Kategori arşivi: Yazılar

Allah’ın kuluna zulmetmek ne fenadır

İnsanlık tarihi boyunca, bütün dinlerde ve milletlerde kul hakkına büyük önem verilmiştir.

Peygamberimiz (asm) bir gün ashabına “Müflis kimdir, biliyor musunuz?” diye sordu. “Bizim aramızda müflis, parası ve malı olmayan kimsedir.” dediler. Resulullah buyurdu ki: “Şüphesiz ki ümmetimin müflisi, kıyamet günü namaz, oruç ve zekât sevabıyla gelip; fakat şuna sövüp, buna zina isnad ve iftirası yapıp, şunun malını yiyip, bunun kanını döküp, şunu dövüp; bu sebeple iyiliklerinin sevabı şuna buna verilen ve üzerindeki kul hakları bitmeden sevapları biterse, hak sahiplerinin günahları kendisine yükletilip sonra da cehenneme atılan kimsedir.

Kul hakkına girmek maddi ve manevi zarar vermekle olur. Başkasına ait malı almak, canını yakmak onun hakkına girmektir. Ama bu kadar değildir. İnsanların iç dünyasına verilen zarar da kul hakkına girer. Dedikodusunu yapmak, iftira atmak, ihanet etmek, hakaret etmek, kalp kırmak, küçük düşürmek, utandırmak, zarar vermektir. Belki de önem vermediğimiz kırıcı sözlerimiz oluyordur. Bu, günahı önemsememektir. Önem vermediğimiz sözlerimiz, davranışlarımız hesap gününde bizi bulacak. Kimsenin boynunu bükük bırakmamalıyız.

Peygamber Efendimiz (asm) Fetih Suresi nazil olunca vefatının yaklaştığını anladı ve Bilal-i Habeşi’ye, ashabı Mescid-i Nebi’de toplamasını söyledi. Namazdan sonraki konuşmasının sonunda; “Sizden kime bir haksızlık yapmışsam, ahirete bırakmadan, şimdi ayağa kalkıp hakkını benden almasını istiyorum.” buyurdu. Hiç kimse kalkmayınca Peygamberimiz bunu üç defa tekrarladı. Üçüncü defa söyledikten sonra Ukkaşe adındaki yaşlı sahabe ayağa kalkarak, savaş sırasında Peygamberimiz’in değneğinin sırtına değdiğini söyledi. Peygamberimiz, “Ey Ukkaşe sana kasten vurmaktan Allah’a sığınırım. Ey Bilal, Fatıma’ya git, uzun bir değnek getir.” dedi. Bilal-i Habeşi getirdiği değneği Peygamberimiz’e verince O da Ukkaşe’ye verdi. Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin ayağa kalktılar ve Ukkaşe’ye hakkını kendilerinden almalarını söylediler. Peygamberimiz Ukkaşe’ye, “Ey Ukkaşe! Hakkını al!” dedi. Ukkaşe, “Ey Allah’ın elçisi! Bana vurduğunda benim üzerimde elbise yoktu.” deyince Peygamberimiz sırtını açtı. Ashap ağlıyordu. Ukkaşe, Peygamberimiz’in sırtını öptü ve şöyle dedi: “Anam babam Sana feda olsun ey Allah’ın elçisi. Sana kısas yapmak ne haddime?” Peygamberimiz, “Ya hakkını alman için gerekeni yap ya da hakkını helal et.” deyince Ukkaşe, Peygamberimiz’den kendisine şefaatçi olmasını istedi ve hakkını helal etti.

Ukkaşe, “Bana vurduğunda benim üzerimde elbise yoktu.” deyince Peygamberimiz’in (asm) ona sırtını açacağını biliyordu. Sahabe hakkını aramayı, sırtını açarak kendisine kısas yapılmasını isteyen Peygamber’inden öğrendi.

Kul hakkının bu kadar önemli olmasından insanın değerini anlarız. Zaten amaç insanı korumaktır, asayişi sağlamaktır. Allah affedicidir. Kul tevbe ettiğinde bütün günahları affeder. Affedilmeyen tek günah kul hakkıdır. Kul hakkı, mizan terazisinde haksızdan alınır, haklıya verilir. İşte bu, en büyük iflastır.

