Kategori arşivi: Yazılar

İslâm’la İlk Tanışma – İşaretler (Barihudâ Tanrıkorur)

İslâm’la İlk Tanışma – İşaretler

O sıralarda yukarıdaki komşuma bir zât geldi: Pir Vilâyet Han… Pakistanlı. O zaman ben üniversitede hocalık yapıyordum. Komşum beni çağırdı:

“-Sizi biriyle tanıştıracağım!..” dedi.

Komşum bir sûfîydi. Bir anda kendimi zikir toplantısının ortasında buldum:

“Lâ ilâhe illallâh, Mûsâ Rasûlullâh”, “Lâ ilâhe illallâh, İsâ Rasûlullâh”,“Lâ ilâhe illallâh, Muhammed Rasûlullâh” diye zikir yapılıyordu.

Ben bir taraftan da ilâhî bir işâret bekliyordum. Derken bir işâret geldi: Pir Vilâyet Han, benim kaybolmuş yüzüğümü buldu. Şaşırdım. Bunun aradığım işâret olduğunu düşündüm. O topluluğun içine girdim.

Pir Vilâyet Han, İngilizce’yi çok iyi biliyordu. Peygamberlerin hayatını, Hazret-i Mevlânâ’nın, Bayezid-i Bistâmî’nin, İbnü’l-Arabî’nin hayatlarını ve «Esmâü’l-Hüsnâ»yı hep ondan öğrendim. Onlar Çistiyye tarikatından gelen bir kola mensuptular. Kendilerinde zikir var, ama abdest-namaz ve itikad yoktu. Onların bâtıl bir tasavvuf akımı olduğunu 3 yıl sonra anladım. İlk başladığım zamanlar bilmiyordum, tabiî…

Şimdi anladığım kadarıyla bunlar Halvetiyye’nin bir kolu idiler ve onların pîri Hindistan’da yatıyordu. Bunlarda her peygambere iman vardı, ama son peygamber olan Hazret-i Muhammed’in şeriatını uygulamıyorlardı. Onlarla üç sene süren birlikteliğim, hep imtihanlarla geçti. Kalbî hazırlık safhasındaydım sanki… Onlardan kalb temizliğini, zikri, istiğfârı öğrendim. Şâyet onlardan bu tasavvufî temrinleri öğrenmeseydim, belki İslâm’ın itikad ve amelini anlamayabilirdim. Allah, âdeta onların eliyle kalbimi temizleyip, İslâm’a hazırlamıştı beni…

Çok ilginçtir, Pir Vilâyet Han’la ilk tanıştığım gün, apartmandan aşağı indim. Durakta otobüs bekliyordum ve esmer tenli bir adam bana doğru yaklaştı. Bu adamı daha önce hiç görmemiştim. İyice yanıma kadar yaklaştı ve:

“-Sen ya Müslümansın, ya da Budistsin!..” dedi.

Ben çekindim. Hiç tanımadığım birisi, yabancı bir erkek, bana niye böyle diyor ki, diye düşündüm içimden…

Adam:

“-Sen, yoksa o yukarıdaki pis ve yanlış yolda olanların yanında mısın?” diye sordu. Sonra da:

“-Gel, seni bizim evimize götüreyim, seni hanımımla tanıştırayım da sana salâtı (namaz kılmayı) öğretsin!..” dedi.

Fakat ben iyice şaşırdım ve korktum. İlk otobüse bindim ve oradan ayrıldım.

Çok gariptir, bir sene sonra aynı adamı tekrar gördüm. Bir parkta otururken, bu adam da parkın bir kapısından girdi ve önümde namaz kılmaya başladı. Secdeye vardı. O adamın yaptığı hareketlerin namaz kılmak olduğunu, ancak müslüman olduktan sonra öğrendim. Sonra elini açtı ve benim duyacağım şekilde -belki de bana duyurmak için- yüksek sesle duâ etmeye başladı:

“-Allah’ım, bu kız çok temiz bir kız!.. Ne olur, doğru yola ulaştır!.. Bu insanlardan onu kurtar!.. Doğru yolu bulsun!..” dedi.

Her yerde hidâyete götüren işâretler ortaya çıkıyordu. Allah Teâlâ, âdeta bana, sırayla bu insanları gönderiyordu, kendisine yaklaşmam için… Hani âyet-i kerîmede, “Allah kendisine yönelene hidâyet eder…” (er-Ra’d, 27) buyruluyor ya… Ben, Allah’tan bunu istemiştim, O da sebeplerini yaratıyordu.

Çile Devri

Tam bir çile devri dolduruyordum. İçinde bulunduğum tarikatın şeyhi Pir Vilâyet Han, bana bir gün:

“-Sen, bizden değilsin!.. Senin mânevî âilen çok uzaklarda!.. Sen burada garipsin. Sen bu dünyaya garip geldin. Doğduğun yerde de seni kimse anlamadı. Şimdi etrafındakiler de seni anlamıyor. İnşâallah duâ edelim, er-geç mânevî âileni bulacaksın. Biz senin son durağın değil, başlangıç durağınız. Mâneviyat dünyanın ilk basamağıyız. Ama bizim yanımızda kalabilirsin. Bu, yalnız başına kalmaktan daha iyidir. Merak etme, bir gün gerçekten mânevî âileni bulacaksın; görünce de onları tanıyacaksın!..” dedi.

Onların yanında çok hizmet ettim.

* * *

Pir Vilâyet Han’la birlikte, 1975 yılında Fransa sınırında Alp Dağlarında Chamoni (Şamani) denilen bir yerde inzivaya çekildik. Çile ve riyâzet dönemi altı hafta sürdü. Herkesin küçük, ayrı ayrı çadırları vardı. Her sabah kalkar, kendi kendimize zikir yapardık. Kimse, kimseyle konuşmazdı. Ayrıca her gün oruç tutardık.

