Kategori arşivi: Yazılar

Tek Kanun, Tek Hâkim

Bir memlekette düzen ve nizamın varlığı, her türlü iş ve işlemin bir kanun çerçevesinde yürütüldüğünü gösterir.

Kanun ise hâkimsiz olmaz.

Az gören, çok gören, ağlayan, çapak tutan, normal gören her gözün tâbi olduğu kanun aynıdır. Güneş hangi kanuna tabi ise, sineğin kanadı da aynı kanuna tâbidir.

Şu muhteşem varlık âleminde, gerek âfâkta (ufuk kelimesinin çoğulu olup gözün görebildiği en son çizgi, kıyı, kenar, insanın dışında kalan tüm âlem), gerek enfüste (insanın kendi benliği anlamına gelen “nefs” veya “nefis” kelimesinin çoğulu “nefisler”demek olup, insanın kendi içinde, özünde anlamına gelmektedir) cereyan eden bütün kanunların bir Hâkim-i Ezelîsi vardır ve O birdir.

Birden fazla olsaydı, düzen alt üst olurdu. Söz gelimi, gecenin bir hâkimi, gündüzün başka bir hâkimi olması durumunda, aralarında büyük bir anlaşmazlık ve niza çıkacaktı.

“Resûlüm! (De ki: faraza müşriklerin iddia ettikleri gibi Allah’tan başka ilâhlar bulunsaydı, o takdirde) o ilâhlar (Arş’ın sahibine) mutlak mânâda her şeyin sahibi ve Rabbi olan kâinatın Yararatıcısına (elbette) galip gelmek, onun hâkimiyetini kendisinden almak için (bir yol ararlardı.) Olanca kuvvetleri ile böyle bir yol elde etmeğe çalışırlardı.Nitekim dünya hüküdarları arasında bu ihtiras cereyan etmektedir. Allah’ın şânı ise bu gibi taarruzlara maruz kalmaktan uzaktır, yücedir.” (1)

Bu ve benzeri âyet-i kerîmelerde tevhîdin güçlü delilleri ortaya konulmaktadır. Kelam ilminin en önemli kurallarını da nazara vermektedir:

1.Birden çok ilâh olsaydı, aralarında anlaşmazlık çıkar, düzen ve intizam bozulurdu.

2.Farz  edelim ki, biri baş ilâh, diğerleri onun yetki verdiği bir takım ilâhlar olsaydı, aralarında rekabete dayalı bir yarış başlar ve kendi güçlerini/yetkilerini kullanarak hâkimiyetlerini kurmak isterlerdi. Görünen o ki, bu âlemdeki işleyiş ve düzen en mükemmel şekilde işlemektedir. Aksi durumda bir papatya çiçeği bile yetişmezdi.

2.Bu âlemde iki ilâhın olması durumunda, hâkimiyet yarışında ya başarılı olur veya olamazlardı. Emir ve kumandayı ellerine geçirmeleri halinde, hâkimiyet sınırlı kalır, geçirmemeleri hâlinde ise, her iki ilâh da âciz, güçsüz duruma düşmüş olurlardı. Böyle bir âcizlik veya otorite paylaşımı Allah’ın şânına aykırıdır. Biri yaratmak, diğeri yaratmamak gibi bir irade sergilese, ikisinin de dediği olmaz. İki zıddın (varlık-yokluk) birleşmesi gerekir. Bu ise imkânsızdır. Biri başarılı, diğeri başarısız konuma düşer. Her ikisinin de sözü geçerli olmazsa, yaratıcılık vasfını kaybetmiş olurlar.

Halbuki; “Görünmeyen ve görünen, gizli ve âşikâr her şeyi bilen Allah, onların iddia ettikleri şeriklerden (ortaklardan) münezzehtir.”(2)

Kâinatın yaratıcısı birdir, her türlü ortak ve ortaklıktan müberrâdır.

Demek bir memlekette iki hâkim olamaz. Tek elden çıkacak kanunla tek elden yönetim ve hüküm sahibi bir tek Zât olabilir.

Yaratılış kanunlarını koyan ve uygulayan bir olduğu gibi; mükelleflerin fiillerine bakan kanunları koyan da birdir. Çünkü kâinattaki fıtrî kanunların etki alanı insana bakar. Bu durumda insanın söz, eylem ve davranışları da O Zât tarafından düzenlenmelidir ki, şirk olmasın. Hırsızlık yapan, cinayet işleyen, ırza tecâvüz eden ve benzeri haksızlık ve zulümleri işleyenlerin cezalandırılması için bir kanuna ihtiyaç vardır. Böyle bir kanun, ya insan eliyle yapılacak, ya da Allah tarafından tanzim edilecektir. İnsan eliyle düzenlenmesi şirktir. Çünkü teşrî’ (kanun yapma) hakkı yalnız yaratıcıya aittir.

