Kategori arşivi: Yazılar

Mimar Sinan’ın Akıl Almaz Sırları “Selimiye Camii”

Selimiye’nin uzun yıllar boyunca süregelen, kulaktan kulağa, nesilden nesile aktarılan hikayeleri günümüze kadar söylene geliyor.

Hz. Muhammed’i (S.A.V) rüyasında gören padişah II. Selim, Peygamberin emri üzerine onun rüyada işaret ettiği, bugünkü cami alanının bulunduğu yere bir cami yaptırmaya karar vermiştir. Selimiye’nin Temel Taşları Hakkında Koca Sinan, ustalık eserimdir, dediği bu yapının inşaatına başlamadan önce, inşaatta kullanacağı bütün taş malzemeyi araziye yerleştirmiş. İki yıl süresince tonlarca taş zeminin üzerinde beklemiş. İnşaatçıların kullandığı “zeminin oturması” denen bir olay vardır. Sinan da Selimiye’nin zeminini önceden sıkıştırarak,bu şekilde zeminin oturmasını sağlamıştır. Böylece iş bittikten sonra oluşacak olan çatlama ve kaymaların önüne geçmiştir. Temellerinin atılmasının uzun sürmesi hakkında İnşaat hızla ilerlemekte iken, Mimar Sinan bir gün ortadan kaybolmuş. Her yeri aramışlar, ama Mimar Sinan’ı kimse bulamamış. Tam 8 yıl sonra, Mimar Sinan çıkagelmiş. Caminin kaldığı yerden devam etmesini buyurmuş. Sultan Selim, inşaatın 8 yıl beklemesine çok sinirlenmiş: “Tez getirin Sinan’ı” diye buyruk çıkartmış.

Sultan Selim bu; tüm saray eşrafı korkudan tir tir titriyor, Selim’in gazabından korkuyorlarmış. Mimar Sinan gayet sakin huzura çıkmış. Selim “anlat” demiş sadece, gözlerinden şimşekler çakıyormuş. Hazır olmasını buyurduğu celladın eli kılıcının kabzasına gitmiş. Sinan kendinden emin, temelin sağlam olması için zaman gerektiğini söylemiş ve eklemiş: “Hesaplarıma göre 8 yıl gerekiyordu” demiş. Sultan Selim, eliyle cellada dur işareti vermiş ve Mimar Sinan’ın dehası karşısında diyecek bir şey bulamamış. Selimiye ve Çağrışımlar Selimiye Camii’nin 31.25 m çapındaki tek kubbesi Allah’ın tek olduğuna işaret eder. Benzer şekilde, Selimiye Camii’nin pencerelerinin 5 kademeli oluşu İslam’ın 5 şartını, 4 vaaz kürsüsü 4 hak mezhebini, Selimiye Külliyesi’ndeki toplam 32 kapı islamiyetin 32 farzını, arka minarelerde 6 yolun olması imanın 6 şartını, 12 şerefesi ise onikinci padişah tarafından yaptırıldığını ifade etmektedir.

Koca Sinan, ustalık eserimdir, dediği bu yapının inşaatına başlamadan önce, inşaatta kullanacağı bütün taş malzemeyi araziye yerleştirmiş. İki yıl süresince tonlarca taş zeminin üzerinde beklemiş.

İnşaatçıların kullandığı “zeminin oturması” denen bir olay vardır. Sinan da Selimiye’nin zeminini önceden sıkıştırarak, bu şekilde zeminin oturmasını sağlamıştır. Böylece iş bittikten sonra oluşacak olan çatlama ve kaymaların önüne geçmiştir.

1950-60 arası bir tarihte inşaat mühendisi, mimar ve jeofizikçilerden oluşan bir Japon heyeti Türkiye’ye geliyor. Heyet İmar ve İskan Bakanlığı’ndan izin alarak ülkemizdeki tarihi yapıları incelemeye başlamış. Ayasofya’yı, Yerebatan Sarnıcını filan gezdikten sonra sıra Sinan’ın kalfalık eseri Süleymaniye Camisi’yle Sinan’ın öğrencisi Mimar Davut Ağa’nın eseri Sultanahmet Camisi’ne gelmiş. Japonlar bu camiler üzerinde günlerce inceleme yapmışlar.