Hekimoğlu İsmail / Zaman Gazetesi

“Mevlânâ Kapısında” (Barihudâ Tanrıkorur)

Anneannemin Kabri

Yaşadığım ve bir türlü tatmin olamadığım bu arayışlar beni yormuştu. Uzun yıllardır memleketime, Jamaika’ya gitmemiştim. En kısa zamanda toparlandım ve anne-babamın yanına gittim.

Bu arada garip şeyler üst üste gelmeye devam ediyordu. Ben bir yaşındayken vefat eden anneannemin kabrini, bu gidişimde bulmuştum. Bunu anneme söylediğimde, bana şöyle dedi:

“-Onun ölüm haberini, bize, sen vermiştin. O, memleketinden kalkıp bizim yanımıza gelecekti. O gece sen, ağlamaya başladın. Öyle çok ağladın ki, ne yapacağımızı bilemez hâle gelmiştik. Herkesi başına toplamıştın. Sonra öğrendik ki, tam senin hüngür hüngür ağladığın saatlerde annem vefat etmiş. Annem, çok büyük bir hanımmış. Köyde herkes dertlerini ona anlatır, o da herkesin derdine derman olurmuş. Mânevî yönü de varmış. Herkes ona saygı gösterirmiş.”

Annemden bunları ilk defa duymuş ve biraz daha hayret içinde kalmıştım. Onun mezarının başına gittim. Binlerce «kelime-i tevhid» getirdim.

“Hemen Los Angeles’a Dön!..”

Sonra Jamaika’da bir rüya daha gördüm. Yine bir ses, bana:

“-Sen, anne-babanla vedalaş!.. Los Angeles’a dön. 23 Nisan’da orada olman lâzım!..”

Rüyamda kaplumbağalar, gökyüzünde yüzüyorlardı. Uyandım. Âileme bir şey demeden onlarla vedâlaştım. Los Angeles’a döndüm. Küçük bir yer kiraladım. Çünkü Los Angeles’tan ayrılırken her şeyimi toplamış, işimi bırakmış, öyle gitmiştim. Şimdi her şeye tekrar baştan başlıyordum. Ve beklemeye başladım. “Ben şimdi buraya niye geldim?” diye düşünürken, Davud Bellak’tan bir mektup aldım. Davud, “Konya’ya vardım. Şeyhime hizmet ediyorum. Ona odun taşıyorum…” diye anlatıyor, bu hâlinden de şikâyet ediyordu.

Ben de, onu tesellî ediyor, Yunus Emre’nin hayatını bilmeden, “Ne kadar şanslısın, mürşidini bulmuş, ona hizmet ediyorsun!..” diye Davud’a mektup yazıyordum. Sonra yüzüğümü sordum. O da yüzüğü “Lâilâhe illallâh” yazılmak üzere kuyumcuya verdiğini söyledi.

Davud, gönderdiği bu mektupta, bir de Konya’dan Los Angeles’a gelecek olan bir Mevlevî şeyhinden ve onların Los Angeles’ta icrâ edecekleri ilk semâ âyininden bahsetmiş ve sonra da:

“-Aman 23 Nisan’da Los Angeles’ta bulun da seni şeyh efendi ile tanıştırayım!.. Ben de şeyhimle birlikte geleceğim ve senin yüzüğünü de getireceğim.” diye eklemişti.

İşte beklediğim mesaj buydu. Rüyamda haber verilen ve günlerdir ne olduğunu merak ettiğim işâret!..

Hidâyetin Bedeli…

Ben uzunca bir iç seyahat yapmıştım, oturduğum yerde… Yaptığım duâlarla, okuduğum kitaplarla, tanıştığım insanlarla iç dünyamda kilometrelerce yol kat etmiştim. İnsanın, hakikati ararken aslında gitmesi gereken yerdeydim; uzaklarda değil, gönül âlemimde… Böyle bir seyahat için diyar diyar gezmeye gerek yoktu, sadece bir rehbere ihtiyaç vardı. Bu yüzden:

“-Allah’ım, ben hiçbir yere gitmeyeceğim, burada oturacağım. Sen benim mürşidimi buraya gönder!..” diye duâ etmiştim.(1)

Halbuki bazı arkadaşlarım, ihtiyaçları olan rehberi bulmak için Afganistan’a, Pakistan’a… gitmişlerdi.

