Kategori arşivi: Yazılar

Seçimler ve Tercihler “Siyasi Partiler”

“Oy verme mes’elesi” gerçekten de çok ciddi bir sorumluluk ve dini bir vecibedir. Bir vatan ve insaniyet borcu olduğu içindir ki, bu mes’ele hakkında, mutlaka şuurlu bir araştırma yapmak; ciddi bir sorgulama ve muhasebe haleti içine girmek gerekiyor.

Fakat herkeste, kendisinin, en doğru yolda olduğu zannı ve düşüncesinin hâkim olduğu bir dönemi yaşıyoruz. Bu gerçek Kur’an da şöyle vurgulanıyor: “Şüphesiz ki bu şeytanlar, onları doğru yoldan alıkoyarlar, onlar ise kendilerinin hala doğru yolda olduklarını sanırlar.” (Zuhruf 37)

İşte bu nedenle, her şuurlu Müslüman gibi, bizim de kendi sahip olduğumuz düşünceye sorgulama yapmadan teslim olmamız, şuursuz bir surette güvenmemiz doğru olmaz. Müslümanlar olarak bizler, her konuda olduğu gibi, bu konuda da kendi duygusal saplantılarımızı ve mahalle baskılarını bir kenara bırakıp, mutlaka Edille-i Şer’iyyeye (Kur’an, Hadis-i Şerif, İcma-ı Ümmet ve Kıyas-ı Fukaha) bakarak karar vermek ve vicdanımızın sesine kulak vermek zorundayız. 

Dolayısıyla, üzerinde yaşadığımız bu toprakların, bir nevi maddi ve manevi mukadderatının şekillendiği bu siyasi genel veya yerel seçimler de;  kendi şahsi kanaatlerine göre değil; ilmi kıstas ve kriterlere ve asrımızın büyük islam âlimi Bediüzzaman Hazretlerinin çizdiği istikamet şablonuna göre hareket etmekle mükellef ve mecburuz. Aksi halde yanlış yönlendirmelerin vebali çok büyük olacağı aşikârdır.

Zira bazan günümüz siyasi boğuşmalarını merak ile takib eden, bir tarafa kalben tarafdar olur. Onun zulümlerini hoş görür, zulmüne şerik olur. (Asa-yı Musa 20)

Yapılan bu açıklamalardan sonra, edille-i şer’iyyeye binaen, ülkemizde ki mevcut siyasi parti ve düşünce akımlarını ve bunları temsil eden siyasi partilerin bir analizini nazarı mütalaanıza arz ediyoruz.

·         Yüce dinimizin kesinlikle reddettiği, ırkçılığı savunan düşünce akımları ve bu menfi fikirleri varoluş politikası haline getiren partiler:

İslâmiyet milleti her şeye kâfidir. Din, dil bir ise, millet de birdir. Din bir ise, yine millet birdir.

Cenab-ı Hak(c.c) Furkan-ı Hâkimin de şöyle buyurmuştur; “Sizleri cemaat cemaat, kabile kabile, ırk ırk, millet millet yarattık ki, birbirinizi tanıyasınız, sosyal ilişkiler kurup aranızda bir tanışma tesis edesiniz. Yoksa birbirinizle kavga edesiniz, çekişesiniz diye sizleri kabilelere ve guruplara ayırmış değiliz.”

Aynı ayetin devamında da: “Allah katında üstünlük, sadece takva iledir.” buyurulmaktadır. (Hucurat 13)

Peygamber Efendimiz de bu mevzuyu açık ve net bir şekilde izah etmiş ve buyurmuşlardır ki; “Irkçılığa çağıran, bizden değildir. Irkçılık için savaşan ve mücadele eden bizden değildir.” (Müslim, İmare 53,57 Hadis No:1850; Ebu Davut, Edep 121)

Bediüzzaman hazretleri de mevzu hakkında Nur risalelerinin bir yerinde ayrıca şu izahatta bulunuyor;

Firenk illeti tabir ettiğimiz ırkçılık, unsurculuk fikriyle Avrupa, âlem-i İslâmı parçalamak için içimize bu firenk illetini aşılamış.

