Kategori arşivi: Yazılar

Gül Yağıyor (Şiir)

Gül yağıyor gül yağıyor
Medine’nin üzerine
Semalardan nur akıyor
Resulüllah’ın Şehrine

Semalardan akan bu nur
Resulüllah’ın nurudur
Resul Muhammed Mustafa
Mü’minlerin gururudur

Gül kokuyor gül kokuyor
Medine’nin dağı taşı
Hiçbir şey durduramıyor
Gözlerimden akan yaşı

Resulüllah’ın Ravzası
Olmuş bir cennet bahçesi
Baktıkça gönüller açar
Ravzanın yeşil kubbesi

Medine hurması tatlı
Lezzetine doyulmuyor
Doyulmuyor doyulmuyor
Can Ahmed’e doyulmuyor

Tanyeri der ki: özledim
Resul’un o kokusunu
Yıllar geçse unutamam
Medine’nin coşkusunu

Ahmet Tanyeri – DİYARBAKIR

Risale-i Nur’ların Radyodaki İlk Reklamı

Son Şahitler’den Said Özdemir anlatıyor:

Bir reklâm pusulası yazıp Radyo Dairesine götürdüm. Oradakiler normal olarak kelimeleri saydılar. Otuz kelime vardı. Üç gün çıkmasını istedim. Vakit olarak da, herkesin evine döndüğü yemek ve istirahat vakti olan akşam 19.00-19.30 sıralarında olmasını istedim. Bu arada bütün kardeşlere haber verdik.

Üstad Bediüzzaman Said Nursi de dinlemek için odasından arabaya inmişti. Saat gelince spiker, “Risale-i Nur müellifi büyük İslâm mütefekkiri Said Nur. Sözler, Lem’alar, Mektubat, İşaratü’l-İ’caz,  Asa-yı Musa çıkmıştır. İsteme adresi: PK 444, Ulus-Ankara” diye metni okudu.

Bu tek reklâmın büyük tesiri oldu. Birçok beraatlere vesile oldu. Mahkemede, “Efendim devlet radyosunda reklâmı yapılan bir eser nasıl yasak olur?” diyorlardı. Hakim, Radyo Dairesinden sorunca, “Evet yapıldı” diye cevap alınca beraat veriyorlardı.

(Son Şahitler, Necmeddin Şahiner)

Fotoğrafta elinde kitap bulunan Said Özdemir Ağabey, Ekranın solundaki Hüsnü Bayram Ağabey ve Sağındaki Mustafa Sungur Ağabey.

Gurbet, Din ve Sanat ve Sanatçı

Gurbet düşünce tarihinin
ana temalarından biri,
peygamberler, veliler,
büyük yazarlar gurbeti
yaşamışlar, birçoğu
gurbette ölmüş.

Psikanalizde gurbet insan zihni üzerinde olumsuz, ayrıca üretici zekâlar üzerinde olumlu izleri olan bir durumdur.

Hz. Peygamber ASM Mirac’a giderken ilk duraklarından biri Medine’dir Cebrail orada ona “Sen buraya göç edeceksin” derken, hayatındaki gurbeti haber verir. Peygamberlik geldiği yıllarda da vatanından gurbeti ihtiyar edeceği söylenir. Varaka İbn-i Nevfel tarafından. Varaka “Hiçbir peygamber yok ki vatanından çıkarılmasın” Burada çıkarılmak, sürgün veya gurbeti ihtiyar etmek insanın düşüncelerini mayalayan ve geliştiren bir çok yönlü zihinsel fon, itici ve üretici bir tutumdur.

Dostoyevski’nin Sibirya sürgünü, onun romanlarındaki bütün tipleri toplamak için bir üretici tutumdur, yazar ilk yıllarda bunu anlamaz, ama daha sonra anlar. “ Kader beni romancı yapmak için bu sürgünü bana uygun görmüş “ der.

İNSANIN KENDİNE EN BÜYÜK DÜŞMANLIĞI

İnsan dostları arasında kendisine en büyük düşmanlığı eder, kabiliyetlerini gündelik işlerle, oyunla oynaşla geçirir, zahiren güzel bir durumdur ama böyle zekâlar üretici zekâlar olamazlar.