Bir gün onlarla birlikte Alp dağlarında kampa çekildiğimizde, şeyhime müracaat ettim ve:

“-Benim soyadım Moo; ama bana seslendiklerinde «Hû!..», «Hû!..» gibi geliyor. Bu zikri duyunca da, dünyadan sıyrılmak istiyorum. Sanki ben, öbür dünyaya doğru çağrılıyormuşum gibi hissediyordum. Artık dayanamıyorum, bana bir isim verin!..” dedim.

Şeyhim yanıma geldi ve:

“-Öyleyse ismin «Bari» olsun!..” dedi.

Bir şeyler daha söyledi, fakat gerisini anlamadım.(1) Böylece beni rahatsız eden “Moo” şeklindeki soyadımdan da kurtulmuştum.

Esrarlı Bir Rüya

Riyâzâtımızın beşinci haftasında bir rüya gördüm. Bu rüya için, hayatımı değiştiren, beni İslâm’la buluşturan bir rüya diyebiliriz. Rüyamda bir ses duyuyordum. Parmağımdaki yüzüğüm kastedilerek:

“-O yüzüğü Davud’a ver. Konya’da içine «Lâilâhe illallâh» yazdırsın!..” deniyordu.

Davud Bellak, o kampta aşçılık yapan bir Amerikalı idi. Uyandım.

“-Bu ne garip bir rüya!..” dedim. “O adamı tanımam ki, nasıl gidip yanına böyle bir şey söyleyeceğim şimdi!..”

Yemeğin ardından Davud’un yanına gittim ve:

“-Konuşabilir miyiz?” dedim.

Şaşkınlıkla:

“-Tamam.” dedi.

“-Ben bir rüya gördüm. Sanırım seninle alâkalı…” dedim ve rüyamı anlattım. Birden yüzü değişti.

“-Altı haftadır buradayım ve ben niye buraya geldim, diye düşünüyor; bir işâret bekliyorum. Demek ki, ben, senin için buraya gelmişim.” diyerek anlatmaya devam etti:

“-Ben geçen sene Konya’da şeyhimin yanındayken bir rüya görmüştüm. Rüyamda, bu Alp dağlarında her tarafı karlar bürümüştü. Dağda, uzun beyaz elbiseli, uzun saçlı bir kadın vardı. «Bana yardım et!.. Bana yardım et!..» diye beni çağırıyordu. Rüyamı, hizmetinde bulunduğum Süleyman Efendi’ye anlattım. Şeyhim Süleyman Efendi:

«-O seni çağıran Fahrünnisâ Hatun’dur.»(2) dedi. Sonra devamla:

«-O’nun rûhu, batıdaki kadınlarda doğuyor. Sen onlardan birine yardım edeceksin ve hidâyetine vesile olacaksın…» diyerek size işâret etmiş demek ki… Ben Konya’dan dönünce Norveç’te çalışmaya başladım. Bir reklam kağıdı geldi. Üzerinde Chamonix-Alp dağlarının resmi vardı. İçimden, işte rüyamda gördüğüm dağlar dedim ve bir işâret olduğunu düşünerek reklamdaki o işi kabul ettim. Şimdi verin yüzüğünüzü, seve seve «Lâilâhe illallâh» yazdırayım. Onu, Konya’ya bizzat götürürüm.” dedi.

Ben de yüzüğümü çıkarıp kendisine verdim. Kamp bitti. Oradan ayrıldık. Sonra Davud’la mektuplaşmaya başladık. Kendisine yüzüğümü soruyordum hep; o da henüz Konya’ya gitmediğini söylüyordu…

( Devam Edecek.. )


1-Yıllar sonra tanıştığım Konya’daki şeyhim, ismimin “Bâri” olduğunu öğrenince, onu “Barihudâ” olarak değiştirdi. Çünkü Barihudâ, Allâh’ın (husûsî olarak) hidâyet verdiği kimse demekmiş.

2 -Fahrünnisâ Hatun, Mevlânâ Hazretleri’nin en büyük hanım müridiymiş.

Halime Demireşik

Şebnem Dergisi

Müminin sevgi ve barış dokunuşu: Selâm

Her yıl Ramazan ayında bir konu belirleyerek kaybolmaya yüz tutan değerleri yeniden toplumun gündemine taşımayı hedefleyen Diyanet İşleri Başkanlığı, 2012 yılının Ramazan ayı temasını, “İnsan İlişkilerinin En Önemli Unsuru, Medenî İletişimin Sembolü: Selâm ve Selâmlaşma” olarak belirledi.

Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından aylık olarak yayımlanan Diyanet Aylık Dergi de Temmuz sayısını selâm ve selâmlaşmaya ayırdı.

Dergide bir başyazı kaleme alan Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, selâmın, dilden kalbe, kalpten organlara; bireyden topluma ve tüm insanlığa yansıyan barış dili olduğunu ifade etti. Başkan Görmez yazısında, İslâm’da insan ilişkilerinin hak, hukuk, adalet, doğruluk, eşitlik, merhamet, şefkat, sevgi, saygı, dostluk, kardeşlik, yardımlaşma ve dayanışma gibi yüksek fazilet ve erdemler üzerine inşa edildiğini belirterek, bu erdemlere ulaşmanın en güzel yollarından birinin de selâm ve barış dilini ilişkilere hâkim kılmak olduğunu ifade etti.

Diyanet İşleri Başkanı Görmez’in başyazısından öne çıkan başlıklar şöyle:

İlişkilerimizde selâm ve barış dilini hâkim kılalım…

“İslâm’da insan ilişkileri hak, hukuk, adalet, doğruluk, eşitlik, merhamet, şefkat, sevgi, saygı, dostluk, kardeşlik, yardımlaşma ve dayanışma gibi yüksek fazilet ve erdemler üzerine inşa edilmiştir. Söz konusu fazilet ve erdemlere ulaşmanın en güzel yollarından biri, hiç şüphesiz selâm ve barış dilini ilişkilerde egemen kılmaktır. Selâm, her şeyden önce insanların birbirleriyle sağlıklı iletişim kurmalarının temelidir. Dilden kalbe, kalpten organlara; bireyden topluma ve tüm insanlığa yansıyan barış dilidir. Sosyal ilişkileri barış üzerine kurmanın, güven ve huzuru gerçekleştirmenin, dostluk ve kardeşliği geliştirmenin yoludur. Sinelerdeki ağır yükleri atmanın, küskünlük ve dargınlıkları gidermenin adresidir. Müslümanın kimliğini inşa eden temel bir şiar ve semboldür. Fert ve toplum hayatında barış ve güvenin sembolü, huzur ve mutluluğun kaynağı, müminlerin birbirlerine karşı iyi niyetlerinin bir göstergesidir. Daha da önemlisi kardeşlik hukukunun bir gereğidir.

