Kategori arşivi: Yazılar

Ahirzaman Fitnelerine Karşı Bediüzzaman’dan Gençlere Tavsiyeler

ahirzaman-fitnelerine-karsi-bediuzzamandan-genclere-tavsiyelerGençler, toplumun gelişmesindeki, ilerlemesindeki en önemli unsurlardan biridir. Dolayısıyla gençliğe yatırım yapan, gelişimini önemseyen, yeterli donanımlara sahip olmaları noktasında özellikle dini ve ahlaki konularda onları eğiten toplumlar, daha duyarlı, daha medeni toplumlar haline gelmiştir.

Gençliği müsbet alanlara yönlendirip; onların, hem kendileri, hem ülkeleri, hem dünya, hem de insanlık adına yararlı olmalarını beklemek gerekirken, tam tersi olarak özellikle gençleri kışkırtıp kendi kötü emellerine alet etmeye çalışan karanlık güçler de var. Bu noktada televizyonun ve internetin etkisi çok büyük olmakla birlikte, bu mecraların müsbet manada kullanılmasına teşvik de gayet önemli. Özellikle bu gibi durumlarda sesimizin daha gür çıkması ve tabiri caizse hakikatleri haykırmamız büyük önem arzetmekte.

İşte Bediüzzaman Said Nursi, gençliğin sahip olduğu enerjiyle çok yararlı işlere vesile olabileceği gibi, zararlı işlere de vesile olabileceğini görüp, gençlerin dikkat etmeleri gereken önemli hususları yıllar öncesinden haber veriyor.

GENÇLİK ATEŞİYLE HARCANAN HAYATLAR

Bediüzzaman, gençlik ateşine kapılıp, gayrı meşru yollarla israf edilen gençliğin sonunda elem dolu bir hayat olduğunu vurgular: “Gençlik gidecek. Sefahette gitmişse, hem dünyada, hem ahirette binler bela ve elemler netice verdiğini ve öyle gençler ekseriyetle suiistimal ile, israfat ile gelen evhamlı hastalıkla hastahanelere ve taşkınlıklarıyla hapishanelere veya sefalethanelere ve manevi elemlerden gelen sıkıntılarla meyhanelere düşeceklerini anlamak isterseniz, hastahanelerden ve hapishanelerden ve kabristanlardan sorunuz.

Elbette hastahanelerin ekseriyetle lisan-ı halinden, gençlik saikasıyla israfat ve suiistimalden gelen hastalıktan eninler, eyvahlar işittiğiniz gibi, hapishanelerden dahi, ekseriyetle gençliğin taşkınlık saikasıyla gayr-ı meşru dairedeki harekatın tokatlarını yiyen bedbaht gençlerin teessüflerini işiteceksiniz. Ve kabristanda ve mütemadiyen oraya girenler için kapıları açılıp kapanan o alem-i berzahta, ehl-i keşfü’l-kuburun müşahedatıyla ve bütün ehl-i hakikatin tasdikiyle ve şehadetiyle, ekser azaplar, gençlik suiistimalatının neticesi olduğunu bileceksiniz.”

ZARARA RIZASIYLA GİDENE MERHAMET EDİLMEZ

Bediüzzaman, beş on senelik gençlik hayatının gayrı meşru zevkleri için ebedi hayatımızı tehlikeye atmanın akıl karı olmadığı gibi, dünyada da bu tarz bir hayatın ağır bedelleri olduğunu herkesin anlayacağı şekilde anlatır: “Hem nev-i insanın ekseriyetini teşkil eden ihtiyarlardan ve hastalardan sorunuz. Elbette, ekseriyet-i mutlaka ile esefler, hasretlerle “Eyvah, gençliğimizi bad-ı hava, belki zararlı zayi ettik. Sakın bizim gibi yapmayınız” diyecekler. Çünkü beş on senelik gençliğin gayr-ı meşru zevki için, dünyada çok seneler gam ve keder ve berzahta azap ve zarar ve ahirette Cehennem ve sakar belasını çeken adam, en acınacak bir halde olduğu halde, اَلرَّاضِى بِالضَّرَرِ لاَ يُنْظَرُ لَهُ sırrıyla, hiç acınmaya müstehak olamaz. Çünkü zarara rızasıyla girene merhamet edilmez ve layık değildir.