Bu yüzden büyük insanlar hep gurbete atılmışlar, gurbeti terk edip insanlarla ülfet ettiklerinde ise üretici yanlarını kaybetmişler, bir debdebe ve şatafatın içine düşmüşlerdir, arının kovanındaki balda boğulması gibi .

Edebiyatımızda gurbet konusunda çok şiirler söylenmiş ve çok şarkılar türküler bestelenmiştir.

Gurbet o kadar acı ki
Ne varsa içimde
Hepsi bana yabancı
Hepsi başka biçimde
Der şairin biri , içindeki gurbeti haber verir ki üretimin maya ve hamuru o içindeki gurbettir.
Süleyman Nazif Malta adasına sürgün edilir İngilizler tarafından, orada ünlü Daüssıla şiirini yazar.
Bu şeb de cuşiş-i yâdınla ağladım durdum
Gel ey kerime-i tarih olan güzel yurdum
Şaire bu mısraları yazdıran gurbetin tesiri ile ağlamasıdır. Bütün şiir gurbeti anlatır sanatlı bir biçimde.
Ufukların nazarımdan nihan olup gideli
Bu fenanın karardı her şekli

SON DEVRİN GARİPLERİNDEN BEDİÜZZAMAN

Gurbet teması üzerinde duran son devrin en büyük gariplerinden biri Bediüzzaman’dır. Bediüzzaman’ın büyük sanatçı kimliği gurbetten büyük oranda enerji almıştır. Bütün ömrü boyunca gurbeti yaşamıştır, Burdur’da küçük bir camide yalnız yaşamıştır, orada ilk defa yeni dönemin eserlerinin başlangıcı olan Nurun İlk Kapısın yazmıştır.

İlk gurbet , ilk büyük eser, Nurun İlk Kapısı daha sonraki eserlerinin fidanlığı gibi bir eser. Dil sadedir, Meşrutiyet öncesi ve sonrası yazdığı eserlerindeki hava onda yoktur.

Burdur’dan sonra gurbet daha koyulaşır, Barla’nın dağları yeni gurbet mekânıdır, Bediüzzaman’ın zihinsel ve görsel kütüphanesidir Barla. Haşir ve daha birçok risaledeki kapılar Barla gurbetinden ahirete ve imana açılan kapılardır. Haşirdeki işaret ve hakikatler, suretler hep Barla gurbetinin varlık ötesine açılan kapılarıdır.

Bunları İstanbul ‘da boğazda bir yalıda yazamazdı, veya Van ‘da .

RAHAT ZAHMETTE ZAHMET RAHATTADIR

Hastadır Bediüzzaman, gurbettedir Bediüzzaman, zulmün kıskacındadır Bediüzzaman onlar olmasaydı o da olmazdı. Sıradan insanlar hasta iken dağıtır, bir şikâyet deposu olur, ama büyük zatlar öyle değil.

Yarab garibem, bikesem, zaifem, natüvanem, alilem , acizem , mededhahem zidergahet ilahi ,

Bu hikâyet olan şikayet işte Bediüzzaman’ın altın ve fildişi kulesi, gurbette olan zaif olan medet ister, medet üretici bir medet ister, elinden tutmuştur Allah , eli milenyumun en büyük eserlerini vermesine neden olmuştur. Daha nasıl medet etsin, “ rahat zahmette zahmet rahattadır” işte onun rahmet eseri olan eserleri bu zahmetten doğmuştur.

Proust küçük bir odada duvarları yalıtılmış bir odada yüzyılın en büyük romanını yazmıştır yedi cilt. Geçmiş zamanın Peşinde roman bitince zihinsel gurbeti bitmiş ve ölmüştür.

Sanat gurbet çanağında mayalanır, gurbeti terk eden çanağını kırar ve mayasını dağıtır. Bu yüzden Hoca Efendi gurbeti terk etmez.

HÜZÜN SANATIN VE DİNİN KAYNAĞI

İnsan günlük hayatta sürekli tekrar ettiği metinleri evinde okuması ile gurbette okumasının tesirleri farklıdır. Gurbet zihne ve düşünceye farklı bir boyut verir, hüzün sanatın ve dinin kaynağı.