Günümüzde olduğu gibi, insanlığın idaresi, kendisi gibi âciz bir beşere tevdi edilse, güçlüler zayıfları ezer, fitne/kargaşa/haksızlık/keşmekeşlik baş gösterir, sosyal hayat bozguna uğrar, insanlığın barış ve düzeni bozulur. En sonunda da bu âlemin tek sahibi ve otoritesi kıyâmeti başlarına koparmak suretiyle haşir meydanlarını açar, büyük mahkemeye sevk eder.

En mükemmel bir biçimde insanı yaratıp Rabbânî/fıtrî bir kanunla cismimizi idare eden, ona şekil ve düzen veren kim ise, Ümmet-i Muhammediyeyi ahkâm-ı İlâhiyye ile idare eden de O’dur.

Gece ve gündüzü birbirinden ayırt eden kanun  hangisi ise, zâlim ile mazlûmun arasını fasleden (ayıran) de aynı kanundur.

Demek kâinatın yaratılış, tedbir ve idaresiyle alakalı tekvînî hüküm ve kararlar kimin ise, cin ve insanların hayatlarını/yaşama biçimlerini düzenleyen karar ve hükümler de O’nundur. Uyup uymama tercihi ve sonucu insana aittir.

Yani, fıtrî kanunları koyan kim ise, teklîfî kanunları koyan da O’dur.

“Yaratma, kanun koyup o kanunlarla âlemi ve insanları idare etme yetkisi yalnız ve yalnız Allah’a aittir.”(3)

Şu kâinatın sahip ve mutasarrıfı insanı kendine muhatap kabul edip onunla konuşuyor.

Şu büyük kâinat kitabının ezelî tercümesi olan Kur’ân-ı Azîmüşşân ile konuşuyor.

Bir de, tecessüm etmiş Kur’ân olan kâinatın kelimeleri ile konuşuyor.

Bu her iki kitabın anlamını ve tercümesini bildirmek üzere, tercüman sıfatıyla peygamberler gönderiyor. İnsanları sınava tabi tutuyor.

İşte burada yaşanılan hayat, gayb perdesi arkasında ebedî bir hayatın varlığını göstermektedir.

İnsan ise, tek Hâkim’in koyduğu kanuna göre sorgulanacak, haşir ve neşri bu kriterlere göre gerçekleştirilecektir. Rabbim yardımcımız olsun.

İsmail Aksoy

www.NurNet.org

Dipnotlar:

1. İsrâ, 42

2. Mü’minûn sûresi, 92

3. A’râf, 54

Sanal dostluklar “gerçeğin” yerini tutmuyor!

Ne kadar “sosyal”iz. Yakınlarımızla, akrabalarımızla ilişkilerimiz nasıl? Ne ölçüde iletişim kurabiliyoruz? Yani toplum olarak birbirimize olan düşkünlüğümüz artık internetten bile belli oluyor.

Nasıl mı?

Geçenlerde Facebook Teknoloji Başkanı Bret Taylor, New York’ta düzenlenen Web 2.0 Expo konferansınde Türk gazetecilerin sorularını cevapladı. Bizim acar muhabirler, yabancı ellerde bu tür bilişim konferansı oldu mu hemen “Türkler”in istatistiki durumunu sorar.

Taylor, Türkiye’nin sosyal iletişim ağlarına olan ilgisini baya baya övmüş, ardından, “Türkiye’de yüksek oranda friendfeed ve facebook kullanıcısı var. Oldukça sosyal bir ülke olmalısınız. Bu çok ilgi çekici bir durum” demiş.

Yani: Türkiye, 22.6 milyon kullanıcısla ABD, İngiltere ve Endonezya’dan sonra facebook’ta 4’üncü sıraya yerleşmiş.

Yani: Dünya geneline bakılırsa, 500 milyonu aşkın kullanıcıya sahip sosyal paylaşım sitesi facebook’un en gözde ülkeleri arasında Türkiye var. Taylor, medya aracılığıyla yöneticilere kur yapıyor ve: “Türkiye bizim ekonomimiz ve ürünlerimizin başarısı için önemli bir ülke” diyor.