Ne yazık ki bu yüksek değer, modern zamanlarda önem ve değerini yitirmeye başladı. Toplum hayatından fert ve aileye, kitle iletişim araçlarından sanal ortamlara kadar pek çok alanda selâm ve barış dili yerine çatışma ve kavga dili egemen olmaya başladı. Tanışma ve bilişmenin en güzel yolu olan selâm ve barış dili, ötekileştirme, ayrıştırma ve farklılıkları tek tipleştirme ya da yok etme girişimlerinin etkisiyle büyük yara aldı. İnsanlık selâm ve barış dilinden gün geçtikçe uzaklaşmaya, esenliğe sırt çevirmeye başladı.

Aranızda selâmı yayınız…

Diğer taraftan dünyevileşme ve bireysellik giderek ön plâna çıkmaya başladı. İnsanlar, kalabalıklar içinde yalnızlaştı. Mahallelerin, sokak ve caddelerin aile sıcaklığını aratmayan o dostane ilişkileri kaybolmaya yüz tuttu. İnsanlar birbirine yabancılaştı. İlişkilerde samimiyetsizlik ve güvensizlik yaygınlaştı. Selâm ve selâmlaşma kültürünün toplumsal hayattaki varlığı ve görünürlüğü azaldı. Artık insanlar bırakın tanımadığı insanlara selâm vermeyi tanıdıklarını bile görmezden gelmeye başladı.

Oysa selâm; barış, esenlik, güven, emniyet, huzur ve mutluluk temelleri üzerine bina edilen İslâm’ın rahmet yüklü evrensel mesajlarıyla hayat bulmaktır. Nihayetinde barış ve esenlik yurdu olan “dâru’s-selâm”a, cennet ve cemâlullaha ulaşmaktır. Bu da ancak bu dünyayı selâm ve selâmet yurduna dönüştürmek için çaba harcamakla mümkündür.

Selâm, kardeşine dost olduğunun, kendisinden ona asla bir zarar gelmeyeceğinin, elinden ve dilinden herkesin güvende olduğunun sözlü teminatıdır. Ancak salt bir söz değil, kardeşinin hâlini sormanın, problemini çözmenin, yarasına merhem olmanın; dolayısıyla insana verilen değerin adıdır.

Selâm, kadın-erkek, genç-yaşlı, çocuk-olgun demeden tanıdığına, tanımadığına, toplumun tüm kesimlerine her daim esenlik sunmaktır, dua etmektir. Hatta esenlikte yarışarak barış ve huzurun anahtarı olabilmektir.

Selâm, Yüce Rabbimizin, “Bir mümin tarafından bir selâmla selâmlandığınız zaman siz ondan daha güzel bir karşılık verin veya aynı ile mukabele edin.” (Nisâ, 4/86) fermanını yerine getirmektir.

Selâm, Sevgili Peygamberimizin (sas), “İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Size, yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir iş göstereyim mi? Aranızda selâmı yayın.” (Müslim, Îmân, 93) tavsiyesi gereğince müminlerin arasında sevgi ve muhabbete dayalı bir gönül bağı oluşturmaktır.

Selâm, Allah Teâlâ’nın, “Evlere girdiğiniz zaman birbirinize, Allah katından mübarek ve hoş bir esenlik dileği olarak, selâm verin.” (Nûr, 24/61) emri uyarınca, müminlerin evlerine duayla girerek ailelerini ve evlerini bereketlendirmelerinin güzel bir vesilesidir. Selâm, sadakadır. Öte dünyaya göçmüş kardeşlerimize de rahmet dilemektir.”

Diyanet

 

Şikâyet yok; çünkü mükafatı büyük

Ramazan için maddi manevi hazırlık yapanlar da var, “Bu sıcaklarda nasıl oruç tutacağız?” stresine düşenler de. Allah’ın kimseye kaldıramayacağı yükü yüklemeyeceğine iman eden Müslümanların, birbirlerinin ibadet şevkini kırmamaları konusunda ilahiyatçılar uyarıyor.

Ramazan-ı Şerif’in yaklaştığı şu mübarek günlerde gerek televizyon kanallarından gerekse çevremizden “Sıcak havalar Ramazan’da bunaltacak, gün çok uzun, oruç tutmak zor olacak.” tarzı cümleleri sıkça duyar olduk. Ramazan’ı geçtiğimiz yıllara kıyasla daha sıcak ve uzun geçireceğimiz doğru. Ancak bu mübarek ayın günahların yakılmasına da büyük bir vesile ve bereket kaynağı olacağını hep hatırlamak gerekiyor. Sıcak havalarda oruç tutmanın faziletini ortaya koyan bir menkıbe konuyu özetliyor:

Haccac ve adamları Mekke ile Medine arasında yolculuk ya­parken bir suyun başında mola verir. Sofra kurulunca Haccac “Etrafa bakın, fakir biri varsa getirin beraber yiyelim.” der. Hizmetçiler yakınlarda üzerinde bir hırka olan birini görür ve uyandırıp adamı Haccac’ın yanına götürürler. Haccac,

-Gel beraber yemek yiyelim, der.

Adam yemem diyerek Haccac’ın teklifini redder. Cevaba şaşıran Haccac sebebini sorunca: Beni senin sofrandan daha iyi bir yere çağırdılar.

-Nereye çağırdılar?