Peygamberimiz “Kur’an’ı hüzün ile okuyun” demiş, Bütün bunlar gurbetin ve hüznün düşünceye küşayiş vermesi ile izah edilebilir

Bediüzzaman kendini renkli gurbetler içinde görür. Dünyayı bir gurbet olarak ifade eder, Nasıl insan gurbetten ülkesine dönerse ölüm de bu gurbet olan dünyadan gerçek vatana göçtür. Bu yüzden Salihler bir an önce göçmek istemişler, Bediüzzaman, Resulullah (ASM)Hazret-i Yusuf bu kabileye dahildir.

BEŞ MUHTELİF RENKLİ GURBET

“ Gayretli arkadaşlarım ve dünya denilen diyar-ı gurbette medar-ı tesellilerim!

Madem Cenâb-ı Hak sizleri, fikrime ihsan ettiği mânâlara hissedar etmiştir; elbette hissiyatıma da hissedar olmak hakkınızdır. Sizleri müteessir etmemek için, gurbetimdeki firkatimin ziyade elîm kısmını tayyedip bir kısmını sizlere hikâye edeceğim. Şöyle ki: Şu iki üç aydır pek yalnız kaldım. Bazen on beş yirmi günde bir defa misafir yanımda bulunur. Sair vakitlerde yalnızım. Hem yirmi güne yakındır dağcılar yakınımda yok dağıldılar. İşte gece vakti, şu garibâne dağlarda, sessiz, sedasız, yalnız, ağaçların hazinâne hemhemeleri içinde, kendimi birbiri içinde beş muhtelif renkli gurbetlerde gördüm.

Birincisi: İhtiyarlık sırrıyla, hemen ekseriyet-i mutlaka ile akran ve ahbabım ve akaribimden yalnız ve garip kaldım. Onlar beni bırakıp âlem-i berzaha gittiklerinden neş’et eden hazin bir gurbeti hissettim. (Mektubat)

Bediüzzaman özellikle iç içe gurbetler yaşamıştır, Allah onu bu iç içe gurbetlere iterken onun fikren terakkisini hazırlamıştır. Onlardan biri de Kostruma’daki gurbettir. O gurbeti hayatın gözünde nurlu siyahlık olarak görür ki insan gözünün siyah kısmı görür, beyaz kısmı değil. İşte ona gurbetin katkısı bu verdiği örnektir. Oradaki hayatını gurbet adesesinden yorumlar.

HÜZÜNLÜ, RİKKATLİ, FİRKATLİ, UZUN GURBET GECESİ

“Vatanımdaki eski dostları düşünüp o gurbette vefatımı tahayyül ederek, Niyazi-i Mısrî gibi dedim:

Dünya gamından geçip,
yokluğa kanat açıp,
Şevk ile her dem uçup,
çağırırım dost, dost!
diye dostları arıyordu. Her neyse…

O hüzünlü, rikkatli, firkatli, uzun gurbet gecesinde, dergâh-ı İlâhîde zaaf ve aczim o kadar büyük bir şefaatçi ve vesile oldu ki, şimdi de hayretteyim. Çünkü birkaç gün sonra, gayet hilâf-ı me’mul bir surette, yayan gidilse bir senelik mesafede, tek başımla, Rusça bilmediğim halde firar ettim. Zaaf ve aczime binaen gelen inâyet-i İlâhiye ile harika bir surette kurtuldum. Tâ Varşova ve Avusturya’ya uğrayarak İstanbul’a kadar geldim ki, bu surette kolaylıkla kurtulmak pek harika olmuştu. Rusça bilen en cesur ve en kurnaz adamların muvaffak olamadıkları çok teshilât ve çok kolaylıkla, o uzun firarî seyahati bitirdim.

GURBETİN VERDİĞİ GÜÇ

Fakat o Volga Nehri kenarındaki camideki mezkûr gecenin vaziyeti bana bu kararı verdirmiş ki, bakıye-i ömrümü mağaralarda geçireceğim. Bu insanların hayat-ı içtimaîsine karışmak artık yeter. Madem sonunda yalnız kabre gideceğim; yalnızlığa alışmak için şimdiden yalnızlığı ihtiyar edeceğim, demiştim. Fakat maatteessüf, İstanbul’daki ciddî ve çok ahbap ve İstanbul’un şâşaalı hayat-ı dünyeviyesi, hususan haddimden çok fazla bana teveccüh eden şan ve şeref gibi neticesiz şeyler, o kararımı muvakkaten bana unutturdular. Güya o gurbet gecesi, hayatımın gözünde nurlu siyahlıktı”(Lem’alar)