Cenab-ı Hak bizi ve sizi bu zamanın cazibedar fitnesinden kurtarsın ve muhafaza eylesin. Amin.”

HİS VE HEVESAT KÖRDÜR

“Evet, gençlik damarı akıldan ziyade hissiyatı dinler. His ve heves ise kördür, akıbeti görmez; bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzete tercih eder; bir dakika intikam lezzeti ile katleder, seksen bin saat hapis elemlerini çeker; ve bir saat sefahet keyfiyle, bir namus meselesinde, binler gün hem hapsin, hem düşmanın endişesinden sıkıntılarla ömrünün saadeti mahvolur.”

Risale Ajans

Kahramanlar niçin yok edilmeye çalışılıyor?

Tarihimizde efsaneyle dönüşmüş ne kadar sembol isim ve olay varsa, adım adım nisyana (unutulmaya) fırlatıyorlar. Maksat, gençliği örneksiz ve kahramansız bırakıp hem gurur kaynaklarını, hem de ilham kaynaklarını yok etmek… Çünkü hiçbir millet kahramansız yaşayamaz.

“Fetih ekseni” birbirini tamamlayan üç “sembol insan”dan oluşuyor…

Bunlardan biri Fatih Sultan Mehmed, biri Akşemseddin, üçüncüsü Ulubatlı Hasan’dır.

Bu terkipte Fatih adaleti, asaleti, liyakati ve devleti; Akşemseddin (diğer hocalarla birlikte) ilmi, hikmeti, marifeti, himmeti; Ulubatlı Hasan ise izzeti, cesareti, gayreti, fedakârlığı temsil ediyorlar.

Millet bu terkibi yeniden bir araya getirebilirse, başka biçimde fetih yolları önünde tekrar açılacaktır.

Sanırım “Ulubatlı Hasan diye biri yok” diyenler, onu tarihten silmeye çalışanlar tarihsel bir gerçeği yakalama peşinde değil, nesilleri ondan mahrum bırakmak suretiyle o muhteşem terkibin dirilişini engelleme derdindedirler.

Sadece onu değil, efsaneyle dönüşmüş ne kadar sembol isim ve olay varsa, adım adım nisyana (unutulmaya) fırlatıyorlar.

Maksat, gençliği örneksiz ve kahramansız bırakıp hem gurur kaynaklarını, hem de ilham kaynaklarını yok etmek…

Çünkü hiçbir millet kahramansız yaşayamaz.

Amerika bile onca teknolojik ve ekonomik gelişmesine rağmen, kahramansız yapamamış, sığır çobanlarını (kovboyları) kahramanlaştırıp çocuklarına “örnek” göstermiştir.

Ulubatlı kimdir?

Bir taraftan, “Ulubatlı Hasan yok” diyorlar…

Bir taraftan, fetih esnasında gemilerin karadan yürütülmediğini, havan topunun savaş meydanında Fatih tarafından icat edilmediğini savunuyorlar…

“Ulubatlı Hasan diye biri yok” diyenlere küçük bir hatırlatma yapayım…

Kemalpaşazâde’nin “Tarih-i Feth-i Kostantınıyye”sinde (Süleymaniye Kütüphanesi, Şehit Ali Paşa, nr. 2720/14, vrk. 217/a; Clot, Fâtih, 63-65); Aksun’un “Osmanlı Tarihi”nde (c. I, sh. 141-142); Uzunçarşılı’nın “Osmanlı Tarihi”nde, (c. I, sh. 487-488, II, 9-11); Bizans tarihçisi meşhur Ducas’ın “Bucarest”inde ve daha pek çok yerli yabancı tarihçilerin tarihlerinde Ulubatlı Hasan var.