Adam: Allah’ın misafirliğine çağırdılar. Ben oruç tutuyorum.

Haccac böyle sıcak günde oruç mu tutuyorsun?

Adam şöyle cevap verir: Evet, bu sıcak günde oruç tutuyorum ki kıyamet gününün sıcaklığından kurtulayım, der.

Sorun ibadetlere bakış açımızda

Zaman Gazetesi Kürsü sayfası editörü Süleyman Sargın konuya farklı bir bakış açısı kazandırıyor. Bu tarz vesveselerde sorunun, ibadetlere bakışımızdan kaynaklandığını ifade eden Sargın ibadetlerin bir mükellefiyet olduğunu belirtiyor, ama bir külfet olmadığının altını çiziyor: “İstemeye istemeye, zorla yaptığımız işler değildir ibadetler. İbadet kulun Rabb’ine en büyük armağanıdır. Rabbin kula verdiği sınırsız ikrama, ihsana karşı bir teşekkürdür. Bu teşekkürün nasıl olacağını da bize en güzel kullar vesilesiyle yine Rabbimiz öğretmiştir. İbadetin temelinde Rabb’imize duyduğumuz hürmet ve muhabbet vardır. İnsan hiç sevdiğine verdiği hediyenin hesabını yapar mı? O hediyeyi nasıl ucuza getireceğim diye düşünür mü? Eğer böyle düşünüyorsa sevgisinde problem var demektir. Orucu da, namazı da, kurbanı da, zekâtı da bu gözle ele almak lazım. Onlardan şikâyet tavrı, hediyeyi verdiğimiz ulu makama karşı saygısızlık olur. Ramazan’ın sıcak günlere gelmesi, kulluğun tadına varmış insanları tedirgin etmek bir yana sevindirir. Çünkü hediyenin kalitesi artacaktır. Vergiden kaçırmanın yollarını arayan insanlar gibi, ibadetlerden kurtulmaya bahane aramak, ibadetin özünü, manasını bilmemek demek. Ramazanı Rabb’imizle en yoğun alışverişimizin olduğu bir mevsim olarak görmeli ve elden geldiğince O’na en güzeli takdim etmenin gayreti içinde olmalıyız. Elbette ki Rabb-i Rahîmimiz bize zulmetmek istemiyor. Hasta ve güçsüz kullarını bir kısım ibadetlerden muaf tutuyor. Onlar da bunu bir hak olarak görmemeli, oruç tutamadıklarından ötürü iç dünyalarında hep bir eksiklik hissetmelidirler. “Rabbim, eğer sağlığım yerinde olsaydı ben bir gün bile orucumu aksatmaz, sana hediyelerin en güzelini verirdim ama yine Senin takdirinle sağlığım buna elvermiyor. Ne olursun bu niyetimi oruç olarak kabul buyur.” duasıyla günlerini geçirmelidirler. Sözün özü, Ramazan insanın kulluğa liyakatı adına bir fırsattır. Kulun Cennet’e ehil hale gelmesi adına bir imkândır ve ötede inşaallah Cemâlullah’ı müşahede etmek için gerekli olan kıvamı yakalama yolunda çok önemli bir nimettir.”

Sıcakta oruç, sabır ve iman işidir

Prof. Dr. Faruk Beşer/Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Anabilim dalı Başkanı: Kısa ve serin günlerde herkes oruç tutabilir. Hatta namazını kılmayan pek çok insan bile böyle zamanlarda Ramazan orucunu tutar. Bunu biraz da sağlık sebebiyle yaparlar. Oysa namaz oruçtan daha önemli bir ibadettir. Şu halde uzun ve sıcak günlerde oruç tutmayı sağlayan yegâne sebep, kişinin Allah’a olan saygısı ve imanıdır. Bu saygıyı ve imanı gösterebilmesi için, imkânsız hale gelmedikçe orucunu tutmalıdır ki, sabır imtihanını kazanmış ve sabretmeye alışmış olsun. İnsanların böyle bir ibadete sabırları, biraz da imanları kadardır. İman arttıkça sabır da artar.

Derler ki, ileride daha sıcak ve daha susuz günlerin geleceğini bilmek, böyle günlerde oruç tutmayı kolaylaştırır. İbn Recep der ki: (Letaif 551) “Oruç tutanlar sıcağa ve susuzluğa tahammül ettikleri içindir ki, Allah (cc) onlara cennette özel bir kapı ayırmış ve ona Rayyan Kapısı demiştir. Rayyan susuzluktan kanma demektir. O kapıdan girenler diledikleri meşrubatı içecek ve artık bir daha susuzluk çekmeyeceklerdir.

Yine o, oruç tutmak için özellikle sıcak ve uzun günleri seçen saliha bir kadından söz eder. Niçin böyle yaptığını soranlara, bir şeyin fiyatı ucuzsa onu herkes satın alabilir, dermiş.

Beyhakî, (Şuabu’l-iman III,21) şu anlamda bir hadisi şerif nakleder: “Altı özellik vardır ki, bunlar safi hayırdırlar: Allah düşmanlarıyla silahlı cihad, yaz günlerinde oruç, musibet anında güzel bir sabır, haklı olduğunda bile mirayı/üstün gelme tartışmasını terk etme, bulutlu günlerde sabahı erken kılma ve kışın soğuk günlerinde bile güzelce abdest alma.

