Kategori arşivi: Yazılar

Bir büyük karakter: Bekir Berk

Bediüzzaman’ın etrafında davasının oluşum döneminde büyük karakterler yer almış.

Karakter diyorum, çünkü karakterler kimsenin yapmadığını, hatta anlayamadığı şeyi yapan, beklenmedik özellikleri olan, sabırlı inadına inatçı, dirençli, sıradan insanların iptilalarına sahip olmayan kişilerdir.

Mesela Allah Resulünün etrafında yer alanlar hep karakterlerdir. Bedirdeki üç yüz kişi karakterdir, hiçbir dünyevi beklentisi olmadan, küfrün azameti karşısında canlarını hiçe sayarak Allah Resulünün etrafında yer almışlar.

ALLAH TARAFINDAN HİMAYE EDİLENLER

Eğer bir beklentinin arkasından gidiyorsanız, hareketleriniz bir beklentinin çirkin bir beklentinin ipuçlarını veriyorsa sizden karakter olmaz, siz ancak sıradan bir tip olabilirsiniz. Etrafınızda hep tipler, menfaat beklentileri için bekleyenler varsa siz onların arasında enayi diye itilir kakılırsınız, çünkü tipler karakterleri kaldıramaz ve ezerler, tarih bunu böyle göstermiş.

Menderes bir karakterdi, ama saf bir karakter, bu yüzden darağacına gitti.

Bediüzzaman hiç örneği olmayan bir karakterdi eğer Allah’ın özel korumasında olmasaydı , bu kurtlar sofrası olan hayatın içinde gidemezdi, ama hayatındaki bütün tıkanma noktalarını ilahi bir ferasetle açan , büyük tıkanmalarda ise Allah tarafından sigortalı muamelesi gören insandı.

Küfür ile iman davasında

Allah kendi davası için davanın kopma noktalarında yukardan müdahale etmese dünyada imanın başarısı imkânsızdır.

Peygamberimize sabotaj düzenleyeceklerini Cebrail söyler ve Allah resulü anında müdahale eder ve onları yakalatır. Böyle onlarca olay var.

Allah resulünün dayanacağı olaylarda ise müdahale etmez, bir nevi “Resulüm sen onlara dayanabilirsin” der. Sırtına ölü hayvan cesedini koyarlarken müdahale etmez, ama secdede iken bir büyük taşı başına vurmaya kalkınca Allah o haine peygamberi göstermez. Nasıl dengeli bir koruma.

Bekir Berk de Üstadı gibi büyük bir korumadaydı, çünkü onun avukatlığı sayesinde hukuk denen guguk kuşlarının şarkısı velveleye döner onu bastırırdı. Kutlular, onun için “biz böyle bir adamı yetiştiremezdik Allah yetiştirdi ve gönderdi” der. Bediüzzaman ona çok özel bir ilgi gösterir. Bütün servetinin Bediüzzaman’ın kendisine verdiği vekâlet belgeleri olduğunu söyleyen, her zaman hassas ama kimsenin varamadığı derecede bir büyük adamdı. Vahdet Ağabey onunla çok seyahatlerde bulunmuş, onun de kendini sevdiği bir büyük insandı. Onunla bir iki davanın arifesinde görüşmüştük, Vahdet ağabeyinin sürdüğü arabanın arkasında oturur ve sürekli omuzuna “ulen vahdet” diye sataşır şaka ederdi. Vahdet abi ise “hep buyur ağabey “ diye mukabele ederdi. Hayatı boyuna korumada olduğunu gösteren büyük olaylar dinlemiştim, bir keresinde bir yol yapımında dinamit patlatılan yerdedirler, eğer patlamayı bekleseler mahkeme kalacak, o kıl payı patlamadan kurtulur ve öteye geçer.

ADAM GİBİ BİR ADAM

Diyarbakır’da Ali Köprücü unun o bölgelerdeki gezilerini mahkemelerini finanse eden adamdır. İstanbul’dan bir dostu ile selam gönderir Bekir Bey ona ve der ki “ orada adam gibi bir adam var köprücü ona selam” söyle. Adam sorar abi ne demek “ adam gibi adam, o da sen ona sor söyler sana” Köprücü bilinmez bir büyük adamdı, her şeye Bediüzzaman’ın gözüyle bakan saf ve fedakâr bir insandı. Kimse onun kadar Bediüzzaman’a saygı ile bağlı olabilir mi idi?