Bunun üzerine Türkiye programının gerisini tamamen iptal edip, bu iki cami üzerine yoğunlaşmışlar. Araştırmalarının sonucunda herhangi bir sarsıntı sırasında bu iki caminin sabitlenmediğini aksine yerinde oynayarak yıkılmaktan kurtulabildiği ortaya çıkmış. Minareleri incelediklerinde ise şaşkınlıkları ikiye katlanmış.

JAPON MÜHENDİSLERİN ŞAŞKINLIKTAN KALDIĞI AN

Her geçen gün şaşkınlıkları daha da artıyormuş. Çünkü Japonlar daha ilk incelemede camilerin gevşek bir zemin üzerine inşa edildiğini anlamışlar. Ama bunca yıl, bu camilerde bir çatlak dahi olmamasına akıl sır erdirememişler

MİNARELERDEKİ RAYLI SİSTEM

Minarelerin çok daha gelişmiş bir raylı sistem mekanizması üzerine oturtulduğunu ve her yöne yaklaşık 5 derece yatabildiğini görmüşler.

Daha derin araştırma yapmak için Edirne’ye, Sinan’ın ustalık eseri Selimiye Camisi’ne gitmişler. Selimiye’nin tüm sırlarını aylarını harcayarak çözmüşler.

Japonya’ya döndüklerinde ise Sinan’ın sırlarını uygulamaya sokarak şehirlerini Sinan’ın kullandığı sistemlerle kurup muazzam gökdelenler dikmişler.

Selimiye ile ilgili bir başka hikaye ise şöyle: “Bir gün Selimiye Camii’ne girenler, kubbenin altında bir Japon’un ayaklarını kıbleye doğru uzatmış sırtüstü yattığını görmüşler.Tabii hemen Japon’u, “Burası kutsal bir yer. Bu şekilde yatmak bizim inançlarımıza göre saygısızlıktır. Lütfen oturun veya ayakta durun” diyerek uyarmışlar. Ancak, Japon gözlerini kubbeden ayırmadan söyle sayıklıyormuş; “Bu imkansız. Ben yılların mühendisiyim. Bu kubbe var olamaz. Hayal görüyorum. Bu kubbenin orada o şekilde durması fizik ve matematik kurallarına aykırı. Bu imkansız, orada hiçbir şey yok, orada hiçbir şey yok.”

SELİMİYE CAMİİ’NİN KUBBESİ

Mimar Sinan’ın Selimiye Camii’nin kubbesini o genişliğe oturtmak için 13 bilinmeyenli bir denklemi matematiğin bilinen 4 ana işleminden farklı beşinci bir işlem oluşturarak çözdüğü söylenir. Ayrıca minarelerin şerefelerine çıkanların yolda birbirlerini görmemeleri ise büyük bir bir dehanın ürünüdür. Almanlar aynı sistemi meclislerinin önündeki dev kürede kullanmışlar.

Yazan:Said

İbrikten Alınan Abdest

Camiin damından yükselerek tâ uzaktan gelen mikrofonsuz fıtrî bir sadâ ile sabah vaktinin girdiğini anlayınca, yatağından doğruldu.

Tıpkı Hz. Âişe (r.anha) gibi iki eliyle yüzünü yoklayıp, sabaha kendisini sıhhatle kavuşturan Allah’a hamd edip duasını okudu: “Elhamdülillahillezî emâtenî sümme ehyânî = Beni uyku ile öldürüp sonra dirilten Allah’a hamd olsun.

Dşarı çıktı, elinde ibrik ile evden biraz mesafeli olan ayakyoluna gidip geri döndü. Abdestini aldı, ibriği yeniden doldurmak için evin bahçesindeki tulumbaya yöneldi. Hava biraz serin, otuz metre derinlikten çıkan kuyu suyu da soğuktu.

Gönlü elvermedi. Akşamdan içinde korları hâla canlı duran tandırın üzerine suyu koydu, bekledi, ısındığını anlayınca, leğenle birlikte yan odaya yöneldi.

Hafızlığa çalışan oğlu o odada uyuyordu. Kapıyı tıklattı ve içeri girdi. Elinde ibrik bekliyordu. Kapı arkasındaki leğen, suyu biriktirmek ve lavabo görevi yapmak üzere konmuştu.

“Kalk oğlum! Leğen burada, abdest suyun da işte, buraya koyuyorum. Namazını kıl dersine başla.” diyerek yumuşak ve şefkat dolu bir ses tonuyla seslenip odasına geçti.