Mekke Ramazan’da fethedildi

Yrd. Doç. Dr. Osman Bilgen/Iğdır Üniversitesi İlahiyat Fakültesi: Ramazan’ın yaz aylarına denk gelmesi inanan insanlarda bir gevşeme meydana getirmemelidir. Unutulmamalıdır ki Efendimiz ve onun şanlı sahabeleri, İslam’ın var olma mücadelesi diyebileceğimiz Bedir Savaşı’nı sıcak bir Ramazan günü yapmışlar ve İslam’ı bize hediye etmişlerdir. Bedir mücadelesi 17 Ramazan 2/13 Mart 624 tarihinde gerçekleşmiştir. Bedir Savaşı’nın miladi olarak mart ayında gerçekleşmiş olmasının Türkiye’nin iklim şartlarını dikkate alarak değerlendirmekte fayda var. Zira Hicaz bölgesi, Türkiye’ye göre çok daha sıcak bir iklime sahiptir. Yine Efendimiz bir Ramazan günü Mekke’yi fethetmek için Medine’den çıkmış (13 Ramazan 630), çölün sıcaktan kavrulmuş kumları üzerinde 7 günlük bir yolculuktan sonra 20 Ramazan 630’da Mekke’yi fethederek tevhid inancını Arap yarımadasına yerleştirmiştir. Görüldüğü gibi Hz. Peygamber ve ashabı Ramazan’ın meşakkati ve sıcağın bunaltmasına rağmen üzerlerine düşen görevi yapmışlardır.

Kendinizi neye inandırırsanız o olur!

Prof Dr. Recep Yaparel (Dokuz Eylül Üniversitesi Din Psikolojisi Ana Bilim Dalı): İbadetler davranış değil birer eylemdir. Dolayısıyla bir zorunluluğun gereği olarak yapılmaz.

Orucun bir ibadet olarak varlık sebebi ortaya koyulduğunda insanların bu bilinçle birtakım zorlukları aşması kolaylaşır. Hatta çoğu zaman o zorluğu hissedemez. Zaten zorluğun var olması tek başına zorluk yaratmaz. O durumla ilgili algılarımız son derece önemlidir. İnsan bir şeyin zor olduğunu düşündüğünde o şey zor hale gelir. “Havalar çok sıcak, gün çok uzun, nasıl oruç tutacağız?” söylemleri oruç ibadetinin yerine getirilemeyecek kadar zor olduğu algısı oluşturuyor. Çünkü kendisini onun zor olacağına baştan inandırmıştır. Hâlbuki onu yapmaya niyet ettiğinde derdini veren dermanını da verecektir. Meşakkati varsa kolaylığı da var. Olaylara kolaylığı açısından bakılmalıdır. Böyle bakıldığı takdirde aynı ibadet daha kolay görünür. Zorluk açısından bakarsa zor olur. Yüklenen anlam ve onu algılama biçimi bireyin psikolojisini belirler, eylemlerini etkiler.

Reyhan Gül / Zaman Gazetesi

Hizmetkârlık olan Memuriyet ve Kutsal Öğretmenlik Mesleği

İslâmiyet’in bir Kanun-u Esasîsi şu hadîs-i şeriftir: Milletin efendisi, onlara hizmet edendir.” hakîkatiyle, memuriyet bir hizmetkârlıktır; bir hâkimiyet ve benlik için tahakküm âleti, baskı aracı değil.

Bu zamanda terbiye-i İslâmiyenin noksaniyetiyle ve ubûdiyetin za’fiyetiyle benlik, enaniyet kuvvet bulmuş. Memuriyeti hizmetkârlıktan çıkarıp, bir hâkimiyet ve müstebidane bir mertebe tarzına getirdiğinden; abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi, adâlet olmaz, esasiyle de bozulur.

Ve hukuk-u ibad da, kul hakkı da zir ü zeber olur. Hukuk-u ibad, hukukullah hükmüne geçmiyor ki, hak olabilsin; belki nefsanî haksızlıklara vesile olur.

Bu durum Şu anda devletin kapısında bekleyen –hizmetkâr olmak için değil, belki devletin deniz gibi malından helal haram demeden yararlanma düşüncesinde olanları kastediyorum- memuriyet hakkını kazanmak için malını-mülkünü peşkeş çekerek kul hakkını yok sayıp her türlü kayırmayı mübah gören, hatta mukaddesatını feda etmekten bile çekinmeyecek milyonların maalesef imtihan kaynağı olmuştur.

Bediüzzaman hazretlerinin ifadeleriyle Geçim için tabiî(insanın yaratılışına uygun), olması gereken ve hayattar yol zanaattir(sanayi), ticarettir, ziraattır. Tabiî olmayan yol ise memuriyettir ve kamuda idareciliktir. Bence, memurluk ve idareciliği geçim kaynağı edinenler, bir nev’i cerrar(üzerine düşen vazifeyi menfaat kaynağı edinen), âciz ve dilencilerdir. Bence, memuriyet ve idareciliğe giren, yalnızca ülkeye ve millete hizmet için girmelidir.

Bediüzzamanın dikkate değer bu tespitini hali hazır yaşantımızda ibretle temaşa etmekteyiz. Çünkü sadece maddi kazanç için (birinci öncelik) veya şahsi dünyevi rahatlığı için memuriyet ve idarecilik kadrolarını işgal eden âdemoğullarının, ne vatanına, ne milletine ve ne de hiç kimseye menfaati dokunmamakla birlikte, toplumun sırtında bir yük olmaktan başka hiçbir işe yaramadığına bütün insanlık şahittir.

***

Ey gaflete dalıp ve bu hayatı tatlı görüp ve âhireti unutup, dünyaya talip bedbaht eğitimci(..!) arkadaş! Bilir misin neye benzersin? Deve kuşuna… Avcıyı görür, uçamıyor; başını kuma sokuyor, tâ avcı onu görmesin. Koca gövdesi dışarda. Avcı görür. Yalnız o, gözünü kum içinde kapamış, görmez.

Diğer taraftan bu durumun diğer bir yansıması ise, eğitimci ve idarecilerimizin bulundukları farklı ortamlarda müşahede ettiğimiz muhabbetlerinde kendisini göstermektedir. Zira Devlet kadrolarını çoğunlukla dolduran eğitimcilerimizin büyük çoğunluğu başını kuma sokup koca gövdesi dışarda olan Deve Kuşu misali koyu bir gafletin içinde bulunmaktadır.

Gözlerini kör eden bu gafletlerinden dolayı, çevrelerindeki 7’den 77’e bütün bir milletin nazarlarının altında ibretle ve sessizce sorgulandıklarından bihabermiş gibi bir hayat sürmek nereye kadar..