Ee, bu değirmen hangi suyla dönecek. Şaka bir yana: Sosyal paylaşım sitesi facebook’a göre, biz birbirimizin değerini bilen sınıfa giriyoruz. İnternetten çok önce…

Televizyonun ülkemize geldiği günleri hatırlayanınız var mı?

Hani, bir mahallede 10 ev varsa, bir evde mutlaka televizyon bulunuyor ve kuruyemişi kapan soluğu komşuda alıyordu. Çoluk çocuğuyla ekran karşısına oturup bir yandan çekirdek çıtlatıyor, bir yandan da komşuluk ilişkilerini geliştiriyorduk.

Sosyal yanımız televizyonun ilk günlerinde çok gelişmişti!

Televizyon yaygınlaşınca bu sefer, birbirimizden koptuk.

Programlar, maçlar bizi evimize bağladı, komşu ziyaretleri bile dizilerin gününe göre şekillenir oldu.

Dahası: Teknoloji gelişti. Geliştikçe tüketim arttı. Zaruri ihtiyaçlar çoğaldı. Bilgisayar da buna dahil oldu. Bilgisayarsız ev yok denecek kadar azaldı. Şimdi “MSN” i olmayan ayıplanıyor, Facebook’un yoksa kimliğin de yok! Twitter’siz hayat olur mu?

Ancak bunlar “sosyal” olduğumuzu göstermez.

Asıl olan insanların akrabaları ve dostlarıyla yüz yüze görüşerek bir arada bulunmasıdır. Yani sanal değil canlı bir dostluk gerçek bir değer ifade ediyor.

Sanal ortamdaki yazışmalar, hiçbir zaman gerçek sosyal olgunun yerini tutmaz. Teknolojinin gelişmesi, insan ilişkilerini arttırmıyor, bilakis kendi içinde bir yalnızlık meydana getiriyor. Bu da teknolojiye bağımlı ama yalnız insan portresi oluşturuyor.

Arkadaşlarımızı bilgisayar yönetmemeli. İnternet merkezli dostluklar “gerçeğin” yerini tutmuyor.

Belki günümüz koşullarında daha çok insanla irtibat kurabilmek, bilgi paylaşımında bulunmak açısından sanal dostluklar önemsenebilir.

Ancak, gerçek dostluğun yerini hiçbir şeyle dolduramazsınız.

Kendimizi bundan mahrum etmeyelim..

Davut ŞAHİN

kaynak: nurdergi.com

Temizlik Ordusunun Askerleri

İnsan, uçsuz bucaksız kâinat denizinin içinde bir kabarcık kadar bile yer tutmayan dünya küresini kendisinin bile yaşayamayacağı hale getirecek kadar kirleten acayip bir varlıktır.

Bu haliyle öyle bir hal arz eder ki, değil ikinci bir dünyayı, güneş kadar büyük sayısız dünyaları dahi kirletebilecek bir yapıya sahiptir. İnsan çevreyi kirletmekle kendi varlığını kirlettiğinin farkında mı acaba?

Bediüzzaman, Otuzuncu Lem’a’da dünyayı sürekli işleyen büyük bir fabrikaya, sürekli dolup boşalan bir hana ve bir misafirhaneye benzetir. Elbette benzetilen unsurlar insanîdir, insanların bildiği, aşina olduğu ve hatta kendi eseri olan yapılardır. Belki bütün bunları sınırlı da olsa bir fikir ve mesaj verme maksadıyla zikreder Bediüzzaman.

Zaten benzetmenin hemen akabinde benzetme yönü ve maksadını da dile getirir ve der ki: “Böyle işlek fabrikalar, hanlar ve misafirhaneler muzahrafatla (atıklarla), enkazlarla, süprüntülerle çok kirleniyorlar, bulaşık oluyorlar ve ufûnetli (kokuşan) maddeler her tarafında teraküm ediyorlar (birikiyorlar). Eğer pek çok dikkatle bakılmazsa ve tanzif edilmezse ve süpürülüp temizlenmezse, içinde durulmaz; insan onda boğulur.

Bediüzzaman bu eserinde temizlik kanununa dair ilginç bir noktaya daha dikkat çeker. Burada yine bizim kolayca anlayabileceğimiz bir mantık kurgusuyla izahta bulunur.