Hafızlığa çalışan ve talebe-i ulûm-i dîniyye konumunda olan çocuk, mahmur gözlerle babasına baktı:

“Tamam baba, kalkıyorum.” diyerek yatağından doğruldu.

O da, sabah kalkınca hangi duayı okuyacağını biliyordu. Duasını okudu, dışarı çıktı, helâ ve tahâret işlemlerini tamamladıktan sonra, babasının hazırlayıp koyduğu ibriğin suyuyla abdest almaya başladı.

Suyu kullanırken düşünüyordu: “Bizim kuyunun suyu soğuktur. Ama ibriğin suyu ılık. Niye ki acaba?” diye sebebini araştırırken, babası tekrar içeri girdi.

“Abdestini aldın mı oğlum?” diye sorunca, “evet babacığım, aldım da…” dedi, devam etmesine fırsat kalmadan babası sordu:

-“Eee, ‘da’sı ne?
-“Su ılıktı da, onu soracaktım?”
-“Ha, su mu?” diye sordu ve devam etti:”Üşümeyesin, hasta olmayasın, güzel okuyasın da, ilerde iyi bir hâfız ve Kur’ân ehli olasın diye, tandırda ısıtıp koydum oğlum.”

Oğlu, babasının bu jestinden, Kur’ân’a ve Kur’ân okuyanlara gösterdiği hassasiyetten çok etkilenmişti. Okumamazlık, savsaklamak, kaytarmak, işe hafife almak olmazdı artık. Böyle bir babaya karşı minnet ve şükran duygularının hakkı verilmeli, sonuna kadar bu yolda ilerlemeliydi.
O’nun duasını almalı, şefkat ve merhâmetini daha çok celb etmeliydi.

-“Teşekkür ederim baba, çok sağol,varol, layık olmaya çalışacağım.” diyebildi ancak.

Çocuk kalbiyle oldukça etkilenmişti bu olaydan. Onun için bir motor gücü, enerji kaynağı, cesaret menbâı olmuştu babasının bu davranışı. Bir türlü unutamıyordu. Hakkını vermeliydi, böyle bir babanın kıymetini derinden takdir etmeli ve gereğini yapmalıydı.

Namazını kıldıktan sonra rahlesinin başına oturdu. Berrak bir zihin ve dinlenmiş bir kafa ile ezberlerini yapmaya başladı.

Böylesine bir fedakârlık ve örnek bir davranış, hayatı boyunca Onun mahcubiyetine sebep olmakla birlikte, azim ve kararlığının bir kamçısı olmuş, kendisini başarıdan başarıya götürmüştü. Babasının duasını hep yanında hissetmiş, gücünü ve sevincini hep ondan dönüştürmüştü.

Hayat hep aynı kalmıyordu ki…
Vade biçilen ömürler tükeniyor, ölüm hakikatı hiç değişmiyordu.

Ve artık vedalaşma zamanı gelmişti babasıyla.

Teneşirde uzanmış abdest aldırmayı bekliyordu.

Yaklaştı, hüzün ve sevinci birlikte yaşıyordu. Son görevinde babasının başucunda olmaktan dolayı Rabbine şükrediyordu.

kırk yıl önce babasının kendisine yaptığı o unutulmaz hizmetin karşılığını baba farkıyla vermek zamanı gelmişti demek.

Tandır veya ocak yoktu ama, şofben marifetiyle ısıtılmış suyun musluğuna uzandı ve dualarla ılık suya yol verdi.

Bunca emek, bunca hizmet, bunca fedakârlık, evlatlarına topyekun adanmış bunca çileli bir hayatın karşılığı hiç bir şeyle ödenemezdi kuşkusuz.

Sanki etrafında toplanmış evlatlarının yüzüne tebessümle bakıyor, onlara bir şeyler söylemek istiyordu. Mesaj yüklü bu bakışların ötelere açılan ufkunda müjde dolu manzaralar, mâna yüklü dost ve ahbâb meclisleri Onu bekliyordu.

Kur’ânı başına tâc, namazı kendine mi’râc edinmiş çilekeş bir kulun Rabbine vuslatı da anlamlı ve esrarlı olacaktı şüphesiz.

Bu tefekkür denizi bitmez.

En iyisi; ibrikle başlayan abdestin muslukla tamamlanmasına itina ile itmamına çalışmak ve umûm babalarımızı pâk ve temiz olarak ebedî yurtlarına uğurlamak.