Anlatıldığı kadarıyla hayat hikâyesi, gerçekten de “hikâye tadında”dır…

Kitaplarda dağınık şekilde anlatılanları birleştirdiğimizde, ortaya çıkan o ki, Hasan, zaman zaman haber alma servisinde çalışan genç, güvenilir bir yeniçeri subayıdır…

Fetih sırasında, kumanda ettiği birlikle en ön safta yer almak için çırpınmış, sonunda emeline nail olup bayrağı burca ilk dikme şerefine eriştikten sonra rütbelerin en büyüğüne ulaşmıştır: Şehitlik…

İstanbul’un fethi, Ulubatlı Hasan’sız eksik kalır. Maksat zaten budur: Feth-i Mübin’in eksik kalması…

Önce Urban Usta’yı icat ettiler: “Bizans surlarını tarumar eden büyük topları Urban Usta döktü” dediler…

Yani “Avrupalılardan biri işin içinde olmasaydı, Osmanlılar Bizans’ı fethedemezdi” demeye getirdiler…

“Bizans’ın fethini bile Avrupalı beynine borçluyuz” mesajı verdiler.

Ardından Fatih gibi bir Peygamber müjdesine içki içirdiler. Yetmedi, bir de “cinsî sapık” ilan ettiler…

Arkası geldi: “Gemiler karadan yürütülmedi, havan topu savaş meydanında Fatih tarafından icat edilmedi…”

Derken, sıra Kanuni’ye geldi: “Muhteşem Yüzyıl” denen öyle bir diziyi piyasaya (ekrana) sürdüler ki, sonunda Başbakan bile isyan etmek zorunda kaldı.

Hürrem Sultan başta olmak üzere, tüm devir ve hanedan karalandı…

Kanuni, ömrünü Harem’de geçirmiş umursamaz bir padişah olarak takdim edildi…

Osmanlı Sarayı, Roma Sarayı’ndan beter entrikaların döndüğü bir “entrika merkezi”ne dönüştürüldü…

On iki yaşında Osmanlı şehzadelerine, bugün “sanat çevreleri” denen çevrenin yaşadığı “sapma”ların envai çeşidi yaşatıldı…

Hanedan, “Çıkarından ve zevk u sefasından başka bir şey düşünmeyen” insanlar olarak tanıtıldı…

Kısacası, Cumhuriyet’in ilk yıllarında başlatılan “geçmişi karalama kampanyası”, tüm iletişim kanalları kullanılarak daha etkili şekilde gündeme getirildi…

Sırada Seyit Onbaşı var

Yani “yok etme kampanyası”ndan sadece Ulubatlı Hasan değil, tüm kahramanlar nasibini aldı. Nihayet sıra Çanakkale kahramanı Seyit Onbaşı’ya da geldi.

Önce Zaman Gazetesi’nde yer almış olan bir haberi özetleyelim…

“Emekli Deniz Albay (…), Seyit Onbaşı’nın sırtladığı 276 kiloluk mermiyle Fransız zırhlısı Ocean’ı batırmasının gerçek olmadığını iddia etti. Gelibolu Tarihî Millî Parkı Müdürlüğü’nün alan kılavuzları için düzenlediği seminerde konuşan Çağlar, Ocean’ın nereden geldiği belirsiz bir mermiyle battığını öne sürdü.”

Fark etmişsinizdir: Olay çok yakın bir tarihte cereyan ettiği için, toptan yok edemedikleri Seyit Onbaşı’nin işlevini yok etmeye çalışıyorlar…

Emekli Deniz Albay (bilmem kim), baklayı ağzından çıkarıyor ve Seyit Onbaşı’nın sırtladığı 276 kiloluk mermiyle Fransız zırhlısı Ocean’ı batırmasının gerçek olmadığını iddia ediyor.

Peki, 18 Mart Deniz Savaşı sırasında Ocean battı mı?

Neredeyse, “Batmadı, Seyit Onbaşı o top mermisini kaldırmadı” diyecekler, ancak ortada fotoğraflar var. Bu yüzden o kadarına artık dilleri varmıyor…

Yani Ocean Zırhlısı battı…

Kim batırdı, o zaman?