Bu metinde de gurbet gecesinin onun duasına verdiği gücü anlatır, o sayede duası kabul olmuş ve kaçarak Türkiye’ye gelmiştir. Acaba onun Rusya ‘daki gurbeti ona neler kazandırmıştır, Allah bilir. Ama bu kadar büyük bir adamın her hali, hayatının her safhası onun eserlerine ve ruhuna ve ifadesine büyük güç katmıştır.

Bediüzzaman’ın bir gurbeti veya gurbetini keskinleştiren bir saik de akrabalarının olmayışı ve onlardan uzak oluşudur. Akrabalar da insanın fikren gelişmesine engel bir durum olduğu için Allah onu onlardan da uzak tutmuştur. Sanat harici âlemden gözünü kesmek ve içine dönmek ile mümkün, bütün sanatçılar deruni psikolojilere sahiptir, dış dünyanın, ailenin, çevrenin, hürmetin insanı oyalayan tarafı yüzünden Bediüzzaman bu olumsuz saikten de uzaktır.

İHTİYARLARIN GURBETİNE ÇARELER

Annesinin ölümü, kardeşinin oğlunun ölümü, onu tahrib eder, Barla’nın derelerinde bu teessürat yüzünden garibane dolaştığını anlatır. Ama Allah ona çok koyu bir gurbet ihsan etmiştir, ilgisini dağıtacak ruhsal konsantrasyonunu bozacak her türlü halden ve olaydan, kişilerden uzak tutmuştur.

Bediüzzaman üdebanın bir kimsesizlik olarak yorumladığı gurbeti bütün safahatıyla yaşamış, onun karanlığından dinin beyazlığına, inancın ümit atmosferine sığınmış ve ihtiyarlara da gurbetin elemini def için telkinlerde bulunmuştur.

“Altıncı Mektupta izah edildiği gibi, o gece, ıssız, sessiz, yalnız, ağaçların hışırtılarından ve hemhemelerinden gelen hazîn bir sadâ, bir ses, rikkatime, ihtiyarlığıma, gurbetime ziyade dokundu.

İhtiyarlık bana ihtar etti ki:

Gündüz nasıl şu siyah bir kabre tebeddül etti, dünya siyah kefenini giydi; öyle de, senin ömrünün gündüzü de geceye ve dünya gündüzü de berzah gecesine ve hayatın yazı dahi ölümün kış gecesine inkılâp edeceğini kalbimin kulağına söyledi. Nefsim bilmecburiye dedi: Evet, ben vatanımdan garip olduğum gibi, bu elli sene zarfındaki ömrümde zeval bulan sevdiklerimden ayrı düştüğümden ve arkalarında onlara ağlayarak kaldığımdan, bu vatan gurbetinden daha ziyade hazîn ve elîm bir gurbettir. Ve bu gece ve dağın garibâne vaziyetindeki hazîn gurbetten daha ziyade hazîn ve elîm bir gurbete yakınlaşıyorum ki, bütün dünyadan birden mufarakat zamanı yakınlaştığını ihtiyarlık bana haber veriyor. Bu gurbet gurbet içinde ve bu hüzün hüzün içindeki vaziyetten bir rica, bir nur aradım. Birden, iman-ı billâh imdada yetişti. Öyle bir ünsiyet verdi ki, bulunduğum muzaaf vahşet bin defa tezâuf etseydi, yine o teselli kâfi gelirdi. Evet, ey ihtiyar ve ihtiyareler! Madem Rahîm bir Hâlıkımız var; bizim için gurbet olamaz. “(Lemalar)

SAFİ HALİS BİR KUR’AN HİZMETİ

Bediüzzaman bu gurbetlerin kendisine katkısını ifşa eder. Bütün bunlar ona iman hizmetini safi yaptırmak ve boş işlerle meşgul etmemek içindir. İşte gurbetin katkısı budur ona .