Ruhları şâd, makamları Cennet, komşuları Resûlullah (asm) olsun inşâallah.

NOT: Muhterem okuyucularımızın Mi’râc kandilini en kalbî duygularımla ve dualarımla tebrik ediyorum. İ.A

İsmail Aksoy

 

Devekuşu Misali (Şiir)

İnsan bir deve kuşu olmuş bir şey bilmiyor

Kafayı kuma gömmüş etrafını görmüyor

 

Halbuki çevresinde oluyor neler neler

Keşke bu gerçekleri hakkiyle tam bilseler

 

Şimdiler moda olmuş bir nemelazımcılık

İnsanlar parça parça, almış bir hizipçilik

 

Dünyayı sarmış bela her taraf bir cehalet

Haksızlık had safhada zayıf kalmış adalet

 

Herkes bir baş çekiyor birlik beraberlik yok

Merhamet rafa kalkmış vicdansızlıksa pek çok

 

İnsanlar birbirinin kuyusunu kazıyor

Islah olmak yerine gün geçtikçe azıyor

 

Oysa bütün insanlar birbiriyle kardeştir

Hakta ve de hukukta yekdiğerine eştir

 

Rabbim bütün mümine akıl ve fikir versin

Fiil ve düşüncede halis bir zikir versin

 

Basiret ihsan etsin bütün Müslümanlara

Onları ıslah etsin şuur versin onlara

 

Ahmet Tanyeri – DİYARBAKIR

Bir büyük karakter: Bekir Berk

Bediüzzaman’ın etrafında davasının oluşum döneminde büyük karakterler yer almış.

Karakter diyorum, çünkü karakterler kimsenin yapmadığını, hatta anlayamadığı şeyi yapan, beklenmedik özellikleri olan, sabırlı inadına inatçı, dirençli, sıradan insanların iptilalarına sahip olmayan kişilerdir.

Mesela Allah Resulünün etrafında yer alanlar hep karakterlerdir. Bedirdeki üç yüz kişi karakterdir, hiçbir dünyevi beklentisi olmadan, küfrün azameti karşısında canlarını hiçe sayarak Allah Resulünün etrafında yer almışlar.

ALLAH TARAFINDAN HİMAYE EDİLENLER

Eğer bir beklentinin arkasından gidiyorsanız, hareketleriniz bir beklentinin çirkin bir beklentinin ipuçlarını veriyorsa sizden karakter olmaz, siz ancak sıradan bir tip olabilirsiniz. Etrafınızda hep tipler, menfaat beklentileri için bekleyenler varsa siz onların arasında enayi diye itilir kakılırsınız, çünkü tipler karakterleri kaldıramaz ve ezerler, tarih bunu böyle göstermiş.

Menderes bir karakterdi, ama saf bir karakter, bu yüzden darağacına gitti.

Bediüzzaman hiç örneği olmayan bir karakterdi eğer Allah’ın özel korumasında olmasaydı , bu kurtlar sofrası olan hayatın içinde gidemezdi, ama hayatındaki bütün tıkanma noktalarını ilahi bir ferasetle açan , büyük tıkanmalarda ise Allah tarafından sigortalı muamelesi gören insandı.

Küfür ile iman davasında

Allah kendi davası için davanın kopma noktalarında yukardan müdahale etmese dünyada imanın başarısı imkânsızdır.

Peygamberimize sabotaj düzenleyeceklerini Cebrail söyler ve Allah resulü anında müdahale eder ve onları yakalatır. Böyle onlarca olay var.

Allah resulünün dayanacağı olaylarda ise müdahale etmez, bir nevi “Resulüm sen onlara dayanabilirsin” der. Sırtına ölü hayvan cesedini koyarlarken müdahale etmez, ama secdede iken bir büyük taşı başına vurmaya kalkınca Allah o haine peygamberi göstermez. Nasıl dengeli bir koruma.