Bu da samimi olarak ve ısrarla yapılan duâların ne kadar tesirli olduğunu gösteriyor.

Bir de benim câhilliğimi gösteriyor. Ne kadar cehâlet içindeymişim ki, herşeyi ayağıma istiyormuşum. Allah’a şart koşulur mu? Halbuki Allah, en iyisini bilir ve en güzel şekilde herşeyi gerçekleştirir. O’ndan hayırlısını isteyip gerekli ortam ve şartları O’na bırakmalıydım. İnsan, yaşamadan birşey anlamıyor.

Siz, röportaja başlarken hidâyet mâceramı anlatmamı istediniz. Önemli olan “Lâilâhe illallâh” deyip istikamet üzerine olabilmek… Allâh’a teslim olmak… Nefisle büyük bir cihada azmedebilmek… Sadece “Lâilâhe illallâh” deyip sonra da müslümanca yaşamamanın hiçbir faydası yok!.

( Devam Edecek.. )


(1) Allah, duâlarıma mukabele ile bana Pir Vilâyet Han’ı Hindistan’dan, Mevlevî Süleyman Dede’yi de Konya’dan Los Angeles’a getirmişti. Ama âdeta benim de bir emek sarf etmem için de tâ Jamaika’dan Los Angeles’a gelmek zorunda bırakılmıştım.

Halime Demireşik

Şebnem Dergisi

Ramazan’ı Soluklamak

Ramazan ayı kapımızı çalmak üzeredir. Her iki şekilde de hazır olmak lâzım; maddî, mânevî…

Öncelikle ve ivedilikle gönül kapımızı açmalıyız O’na. Hazır mıyız karşılamaya? Niyetli miyiz hoşnut etmeye?

Çalışanların, alın teri dökenlerin Allah yardımcısı olsun. Vakti müsait olan benim gibilere de Rabbim basiret versin. Daha fazla yoğunlaşmayı, daha çok zaman ayırmayı nasip etsin.

Kendi payıma demek isterim ; gönüllerimiz o kadar pas tutmuş ki, bir aylık zaman en güzel fırsattır temizlemek için. Maddi/manevi ciğerlerimiz, ufkumuz, zihnimiz, gönül âlemimiz, tefekkür iklimimiz, basiretimiz öylesine karışık, öylesine donuk/sönük/fersiz kalmış ki, ele geçen bu fırsatla ancak ıslah edilebilir, rayına sokulabilir.

Derin bir nefes almak istiyorum bu nurlu esinti ile…Meltemlerin ruhumu serinletmesini, gönlümü soğutmasını bekliyorum. Secdelerimin daha uzun, gözlerimin daha nemli, duygularımın daha ince, vaktimin daha bereketli olmasını istiyorum.

İstiyorum ki, arınayım tüm tutkularımdan, zaaflarımdan.
İstiyorum ki, kurtulayım fazla ağırlıklarımdan, yüklerimden.

Ben onlarla nasıl çıkarım Rabbimin huzuruna? Hangi yüzle bakarım Resulün mübarek veçhesine?
Sıyrılmam lazım tüm takıntılardan. Kurtulmam gerek ısırıcı varlıkların pençesinden. Allah Resulünün izini sürmeliyim tüm varlığımla. Dosdoğru yolun yolcusu olmalıyım. Sünnetin ihyası şiarım olmalı, neşrini gaye edinmeliyim.
Bid’acıların, tahripçilerin, müfsitlerin, bozguncuların din diye uydurdukları, pazarladıkları anlayıştan uzak durmalıyım!

İşte önümde fırsatların en seçkini…Rahmet, kâinat dolusu; mağfiret ve affın sınırı gözükmüyor.