“Hattâ, şu yedi sene nefyimde ve gurbetimde ve sebepsiz ve arzumun hilâfında tecerrüdüm ve meşrebime muhalif, yalnız bir köyde imrar-ı hayat etmekliğim; ve eskiden beri ülfet ettiğim hayat-ı içtimaiyenin çok rabıtalarından ve kaidelerinden nefret edip terk etmekliğim, doğrudan doğruya bu hizmet-i Kur’âniyeyi hâlis, sâfi bir surette yaptırmak için bu vaziyet verildiğine şüphem kalmamıştır. Hattâ çok defa bana verilen sıkıntı ve zulmen bana karşı olan tazyikat perdesi altında bir dest-i inâyet tarafından merhametkârâne, Kur’ân’ın esrarına hasr-ı fikr ettirmek ve nazarı dağıtmamak için yapılmıştır kanaatindeyim. Hattâ eskiden mütalâaya çok müştak olduğum halde, bütün bütün sair kitapların mütalâasından bir men, bir mücanebet ruhuma verilmişti. “ (Barla L)

Gurbeti peygamberimiz de tebcil eder.

Dinin garip olarak doğduğunu ve gariplerin eliyle ilerlediğini belirtir, ve insanlara da bu dünyada bir garip gibi yaşamayı teşvik eder.Çünkü hayatı peygamber oluncaya kadar bir düşünsel gurbettir, anlaşılıncaya kadar bir ictimai gurbettededir, Medineye’ye göçü bir gurbettir. O uzun süre öz yurdunda garip gibi gurbette yaşamıştır. Bu gurbetin düşünceler üzerindeki gücünden kaynaklanır.

Necip Fazıl da

Öz yurdunda garipsin öz vatanında parya
Derken, yaşadığı dönemdeki düşünsel yalnızlığını ve garipliğini ifade eder.

Bediüzzaman kendini bir gurbetzede olarak görür, ama bütün bu gurbetlerinde kendisi ile ünsiyet ettiği şey arkadaşları ve kitaplarıdır. Bütün bağlılığı dünyanın alâyiş ve nümayişi değil, şöhreti görüntüsü değil kitaplarıdır. Onların her biri için hayatını tereddütsüz feda etmeyi yerinde görür.Gurbet büyük adamların doğum sancısıdır, ondan uzak düştüklerinde üretmeyen tek düze hale gelirler.

Prof. Dr. Himmet Uç

Şa’bân Ayının Faziletine Dair

Resûlullah (s.a.v.) Hz. Âişe’ye (r.anhâ) “Şa’bân ayındaki oruç bana en sevimli olandır.” buyurduktan sonra, “Yâ Âişe! O öyle bir aydır ki, sene içinde rûhu kabz olunacakların (öleceklerin) isimleri ölüm meleğine verilir. Ben de ismimin, ben oruçlu iken verilmesini isterim.

Ümmü Seleme (r.anhâ) vâlidemiz: “Resûlullah (s.a.v.), Ramazan ayından sonra hiçbir ayda Şa’bân ayındaki kadar oruç tutmamıştır.” buyurdular.

Resûlullah Efendimiz (s.a.v.) buyurdular: “Receb; Allâhü Teâlâ’nın ayı, Şa’bân; benim ayım, Ramazan; ümmetimin ayıdır. Şa’bân günahlara keffâret (mağfiretine sebep) olan aydır, Ramazan ise günahları temizleyen aydır.

Bu ay, hayır kapılarının açılacağı, bereketin indirileceği, hataların terk edileceği, günahların bağışlanacağı ve yaratılmışların en hayırlısı olan Resûlullah’a (s.a.v.) çokça salavâtın getirileceği bir aydır. Böyle olunca, müminlerin bu ayda gafletten uyanmaları, günahlardan temizlenip geçmişte işledikleri günahlardan dolayı tevbe ederek Ramazan ayına hazırlanmaları gerekir. Bu ayda Allâh’a yalvarıp yakarmalı, ayın sahibi olan Peygamber Efendimiz’i (s.a.v.) vesîle kılarak Allâh’a yaklaşmaya çalışmalıdır.