Bekir Berk de Üstadı gibi büyük bir korumadaydı, çünkü onun avukatlığı sayesinde hukuk denen guguk kuşlarının şarkısı velveleye döner onu bastırırdı. Kutlular, onun için “biz böyle bir adamı yetiştiremezdik Allah yetiştirdi ve gönderdi” der. Bediüzzaman ona çok özel bir ilgi gösterir. Bütün servetinin Bediüzzaman’ın kendisine verdiği vekâlet belgeleri olduğunu söyleyen, her zaman hassas ama kimsenin varamadığı derecede bir büyük adamdı. Vahdet Ağabey onunla çok seyahatlerde bulunmuş, onun de kendini sevdiği bir büyük insandı. Onunla bir iki davanın arifesinde görüşmüştük, Vahdet ağabeyinin sürdüğü arabanın arkasında oturur ve sürekli omuzuna “ulen vahdet” diye sataşır şaka ederdi. Vahdet abi ise “hep buyur ağabey “ diye mukabele ederdi. Hayatı boyuna korumada olduğunu gösteren büyük olaylar dinlemiştim, bir keresinde bir yol yapımında dinamit patlatılan yerdedirler, eğer patlamayı bekleseler mahkeme kalacak, o kıl payı patlamadan kurtulur ve öteye geçer.

ADAM GİBİ BİR ADAM

Diyarbakır’da Ali Köprücü unun o bölgelerdeki gezilerini mahkemelerini finanse eden adamdır. İstanbul’dan bir dostu ile selam gönderir Bekir Bey ona ve der ki “ orada adam gibi bir adam var köprücü ona selam” söyle. Adam sorar abi ne demek “ adam gibi adam, o da sen ona sor söyler sana” Köprücü bilinmez bir büyük adamdı, her şeye Bediüzzaman’ın gözüyle bakan saf ve fedakâr bir insandı. Kimse onun kadar Bediüzzaman’a saygı ile bağlı olabilir mi idi?

Adam ona sorar o da sadece başını sallar cevap vermez. Çok büyük zengin bütün servetini Bediüzzaman’ın davasına harcamış ömrünü de harcamış kalelerin yanında küçük tepeler olduğu bir insandı.

Benim izahlarımı dinlerken mutlu olur dersin sonunda illa söz ister heyecanını gösterirdi.

Bekir Berk bini aşkın davanın savunucusu bir büyük avukat.

Bayburt’ta öğrencilik yıllarımda küçük kutu gibi bir dershanede risale okuyoruz, iki ayda iki defa külliyatı okuduk. Kimin kolunu tuttuksa Bediüzzaman’ın mıknatısiyeti onu bu tarafa çekti.

O sırada Gümüşhane’de öğretmen okulunda bir öğrenci risale yakalatmış, onun mahkemesine geldi Bekir Abi. Dershaneye geldi, onun âdeti gittiği yerde muhakkak o üniversal yere, mekâna uğrar.

Birlikte bir arabada Gümüşhane’ye mahkemeye gittik. Birlikte Çoruh’un kıyısında fotoğraf çektirdik. Daha sonra Bursa müftülüğü yapan Zeki Hoca orada imamdı. Daha kimler yoktu ki,Vahdet Abi de oradaydı.

Daha sonra Mehmet Akay Abi Erzurum ‘da Mareşal Hastanesinde sürgün doktorken Bekir Abi bazı vesilelerle civardaki vilayetlerdeki mahkemeler için Erzurum’a geldiğinde bizim ilk dershanelerimizden Taş mağazalardaki bir eve gelmişti.

Allah onu işine göre heybetli bir adam olarak yaratmıştı. O nasıl ses tonu, onunla mahkemelerde adeta muterizlerin fikirleri boğazında kalırdı. Çok insan, hâkimler onu dinlemek için büyük saygı gösterirdi. Fırtına, velvele gibi bir adam! Ne gariptir ki büyüklüğün yanında çukur olan bu büyük adam da İlahi bir tecelli ile ömrünün son demlerini Resul-i Kibriya’ya mücavir olarak geçirdi.

Bekir Berk ve Mahkemeleri Bedir, Uhut gibi büyük savaşlara benziyordu, çünkü “ ahir zamanda harpler harflerle olacak “ demiş Allah Resulü.

Bugün yeni Bekir Berk’ler gerekir mi, evet gerekir, kalplerde akıllarda sıkışmış genişlemeyen iman çekirdeklerini savunan büyük akıllar lazım değil mi, evet lazım. Ama büyük adamlar büyük olaylar ve büyük fırtınalarla oluyor.

Bekir Berk tek başına bir davayı savunarak onu toprak altından yeryüzüne çıkardı, onun savunmaları sayesinde jurnalciler ve onların kiralık savunucuları bezdiler, o görevini yaptı ve gitti. Yaptığı iş bir büyük karakterin gayreti idi, başka türlü olamaz.

Onun filmi çekilse ne kadar harika olur, gayret ey ehli himmet ve ehli sanat.