Bizim anlayışımıza göre bir fabrika ne kadar büyükse o kadar çok makine işliyor demektir. Ne kadar çok makine mevcutsa o kadar çok çalışma, ne kadar çok çalışma varsa o kadar çok üretim vardır. Ancak insanî yapı olduğu için çalışma süresiyle atık miktarı doğrudan orantılıdır. Hammaddenin büyük kısmı atılacak, hurdaya çıkacak veya posa olarak bir kenarda biriktirilecektir. Çalışma miktarı ve süresi aynı zamanda çevre kirliliğine de sebep olabilecektir. Hava, su ve toprak kirlenecek, hatta zehirlenecektir. Tedbir alınmadığı takdirde de önce o fabrikanın içi, sonra etrafı ve devam etmesi halinde daha geniş bir çevre sürekli kirlenecek, kokuşacak, yaşanmaz ve o fabrika işlemez hale gelecektir.

Ancak gördüğümüz şu dünya küresi hiç de öyle değildir. Alabildiğine büyük, alabildiğine karışık bir çalışma sistemine sahip olmasına rağmen kesinlikle kirlilik söz konusu değildir. Sanki büyüklük arttıkça temizlik de artmakta, yaygınlaşmakta, daha belirgin hâle gelmektedir. Gözümüz önündeki tablonun büyümesi temizliğe asla halel getirmemektedir. Dünyadan milyarlarca kat büyüklükteki yıldızlarda, güneşlerde, aklımızın alamayacağı kadar genişlik ve sayıdaki galaksilerde ve hatta tüm kâinatta temizlikten zerre kadar taviz verilmemektedir.

Temizlik ordusunun neferleri

Bediüzzaman’a göre bütün kâinat bir temizlik ordusudur ve her varlık o ordunun birer neferi gibidir. Her şey bu temizliğe katkı için görevlendirilmiştir. Denizlerdeki balıklar, karada yaşayan ve etle beslenen aslanlar, kartallar, kurtlar ve karıncalar temizlik komutuna itirazsız amade olan birer hizmetkârdır; cenazeleri toplayan sıhhiye memurlarıdır.

İnsan vücudundaki organlardan hücrelere kadar her bir unsur temizlik için adeta yırtınmaktadır. Kandaki alyuvarlar ve akyuvarlar temizlik görevindedir. Aldığımız her nefes, akciğerlerde temizlenerek kana geçer, kandaki kirli havayı dışarı atar. O temizlik emrini gözkapakları gözleri temizlemek ve sinekler kanatlarını süpürmek suretiyle yerine getirirler. Hava, zemin yüzüne konan toz toprak süprüntülere üfler, tanzif eder. Bulut süngeri, zemin bahçesine su serper, toz toprağı yatıştırır. Sonra, gökyüzünü çok zaman kirletmemek için, çabuk süprüntülerini toplayıp kemal-i intizamla (mükemmel bir disiplinle) çekilir, gizlenir. Göğün güzel yüzünü ve gözünü, silinmiş ve süpürülmüş, parıl parıl parlar gösterir.

Bediüzzaman’ın gözümüz önüne koyduğu temizlik tablosunda sayısız temizlik mucizeleri resm-i geçit yapar. Bu tabloda zerre ile güneşin temizlik emrine riayette farkı yoktur. Birisinin gösterdiği teslimiyet ve temizlik aşkı diğerinden ne geri ne de fazladır.

O halde bir atom tanesinin temizlik kanununa kusursuz riayeti o kanunu koyan gücün, iradenin ve hâkimiyetin varlığını da açıkça göstermektedir.

Kirli beşer veya beşerin kiri

Bu muazzam ve muhteşem temizlik tablosunu kirletmenin ne demek olduğunu düşünebilir misiniz?

En büyük cirimlerin dahi zerre kadar ihlal etmediği bir kanuna cirmi küçük ama cürmü âlemler kadar büyük beşerin kirli elinin karıştığını söylesek?

Uçsuz bucaksız kâinat denizinin içinde bir kabarcık kadar bile yer tutmayan dünya küresini kendisinin bile yaşayamayacağı kadar kirleten bir acayip varlıktır insan. Üstelik kendi küçüklüğüyle birlikte, üzerinde yaşayabileceği bir başka gezegen olmadığını bile bile. Ama bu haliyle öyle bir hal arz eder ki, değil ikinci bir dünyayı güneş kadar büyük sayısız dünyaları dahi kirletebilecek bir yapıya sahiptir. İşte insanı böylesine kötü ve bu derece tehlikeli hâle getiren bu yönü ve özelliğidir.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle “fısk çamuruyla mülevves”, yani günah bataklığına saplanmış bir kafa yapısının ortaya çıkardığı ve yaygınlaştırdığı bir hayat felsefesidir insanı insanlıktan çıkaran. Yaratılış gayesini unutan, hedefini kaybeden beşerin elindeki kir, aslında bir isyanın ve cinayetin de açık delilidir.