Seyid’i aradan çıkardıkları için, tabiatıyla, “şu” diyemiyorlar…

“Belirsiz bir top mermisi batırdı” diye geveleyip topu taca atıyorlar:

Topun nereden geldiği “belirsiz”miş! Bu kadar yakın bir tarihte “belirsizlik” olur mu?

Oluyor…

İşin daha da facia tarafı, ilgililer bu “belirsiz”liğe dayanarak, Seyit Onbaşı’yı, Gelibolu Tarihî Millî Parkı Müdürlüğü’nün alan kılavuzları için düzenlediği kitaptan çıkarıyorlar.

Bize de kala kala, kitaplardan Seyid Onbaşı’yı çıkaranların, Çanakkale’den çıkarılmasını beklemek kalıyor.

Çünkü Emekli Deniz Albayın, “Nereden geldiği belirsiz” dediği o mermi, Seyid’in ateşlediği topun namlusundan gelen mermidir!

Yavuz Bahadıroğlu / moraldunyasi.com

Hacı Bektaş-ı Veli Kimdir ve Bektaşilik Nedir?

Bu konu Osmanlı tarihinde ve İslâm düşünce tarihinde hâlâ tartışılan ve ideolojik sebeplerle istismar edilen bir konudur. Osmanlı tarihini ve bazı müesseseleri de yakından ilgilendirdiği için, kısaca mevcut görüşleri özetlemekte yarar vardır.

Evvela; Hacı Bektaş-ı Veli ile ilgili, şahsiyetine ve şöhretine uygun sağlam kaynaklara sahip değiliz. Elimizde kendisine ait olduğu söylenen ve ancak kendi döneminde yazılı nüshaları bulunmayan Makamât, Nasâyih ve Fatiha Tefsiri gibi eserleri bulunmaktadır (Bu eserlerin Hacı Bektaş’tan 200 yıl sonra yazılmış nüshaları vardır).

Ayrıca Hacı Bektaş-ı Veli’ye ait menkıbeleri anlatan Hacı Bektaş Vilâyetnâmesinin mensur, manzum ve karışık nüshaları elimizde mevcuttur. Bu arada Âşıkpaşa-zâde’nin Tevârih-i Âl-i Osman’ında ve daha sonraki kaynaklardan ise, Âli’nin Künh’ül-Ahbâr’ında, Sicill-i Osmânî’de ve de Osmanlı’nın son zamanlarında Bektaşi Babalarından biri tarafından kaleme alınan Bektaşilik ve Bektaşiler adlı eserde ve benzeri kaynaklarda bazı ipuçları bulmak mümkündür.

İkinci olarak, Hacı Bektaş isimli zat, Osmanlı kaynaklarının kabul ve naklettiklerine göre, Hacı Bektaş-ı Veli diye meşhur olan büyük velilerden biridir. Aslen Şi’îlerin 12 İmam kabul ettikleri şahsiyetlerden bulunan İmam Musa Kâzım yoluyla Peygamber’in nesline dayanmaktadır. Horasan’daki Nisabur şehrinde dünyaya gelmiştir. Babasının adı Seyyid Muhammed bin Seyyid İbrahim es-Sânî veya Seyyid Musa olarak geçmektedir. Annesi de Nisabur âlimlerinden Şeyh Ahmed’in kızı Hâtem veya Hatme Hâtun’dur. Bu bilgiler kesin değildir. Çoğu kaynaklar doğum tarihini zikretmez iken, Bektaşi Babalarından Şeyh Baba M. Süreyya, 645/1247 tarihini zikretmektedir.