Prof. Dr. Himmet Uç

Miraç Geceniz Mübarek Olsun!

Resulüllah (S.A.V.)’ın Miraç Mucizesi

İsrâ ve Miraç hadisesi; nübüvvetin 12. Yılında, 621 yılı başlarında, Hicretten bir veya bir buçuk yıl önce (bu konuda çeşitli ihtilaflar vardır), Recep ayının 27. gecesinde Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimiz’in Mescid-i Haram’dan başlayıp Mescid-i Aksâ’ya, oradan da Sidretü’l-Münteha’ya ve huzur-u Rabbil Âlemin’e kadar devam eden bin bir hikmet ve sırlarla dolu olan yolculuğudur.

Kuran-ı Kerim’de Allah-u Teâlâ (c.c.) şöyle buyurmaktadır:

“Kulu Muhammed’i geceleyin, Mescid-i Haram’dan kendisine bazı ayetlerimizi göstermek için, etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren Allah, her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir. Şüphesiz ki her şeyi hakkıyla işiten, hakkıyla gören O’dur.” (İsra suresi:1)

Miraç, Resulüllah (s.a.v.) Efendimiz’in en büyük koruyucusu olan amcası Ebû Tâlib ile maddeten ve mânen her zaman yanında bulunan zevce-i tâhiresi Hz. Hatîcet-ül Kübra validemizin vefat etmeleriyle sıkılan ve üzüntü içinde bulunan Peygamberimiz (s.a.v.)’in “HÜZÜN YILI” olarak bilinen bu zamanda huzur-u İlâhîye çıkmasıdır.

Mekkeli müşriklerin ablukasının da devam ettiği bu dönemde Resulüllah (s.a.v.) Efendimiz’in Miraç hadisesiyle rahatlaması, bunlara gösterilen sabrın mükâfatlandırılmasıdır.

Cenabı Allah, lütuf ve keremiyle şereflendireceği kullarını (Peygamber de olsa) çeşitli imtihanlardan geçirir. En büyük mükâfatlara nail olan peygamberler de herkesten daha çok meşakkatlerle karşılaşmışlardır. Tabi ki en büyüğüyle de, Efendimiz maruz kalmıştır. Allah (c.c.), tebliğ esnasında karşılaştığı her sıkıntıya göğüs geren ve İslâm’ın yayılması uğrunda her fedakârlığa katlanan Sevgili Kulunu ve Habibini bu Miraç hadisesiyle mükâfatlandırmıştır.

Miraç hadisesi, gerek Rasulüllah(s.a.v.) ve gerekse sahabeler için, o hüzün döneminde büyük bir sevinç ve teselli kaynağı olmuştur.

Miraç kelimesi, Arapçada merdiven, yukarı çıkmak, yükselmek anlamlarını dile getirir. İslam’da ise Hz. Muhammed (s.a.s)’ in göğe yükselerek Allah’ın huzuruna kabul edilmesi olayıdır. Bu da, bu yolculuğun ardından, Resulüllah’ın yüksek gök tabakalarına çıkması, sonra insan, cin, melek ve diğer mahlûkatın bilgilerinin tükendiği sınıra ulaştırılması anlamında kullanılmaktadır.

Bu büyük mucizeyi anlatan olayın iki aşaması vardır:

1- Hz. Muhammed (s.a.v.) Mescidül Haram’dan Beyt-ül Makdis’e (Küdüs) götürülür. Kuran’ın andığı bu aşama, gece yürüyüşü anlamında İSRA adını alır.

2- Miracın ikinci merhalesi de Mescid-i Aksa’dan başlayarak semanın bütün tabakalarından geçip tâ İlâhi huzura varmasıdır. Buna da MİRAÇ denilir. Bu safha da Necm Suresinde şöyle’ anlatılır: “O ufkun en yukarısında idi. Sonra indi ve yaklaştı. Nihayet kendisine iki yay kadar, hatta daha da yakın oldu. Sonra da vahyolunacak şeyi Allah kuluna vahyetti. O’nun gördüğünü kalbi yalanlamadı. Şimdi O’nun gördüğü hakkında onunla mücadele mi edeceksiniz? And olsun ki onu bir kere daha hakiki suretinde gördü. Sidre-i Müntehâda gördü. Ki, onun yanında Me’vâ Cenneti vardır. O zaman Sidre’yi Allah’ın nuru kaplamıştı. Gözü ne şaştı, ne de başka bir şeye baktı. And olsun ki Rabbinin ayetlerinden en büyüklerini gördü.” (Necm Suresi, 7-18.)