Günümüzde hepimizi, tüm insanlığı tehdit eden çevre kirliliğinin başına “küresel” nitelemesi konuluyor. Ama Bediüzzaman’ın da dikkat çektiği ve beşerin sebebiyet verdiği cinayetler tablosu küresellikten çoktan çıkmış, “evrensel” boyutlara ulaşmıştır. Kirle ve kirlenmeyle açığa çıkan bir “evrensel isyan”la karşı karşıyayız.

İsraf, hırs, gasp, haksızlık, adaletsizlik, tahrip, cinayet, kibir, gurur…

Bu isyanın cezası da elbette çok büyük olacaktır.

İşte tam burada devreye ancak Sonsuz Rahmet Sahibi’ne dönüşle elde edilebilecek bir arınma ve kurtuluşa erme ümidi devreye girmelidir. Suç ve ceza ne kadar büyük olsa da, kurtuluş ve halas o derece kolay gerçekleşecektir.

Çözüm gayet açık ve alabildiğine kolaydır:

Tüm insanlığı ve üzerinde yaşadığımız dünyayı korkunç bir sona ve uçurumun başına getiren süreci durdurmak ve geri çevirmek. Bu korku filmini geriye sarmak…

Yani problemin kaynağına, insanın o kirli eline ulaşmak, o eli ya temizlemek veya geri çekmek.

Bunun için de topyekûn bir anlayış, bir idrak ve bir bakış temizliğini elde edebilmek.

Nezafetin, nezahetin ve temizliğin imanla doğrudan bağlantılı olduğunu ifade eden Temizlik imandandır hadis-i şerifini rehber edinmek.

İmanlı bir bakış açısına erebilmek.

Temizlik nereden başlar?

Bediüzzaman, temizlikle ilgili “Kötü hasletler, bâtıl itikatlar, günahlar, bid’alar manevî kirlerden olduklarını unutmamalıyız” der. Bu tespitini kuru bir iddia olarak ifade etmeyerek Muhakkak ki Allah çok tövbe edenleri ve temiz olanları sever ayet-i kerimesine dikkat çeker.

Evet, her bir günah insan için birer kirdir. Bu kirin en olmaması gereken yer kalptir. İşlenen her bir “günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir manevî yılan olarak kalbi ısırıyor.” (2. Lem’a)

Bu izahta günahların kalbi kirleten, katılaştıran ve iman nurunu söndüren, karanlıklara gark eden en temel aktör olduğu vurgulanırken, günah kirinin neyle temizlendiğine işaret de vardır. Manevî temizliğin yolu “istiğfar”dan geçer. Tövbe ve istiğfarla en küçük günah kirinin dahi temizlenmemesi halinde geri dönüşü çok zor bir uçuruma doğru yuvarlanma tehlikesi vardır.

Görüldüğü gibi iç ve dış temizlik birbirini tamamlayan unsurlardır. Birisi olmadan diğerinin olması düşünülemez. İnsanın ruh dünyasındaki kirlilik eninde sonunda dışarıya yansır. Günahlar, isyanlar, inkârlar zamanla insanın iç dünyasını alabildiğine karartır. Böyle bir insan beden dairesinden çevresini kuşatan varlıklar dairesine kadar maddî temizliğe de riayet edemez. Zahiren ediyor gibi görünse de o sadece görüntüde kalır.

İç âlemi böylesine kararan, günahlarla siyahlaşıp katılaşan bir kalbe sahip insan içinde yaşadığı âlemi ne bir misafirhane olarak görecektir ne onun temizliğine dikkat edecektir. Hattâ her şeye düşman nazarıyla bakar, iyilikleri kötülük, hayırları şer olarak görecektir.

Manen temiz olmayan, günah ve inkâr kirleriyle dolu bir kalbin sahibi ne kendini, ne çevresindeki varlıkları okuyabilecektir. Her birisi İlahî birer mektup olan eşyayı amaçsızlığa, hikmetsizliğe, hatta ademe mahkum eder. Onlar üzerinde vurulan İlahî mühürleri, damgaları okuyamaz. Hattâ temizlik hakikatini görmezden gelir. Âlemdeki eşsiz temizlik ona hiçbir şey ifade etmez. Bilakis hep olumsuz bakar, kirli görür, kirletmekte beis görmez. Hele bir de bol kazanç için her şeyi mübah gören bir kafa yapısındaysa, kendi menfaati için kıyametin kopmasına, o korkunç akıbete maruz kalınacak olmasına da bir önem vermez.