Hal böyle iken, uyanık olan birinin, uykuda olanları uyandırmaya; azınlıkta kalmış kıymettar bir avuç hamiyetperverin, amaçsız ve gayesiz olan ehemmiyetsiz çoğunluğa “kral çıplak” demesinin zarureti hâsıl olmuştur. İşte başlıyoruz..

***

Eğitimcilerimiz çıplak(..!) Nasıl mı..?

Geleceğimizin sahipleri olan çocuklarımız için hiçbir hayırlı faaliyet ve etkinliğin içinde olmamakla birlikte, her ortamda zamanın kötülüğünden ve gençlerin kötülüklerinden bahsetmekle yetinirler..

Hiçbir zaman çözüm üretmemekle birlikte, çözümün bir parçası dahi olmayı düşünmezler. Yetmiyormuş gibi sorunların çözümü adına uğraşan hamiyetperverlere çok sıkı muhalefet yaparak, zaman ve enerji kaybına neden olurlar.

Bunların gelecek adına hiçbir ümitleri yoktur. Sadece günü kurtarmanın telaşesi ve ayın 15’ini bekleme heyecanı içinde olan eğitimci aydınlarımızın(..!) bırakın etrafına ışık yaymasını beklemek, aksine etraflarındaki; gençliğin yarınını kurtarma telaşesi ve bu gençliği her iki cihan saadetine kavuşturmanın heyecanı içinde olan ÜmitVarların Ümit Nurunu söndürme gayretlerini yaşayarak görüyor, anlıyoruz.

Bu deve kuşu milleti olan eğitim camiasının sohbetlerinde mevzu olan konular (Ek dersler, önceki akşamdan yapılan veya seyredilen maçların analizleri, günlük siyasi hadiselerde üzerimize vazife olmayan mevzuların gereksiz tartışmaları, cafe muhabbetleri ve tapınacak din haline getirilen sendika muhabbetleri) belli olmakla birlikte, kazara mevzularda(nefis muhasebesinin gerekliliği, gençliğin sorunları için çözüm arayışları vb.) farklılık ve değişkenlik olduğunda, çareyi medeni(..!) insanlar gibi ortamı terk etmek veya nazikçe sohbet konusunu değiştirmekte görürler.

Geleceğe dair hiçbir amaç, gaye ve projeleri yoktur. Zira sırtlarını devlet babaya dayamanın rahatlığı içinde olanların proje üretmek gibi bir dertleri olmasa gerek.

Kitap okuma gibi iyi bir alışkanlıkları olmadığı gibi, öğrencilerine kitap okumanın gerekliliği konusunda yaptıkları gayri ciddi nasihat etme gibi kötü bir alışkanlıkları vardır. Evet, Nefsini ıslah etmeyen, başkasını ıslah edemez.

Yenilikçi fikir ve projelere bırakın saygı duymayı, bunları dinlemeye bile tahammülleri yoktur. Zira kendilerine göre bu fikirler gereksiz olmakla birlikte, üretilen projelerin akıbetinin kötülüğü hakkında falcılık yaparak gelecekten haber vermekten bile çekinmeyecek kadar sabit kafalıdırlar.

Özeleştiriye tahammülleri yoktur. Zira kendilerini, yalancı ayinelerin de mükemmel bir meslek insanı olarak görürler.  Hikmetini bilmedikleri her olayı fütursuzca dişlemekle birlikte, bu hadiselere konu olan insanları da acımasızca eleştirmekten kendilerini alıkoyamazlar.

Siyasi partilere üye olamamakla birlikte; siyaset yapmakta, siyasilerden daha fazla bir iştihaya sahip olup, siyaseti bir hak olarak görmekte, günlük siyasi hadiselerin tarafı olmakta bir beis görmemekte ve bunu eğitim adına yaptığına sadece kendisini inandırabilmiştir.

Devlet, Millet ve memleket yararına, Eğitim öğretim alanında yapılan veya yapılması düşünülen her türlü reform hareketlerine; ideolojik saplantı, siyasi görüş veya şahsi menfaat kaygıları yüzünden, muhalefet partilerinden daha fazla bir tepki vermekten geri durmamakta; maalesef yaptığı bu muhalefeti de masum(..!) bir “sendika” faaliyeti etiketi altında yapmaktadırlar.

Evet, Bediüzzaman hazretleri şahsi menfaatlerini, her şeyin önünde görenleri, insan yerine bile koymayarak şöylece tarif eder; “Kimin himmeti milleti ise, O tek başına bir millettir. Kimin himmeti(çalışması) nefsi ise o insan değildir.

“Arife, bir işaret yeter” kaidesince eğitim camiasının içinde bulunduğu içler acısı vaziyeti göstermesi bakımından bu kadar hayatın içinden tablo yeter, Seyretmesini ve ibret alıp ders çıkarmasını bilen ariflere..

***

Helaket ve felaket Asrının öğretmeni Bediüzzaman hazretlerinin biz eğitimciler için çizdiği yol haritasına bir nazar edip kulak verelim..

Muallimin iyisi minare başında, kötüsü kuyu dibindedir. Muallimler için ortası yoktur, ya âlay-ı illiyyinde(aşağıların en aşağısı) veya esfel-i safilindedirler(yücelerin en yücesi). Ortası yoktur.

Bediüzzaman hazretleri, öğretmenlerin dindar olanlarına çok ehemmiyet vermiş, hatta bu hususta biraz daha ileri giderek “Eğer vaktim olsa, hergün dindar bir muallime on altın lira veririm. Çünkü dünyada benim çocuğum olmadığından, bütün dünyadaki çocuklara şefkat cihetiyle alâkadarım” derdi.

Şu zamanın dindar bir muallime eski zamanın velisi nazarı ile bakıyorum. Çünkü eski zamanda dinî terbiye ebeveyne(anne-baba) verilmişti. Bu zamanda o vazife muallimlere verilmiş. Muallimin iyisi çok iyi, fenası da çok fena. Çünkü masum çocuklar muallimlerine çok dikkat ederler, âdeta mıknatıs gibi hocalarından ne görürse, iyiyi de fenayı da çekerler.