Adam ona sorar o da sadece başını sallar cevap vermez. Çok büyük zengin bütün servetini Bediüzzaman’ın davasına harcamış ömrünü de harcamış kalelerin yanında küçük tepeler olduğu bir insandı.

Benim izahlarımı dinlerken mutlu olur dersin sonunda illa söz ister heyecanını gösterirdi.

Bekir Berk bini aşkın davanın savunucusu bir büyük avukat.

Bayburt’ta öğrencilik yıllarımda küçük kutu gibi bir dershanede risale okuyoruz, iki ayda iki defa külliyatı okuduk. Kimin kolunu tuttuksa Bediüzzaman’ın mıknatısiyeti onu bu tarafa çekti.

O sırada Gümüşhane’de öğretmen okulunda bir öğrenci risale yakalatmış, onun mahkemesine geldi Bekir Abi. Dershaneye geldi, onun âdeti gittiği yerde muhakkak o üniversal yere, mekâna uğrar.

Birlikte bir arabada Gümüşhane’ye mahkemeye gittik. Birlikte Çoruh’un kıyısında fotoğraf çektirdik. Daha sonra Bursa müftülüğü yapan Zeki Hoca orada imamdı. Daha kimler yoktu ki,Vahdet Abi de oradaydı.

Daha sonra Mehmet Akay Abi Erzurum ‘da Mareşal Hastanesinde sürgün doktorken Bekir Abi bazı vesilelerle civardaki vilayetlerdeki mahkemeler için Erzurum’a geldiğinde bizim ilk dershanelerimizden Taş mağazalardaki bir eve gelmişti.

Allah onu işine göre heybetli bir adam olarak yaratmıştı. O nasıl ses tonu, onunla mahkemelerde adeta muterizlerin fikirleri boğazında kalırdı. Çok insan, hâkimler onu dinlemek için büyük saygı gösterirdi. Fırtına, velvele gibi bir adam! Ne gariptir ki büyüklüğün yanında çukur olan bu büyük adam da İlahi bir tecelli ile ömrünün son demlerini Resul-i Kibriya’ya mücavir olarak geçirdi.

Bekir Berk ve Mahkemeleri Bedir, Uhut gibi büyük savaşlara benziyordu, çünkü “ ahir zamanda harpler harflerle olacak “ demiş Allah Resulü.

Bugün yeni Bekir Berk’ler gerekir mi, evet gerekir, kalplerde akıllarda sıkışmış genişlemeyen iman çekirdeklerini savunan büyük akıllar lazım değil mi, evet lazım. Ama büyük adamlar büyük olaylar ve büyük fırtınalarla oluyor.

Bekir Berk tek başına bir davayı savunarak onu toprak altından yeryüzüne çıkardı, onun savunmaları sayesinde jurnalciler ve onların kiralık savunucuları bezdiler, o görevini yaptı ve gitti. Yaptığı iş bir büyük karakterin gayreti idi, başka türlü olamaz.

Onun filmi çekilse ne kadar harika olur, gayret ey ehli himmet ve ehli sanat.

Prof. Dr. Himmet Uç

Miraç Geceniz Mübarek Olsun!

Resulüllah (S.A.V.)’ın Miraç Mucizesi

İsrâ ve Miraç hadisesi; nübüvvetin 12. Yılında, 621 yılı başlarında, Hicretten bir veya bir buçuk yıl önce (bu konuda çeşitli ihtilaflar vardır), Recep ayının 27. gecesinde Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimiz’in Mescid-i Haram’dan başlayıp Mescid-i Aksâ’ya, oradan da Sidretü’l-Münteha’ya ve huzur-u Rabbil Âlemin’e kadar devam eden bin bir hikmet ve sırlarla dolu olan yolculuğudur.