İslam Bilginlerinin büyük çoğunluğuna göre Miraç olayı, uyanıkken hem ruh, hem de bedenle gerçekleşmiştir.

Hadislerden alınan bilgilere göre, Hz. Muhammed (s.a.s), Kâbe’de Hatim’de ya da amcasının kızı Ümmühani Binti Ebi Talib’in evinde yatarken Cebrail (a.s.) gelip göğsünü yarıyor, kalbini Zemzem suyu ile yıkadıktan sonra içine iman ve hikmet dolduruyor. “Burak” adlı bineğe bindirilerek Beyt’ül-Makdis (Küdüs)’e getiriliyor. Burada Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve diğer bazı peygamberler tarafından karşılanıyor. Hz. Muhammed (s.a.v) imam olarak diğer peygamberlere namaz kıldırıyor.

Hz. Muhammed (s.a.v.), Küdüs’te Cebrail (a.s.) ile beraber göğe yükseliyor. Göğün ;

1. katında Hz. Adem,

2. katında Hz. İsa ve Hz. Yahya,

3. katında Hz. Yusuf,

4. katında Hz. İdris,

5. katında Hz. Harun,

6. katında Hz. Musa ve

7. katında Hz. İbrahim ile görüşüyor.

Cebrail (a.s.) ile beraber yükselişi Sidretü’l-Münteha’ya kadar sürüyor. Cebrail (a.s.): “Buradan bir parmak ucu ileri geçecek olursam yanarım” diyerek Sidretü’l Münteha’da kalıyor. Hz. Muhammed (s.a.v) buradan itibaren “Refref” adlı başka bir binekle yükselişine devam ediyor. Bu yükseliş sırasında Cennet ve nimetlerini, Cehennem ve azabını müşahede ediyor. Sonunda Allah (c.c.)’nün huzuruna kabul ediliyor.

Burada Cenab-ı Allah (c.c.) tarafından Kendisine, ümmetinden Allah’a şirk koşmayanların Cennet’e gireceği müjdelendi, Bakara suresinin son ayetleri verildi ve beş vakit namaz farz kılındı. Yeniden Refref ile Sidretü’l-Münteha’ya, oradan Burak’la Kudüs’e, oradan da Mekke’ye döndürüldü.

Hz. Peygamber (s.a.v) ertesi günü Miraç olayını anlattı. Olayı duyan müşrikler yoğun bir kampanya başlatarak Hz. Peygamber (s.a.v)’i suçlamaya, alaya almaya başladılar. Bu kampanya bazı Müslümanları da etkileyerek şüpheye düşürdü. Olayın gerçek olup olmadığını araştırmak isteyenler Beytü’l-Makdis’e ve Mekke’ye gelmekte olan bir kervana ilişkin sorular sorarak Hz. Peygamber (s.a.v)’i sınadılar. Hz. Peygamber (s.a.v)’in verdiği bilgilerin doğruluğu Müslümanları şüpheden kurtardıysa da müşriklerin inatlarını kırmaya yetmedi. Miraç olayı inatlarını ve düşmanlıklarını artırarak onlar için bir fitne nedeni oldu. Bu olay karşısındaki tutumu nedeniyle Hz. Ebu Bekir, Hz. Peygamber (s.a.v)’e “Sıddik” lakabıyla onurlandırıldı. Hz. Ebu Bekir olayı kendisine anlatarak hala inanmaya devam edip etmeyeceğini soran müşriklere “O söylüyorsa şüphesiz doğrudur” cevabını vermişti.

Miraç olayının gerçekleştiği gece, Müslümanlarca kadir gecesinden sonra en kutsal gece sayılmış ve bu gecenin ibadetle ihyası gelenekleşmiştir.

Üstad Bediüzzaman Hazretleri de, Peygamberimizin Miracı konusunda 31. Sözde şöyle açıklamada bulunmaktadır:

“Mi’rac-ı Nebeviyyeye dairdir (A.S.M.)