Gençleri dalâlete(kötü yollar ve zararlı akımlar) düşmekten kurtarıp, hidayet yolunda yürümelerini sağlamak için özellikle öğretmenlere çok büyük vazife düşüyor.

***

Asırlardır bu milleti kuvvetle, madde ile, topla, tüfekle yıkamayan, Türkün, Kürdün, Çerkez’in vs. bütün bir İslâmın düşmanları taktik değiştirmişler.

Bir din yok edilmek, vicdanlardan çıkarılmak isteniyor.

Bir millet yere serilmeye azmedilmiş.

Gençliğinin dimağları boşaltılmak, bu boşluğu bâtıl fikirler, solak düşüncelerle doldurulmak isteniyor.

Anasına itaat etmeyen babasına hürmeti olmayan, hocalarına isyan eden, cem’iyete isyan eden, İlahî kanunlara isyan eden, Allah’a isyan eden, kendine isyan eden, ne yaptığını bilmeyen bir âsi gençlik meydana getirilmek isteniyor.

Ve işte sinema köşelerinde kuyruk, sokak başlarında işsiz, kahve köşelerinde kumarbaz, mektepte başarısız!

Gazetelerde yazarlara sermaye, haberlerde kaçak, cani, hırsız, ahlâksız ve kimsesiz…

Ana ondan dert yanıcı, baba ondan şikâyetçi, öğretmen ondan şikâyetçi, polis ve hükûmet ondan şikâyetçi; pedagoglar onlar için toplanır.

Eğitim kongrelerinde birinci sandalyeye onun konusu oturtulur.

Mütefekkirlerimiz onlar için kafa yorar, mürekkep harcar, kâğıtlar karalar…

Fakat cem’iyeti yeyip bitirmekte, anarşizmin korkunç girdaplarına sürüklemekte olan içtimaî verem gittikçe had safhaya girmekte; ikinci, derken üçüncü devreye vâsıl olmaktadır.

Biz bunun sebeblerini, müsebbiblerini ve ilâcının ne olabileceğini düşünmekle meşgul olup toplantılar tertiplerken, ahlâksızlık girdablarına batmakta olan cem’iyet gemisini selâmetli ahlâk sahiline çıkarmak ve onu kurtarmak için te’lif edilmiş bir eser olan Risale-i Nurlar meydanda ve bahtiyar ellerde..

Onu okuyan, onda bu hakikatı gören, yüzlerce, binlerce, yüzbinlerce insan kendini o girdabdan kurtarıyor.

İmansızlığın ve onun neticesi olan ahlâksızlığın sıkıntısından, azabından kurtulup, tahkikî ve hakikî imanın lezzetleriyle sükûna, emniyete kavuşuyor.

Böyle bir insan, kendine bu saadeti bahşeden bir müellife, bir esere elbette minnettar olur, ona karşı sırf Allah rızası için kalbinin derinliklerinden gelen, ölçüsüz bir sevgi ile hürmet duyar, alâka gösterir.

İşte, size bir Nur talebesinin objektif bir portresini çizdim.

Risale-i Nur imanî mes’elelerde hem ruha, hem kalbe, hem akla ve hem de yirminci asrın idrakine uygun bir tarzda izahatta bulunduğu için tesiri büyük oluyor.

Bu sebepledir ki, şimdiye kadar hiçbir Nur talebesinin adliyeye intikal eden müstekreh bir hareketi vuku bulmamış, asayiş-i umumiyeyi ihlâl eden, kanunlara uymayan hiçbir davranışı, hiçbir zaman hiçbir yerde görülmemiştir.

***

Bir hamur gibi, yarınlarımız olan gençliğe; kendisine, ailesine, vatanına, milletine ve bütün bir insanlığa faydalı olacak bir şekle sokup, maddi ve manevi güzel bir kişilik kazandırmak, bu zamanda eğitimcilerin ellerine bırakılmıştır. Öğretmenlik mesleğinin bu vasfından dolayı Bedîüzzamân Bu zamandaki muallimler ya minarenin tepesinde veyahut kuyunun dibindedir, ortası yoktur” diyormuş.

Kur’an tefsirleri olan Nur Risâlelerindeki tahkikî iman dersleriyle gençlerin imanlarını kuvvetlendiren, onlara güzel ahlâkı, vatan sevgisini, anne ve babaya itaati, büyüklere hürmet, küçüklere sevgi ve şefkat etmeyi öğreten öğretmenler elbette minarenin tepesindedirler.

Rabbim(c.c) bizleri, minarenin başındaki eğitimcilerin sınıfından olanlardan eylesin.. Âmin

Hasan Tayfur

www.NurNet.org

Hidayet Öyküleri – Barihudâ (Tanrıkorur) Hanım

“Allah, Kendisine Yönelene Hidâyet Eder”

 İnsan, Cenâb-ı Hak’tan samimiyet ve ısrarla isterse, Allah ona cevap verir.