Kuran-ı Kerim’de Allah-u Teâlâ (c.c.) şöyle buyurmaktadır:

“Kulu Muhammed’i geceleyin, Mescid-i Haram’dan kendisine bazı ayetlerimizi göstermek için, etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren Allah, her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir. Şüphesiz ki her şeyi hakkıyla işiten, hakkıyla gören O’dur.” (İsra suresi:1)

Miraç, Resulüllah (s.a.v.) Efendimiz’in en büyük koruyucusu olan amcası Ebû Tâlib ile maddeten ve mânen her zaman yanında bulunan zevce-i tâhiresi Hz. Hatîcet-ül Kübra validemizin vefat etmeleriyle sıkılan ve üzüntü içinde bulunan Peygamberimiz (s.a.v.)’in “HÜZÜN YILI” olarak bilinen bu zamanda huzur-u İlâhîye çıkmasıdır.

Mekkeli müşriklerin ablukasının da devam ettiği bu dönemde Resulüllah (s.a.v.) Efendimiz’in Miraç hadisesiyle rahatlaması, bunlara gösterilen sabrın mükâfatlandırılmasıdır.

Cenabı Allah, lütuf ve keremiyle şereflendireceği kullarını (Peygamber de olsa) çeşitli imtihanlardan geçirir. En büyük mükâfatlara nail olan peygamberler de herkesten daha çok meşakkatlerle karşılaşmışlardır. Tabi ki en büyüğüyle de, Efendimiz maruz kalmıştır. Allah (c.c.), tebliğ esnasında karşılaştığı her sıkıntıya göğüs geren ve İslâm’ın yayılması uğrunda her fedakârlığa katlanan Sevgili Kulunu ve Habibini bu Miraç hadisesiyle mükâfatlandırmıştır.

Miraç hadisesi, gerek Rasulüllah(s.a.v.) ve gerekse sahabeler için, o hüzün döneminde büyük bir sevinç ve teselli kaynağı olmuştur.

Miraç kelimesi, Arapçada merdiven, yukarı çıkmak, yükselmek anlamlarını dile getirir. İslam’da ise Hz. Muhammed (s.a.s)’ in göğe yükselerek Allah’ın huzuruna kabul edilmesi olayıdır. Bu da, bu yolculuğun ardından, Resulüllah’ın yüksek gök tabakalarına çıkması, sonra insan, cin, melek ve diğer mahlûkatın bilgilerinin tükendiği sınıra ulaştırılması anlamında kullanılmaktadır.

Bu büyük mucizeyi anlatan olayın iki aşaması vardır:

1- Hz. Muhammed (s.a.v.) Mescidül Haram’dan Beyt-ül Makdis’e (Küdüs) götürülür. Kuran’ın andığı bu aşama, gece yürüyüşü anlamında İSRA adını alır.

2- Miracın ikinci merhalesi de Mescid-i Aksa’dan başlayarak semanın bütün tabakalarından geçip tâ İlâhi huzura varmasıdır. Buna da MİRAÇ denilir. Bu safha da Necm Suresinde şöyle’ anlatılır: “O ufkun en yukarısında idi. Sonra indi ve yaklaştı. Nihayet kendisine iki yay kadar, hatta daha da yakın oldu. Sonra da vahyolunacak şeyi Allah kuluna vahyetti. O’nun gördüğünü kalbi yalanlamadı. Şimdi O’nun gördüğü hakkında onunla mücadele mi edeceksiniz? And olsun ki onu bir kere daha hakiki suretinde gördü. Sidre-i Müntehâda gördü. Ki, onun yanında Me’vâ Cenneti vardır. O zaman Sidre’yi Allah’ın nuru kaplamıştı. Gözü ne şaştı, ne de başka bir şeye baktı. And olsun ki Rabbinin ayetlerinden en büyüklerini gördü.” (Necm Suresi, 7-18.)

İslam Bilginlerinin büyük çoğunluğuna göre Miraç olayı, uyanıkken hem ruh, hem de bedenle gerçekleşmiştir.

Hadislerden alınan bilgilere göre, Hz. Muhammed (s.a.s), Kâbe’de Hatim’de ya da amcasının kızı Ümmühani Binti Ebi Talib’in evinde yatarken Cebrail (a.s.) gelip göğsünü yarıyor, kalbini Zemzem suyu ile yıkadıktan sonra içine iman ve hikmet dolduruyor. “Burak” adlı bineğe bindirilerek Beyt’ül-Makdis (Küdüs)’e getiriliyor. Burada Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve diğer bazı peygamberler tarafından karşılanıyor. Hz. Muhammed (s.a.v) imam olarak diğer peygamberlere namaz kıldırıyor.