Kur’ân ayı, tefekkür ve tezekkür ayı…Hesap kitap ve bilanço çıkarma ayı. Koymalıyım tüm hesapları önüme, öyle bakmalıyım hayata. Kim aldanıyor, kim aldatıyor, görmeliyim gerçeği dört cebhesiyle. Nefis, hevâ ve hevesin kıskacından kurtarmalıyım halimi, ahvalimi. Teslim etmeliyim O güzel vekile ve sığınmalıyım O’na içten ve samimane.

İşte o zaman hayat, memat olmaktan çıkacak, can kafesinde cirit atan insî ve cinnî şaytanlar barınamayacak, terk edecekler mülkü gerçek sahibine.

Ağlayan İslâm âlemi gülecek, masumların gözyaşları dinecek. Hâkim olacak Kur’ân nuru evrenin umum katrelerine, yerleşecek Ümmetin şefkatli sinelerine.

Yetimler gülecek, fakirler sevinecek, melekler övünecek.

İftar, sahur, teravih, hatim, Cevşen, zikir, evrad…Saracak benliğimizi, Cennet hayatı yaşatacak ruhlarımıza, bedenlerimize…Dünyaya daha bir başka açıdan baktıracak oruçlarımız. Teravihlerimiz tervihaya (dinlenme, ferahlık ve derin sevice) dönüşecek, toplumu da dönüştürüp İslâm toplumunun tüm karakteristik hasselerini tattıracak dimağlarımıza, doyuracak ruhlarımızı ve ulaştıracak rızaya…

Mahyalarıyla, zekât ve sadakalarıyla, ışıl ışıl cami ve mescitleriyle kalpleri bütünleştiren Ramazan ne güzel bir ay, ne şirin mevsim, ne bulunmaz nimettir!

Kötülükler sökün edecek kalp ülkesinden bir bir…Huzur ve süknanın adresi olacak Ramazanlar.
Özlenecek her dem, gelişini bekleyecek yediden yetmiş yedisine kadar herkes.

Böyle bir Ramazan özlüyor ve düşlüyorum.
Yâ Rab! Düşlerim gerçek, niyetim kabul olsun inşallah.
Ramazanınız mübarek olsun. Mutluluk, barış ve huzur getirsin ülkemize ve tüm İslâm ülkelerine.

İsmail Aksoy

 

Kozmik Mukabele Âyini – (Barihudâ Tanrıkorur)

O sıralar ben de çok meşguldüm. Pir Vilâyet Han’la beraber hazırlamış olduğumuz, büyük dinlerin arasındaki münasebeti anlatan ve Peygamberlerin hayatlarından çeşitli bölümler bulunan bir âyin Newyork’ta gösterilecekti. Ben de bu âyinin tasarım ve dekorunu düzenlemeden sorumluydum.

Bu “kozmik mukabele” sahnelendiği esnada, hayatımda ilk defa bir ezân duydum. Hem de Newyork’ta… Sudanlı Hamzaddin, hâfız idi ve harika bir ezân okudu. Çok etkilenmiştim.

İlginç olan bir şey daha var, bu “kozmik mukabele”de oynayan kimseler gerçek birer oyuncu değil, hepsi birer müriddi. Amaç, Allâh’ın bütün zamanlara peygamberler göndererek insanları kendisine dâvet ettiğini göstermekti. Her bir mürid, temsil ettiği peygamberin (!) hayatını öğrenmek ve hissetmek için böyle bir işe girmişti. Ama yaptığımız iş, din bakımından çok büyük bir cür’et ve hataymış, bunu da sonradan öğrendik.

Arayış, Arayış…

Sonra Boston’a gittim. Orada Harvard Üniversitesi’nde bir seminere katıldım. Bir profesör, sancısız doğumu anlatıyordu. Elimi kaldırdım ve söz istedim:

“-Siz hep maddî doğumdan bahsediyorsunuz, peki mânevî doğum sancısız olur mu?” dedim. Profesör, nâzik bir ifadeyle:

“-Hanımefendi, sizinle biraz sonra görüşebilir miyiz?” deyince, arka tarafa geçtim ve seminerin bitmesini bekledim.