Barihudâ Tanrıkorur

İlk adı, Charmaine Angele Moo. Şimdiki ismi Şermin Barihuda Tanrıkorur. Ûdî bestekâr, yazar, merhum Cinuçen Tanrıkorur’un hanımı… 1946 yılında Jamaika’da doğdu. Üniversite eğitimi için Amerika’ya gitti. 1972-1975 yılları arasında Kaliforniya Eyâlet Üniversitesi’nde (Amerika) Güzel Sanatlar Bölümü’nün Heykeltıraşlık ve Tasarım kısmında yardımcı doçentlik yaptı. Daha sonra Türkiye’ye geldi. Sekiz yıl Konya’da yaşadı. Türkiye’de Ortadoğu Teknik Üniversitesi, Bilkent ve Selçuk Üniversitelerinde İngiliz Dili ve Edebiyatı Öğretim Üyeliği yaptı. 1984-2000 yılları arasında “Türk-İslâm Sanat Tarihi” üzerinde çalışarak “Mevlevî Mimarisi” adlı tez ile doktorasını tamamladı. 1995’ten beri İslâm Ansiklopedisi’ne Mevlevîhâne Mimarisi ve Mevlevîlik üzerinde maddeler yazmakta olan Barihuda Hanım, ayrıca üniversitelerin düzenlediği panel ve sempozyumlara katılarak tebliğler sunmaktadır. 2004-2005 yılları arasında Türkiye Cumhuriyeti’ni temsilen UNESCO’ya takdim edilmek üzere «kültür mirası dosyası»nın hazırlanmasında görevli 65 kişilik ekibin başında bulundu. Bu heyetin hazırladığı “Mevlevî Âyin-i Şerifi” adındaki bu dosya, UNESCO tarafından dünya şâhseseri seçildi.

Doğduğum Yer

Ben Jamaika’da 1946 yılında doğdum. Âilece hıristiyandık. Âilem doğudan gelmişler. Annem de, babam da aslen Çinli… Beş çocuklu bir âilenin tek kızıyım.

Jamaika, 1,5 milyon nüfuslu bir ada… Orta Amerika’da, Antilles (Antilya) adaları arasında, Karayip denizinin içinde… Bizler, tabiatın içinde yaşadığımız için Allâh’a olan inancımız çok kuvvetliydi. Çünkü yaşadığımız yerde çok sık bir şekilde kasırga, sel, deprem gibi tabiî felâketlerle karşı karşıyaydık. Her zaman toptan yok olma tehlikesi vardı. O yüzden burada yaşayan insanlar, pek çok ölümlere çok yakından şâhid oldukları için Allâh’a duâları ile ayakta duruyorlar. Bu felâketlerin sonunda, insanlarda kadere teslimiyet, şükür ve tefekkür duyguları gelişiyor ve oradaki insanlarla Allah arasında güçlü bir bağ oluşmasına sebep oluyor. Bu hâdiseler bize Allah için imkânsız bir şeyin olmadığını, Allah’ın kudretini ve insanlara merhametini, duânın gücünü, kısacası Allâh’a îmânı öğretiyordu.

Memleketim Jamaika, İngiliz sömürgesi altındaydı. Okulumuzda İngiliz tarihi ve edebiyatı dersleri vardı. Bütün hocalarımız İngiltere’den geliyordu. Ancak kreşten üniversiteye kadar bütün eğitim hayatım boyunca, İngiliz sömürgesi altında bulunmamıza rağmen kız ve erkek okulları birbirinden ayrıydı. Daha sonraki yıllarda Türkiye’ye geldiğimde, kız ve erkeklerin karışık bir şekilde eğitim görmeleri beni çok şaşırtmıştı.

Okul yıllarımda okuduğum şiirleri hatırlıyorum da, tevhid inancının izleri vardı içinde… Şimdi geriye doğru bakınca anlıyorum ki, içinde bulunduğum toplumun tabiatla haşır neşir olması, insanlardaki Allah’a bağlılık, çocukluk yıllarındaki tevhid izleri, âdeta beni İslâm’a hazırlamış. Hazırlamış diyorum, çünkü bulunduğum adada İslâm dininin adını bile duymamıştık. Çünkü memleketime İslâm’a dâvet eden hiç kimse gelmemiş. Câmi yok, hoca yok!.. 1973 yılına kadar İslâm’dan haberim yoktu.

Amerika ve Arayış Yıllarım

1973’te Amerika’ya Los Angeles’a gittim. En çok din arayışına yönelişim bu zamanlarda oldu.

Kendi kendime soru sormaya başladım: Amerika’da her şey var, ama insanlar neden huzursuz ve bir arayış içinde diye… İnsanlar, bilhassa üniversite gençliği maddî şeylerde huzur bulamayınca, mânevî şeylere yönelmişler; onlarda huzur arıyorlar.

Her türlü din hakkında bilgi topluyor, düşünüyordum. Âdeta mânevî bir süpermarkete döndüm. Bazen de beni ısrarla kendi mensup oldukları din ve mezheplere çekmeye çalışan insanlar peşime düşüyordu.

Herkes âdeta kendi dininin satıcısı olmuştu. Budistler geliyor, dinlerine dâvet ediyor. Hinduizm’in temsilcileri geliyor:

“-Bizim dinimiz daha güzel!..” diyor.

Hepsi bende mânevî bir istidat gördüklerini söylüyorlardı. Gerçekten küçüklüğümden beri ben de bazı fevkalâdelikler yaşıyordum. Mesela olacak bir hâdiseyi, 3-4 gün öncesinden rüyamda görüyor ve etrafımdakilere haber veriyordum. Bunu fark eden herkes yanıma yaklaşıyor ve beni kendi dinine dâvet ediyordu.

Peşime düşen insanlar ve iç dünyamda yaşadığım sıkıntılar, artık dayanılmaz bir noktaya gelmişti.

“-Ben bittim, artık!..” dedim ve bir odaya kapandım. Üç aydan fazla kimseyle görüşmedim. Durmadan Allâh’a yalvardım:

“-Allâh’ım!.. Kaderimde hangi dini benim için yazdıysan, hangisi benim için hayırlıysa, beni o dine ulaştır. Ve bunun için bana bir işâret göster. Burada bütün dinler var. Ama hangisi gerçekten doğru bilemiyorum. Kaderimde ne yazıldıysa bana açıkla ve o çizgiye teslim olayım!..”

Bir yandan da sürekli düşünüyordum.

“-Dünyaya niçin geldim? Allah benden ne istiyor? Dünyada ne yapmalıyım?”

Biliyordum ki, ilâhî irâde ile cüz’î irâdem aynı istikamette olursa, o zaman gerçek huzur ve selâmete ulaşacaktım. Bunda muvaffak kılması için Allah’a çok yalvardım…

( devam edecek.. )

Halime Demireşik

Şebnem Dergisi