Hz. Muhammed (s.a.v.), Küdüs’te Cebrail (a.s.) ile beraber göğe yükseliyor. Göğün ;

1. katında Hz. Adem,

2. katında Hz. İsa ve Hz. Yahya,

3. katında Hz. Yusuf,

4. katında Hz. İdris,

5. katında Hz. Harun,

6. katında Hz. Musa ve

7. katında Hz. İbrahim ile görüşüyor.

Cebrail (a.s.) ile beraber yükselişi Sidretü’l-Münteha’ya kadar sürüyor. Cebrail (a.s.): “Buradan bir parmak ucu ileri geçecek olursam yanarım” diyerek Sidretü’l Münteha’da kalıyor. Hz. Muhammed (s.a.v) buradan itibaren “Refref” adlı başka bir binekle yükselişine devam ediyor. Bu yükseliş sırasında Cennet ve nimetlerini, Cehennem ve azabını müşahede ediyor. Sonunda Allah (c.c.)’nün huzuruna kabul ediliyor.

Burada Cenab-ı Allah (c.c.) tarafından Kendisine, ümmetinden Allah’a şirk koşmayanların Cennet’e gireceği müjdelendi, Bakara suresinin son ayetleri verildi ve beş vakit namaz farz kılındı. Yeniden Refref ile Sidretü’l-Münteha’ya, oradan Burak’la Kudüs’e, oradan da Mekke’ye döndürüldü.

Hz. Peygamber (s.a.v) ertesi günü Miraç olayını anlattı. Olayı duyan müşrikler yoğun bir kampanya başlatarak Hz. Peygamber (s.a.v)’i suçlamaya, alaya almaya başladılar. Bu kampanya bazı Müslümanları da etkileyerek şüpheye düşürdü. Olayın gerçek olup olmadığını araştırmak isteyenler Beytü’l-Makdis’e ve Mekke’ye gelmekte olan bir kervana ilişkin sorular sorarak Hz. Peygamber (s.a.v)’i sınadılar. Hz. Peygamber (s.a.v)’in verdiği bilgilerin doğruluğu Müslümanları şüpheden kurtardıysa da müşriklerin inatlarını kırmaya yetmedi. Miraç olayı inatlarını ve düşmanlıklarını artırarak onlar için bir fitne nedeni oldu. Bu olay karşısındaki tutumu nedeniyle Hz. Ebu Bekir, Hz. Peygamber (s.a.v)’e “Sıddik” lakabıyla onurlandırıldı. Hz. Ebu Bekir olayı kendisine anlatarak hala inanmaya devam edip etmeyeceğini soran müşriklere “O söylüyorsa şüphesiz doğrudur” cevabını vermişti.

Miraç olayının gerçekleştiği gece, Müslümanlarca kadir gecesinden sonra en kutsal gece sayılmış ve bu gecenin ibadetle ihyası gelenekleşmiştir.

Üstad Bediüzzaman Hazretleri de, Peygamberimizin Miracı konusunda 31. Sözde şöyle açıklamada bulunmaktadır:

“Mi’rac-ı Nebeviyyeye dairdir (A.S.M.)

İHTAR: Mi’rac mes’elesi, erkân-ı îmâniyenin usûlünden sonra terettüb eden bir neticedir. Ve Erkân-ı îmâniyenin nurlarından medet alan bir nurdur. Erkân-ı îmâniyeyi kabul etmeyen dinsiz mülhidlere karşı elbette bizzat isbat edilmez. Çünkü: Allahı bilmeyen, Peygamberi tanımayan ve melâikeyi kabûl etmeyen veya semâvatın vücudunu inkâr eden adamlara Mi’racdan bahsedilmez. Evvelâ o erkânı isbat etmek lâzım geliyor. Öyle ise biz, Mi’racda istib’ad ile vesveseye düşen bir mü’mini muhatap ittihaz ederek, ona karşı beyan edeceğiz. Ara-sıra makam-ı istimâda olan mülhidi nazara alıp serd-i kelâm edeceğiz. Bazı sözlerde hakikat-ı Mi’racın bir kısım lem’aları zikredilmişti. İhvanlarımın ısrarı ile ayrı ayrı o lem’aları hakikatın aslıyla birleştirmek ve Kemalât-ı Ahmediyenin (A.S.M.) cemâline birden bir âyine yapmak için, inâyeti Allah’dan istedik.