Profesör yanıma geldi ve:

“-Kızım, sen ölmeden önce ölmeye gidiyorsun!.. Senin çok büyük bir zâta ihtiyacın var. Benim mürşidim Hindistan’da… İstersen sana onun adresini verebilirim. Çünkü sen mânevî, özel bir dönemden geçiyorsun. Bu dönemi, bir mürşid-i kâmilin huzurunda geçirmelisin. En azından bu ölüm devresinden çıkana kadar!.. Ayrıca kesinlikle Batı toplumundan ve Amerika’dan dışarıya çıkmalısın. Bu dönemi burada atlatamazsın, burada kalırsan sana kimse yardım edemez!..” dedi.

Hayatımın her safhasında birileri geliyor ve beni bir şeylere dâvet ediyordu. İlk olarak anlattığım parkta namaz kılan ıraklı adam, sonra Davud Bellak, şimdi de bu profesör… Sanki Allah beni bir şeylere hazırlıyordu. Ben de çilemi tamamlıyordum.

Bu ikazlar ve insanlar, sanki bana:

“-Artık aklını kullan da, doğru yolu bul!..” diyorlardı.

(Devam Edecek..)

Halime Demireşik

Şebnem Dergisi

Üç Tür İdareci Tipi ve Kabul Dili

Yap-Boz deneme tahtasına dönen Milli Eğitim camiasında, eskiden torpil ve Dayının gücüyle yapılan yönetici atamaları, şimdilerde kağıt üzerindeki sınavlarla yapılmaya başlandı. Gerçekçi Yöneticilik ve idarecilik kriterlerine bakılmaksızın yapılan bu atamalar neticesinde; ezberi kuvvetli, insanlar arası ilişkileri sağlıklı olmayan, kendilerini bile idare etmekten aciz idareciler türemeye başladı.

Böylelikle bizim payımıza da, bu yazıyı kaleme alarak, böylesi toplumsal bir yarayı analiz etmek ve sorunun asıl kaynağını teşkil eden idareci ve yöneticilerimize tavsiyelerde bulunmak düştü.

……….

Önce iletişim…

Çoğu insanlarda mükemmellik saplantısı vardır. Kendileri mükemmel olmadıkları halde, idarelerindeki ve sorumluluklarındaki insanların her konuda mükemmel olmalarını isterler.

İnsan 100 kapılı bir saraya benzer. 99’u kapalı olsa, bir tanesi açık olsa; o saraya girilemeyeceği söylenemez.

Her insanın onu kazanacak bir tarafı vardır. Yeter ki sağlıklı bir iletişim kursun.

İnsanları sorunların bir parçası olarak görürsek; sorun olur. Çözümün bir parçası olarak düşünürsek sorunların çözümünde o insanları da kendi safımıza almış oluruz.

Bir çocuk ne kadar serseride olsa anne ve baba; çocuklarından sevgi ve şefkatlerini esirgeyemezler.

Bir baba ne kadar haksız da olsa, çocuk babasına karşı saygısızlık yapamaz.

Bütün bu genel geçer kaidelere binaen, İdareci ve Yöneticilerin sahip olması ve uygulamada yaşaması gereken, görevlerinden kaynaklanan bazı vasıfları şöylece özetleyebiliriz:

Öğretmenlerini, evvela birer insan oldukları için olduğu gibi kabul etmek.

Raiyetinde(emri altında), muhalifiyle taraftarıyla bütün personelini kucaklamak zorundadır. Onları riayetinden hariç göremez onları dışlayamaz.

Emri altındaki personellerine, bilerek veya bilmeyerek yaptıkları hatalarından dolayı kin ve nefret beslemek suretiyle dışlayıp cezalandırarak, sevgi ve şefkatini esirgeyemez.

Öğüt vermek, çözüm ve öneri getirmek.

Nasıl yapacağını göstermek, her fırsatta mantıklı düşünceler önermek.

Sorunları gerçekçi yaklaşımlarla Yorumlamak, analiz etmek ve teşhis koymak.

Güven vermek, ümitlendirmek ve cesaretlendirmek.

……….

Kabul dili ve üç tür idareci…

Yapılan araştırmalar, edindiğimiz tecrübeler ve yaptığımız gözlemler neticesinde eğitime bakış açıları, insani ilişkileri ve yöneticilik uygulamalarına göre üç tür idareci tipi vardır.