Bunları sonra yaparım diyerek tehir etmemeli, geciktirmemelidir. Zirâ dünya üç günden ibârettir. Biri, dündür, geçmiştir; ibret alınacak gündür. Diğeri bugündür, amel etme günüdür; ganimettir. Diğeri de, yarındır ki, emeldir; tehlikelidir. Ona çıkıp çıkamayacağını bilemezsin. Aylar da böyledir. Receb geçmiştir, tekrar dönmez. Ramazan gelecektir, fakat ona kavuşup kavuşamayacağını bilemezsin. Şa’bân ise iki ay arasında bir vâsıtadır. O ayda ibâdetle meşgul olmayı ganimet bilmek îcâb eder.

Vatan Sevgisi

Milletlerin yurt edinip özgürce hayatlarını sürdürmek için uğrunda nice mücadeleler verdiği toprak parçasına vatan denilmiştir. ”Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır“ veciz sözüyle, anlatılmak istenen de budur. Korunması, Hadisi Şerifle teşvik edilmiştir.

“Bir kimse kendini, dinini, namusunu ve malını korurken öldürülürse şehittir.”( Tirmizi, Diyat / 22)

Vatan, bir amaç ve gaye değil amaç ve gayeye hizmet eden bir araç bir vasıtadır. Amaç ve gaye insan ve onun inançlarının yaşanmasıdır. Hal böyle olunca elbette dinini rahatla yaşadığı vatan rahatla yaşayamadığı vatana tercih edilir. Yalnız tercih yapmak durumunda kaldığı zaman bu böyledir. Yoksa tercih gerektirmeden vatan değiştirmek yanlış ve hatalı olur. Nitekim Peygamber Efendimiz (asv) Mekke de dinini yaşayamaz bir hale geldiği zaman Medine ye hicret etmek durumunda kalmıştır. Ama şartlar değiştiği zaman vatan asıldır, ilk tercih edilecek yer orasıdır.

Peygamber Efendimiz (asv)’in Mekke sevgisi ve orayı arzulaması sadece dini hissiyatla izah edilemez, o arzu ve sevgi içinde vatan hasreti ve vatan sevgisi de vardır. Vatan sevgisi sadece dinin yaşanamaması noktasında geri plana atılır. Yoksa insanların vatanını sevmesinde ve saymasında dini açıdan bir sakınca yoktur. Nitekim vatanı öven ve vatanda kalmaya teşvik eden bir çok hadisler de mevcuttur.

“Vatan sevgisi imandandır” hadis-i şerifi, İslam âlimlerinin en büyüklerinden ve ikinci bin yılın müceddidi olan imam-ı Rabbani Hazretlerinin, Mektubat kitabının 155. mektubunda ve Mevlana Celaleddin Rumi Hazretlerinin Mesnevi’sinde vardır.

“Allah rızası için bir gün nöbet beklemek, dünya ve dünyadakilerden hayırlıdır. Sizden birisinin kamçınsın cennetten işgal ettiği bir yerde, dünyadan ve dünyadaki her şeyden hayırlıdır.’’ ( Buharı. Cihad. 71) Nöbet nerde tutulur, elbette vatan hudutlarında.

Dinin bir çok hükmü vatan ve toprak ile yaşanır. Ordu olup da karargahın olmaması, cemaat olup da mescidin olmaması, zekatın olup da zekatın kazanılacağı çarşı ve pazarın olmaması, ilim ve eğitimin olup da okul ve medreselerin olmaması, miras hukukunun olup da miras edilecek toprak ve tarlaların olmaması elbette düşünülemez.

İnsan dinini ve haysiyetli bir yaşamı ancak özgür ve bağımsız bir vatan üstünde yaşabilir. Vatansızlık çok acı ve kahırlı halettir. Nitekim Yahudiler meskenet zilletini vatansızlık ile yemişlerdir. Yani yersiz ve yurtsuz oldukları için tarihte itilip kakılmışlardır. Şeriat ile vatan bir birlerinin lazımı iki önemli ayrılmaz unsurlardır. Peygamber Efendimiz (asv)’in Mekke den çıkar çıkmaz Medine’yi yurt edinmesi vatan kavramının önemine işaret eder.