…Bir abdini bir seyahatta huzuruna dâvet edip, bir vazife ile tavzif etmek için, Mescid-i Haram’dan mecma-ı Enbiya olan Mescid-i Aksâya gönderip, enbiyalarla görüştürüp, bütün Enbiyaların usûl-ü dinlerine vâris-i mutlak olduğunu gösterdikten sonra, tâ Sidret-ül Müntehâ’ya, tâ Kab-ı Kavseyn’e kadar mülk ve melekûtunda gezdirdi.

İşte çendan, o bir abddir ve o seyahat, bir mi’rac-ı cüz’îdir. Fakat bu abdin, bütün kâinata taallûk eden bir emanet beraberindedir. Hem şu kâinatın rengini değiştirecek bir nur beraberdir. Hem saadet-i ebediyenin kapısını açacak bir anahtar beraber olduğu için, Cenâb-ı Hak kendini, «bütün eşyayı işitir ve görür» sıfatıyla tavsif eder. Tâ o emânet, o nur, o anahtarın cihan-şümul ve muhît ve umum kâinata âmm ve bütün mahlûkata şâmil hikmetlerini göstersin.”

 

Mi’racın netice ve faydaları:

Hadsiz fayda ve neticelerinden en mühim beş tanesi şunlardır:

1- Gaybî olarak inandığımız Allah, melekler, cennet ve cehennem gibi bütün iman esaslarının hak ve gerçek olduğunu insan nev’ini temsilen insanların en yücesi görüp gelmiştir.

2- Başta beş vakit namaz olarak İslâmiyet’in esaslarını, cinlere ve insanlara hediye getirmiştir.

3- Vaat olunan ebedî ahiret saadetini bizzat görmüş ve ebedî saadetin varlığının hak olduğu müjdesini cin ve inse hediye etmiştir.

4- Allah’ın cemalini görmek meyvesini kendi aldığı gibi, o meyvenin her mümine dahi mümkün olduğunu, cin ve inse hediye getirmiştir.

5- İnsan, kâinat ağacının en kıymetli meyvesi olduğu ve Allah’ın en sevgili kulları oldukları, Mi’rac ile anlaşılmıştır.

Mescid-i Aksa’nın bulunduğu Kudüs ve etrafı; Mübarek, mukaddes topraklardır.

Kudüs, Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere’den sonra üçüncü kutsal şehirdir. Kâbe, yüce Allah (c.c.) tarafından kıble olarak tayin edilmeden önce Müslümanlar namazlarını Mescid-i Aksa’ya yönelerek kılarlardı. Mescid-i Aksa, hem Müslümanlar, hem de Yahudi ve Hıristiyanlarca da mukaddes beldelerden sayılır. Kudüs ve çevresi, mübarek kılınmıştır. Yüce Allah (c.c.) bu mıntıkayı dini ve manevi bakımdan şereflendirmiş, maddî yönden de bağlar, bahçeler ve nehirlerle bereketlendirmiştir.

Cenab-ı Allah (c.c.), bütün Müslümanlara birlik ve beraberlik nasip eylesin. Onlara şuur versin. Yüce Rabbimiz, O Miraç sahibinin hürmetine, kendisine ulaştıracak manevi miraçları bizlere ihsan eylesin. Amin…

***** MİRAÇ KANDİLİNİZ MÜBAREK OLSUN *****

Ahmet Tanyeri – DİYARBAKIR

www.NurNet.org

Av. Bekir Berk’in sırrı inancıydı

Vefat yıldönümünde Avukat Bekir Berk

Gördüğüm ilk büyük şehir (tabii çocuk dünyamın ölçülerine göre büyüktü) Samsun’dur. Babamın çalıştığı “taka” ile gitmiştim. Babamla birlikte makine dairesine iner, saatlerce onu izlerdim. Bu bir nevi hasret gidermekti: Diyebilirim ki babamı bu sefer sayesinde daha yakından tanıma fırsatı buldum. Haşin görünüşünün içinde yumuşacık bir kalb saklıyordu. Fakat deniz tuttu beni, yolculuğun tadına pek varamadım.

