatmin etmek için, İslâmın perişaniyetini, (el’iyazü billah) uhuvvet-i İslâmiyenin boğulmasını arzu eder.

Sünuhat-Tuluat-İşarat ( 28 )

●..enaniyet, gurur hükmü ile milletine karşı şer’an, aklen, hikmeten mükellef olduğu hiss-i şefkat yerine hiss-i tahkir, meyl-i incizab yerine meyl-i nefret, meyelan-ı muhabbet yerine irade-i istihfaf, temayül-ü ihtiram yerine meyelan-ı techil, arzu-yu merhamet yerine arzu-yu taazzum, seciye-i fedakârî yerine temayül-i infiradî ikame edip; hamiyetsizliğini, asılsızlığını gösterdiğinden nazar-ı hakikatta öyle bir câni ve menfur olur ki, meselâ birisi Paris’te sefahet âleminde bir âlüfte madamın kametinde istihsan ettiği bir libası, câmide muhterem bir hocaya giydirmeye çalışmak gibi bir hareket-i ahmakane ve câniyanede bulunur.

Sünuhat-Tuluat-İşarat ( 69 )

●..ya şarab-ı siyaset veya hırs-ı şöhret veya rikkat-i cinsiye veya zındıka-i felsefe veya sefahet-i medeniyet veya gurur ve enaniyet veya derd-i maişet gibi müskirat-ı maneviye ile zarar ve nef’ini farketmeyecek derecede sarhoş..

Nur’un İlk Kapısı ( 31 )

İşte bütün bu mehazlar bir dava adamının içine giren kurttur. Yani bir ehl-i dünyanın içine bu kurt girdiğinde eli uzattığı şeyin fani ve hiçliğini gördüğünde yüzünü bakiye çevirtmesine vesile olacağı için ehl-i dünya için bu cihetiyle hayırlı olabiliyor; ama ehl-i ahret ved dava olan birisine bu

–          Enaniyet

–          Gurur

–          Kibir

–          Ucb

–          Riya

–          Bilinmek hissi

–          Hubb-u cah

–          Şan ü şeref..   girerse o dava adamının içine kurt girmiştir. Kurt nasıl çınar ağacına girse içten içe o çınarı yer işte dava adamının yüzünü de ahiretten dünyaya çevirir. Ehl-i dünyanın tam aksine bir kaziye olur. Bu ise dava adamı için bir helaket bir felakettir. Bu sebeble üstadımız bize bunlara dikkat etmemiz gerektiğini defaatle sözylemiştir. Bunların farkında olmak için lahikaları okumak özümsemek tarz-ı hizmette rehber etmek elzemdir. Yoksa sadece imani bahisleri okuyan birisinde bu su-i hasletlere sebeb olabilir ama imani esasları lahikalarla beslersek hasıl oluşabilecek su-i hasletin önünü kesebiliriz. Binaenaleyh lahika tefekkürü, özümsemesi, mütealasına azami ehemmiyet göstermek elzemdir.

Selam ve dua ile

Muhammed Numan

www.NurNet.Org