Ö. Nasuhî Bilmen, Hukuk-u İslâmiye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamûsu’nda Darü’l-İslâm ve Darü’l-Harb’i şöyle tarif eder :

«Darü’l-İslâm, Müslümanların hâkimiyeti altında bulunup Müslümanların emn ve eman içinde yaşayarak dinî vazifelerini ifa ettikleri yerlerdir. Müslümanlar ile aralarında müsalâha ve muvadecı bulunmayan gayr-i müslimlerin hâkimiyeti altında bulunan yerler de Darü’l-Harb -tir»

Şafiî Mezhebi’ne göre, bir diyar yahut bir memleket bir defa dahi olsun Müslümanlar tarafından zaptedilmiş ise, o diyar ve o memleket artık kıyamete kadar «Darü’I-İslâm»dır. Böyle bir memleket sonradan kâfirlerin eline geçse bile, bu hüküm değişmez. Hatta Müslümanlarla barış halinde bulunan gayr-i müslimlerin ülkeleri de «Darü’l-Harb» değildir. ( Bilmen, Ö. N. a.g.e., c. III, s. 335.).

Hanefî Mezhebi’nde, bir «Darü’l-Harb», «ahkâm-ı İslâm’ın bazısının icrası ile «Darül-İslâm»a inkılâp eder ( Kuhistanî, c. II, s. 311.). Bu hususta ittifak vardır. Bir «Dar-ı İslamın, «Dar-ı Harb»e inkılâp etmesi hususunda ise, iki ayrı görüş mevcuttur. Bu görüşlerden birincisi îmamı A’zam Hazretleri’ne, diğeri ise İmameyn’e (İmam Muhammed ve İmam Yûsuf) aittir.

İmam-ı A’zam’a göre «Darü’l-İslâm»-ın «Darü’I-Harb»e inkılâp edebilmesi için aşağıdaki üç şartın birlikte tahakkuk etmesi lâzımdır. Eğer bu şartlardan birisi noksan olursa, yine o diyar, «Dar-ı îslâm»dır, «Darü’l-Harb» değildir.

1. İçerisinde küfür ahkâmı bitemamiha -yani yüzde yüz- tatbik edilecek. Küfür ahkâmının yüzde yüz tatbik edilmediği meselâ, sadece cuma ve bayram namazlarının kılınabildiği bir diyara «darü’l-harb» denemez.

2. O diyar «Darü’l-Harb»e muttasıl olacak, yani o diyarın sınırları ve komşu hudutları tamamen kâfirler tarafından kuşatılmış olacak. Eğer bir diyarın hudutlarından herhangi bir tarafı «Darü’l-İslâm»la muttasıl, yani bir Müslüman memleketine komşu olursa, o diyar «Darü’l-Harb» olamaz. Çünkü İmam-ı A’zama göre «Bir Müslüman memleketle komşu olan Müslümanlar tamamen mağlûp sayılmazlar. O Müslüman memleket ile imanî, ahlâkî, itikadî, içtimaî, siyasî, ticarî ve an’anevî ilişkilerini devam ettirebilirler; İslâmî şeairi yaşatabilirler.»

Bu noktada bir hususun açıklanmasında fayda vardır. Gayrimüslimlerce ihata şartı, müstakil İslâm devletleri için değil, gayrimüslim bir devletin hükmü altında bulunan ve kendini müdafaadan aciz vilâyet, köy ve kasabalar için söz konusudur. (Rusya ve Bulgaristan’daki Müslüman köyler gibi.) Nitekim, fakîhlerin bu mevzuyla ilgili izahlarında «devlet» değil, «belde», «dar» ifadeleri kullanılmıştır. Yoksa kendini müdafaaya muktedir ve müstakil bir îslâm devleti, her taraftan gayr-i muslini devletlerle kuşatılmış olsa da, yine «Darü’l-Harb» olmaz.

3. İçinde eski eman ile emin bir Müslüman veya zımmî kalmamış olacak. Yani o beldede daha önce can ve mal güvenlikleri mevcut olan Müslümanların veya zımmîlerin (gayrimuslim azınlıkların) bu güvenlikleri bir kâfir istilâsıyla ortadan kalkmış olacak.

Bu ince şartlar dahilinde meseleye baktığımızd da Türkiye’nin fıkıh açısından Darü’l-Harb mı yoksa Darü’l-İslâm mı olduğu çok açık bir şekilde sabit oluyor. Bazı müfrit ve mezhepsiz fikri akımların iddia ettiği gibi Türkiye’miz Darü’l-Harb değildir.

sorularlaislamiyet.com