İlk kez büyücek bir şehir görüyordum. Ne Pazar’a (bizim ilçe), ne Rize’ye (ilimiz) benziyordu. Caddeler araba karmaşasıydı. Çok şaşırmıştım.

Ben ki, ayda-yılda bir kamyon geçecek de göreceğim diye, saatlerce Kvacoli (Lazca bir yer ismi) yolunda bekleyen nesle mensubum; arabaların vızır vızır (şimdi düşünüyorum da o kadar da vızır vızır değilmiş) geçmesi karşısında şoke olmuştum.

Hele gece bastırıp etraf ışıl ışıl olunca, şaşkınlığım büsbütün katlandı. Gözlerimi sokak lambalarından alamadım. İskele babasına oturup saatlerce izledim. Babam gelip almasaydı, belki sabaha kadar seyredecektim.

İstanbul’u ilk görüşüm ise 1957 başlarına rastlar. İstanbul’a ilk yolculuğum, bizim akrabaların da ortak olduğu “Haydar” isimli bir motorla (Karadeniz’e has bu tür motorlara “çektiri”den bozma olduğunu sandığım “çektirme” denirdi) bir haftada gerçekleşti. Yine deniz tuttu, yine içim dışıma çıktı.

Seyahat boyunca ilkleri yaşadım. Gördüğüm her şey benim açımdan son derece şaşırtıcıydı. Kendimi büyülü bir masalın içinde gibi hissediyordum. Boğaz’dan girişte düştüğüm şaşkınlığı unutamam. Bu nasıl bir kanaldı? Balıkçı teknelerinin, boğaz vapurlarının arasından süzülüp gidiyorduk. İlk kez boğaz vapurunun bana son derece tuhaf gelen düdüğünü duydum. Bakışlarım büyük bir merak içinde bir noktaya yapışıyor, gördüklerimi çözemeden başka bir yere dönüyordu.

Din mazlumlarının avukatı Bekir Berk’le bu gelişimde tanıştım.

Bürosu Çarşıkapı’da Kiğılı Pasajı’nın içindeydi. Başka davalara bakmadığı için dış duvara büyük bir levha asmamış, sadece penceresine küçücük bir tabela koymuştu: “Bekir Berk, Avukat“…

Sinan Omur, Eşref Edip (hicran devrinin gazetecileri, yazarları), Sudi Reşat Saruhan (avukat, sonra milletvekili), Ayhan Songar (Psikiyatrist), Osman Yüksel (Serdengeçti) ve daha pek çok önderi o büroyu ziyaretlerim sırasında tanıdım.

İlk daktilomu rahmetli Avukat Bekir Berk armağan etmişti bana: “S” harfi basmayan bir Remington… Köyüme götürmüş, ilk amatörce yazılarımı o daktiloda yazmıştım. Bir süre sonra da kullanılamaz hale geldi.

Yeni Asya Gazetesi’nde yıllarca birlikte çalıştık. Daha sonra Yeni Nesil Gazetesi’ni kurduk: O sahibi, ben Genel Yayın Yönetmeni idim.

İnandığı gibi yaşamasına, asla pes etmemesine, doğru bildiği yolda ölümüne yürümesine defalarca şahit oldum. Öyle disiplinli çalışıyor ve işini o kadar ciddiye alıyordu ki, hayatında disiplin olmayanlar onu anlayamazdı. Nitekim anlayamadılar: “Uyumsuz” dediler, “sinirli” dediler.

Ben ise çeşitli vesilelerle hep derin şefkatine şahit oldum. Belki biraz sert, ama son derece mertti. Hata etse bile fark eder etmez hatadan dönüyor, tereddütsüz özür diliyor, kırdığı insana sarılıp helâllık istiyordu.

Enerjisine hayran kaldım. İleri derecede kanser olmasına rağmen, yılmamasının, yıkılmamasının sırrını çözdüm: Sırrı inancıydı: Ona tutunup diri kalıyordu.