Horasan’da Hoca Ahmed Yesevî’nin halifesi olduğu söylenen Şeyh Lokman’dan zahirî ve batınî ilimleri tahsil eden ve halifelik makamına kadar gelen Hacı Bektaş-ı Veli, hicrî VIII. Asrın başlarında (veya bir kayda göre 680/1281’de yani Osmanlı Devleti’nin ilk nüvelerinin atıldığı günlerde) Anadolu’ya gelmiş ve Kayseri’ye yerleşmiştir. Rum erenlerinin namdan olan ve Sivrihisar’da oturan Karaca Ahmed Sultân ile karşılaşmış ve onun iltifatına mazhar olmuştur. Anadolu’ya gelmeden hacca gittiği ve hacı unvanını aldığı söylenmektedir. Daha sonra Kırşehri Kazasının Hacım veya Suluca Karahöyük (Hacıbektaş) yöresine gelerek kendi adına bir dergah bina etmiş ve müridlerini irşada başlamıştır.

Buradaki irşad faaliyetlerine devam eden Hacı Bektaş-ı Veli, Sicill-i Osmânî’nin de katıldığı bir görüşe göre, 738/1337 tarihinde ve bazı araştırmacıların tesbitine göre ise 669/1271 tarihinde vefat eylemiştir. Hacı Bektaş-ı Veli’nin evlenip evlenmediği de tartışmalıdır. Ancak bazı kaynaklar, Kutlu Ana ve Kadıncık Ana diye meşhur olan Fatma Nuriye Hanımla evlendiğini ve çocuklarının dahi olduğunu kaydetmektedirler.

Bu bilgilerden anlaşılmaktadır ki, Hacı Bektaş-ı Veli Hazretlerinin Ahmed Yesevî ile buluştuğu ve hatta Sultân Murâd ile yeniçeri meşvereti için bir araya geldiği şeklindeki rivayetler tamamen yanlıştır ve asılsız iddialardır. Hatta Âşıkpaşa-zâde, konuyu daha farklı bir şekilde anlatmakta ve Hacı Bektaş Veli ile Osmanlı Devleti arasında bağ kurmanın yanlışlığını vurgulamaktadır. Osmanlı Devleti’nin ilk dönem olaylarını bizzat yaşayan ve en önemlisi de Ebül-Vefâ’nın Halifesi Baba İlyas’ın torunu olan Âşıkpaşa- zâde’nin söyledikleri, şüphesiz Bektaşi Menkıbelerinden daha doğrudur.

Üçüncü  olarak,  kısaca  doğruya  en  yakın  bilgileri  vermeye  çalıştığımız  Hacı Bektaş-ı Veli’nin meslek ve meşrebi hakkındaki farklı görüşleri de aktaralım. Şöyle ki:

1) Özellikle Alevî ve Şi’î gruplar, Hacı Bektaş-ı Veli’nin tamamen Bektaşilik adı verilen bir inanç ekolünün kurucusu olduğunu ifade etmektedirler. Şu anda Hacıbektaş’ta her sene kutlandığı ve maalesef amelsiz bir İslâmiyet anlayışını yansıtan şekliyle Hacı Bektaş, Bektaşilik adlı bir tarikatın piri kabul edilmekte ve bu anlayış XIV. Yüzyılın ilk çeyreğinden sonra Hacı Bektaş-ı Veli Tekkesinin şeyhi olan Abdal Musa’nın yorumuyla meşhur olmaya başlamış bulunmaktadır. Önemle ifade edelim ki, Hacı Bektaş Veli’yi gerçek manada tanıyan Bektaşilerin namaz ve oruç gibi dinin emirlerini reddet-meyenleri de vardır.

2)  Bir grup araştırmacıya göre (Ahmed Yaşar Ocak gibi), Hacı Bektaş, herhangi bir tarikatın  piri  ve  kurucusu  değildir.   Bektaşilik diye  bir tarikat  kurmamıştır.   Sadece Yesevilik ile Kalenderiliğin karışımından oluşan Haydarîlik tarikatının bir mensubudur; sonradan Baba İlyas-ı Horasan? çevresine girerek Vefâilik tarikatına intisap etmiştir. Baba’î isyanını benimsememiş ve onun ölümünden sonra da yerine geçmiştir. Ancak Anadolu’da Suluca Karahöyük merkezli mitolojik bir Hacı Bektaş-ı Veli kültü oluşmuştur. XVI. Yüzyılın başına (907/1501) gelindiğinde, Balım Sultân II. Bâyezid’in de desteğiyle Hacıbektaş’taki meşihat postuna oturmuş ve II. Mahmûd tarafından 1826 yılında Bektaşi Dergahları lağvedilinceye kadar bu anane devam ettirilmiştir. Balım Sultân’ın teşkilâtlandırdığı Bektaşilik anlayışına aykırı ve tamamen amelden uzak bir anlayışın da zamanla var olduğunu burada belirtmemiz gerekmektedir.