1.Kazananlar(..!)

Bu gruptaki idareciler; sorumluluklarındaki insanlar üzerinde güç ve otoritelerini kullanarak her konuda haklı olduklarını savunurlar.

Kurallar ve sınırlar koymaya, kısıtlamaya, emir vermeye alışıktırlar. İdarelerindeki insanlarında bunlara uymak zorunda olduklarına inanırlar.

Uymadıklarında ise; sevgi ve şefkatlerini esirgeyerek, baskı yaparak, haklarını kısıtlayarak, ceza vererek onları hizaya getirmeye çalışırlar.

Aralarında bir anlaşmazlık ve çatışma çıktığında ise daima kazanan taraf kendileri olacak şekilde çözüm üretirler.

Tutum ve davranışlarını savunurken şöyle derler; “Eğitim sisteminin bozuk işlemesinin ve çocukların bu kadar kötü hale gelmesinin tek sebebi öğretmenlerdir.”

Eğitim-öğretim faaliyetlerini idare ederken suçlayıcı ve korkutucu bir yaklaşım içindedirler. “Derse geç gelirsen, sarı zarfı alırsın.”

Böylesine korkuya ve olumsuz bakışa dayalı bir eğitim öğretim ortamında, öğretmenlerin ve de dolayısıyla öğrencilerin korkak, endişeli ve kendilerine güvensiz olmaları gayet normaldir.

2.Kaybedenler

Bu gruptaki idareciler, öğretmenlerin her istediğini yerine getirir.

Gereğinden fazla özgürlük vardır. Sınır ve kural koymaktan kaçınırlar.

Bunu yaparken de baskıcı ve otoriter eğitimin ruh sağlığına aykırı olduğunu düşünerek, sorumsuz, sorumluluktan kaçan bir idareci portresi çizer ve dengeyi kaybederler.

3.Arada Kalanlar

Bu gruptaki idareciler “otoriterlik” ve “serbestlik” yöntemlerinden hangisini uygulayacaklarına karar veremez, duruma göre sert veya yumuşak davranışlar arasında gidip gelerek; insanlara güven vermemekle birlikte, her an ne yapacağı belli olmayan, dengesiz bir idareci portresi çizerler.

***

Yukarıda bahsettiğimiz bu üç tür eğitim yaklaşımında da; idareciler, sorumluluklarındaki insanları eğitirken, iletişim kurarken; hatalı tutum ve davranış sergiledikleri için, niyet ve beklentilerinin tam tersi sonuç almaktadırlar ve almaya devam edeceklerdir.

Kabul Dili

Etkili ve yararlı bir eğitim ortamının oluşturulması, sağlıklı bir iletişim zeminin meydana getirilmesi için; sahip olunması gereken en önemli becerilerden biri “Kabul Dili”dir.

Personelimizi olduğu gibi kabul etmek, bize bir şey anlattığı sırada akıl vermeden, yargılamadan, eleştirmeden, dikkatlice dinlemek ve onu dinlediğimizi söz ve davranışlarımızla geri dönütler vermek suretiyle belli etmek; personel ile olan ilişkilerimizin olumlu bir sürece girmesi açısından önem kabul dilini kullanmakla mümkündür.

İnsanların olduğu gibi kabul edilmesi çok önemlidir. Her hangi bir ilişkide kabul edilen Personel; kişiliğini ve kabiliyetlerini olumlu yönde geliştirme fırsatı bulur.

Öğretmen etkin bir şekilde dinlenerek kabul edildiğinde, en başta yapıcı ve olumlu bir havada nasıl konuşulacağını öğrenirler.

Kabul dili sayesinde Personel kendini iyi hisseder. Konuşmaya cesaret eder, duygularını daha rahat açıklar ve en önemlisi kendilerine olan güvenleri artar.

Kabul Sözlük” yada “hayır” dili kullanıldığı zaman, personelde yetersizlik ve suçluluk hissi uyanır. Duygularını açıkça dile getiremezler ve bunun sonucunda sosyal hobi oluşur.

Unutulmamalıdır ki, gerçek sevginin gereği de, personelleri olduğu gibi kabul etmektir.