Korkusuzluğu, pervasızlığı da inancının sağlamlığından geliyordu. Bir temyiz duruşması sırasında öfkelenip “Neyine güveniyorsun Avukat?” diye bağıran Yassıada Savcısı Egesel’e (Menderes’in idam hükmünü veren başsavcı) çantasından hızla çıkardığı kefeni fırlatmış, “Buna güveniyorum” diye bağırmıştı.

Mazlumlar için ölümün bir güvence olduğunu ondan öğrendim.

Vefat yıldönümünde (14 Haziran 1992) onu rahmetle, minnetle anıyor, her gün biraz daha özlüyor, artan bir ihtiyaç içinde arıyorum.

Yavuz Bahadıroğlu / Haber Vaktim

Tövbe ettiğimiz günahı terk edinceye kadar tövbe!

Okuyucum büyük bir azim ve gayretle günahlardan korunmaya çalışıyormuş, bu uğurda gereken mücadeleyi de veriyor, günahtan yılandan akrepten kaçar gibi kaçınıyormuş, ama yine de tam tutunamıyor, tekrar günaha maruz kaldığı da oluyormuş.

Diyor ki: “Bunca gayretime ve tövbe etmeme rağmen yine maruz kaldığım günahımdan dolayı tekrar tövbe mi etmem gerekiyor. Eğer yine tövbe etmem gerekiyorsa ne zamana kadar devam edecek bu tövbe?” Sözü uzatmadan okuyucuma vereceğim kısa cevap şundan ibarettir. Tövbe ettiğin günahı terk edinceye kadar devam edecek bu tövbe.

Ancak bu kısa cevap elbette yetersizdir. Bu gibi önemli sorulara en tatmin edici cevabı Hocaefendi, “Gençlere Pırlanta Ölçüler” kitabında vermiştir. Sözü uzatmadan birlikte okuyalım bu konudaki değerli bilgi ve uyarıları.

****

Tövbe konusunda Efendimiz’in (sas) şu mübarek beyanını hatırlamak gerekir:

“Herkes hata işler. Hata işleyenlerin en hayırlıları da tövbe edenlerdir!”

Bu hadis-i şerife dikkat edilecek olursa, hata işlemenin insanın cibilliyetinde var olduğu görülür. Yani insanın tabiatında her zaman onu günaha çekecek bir kısım duygu ve hisler vardır. Aslında bunlar, iyiliklere de esas teşkil etsin diye insanın benliğine yerleştirilmiş çekirdekler mahiyetinde istidatlardır. Aktif (uygulanan) bir Kur’an ahlakıyla bunların hepsinin yüzü hayra ve istikamete çevrilebilir!.

Mesela, insana öfke verilmiştir. İnsan bununla bazen gazilik ve şehitlik elde edebileceği gibi, aynı duyguyla Allah için öfkelenip Allah için nefret ederek sevap da kazanabilir. Şehevi hisler ve diğer bedene ait arzu ve istekler de böyledir. İnsan onları disiplin altına alıp ruhunu kanatlandırabildiği takdirde, velilerle omuz omuza yan yana yaşayabilir.

Aksine, disiplin altına alınmayan behimi arzuların, insanı baş aşağı getirmesi de sıkça görülen felaketlerden biridir. Meseleye bu zaviyeden bakıldığında, potansiyel hata, insanın ikiz kardeşi gibidir. Bu itibarla, insan, azminin ve iradesinin hakkını vererek bu negatif duygudan hem kurtulmasını bilmeli hem de kendisine verilen o duyguları mutlaka faydalı hale getirmelidir.

Diğer taraftan insan hayatında ömrü en az, en kısa olması gereken bir şey varsa, o da hata ve günahlar olmalıdır!

Şu da katiyen unutulmamalıdır ki insan işlediği bir hatayı hemen tövbe ile silmezse, bu ikinci bir hata ve günaha davetiye çıkarmak gibi olur ki, bu tövbe etmeme durumu zamanla insanın kalbi ve ruhi hayatını köreltip mahvedebilir!.