Manevî temizliğe riayet eden bir insan, kâinatta Kuddûs isminin tecellî ve yansımalarını görecektir. Örneğin hayvanlar, Allah’ın memurlarıdır, O’na ayinedarlık yapar ve O’nu zikrederler. Bazı hayvanlar yeryüzünün ve denizlerin temizlik ve sıhhiye memurlarıdır. Sineklerin bile önemli fonksiyon üstlendiği, lüzumsuz hiçbir varlığın bulunmadığı bir dünya her insan için ideal bir ortamdır. (30. Lem’a)

Dr. Veli SIRIM

Kadınlarda sanat, marifet ve iş hayatı olamaz mı?

– Kadınlar evlerinde kapalı kalmalı, dışarıyla bağlantısı olmamalımı? İslam’da kadınların sanat sahibi olması iş hayatında bulunması yasakmıdır? Kadınlar çalışarak eşlerine destek olamaz mı?

Bazı okuyucularımız, Risale-i Nur’da geçen ”Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı san’at, marifet, ittifak silâhıyla cihad edeceğiz.” “Cümlesini kadın açısından açıklar mısınız? Yani kadın san’at ve marifet açısından ne yapmalıdır” diye soruyor.

Öncelikle şu hususu ayıralım: Kadının sanat yapması ve marifet elde etmesi ayrı bir husustur; bu hedefe ulaşırken edebini ve iffetini çiğnemesi veya çiğnetmesi ayrı bir husustur. Hiç şüphesiz kadın, edebiyle ve iffetiyle san’at ve marifete katkı verebilir ve vermelidir.

Esefle belirtelim ki, kadın konusu beşer tarihinde bilerek veya bilmeyerek hep yanlış mecrâlara çekilmiş ve sû-i istimâle uğramış konuların başında yer almıştır. Asrımıza geldiğimizde, eşitlik ve ekonomik bağımsızlık söylemleri içerisinde kadının dikkati tamamen yuvası dışına çekilmek istenmiş; moda, görenek, çağdaşlık, güzellik, san’at, meslek, eğitim… vs. gibi hep büyülü kavramlar öne sürülerek; ar, namus, iffet, hayâ, şefkat, sevgi ve fedâkârlık gibi kadının fıtratından olan asıl mânevî değerleri âdetâ yok sayılmış ve bunda maalesef başarılı da olunmuştur.

– Kadının yaratılışını güzelleştiren namus, iffet, edep, haya, şefkat, merhamet, sevgi ve fedakârlık duyguları ile çatışmadan, hatta bu duyguları pekiştirecek şekilde san’at yapılamaz mı, marifet elde edilemez mi, eğitim alınamaz mı?

Pekâlâ mümkündür! Fakat gelin görün ki, ısrarla İslâmiyet’in kadınları her meselede evde hapsettiği ithamları geliştirilmiş, sahabe döneminin çalışan, üreten, savaşa katılan, sağlık hizmetleri veren ve insanın bulunduğu her yerde bulunan; ama iffetiyle, haysiyetiyle, kişiliğiyle, hayâsıyla bir nâmus âbidesi kesilen başımızın tâcı ashab kadınları görmezden gelinmiştir.

Kadın şefkat kahramanıdır. Evinin, yuvasının, çocuklarının kişilikli bir “toplum çekirdeği” olması tamamen kadının mahâretli ellerinin, müşfik gönlünün, sevgi dolu yüreğinin ve fedâkâr sinesinin, yuvasını kahramanca benimsemesi ve ana şefkatiyle kucaklaması ile mümkündür.

Ana şefkati, ev sakinlerinin vazgeçemediği en yüksek değerlerdendir ve hiçbir şeye fedâ edilemez. İnsan fıtratının yaklaşımı budur. Kur’ân’ın tercihi bu yöndedir ve Peygamber Efendimiz (asm) Cenneti kadının ayakları altına bunun için, yani “örnek ana” sıfatı için koymuştur.

– Kadın çalışmaz mı? Kadın üretmez mi? Kadının ekonomiye katkısı olamaz mı? Kadın toplum hizmeti yapamaz mı? Kadın eğitim alamaz mı? Kadın sanat yapamaz mı? Kadın yuvasının dışına çıkamaz mı?

Kadın elbette çalışır, üretir, toplum hizmeti yapar; bunun için evinin dışına fiilî olarak çıkmasında dinî bir sakınca da olamaz. Ama yukarıda ifade ettiğimiz şeyin altını muhakkak çizmeliyiz: Çalışmak ile iffetsizlik, san’at ile edepsizlik, marifet ile hayasızlık aynı şeyler değildir!