3)  Özetle, bu tarihî zat, Hacı Bektaş-ı Veli’nin kısa hayat hikayesinde anlattığımız şekliyle büyük bir velidir. Anlatılan çoğu menkıbeler, sağlam kaynaklara dayanmamaktadır. Eserleri, onun ehl-i sünnete aykırı olmadığını göstermektedir. Bu yönüyle yeniçeri teşkilâtının  manevi  ilham  kaynağı  olmuş olabilir.  Ancak  müntesipleri  zamanla,  onu Kur’ân ve Sünnetten uzak ve tamamen amelden mahrum bir tarikat şeyhi haline getirmişlerdir. Onun için de bu müridlerini nazara alan halk, Bektaşi ismine akla ve hayale gelmeyecek manaları yüklemeye başlamıştır.

Bu konuda son sözü tarihçi Âli’ye söyletmek en iyisidir:

“Zamanımızda Bektaşi dervişleri, baştan başa namazdan ve oruçdan uzak, mezhepleri ne olduğu belli olmayan bir bölük ortada gezenlerdir. Hacı Bektaş-ı Veli’ye intisapları sadece sözleriyledir; fiil, amel ve inanç itibariyle onunla alakaları yoktur. O velinin evladı denilen azizler de onun gibi olamamışlardır””.

Prof . Ahmet AKGÜNDÜZ

Refik-i Âla’ya Yükselen Aziz Bir Ruh!

Efendimiz (asm) hastalığının en şiddetli olduğu bir günde ashabıyla helâlleşmeyi arzu eder, ashabına hayır temennilerde ve son tavsiyelerde bulunmak ister.

Hz. Bilal’e şu emri verir:

“Halka ilân et. Mescit’te toplansınlar. Onlara son vasiyetim olacaktır.”

Hz. Bilâl, emri yerine getirir. Efendimiz, (asm) Allah’a hamd ve senadan sonra Ashabı Kirâma şöyle hitap eder:

“Ey insanlar! Sizden ayrılma vaktim oldukça yaklaşmıştır. Sizden birine vurmuşsam, işte sırtım gelsin vursun. Birinizin malını almışsam, gelsin hakkını alsın. “Sakın hak sahibi, ‘Şayet kısas talebinde bulunursam, Resûlullah bana darılır.’ diye düşünmesin!

Bilmelisiniz ki, benden hakkını isteyene darılmak benim fıtratımda yoktur. Benim yanımda en sevimliniz, hakkı varsa, gelip benden onu isteyen kimsedir. Yahut helâl edendir. Ben Rabbimin huzuruna üzerinde kul hakkı olmadan varmak istiyorum.”1

“Ey insanlar! Karanlık gece kıtaları gibi fitneler geliyor!

Ey insanlar! Siz bana karşı hiç bir şeyle delil bulamazsınız!

Zira ben, ancak Allah’ın Kitabı Kur’an’ın helâl kıldığını helâl, haram kıldığını da haram kıldım.

Ey kızım Fâtıma! Ey halam Safiyye! Allah katında makbul olacak ameller işleyiniz. Bana güvenmeyiniz. Çünkü ben, sizi Allah’ın gazabından kurtaramam!” 2

“Ellerinizdeki kölelerinize iyi davranınız! Namaza dikkat ve devam ediniz!” buyurmuş, 3

‘Mahbub-u kulüp, muallim-i ukül, mürebbi-i nüfüs, sultan-ı ervah’ olan Peygamberimiz hicretin on birinci senesi, Rabi’ül’evvel ayının on ikisi, pazartesi günü miladi 8 Haziran 632. yılında fazilet dolu nurlu ruhu, bu fani âlemden ebedi âleme yani Refik-i â’la’ya yükselmiştir. Peygamber-i Zişan manen hay ve mutassaruftur.