İHTAR: Mi’rac mes’elesi, erkân-ı îmâniyenin usûlünden sonra terettüb eden bir neticedir. Ve Erkân-ı îmâniyenin nurlarından medet alan bir nurdur. Erkân-ı îmâniyeyi kabul etmeyen dinsiz mülhidlere karşı elbette bizzat isbat edilmez. Çünkü: Allahı bilmeyen, Peygamberi tanımayan ve melâikeyi kabûl etmeyen veya semâvatın vücudunu inkâr eden adamlara Mi’racdan bahsedilmez. Evvelâ o erkânı isbat etmek lâzım geliyor. Öyle ise biz, Mi’racda istib’ad ile vesveseye düşen bir mü’mini muhatap ittihaz ederek, ona karşı beyan edeceğiz. Ara-sıra makam-ı istimâda olan mülhidi nazara alıp serd-i kelâm edeceğiz. Bazı sözlerde hakikat-ı Mi’racın bir kısım lem’aları zikredilmişti. İhvanlarımın ısrarı ile ayrı ayrı o lem’aları hakikatın aslıyla birleştirmek ve Kemalât-ı Ahmediyenin (A.S.M.) cemâline birden bir âyine yapmak için, inâyeti Allah’dan istedik.

…Bir abdini bir seyahatta huzuruna dâvet edip, bir vazife ile tavzif etmek için, Mescid-i Haram’dan mecma-ı Enbiya olan Mescid-i Aksâya gönderip, enbiyalarla görüştürüp, bütün Enbiyaların usûl-ü dinlerine vâris-i mutlak olduğunu gösterdikten sonra, tâ Sidret-ül Müntehâ’ya, tâ Kab-ı Kavseyn’e kadar mülk ve melekûtunda gezdirdi.

İşte çendan, o bir abddir ve o seyahat, bir mi’rac-ı cüz’îdir. Fakat bu abdin, bütün kâinata taallûk eden bir emanet beraberindedir. Hem şu kâinatın rengini değiştirecek bir nur beraberdir. Hem saadet-i ebediyenin kapısını açacak bir anahtar beraber olduğu için, Cenâb-ı Hak kendini, «bütün eşyayı işitir ve görür» sıfatıyla tavsif eder. Tâ o emânet, o nur, o anahtarın cihan-şümul ve muhît ve umum kâinata âmm ve bütün mahlûkata şâmil hikmetlerini göstersin.”

 

Mi’racın netice ve faydaları:

Hadsiz fayda ve neticelerinden en mühim beş tanesi şunlardır:

1- Gaybî olarak inandığımız Allah, melekler, cennet ve cehennem gibi bütün iman esaslarının hak ve gerçek olduğunu insan nev’ini temsilen insanların en yücesi görüp gelmiştir.

2- Başta beş vakit namaz olarak İslâmiyet’in esaslarını, cinlere ve insanlara hediye getirmiştir.

3- Vaat olunan ebedî ahiret saadetini bizzat görmüş ve ebedî saadetin varlığının hak olduğu müjdesini cin ve inse hediye etmiştir.

4- Allah’ın cemalini görmek meyvesini kendi aldığı gibi, o meyvenin her mümine dahi mümkün olduğunu, cin ve inse hediye getirmiştir.

5- İnsan, kâinat ağacının en kıymetli meyvesi olduğu ve Allah’ın en sevgili kulları oldukları, Mi’rac ile anlaşılmıştır.

Mescid-i Aksa’nın bulunduğu Kudüs ve etrafı; Mübarek, mukaddes topraklardır.

Kudüs, Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere’den sonra üçüncü kutsal şehirdir. Kâbe, yüce Allah (c.c.) tarafından kıble olarak tayin edilmeden önce Müslümanlar namazlarını Mescid-i Aksa’ya yönelerek kılarlardı. Mescid-i Aksa, hem Müslümanlar, hem de Yahudi ve Hıristiyanlarca da mukaddes beldelerden sayılır. Kudüs ve çevresi, mübarek kılınmıştır. Yüce Allah (c.c.) bu mıntıkayı dini ve manevi bakımdan şereflendirmiş, maddî yönden de bağlar, bahçeler ve nehirlerle bereketlendirmiştir.

Cenab-ı Allah (c.c.), bütün Müslümanlara birlik ve beraberlik nasip eylesin. Onlara şuur versin. Yüce Rabbimiz, O Miraç sahibinin hürmetine, kendisine ulaştıracak manevi miraçları bizlere ihsan eylesin. Amin…

***** MİRAÇ KANDİLİNİZ MÜBAREK OLSUN *****

Ahmet Tanyeri – DİYARBAKIR

www.NurNet.org