İslâmiyet’in üzerinde titrediği iffet, nâmus, ar, hayâ, edep, nezâket, terbiye, haysiyet, şefkat ve kadınlık onuru hiçbir şey için yok sayılamaz. Olmasa da olur denilemez. Önce iş ya da san’at veya marifet tercihi yapılamaz.

Bir takım kavramları kaos haline getirerek, bâtılı hak görüntüsüyle takdim ederek; yani açık söyleyelim,—sizleri tenzih ediyorum—özgürlüğü savunurken iffetsizliğin reklâmını yaparak, bir malı tanıtırken kadının onurunu çiğneyerek, haysiyetini ayaklar altına alarak ve buna da meslek veya san’at diyerek, çalışmayı ve üretici olmayı överken ar ve hayâ damarlarını çatlatırcasına kadını kem gözlerin esiri yaparak ve kadını dışarıya mahkûm ederek; yani İslâmiyet’in temel değerleriyle savaşarak “kadın” adına bir şeyler kazandıklarını zannedenler yanılmaktadırlar.

Çünkü özgürlük İslâm’ın malıdır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, hürriyet imanın en has özelliğidir. Çalışmak ve üretmek İslâm’ın malıdır. Görgü ve nezâket İslâm’ın malıdır. Saygı ve onur İslâm’ın malıdır. San’at, güzellik ve estetik İslâm’ın malıdır. Topluma hizmet etmek İslâm’ın malıdır. İnsanlığın yararına her türlü marifet, eğitim, meslek ve san’atlar İslâm’ın malıdır ve himâyesindedir.

Kimse İslâmiyet’e bu değerleri ders veremez. Fakat herkes İslâmiyet’in hassas olduğu terbiye, şefkat, ar, hayâ, nâmus ve iffet değerlerine de İslâmiyet’in titizliği ölçüsünde sahip çıkmak zorundadır. Aksi takdirde kaybeden insanlık olacaktır.

Nitekim Bedîüzzaman Hazretleri’nin veciz ifadesinde bu husus, “Kadınlar yuvalarından çıkıp, beşeri yoldan çıkarmış; yuvalarına dönmeli” şeklinde ifadesini bulmuştur.

Bu cümlede Bediüzzaman “yuva” lâfzıyla, mücerret “iffet ve nâmus”un kadın için ve insanlık için “olmazsa olmaz bir mânevî değer” olduğunu hatırlatıyor.

Yoksa kadının san’at ve marifet yapamayacağını değil!

Süleyman KÖSMENE

Allahın Said Kulu Olmak

      Toplumların tarihinde çeşitli dönemler vardır. Bu dönemler içinde, inanç yönünden karanlık diyebileceğimiz dönemler olur. Bu karanlık dönemlerde, yol gösterici bir deniz fenerine ihtiyaç duyulur. Allah bu insanlara hiç ummadıkları bir zamanda ve hiç ummadıkları bir şekilde rehberlik edecek deniz feneri konumunda büyük insanlar istihdam eder. Bu insanlar peygamberlerin varisleri olan  alimlerdir. İşte Allahın Said Kulu böyle bir zamanda istihdam edilmiştir.

   Allahın Said Kulu  Üstad Bediüzzaman Said Nursi böyle bir ortamda kimsenin hakikatı söylemeye cesaret edemeyeceği bir dönemde hakikatı haykırmıştır. Bu hakikatı haykırırken de gelecek nesillere yansımasını görür gibi nesli atiye içten bir bir ruh hali ile  şöyle seslenmiştir:

Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sakitane Nurun sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî(gizli bakış) ile bizi temaşa eden Said’ler, Hamza’lar, Ömer’ler, Osman’lar, Tahir’ler, Yûsuf’lar, Ahmed’ler, vesaireler!..

Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, “Sadakte” deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun. Şu muasırlarım, varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizin ile konuşuyorum.  Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennet asa bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır.

Diyerek o yaşadığı dönemini zorluklarını aktarmış. Ayrıca sanki gelecek nesilleri görmüş gibi onlara şöyle seslenmiştir:

’’Şu zamanın memesinden bizimle süt emmeyen ve gözleri arkada maziye bakan ve tasavvuratları kendileri gibi hakîkatsiz ve ayrılmış olan bu çocuklar, varsınlar Şu kitabın hakaikını hayal tevehhüm etsinler. Zîra, ben biliyorum ki; Şu kitabın mesaili, hakîkat olarak sizde tahakkuk edecektir. Ey muhataplarım! Ben çok bağırıyorum. Zîra, asr-ı salis-i aşrın, yani on üçüncü asrın minaresinin başında durmuşum, sûreten medenî ve dinde lakayd ve fikren mazinin en derin derelerinde olanları camiye davet ediyorum.’’

diyerek o dönemin insanlarının kendisini anlamadığından şikayet etmekte ve ancak gelecek nesillerin onu anlayacağını söylemektedir.