Hz. Ömer:

“Kim Peygamber öldü derse, onu öldürürüm” diyordu. Hz. Ebu Bekir, derin acılar içinde olduğu halde, büyük bir sorumluluk örneği göstererek Müslümanlara şu konuşmayı yapar:

“Ey Müslümanlar! Sizden kim Muhammed’e tapıyorsa bilsin ki o ölmüştür. Ama kim Allah’a kulluk ediyorsa bilsin ki Allah ebedidir.”

Sonra Kur’an’ın şu ayetini okuyor:

“Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler geçmiştir. Şimdi o ölür ya da öldürülürse siz geri mi döneceksiniz. Kim sözünden geri dönerse Allah’a hiçbir zarar veremez. Allah şükredenleri ödüllendirir.” 4

Bu konuşmadan sonra Müslümanlar sakinleşir. Devlet başsız kalmaması için, aynı gün Hz. Ebu Bekir halife seçilir,

Peygamberimiz  sağlığında Hz.Ali’ye “ vefat ettiğim zaman beni, sen yıka.”5 buyurmuş,

Hücre-i saadetlerinde yıkama işiyle meşgul olan Hz.Ali, Rabi’ül’evvel ayının on üçü, Salı günü öğleye doğru Resul-i Kibriya’nın yıkanma ve kefen işi tamamlanır,

Hz. Ali  o’ zat-ı pakı yıkarken “Anam babam sana feda olsun! Hayatında da, vefatında da temizsin, güzelsin ya Resulullah!” demiş, hane-i saadetinde önce erkekler, sonra kadınlar cenaze namazını imamsız tek tek kılmışlar. 6

Bediüzzaman, Amma ömr-ü saadetinin altmış üç olması ise, çok hikmetlerinden birisi şudur ki:

‘Şer’an ehl-i iman, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı gayet derecede sevmek ve hürmet etmek ve hiçbir şeyinden nefret etmemek ve her halini güzel görmekle mükellef olduğundan, altmıştan sonraki meşakkatli ve musibetli olan ihtiyarlık zamanında, Habib-i Ekremini bırakmıyor; belki imam olduğu ümmetin ömr-ü galibi olan altmış üçte Mele-i Âlâya gönderiyor, yanına alıyor, her cihette imam olduğunu gösteriyor.’ 7

Ümmetinin Salât ve selamı sana Ya Resulallah!..

6.6.2013

Rüstem Garzanlı/ Diyarbakır

Kamu Yöneticisi

www.NurNet.org

KAYNAKLAR

1-Taberî, 3.191

2-Taberî, 3.196

3-Müsned,1.78

4-Âl-i İmran 144

5- İbni Sa’d,

6- İbni Sa’d,

7- Mektubat, Yirmi Üçüncü Mektup,

Özenti

Fakir bir adam, her gün televizyonlarda boy gösteren ve ”ülkenin sayılı zenginlerinden biri” şeklinde tanıtılan sanayiciye özenip, onun gibi olmaya karar vermiş. Sık sık Allah’a yalvarıp:

— Ver Yarabbi!. diyormuş. Fakirlikten bezdim usandım artık!.

Adam, bu işi aklına koyunca, cebinde kalan son kuruşlarını, yine zenginlerin yazdığı ”Nasıl Zengin Olunur?” ya da ”Zenginliğin Sırları” gibi kitaplara yatırıp, her birini dikkatlice okumuş. Okumuş ama, açıkçası pek bir şey anlamamış. Her halde en iyi yol, dedesinden duyduğu şeyleri yapmakmış.

— Allah bütün duaları işitir!. dermiş, nur yüzlü dedeciği. Ne istersen O’ndan istemelisin. Torunu, mecbur kalınca bu yolu seçmiş. Üstelik de dua için para gerekmiyormuş.