Buradaki çok önemli bir konu da şudur: Tövbesiz bir insan, kalbine gönlüne gelecek olan İlahi ilhamlara karşı kapanır. Allah adına duyması gereken heyecanı duyamaz olur ve herhangi bir cisim gibi sürekli bir düşüş yaşar ama, asla bunun farkına varamaz; latifeler ölür; “sır”, sırra kadem basar, “hafi” gizlenir, “ahfa” adeta yok olur; ama o bunlardan haberdar değildir!. Onun için insan günaha bulaşır bulaşmaz hiç vakit kaybetmeden hemen Rabb’ine teveccüh etmeli ve O’ndan işlediği günahın affını dilemelidir.

Düşünülmesi gereken bir diğer önemli husus da şudur: İnsan bir taraftan tövbe ediyor, diğer yandan da kendi iradesinin zaafı ile tövbe ettiği günah ona yine musallat oluyor, o da yine aynı günaha giriyorsa, böylelerinin istikamete ulaşmaları ve sonra da istikametlerini korumaları oldukça zordur!..

Bununla beraber böyle bir insan, işlediği günahtan tövbe ederken hakikaten samimi ve tövbesini vicdanından gelen sese uyarak yapmış da olabilir. İhtimal, işlediği günahtan onun da içine bir tiksinti düşmüştür ve dolayısıyla tövbesini çok samimi olarak yapmıştır. Ancak bu gibilerde, çok defa tiksinti halini geçip, yerini arzu ve isteklere bırakması da söz konusudur ki, bu tür iradezedeler her zaman sürçebilirler. Bu ikinci durum, onun daha önceki tazarru ve duasında samimi olmadığı neticesini de doğurmaz, dolayısıyla tövbe etmesine mani hiçbir sebep yoktur.

Evet, insan ne kadar günah işlerse işlesin ve tövbesi hangi sayıya varırsa varsın mutlaka yine tövbe etmelidir.

Bu günün geçmişten çok farklı sokak şartları da bu tövbeyi her an zaruri kılmaktadır!..”

Evet, pes etmek yoktur! tövbe ettiği günahı terk edinceye kadar tövbe!..

Ahmed Şahin/Zaman

Londra’dan Kâbe’ye Gitti

Ya Rabbi, ben Sana secde etmek istiyorum, ama yapamıyorum. Yoksa beni huzuruna kabul etmiyor musun, diye içinden geçirdi.

Bediüzzaman Hazretleri´nin avukatı Bekir Berk, vefatından önce çok ağır bir hastalığa yakalanmış, 95 kilodan 52 kiloya düşmüştü. Namazlarını güçlükle kılıyordu. O kadar ki, bazen abdest alırken ve namaz kılarken defalarca bayılıyordu.

Ayıldığı zaman ilk sözü, “Namaz vakti geçti mi?” veya “Namaza kaç dakika var?” oluyordu. Hatta namaz vaktini izlemek için sürekli bir masa saati taşıyordu.

Kendisine hizmet eden bir genç, “Niçin bu saati karşısına koyup bakıyor? Zaten sürekli hasta ve belki de son günlerini yaşıyor…” diye içinden geçirmişti.

Az sonra gür bir sesle o gence şunları söyledi:

– Bak kardeşim, namaz çok önemlidir. Ben bu saatle namaz vakitlerini takip ediyorum.

Londra’da tedavi gördüğü yıl ilginç bir hadise yaşamıştı. Namaza durmuş ve iki rekâtını güçlükle kılmıştı. Üçüncü rekâtın secdesine giderken, ne kadar uğraştıysa başaramamış, takati kesilmişti.

Bu duruma çok üzülerek:

– Ya Rabbi, ben Sana secde etmek istiyorum, ama yapamıyorum. Yoksa beni huzuruna kabul etmiyor musun, diye içinden geçirdi.

Bunun üzerine Allah’ın inayetiyle, alnının Kâbe’deki soğuk mermerlere değdiğini, oraya secde ettiğini gördü. Bu şekilde namazın iki rekâtını Londra’da, iki rekâtını Mekke’de eda etti.

Böylece Cenab-ı Hak, onu Kâbe’ye getirerek huzuruna kabul ettiğini göstermişti…

KAYNAK : Namazı yaşayanlar – Said Demirtaş