Kabul dilinin en önemli boyutlarından biri, paylaşmaktır. İnsanı mutlu eden, dertlerini azaltan, varlığından mutluluk duyuran paylaşma eylemi, karşımızdakini öncelikli kabul etmekten geçer.

Hiç düşündünüz mü, neden bazı insanlarla beraber olmak bize sıkıntı verir. Çünkü onlarla paylaşacak fazla hiçbir şeyimiz yoktur da ondan.

Herhangi birisinin tipimizi, davranışlarımızı ve görüşlerimizi beğenmediğini, yani bizi olduğumuz gibi kabul etmediğini hissettiğimiz zaman, onunla birlikte olmayı, birlikte çalışmayı haliyle istemeyiz.

Neden bazı insanlarla beraber olmaktan zevk alırız? Neden çekinmeyerek onlara sırrımızı açabilir, içimizi dökebiliriz.

Çünkü; bizi olduğumuz gibi kabul eder, değiştirmeye çalışmazlar. İyi bir dinleyicidirler. Bizi dinlerken akıl vermeye kalkmaz, eleştirmez, suçlamazlar. Onlarla konuştuktan sonra kendimizi rahatlamış hissederiz.

Peki Yanlış davranışlar kabul edilmeli mi?

Bütün bu anlatılanlardan sonra akla şöyle bir soru gelebilir. “Öğretmenlerin yanlış davranışları karşısında ne yapacağız? Bu davranışlarını da olduğu gibi kabul etmek mi gerekir?”

İnsanlar; toplum içinde yeni bir rol üstlenip, statütüsünden kaynaklı makamı yükselince, nedense her şeyden önce “insan” olduklarını unutarak tuhaflaşırlar.

Bu tuhaflaşmayı, bulundukları makamın getirdiği bir sorumluluk zannederler. Her insan gibi duygularının, kusurlarının ve yaratılıştan gelen kişisel eksiklikleri olabileceğini unuturlar.

İyi bir idareci olmak için kızgınlıklarını, hatalarını, bilgisizliklerini gizleme gereği duyarlar. Personellerine iyi örnek olmak için kendilerini daima tutarlı olmak ve hep iyi şeyler yapmak zorunda hissederler.

İdarecilerimizin iyi niyet damgası taşıyan bu alkışlamaya değer davranışları; ne yazık ki personeller üzerinde çok az etki yapar. Çünkü personel her şeyden önce insan olarak iyi bir gözlemcidirler. Hep iyi ve kusursuz görünmek için müdürlerinin kendilerini ne kadar zorladıklarını fark ederler.

Gerçek olan şudur ki; Öğretmenler, amirlerini insan olarak istiyorlar, melek olarak değil veya başlarında kin kusan bir zebani olarak hiç değil… Hatasıyla, sevabıyla amirlerini oldukları gibi görmek istiyorlar. Davranışlarında şefkatli olmalıdır, çünkü hiç kimse mükemmel değildir. İnsan bazen sinirlerine hâkim olamaz, gereğinden fazla sert davranabilir, hatta kin dahi duyabilir.

Burada kritik olan nokta, personelimize davranışımızın gerekçesini açıklayıp, açıklayamadığınızdır. Eğer davranışımız gerekçesini nazikâne, nezihine ve kavli leyine(yumuşak ve tatlı bir dille) açıklarsak, personelimiz bize anlayış gösterecek ve böylelikle duyguları incitmeyecektir.

Hem de o personelinizin aynı hatayı yapma olasılığı kalmamakla birlikte, onu da kazanmış oluruz.

Her eve kapısından girilir. Her evin bir de kapısı vardır ve her evin bir kilidi vardır.

Müdür; Eğitim öğretim ortamında, öğretmenler arasındaki koordineyi sağlar.

Bütün personellerine sevgi ve şefkat konusunda eşit mesafe dedir.

Hiçbir öğretmenini kendi riayetinden hariç düşünemez, dışlayamaz.

Zira Maneviyattan yoksun bir eğitim sisteminin meyvesi olan başta öğretmenlerimizin ve diğer personellerin her şeyde önce manevi bir motivasyona ihtiyaçları vardır.

Hasan Tayfur