      Evet üstad, Serdengeçtinin deyimiyle ’’Said Nur, üç devir yaşamış bir ihtiyar Gün görmüş bir ihtiyar Üç devir; Meşrutiyet, Ittihad ve Terakki, Cumhuriyet: Bu üç devir büyük devrilişler, yıkılışlar, çökülüşlerle doludur Yıkılmayan kalmamış! Yalnız bir adam var O, ayakta Şark yaylalarından, güneşin doğduğu yerden Istanbul a kadar gelen bir adam Îmânı, sıradağlar gibi muhkem Bu adam, üç devrin şerirlerine karşı îmanlı bağrını siper etmiş  Allah demiş, Peygamber demiş, başka birşey dememiş; başı Ağrı Dağı kadar dik ve mağrur Hiçbir zâlim onu eğememiş, hiçbir âlim onu yenememiş Kayalar gibi çetin, müthiş bir irâde, şimşekler gibi bir zekâ; işte Said Nur! Dîvân-ı harbler, mahkemeler, ihtilâller, inkılâplar, onun için kurulan îdam sehpâları, sürgünler bu müthiş adamı, bu mâneviyât adamını yolundan çevirememiş!’’

       Evet sırça saraylarda rahat bir hayat sürmek varken kendisi sırf iman davası için sürgünleri, zindanları tercih etmiştir. Kendisinin rahat etmesi isteyip başka memleketlere davet edenlere şu ibretli cevabı vermiştir:

Evvelâ: Biz, imanı kurtarmak ve Kurana hizmet için, Mekke de olsak da buraya gelmek lâzımdı. Çünki en ziyade burada ihtiyaç varBinler ruhum olsa, binler hastalıklara mübtela olsam ve zahmetler çeksem, yine bu milletin imanına ve saadetine hizmet için burada kalmağa, Kurandan aldığım dersle karar verdim ve vermişiz.» diyerek  milletimizin imanının  kurtuluşuna ne kadar önem verdiğini belirtmiştir.

      O kadar şefkatlidir ki kendisine zulm edenlere bile beddua etmemiş onların ıslahı için dua etmiştir. O kadar şefkatlidir ki bitki ve hayvanlara bile zarar vermemiş. Zarar verenleri uyarmış ve bu yaratılan mahlukatın da canlı birer varlık olduklarını, kendilerine has dilleri ile Allahı(CC)  zikrettiklerini  eserlerinde  çok güzel bir şekilde anlatmıştır. Kısacası karıncaya bile basmaktan sakınmıştır.

       O kadar büyük bir Pedagog ki Medrese-i Yusufiye olarak adlandırdığı hapishanelerde zindanları nur, gönülleri nur eylemiştir Nice azılı katiller, nice nizam ve ırz düşmanları onun derslerinden sonra tamamen değişmişler. Hepsi halîm-selîm müminler haline, yararlı  vatandaşlar haline gelmişler Hatta birkaç kişiyi öldüren bir katil tahta kurusunu öldüremeyecek bir ruh haline kavuşmuştur.

       Evet birileri onu unutturmak için planlar yaptılar. Onlara göre Barla’ya sürgüne göndererek onu halkın yanında unutturacaklardı. Fakat Allahın(CC)  planı başkaydı. Onlar bilmeden Allahu tealinin planını yerine getirdiler. Onlar üzerine geldikçe bu nuru söndürmeye çalıştıkça nur daha da parladı Anadolunun her tarafına yayıldı. Hatta şimdi dünyanın her tarafına yayıldı. Risale-i Nurlar şimdi  dünyada 45 dile çevrildi ve bu dillerde okunmaktadır.

       Arkasında her fani insana nasip olmayacak eserler ve talebeler bırakmıştır. Bu eserler ve talebeler sayesinde Anadolu bir ilim ve irfan yuvası haline gelmiştir. Nice insanların imanları kurtulmuş. Nice insanların hidayetine vesile olmuştur. Kısacası kışta ekilen nur tohumları şimdi meyve vermiş ve vermektedir.

Hamit Derman

www.NurNet.org