Bir cuma namazında, sabaha karşı kılınan teheccüd namazının ve hemen arkasından yapılan duaların kıymetini öğrenince, geceleri yatmamaya başlamış. Saatlerce namaz kılıp, göz yaşları içinde dua etmiş. Bu arada kurbanlar da adamış tabi. Fakirlikten kurtulursa bir koyun, zengin sayılınca iri bir dana, köşeyi döndüğünde de bir deve kesecekmiş. Gelen miktara göre, bu sayı daha da artabilirmiş. Paranın gelmesi geciktiğinde, bu sefer de oruca niyetlenmiş. Her ayın on beş günü, hiç aksatmadan oruç tutuyormuş, üstelik de fazla bir şey yemeden. Sonunda bir deri bir kemik kalmış ama, kendisine bir haller olmaya başlamış. Yakınlarına, gâipten tuhaf sesler duyduğunu, hatta bazen birileriyle konuştuğunu söyleyip duruyormuş. Duyduğu ses her neyse, bir gün ona seslenip:

— Ey garip adam!. demiş. Özendiğin o kişiyi tanıyor musun?

Adam biraz düşünmüş. Bahsedilen kişiyi, sadece ekranlarda gördüğünden, nasıl yaşadığını, neler yiyip içtiğini, nerelerde gezdiğini pek bilmiyormuş.

— İstersen daha yakından tanı!. demiş ses. Hem önceki hayatını, hem sonrasını. Ve mânevî bir sinemayla, hayranlık duyduğu kişi gösterilmiş adama. Perdeye ilk yansıyan, o zenginin önündeki bir insan seli imiş. Adam, hemen sormuş:

—“Bu kuyruk nedir?” diye.

— Zengin adam, işçilere aylık veriyor!. denmiş. Bir çok fabrikasında, karınca sürüsü gibi işçi çalışır. Maaşları kendisi vermekten hoşlanır. Fakirin hayranlığı, iyice artmış. Böylesine alçak gönüllü bir kişiyi, ilk defa görüyormuş. Mânevî sinemada, manzaralar peş peşe sıralanmış. Biraz sonra farklı bir görüntü gelmiş perdeye. Zenginin elinde süslü bir bavul varmış, yanında da bir çok koruması elbette. Fakir olan, hayranlıkla ona bakarken, duyduğu ses bu sefer:

— Beğendiğin o kişi, güzel bir tatile çıkıyor!. demiş. Mevsim henüz kış ama, o sıcak bir ülkede dinlenecek. Tabi ki güneşte biraz bronzlaşacak!. Fakir adam, bir kez daha içini çekmiş. Çünkü o güne kadar, ırgat gibi çalışmaktan tatil yapmamış.

— Ver Allah’ım!. demiş, sessizce mırıldanıp. Ben de onun gibi keyif süreyim. Fakir adam daha sonra, o zenginin hayatından bir çok tablo seyretmiş. Boğazdaki muhteşem villasını, en son model üç beş tane arabasını, bankadaki hesaplarını falan. Fukaracık, hülyalara dalıp giderken, o ses tekrar çınlayıp:

— İstersen farklı bir film koyalım, demiş. Anlaşılan bu işten çok hoşlandın.

— Evet!. diye atılmış fakir adam. Hoşlanmamak mümkün mü? Görüntüler tekrar sıralanınca, adam bir yanlışlık var zannederek:

— Bu manzara yeni değil her halde!. demiş. Biraz önce aynısını görmüştük. Bir çok insan yine kuyruğa girmiş. İkinci görüntüde, bavulunu tekrar yanına almış. Her halde yine tatile gidiyor.

— Hayır!. demiş, kendisiyle konuşan. Kuyruktaki kişiler, ‘kul hakkı’ndan alacaklı olanlar. O zenginden hakkını istiyorlar. O bavula gelince: Adam uzun bir tatile çıkıyor. Fakat bu sefer, çok daha sıcak bir yerde bronzlaşacak. Gördüğün manzaralar, adamın öldükten sonraki halleridir.

Cüneyd Suavi / Zafer Dergisi