Fakat bu hastalık ve fikir, gayet zevkli ve cazibedar bir halet-i ruhiye verdiği için pekçok zararları ve tehlikeleriyle beraber, bu zevk hatırı için her millet cüz’î-küllî bu fikre iştiyak gösteriyorlar.

            Şimdiki terbiye-i İslâmiyenin za’fiyetiyle ve terbiye-i medeniyenin galebesiyle ekseriyet kazanarak başa geçerse; ekseriyet teşkil etmeyen ve ancak yüzde otuzu hakikî Türk olan ve yüzde yetmişi başka unsurlardan olanlar; hem hakikî Türklerin hem hâkimiyet-i İslâmiyenin aleyhine cephe almaya mecbur olacaklar.

Çünki İslâmiyet’in bir kanun-u esasîsi olan bu âyet-i kerime: وَ لاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَىdır. Yani, birisinin günahıyla başkası muahaze ve mes’ul olmaz.

Hâlbuki ırkçılık damarıyla, bir adamın cinayetiyle masum bir kardeşini, belki de akrabasını, belki de aşiretinin efradını öldürmekte kendini haklı zanneder. O vakit hakikî adalet yapılmadığı gibi, şiddetli bir zulüm de yol bulur.

Çünki “Bir masumun hakkı, yüz câniye feda edilmez” diye İslâmiyet’in bir kanun-u esasîsidir. Bu ise çok ehemmiyetli bir mes’ele-i vataniyedir ve hâkimiyet-i İslâmiyeye büyük bir tehlikedir. (Emirdağ Lahikası-2 164)

·         Çoğulculuğun değil, Azınlığın veya güçlünün söz sahibi olduğu; küfür, baskı ve zulme meyilli ve haksızlıklara taraftar ve dinsizliği siyasete alet etmek suretiyle dine karşı politikalar üreten partiler:

Cenab-ı Hak(c.c) şöyle buyuruyor; “Bir de sakın zalimlere meyletmeyin, sempati bile duymayın.” (Hud Suresi, 113)

Yüce Rabbimiz(c.c) zalimleri şöyle hak bir temsil ile tarif ediyor; “Allah’ın mescitlerinde, Allah’ın adının anılmasını engelleyip, oraların ıssız ve harap hale gelmesine çalışanlardan daha Zalim kim olabilir?” (Bakara 114)

Yine başka bir ayette Allah(c.c) şöyle buyurmaktadır: “İnkâr edip ayetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar cehennemliktir, onlar orada ebedi kalırlar.” (Bakara 39)

 “وَلاَ تَرْكَنُوا اِلَى الَّذِينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُâyet-i kerimesi fermanıyla: Zulme değil yalnız âlet olanı ve tarafdar olanı, belki edna bir meyledenleri dahi, dehşetle ve şiddetle tehdit ediyor. Çünkü rıza-yı küfür, küfür olduğu gibi; zulme rıza da zulümdür.” (Mektubat 362)

Bediüzzaman hazretleri, yaşadığı dönem de kendisine sorulan bir soruya verdiği cevapta, bu tür dine mesafeli ve karşı bir duruş sergileyen partilere karşı tavrını, bir Müslüman olarak şöyle izah etmektedir;

Halk Partisi iktidara gelecek olursa -ki bu asil millet, ihtiyarıyla o partiyi kat’iyyen iktidara getirmeyecek-, komünist kuvveti aynı partinin altında bu vatana hâkim olacaktır. Hâlbuki bir Müslüman kat’iyyen komünist olamaz, anarşist olur. Bir Müslüman hiçbir zaman ecnebilerle mukayese edilemez.

İşte bunun için hayat-ı içtimaiye ve vatanımıza dehşetli bir tehlike teşkil eden bu partinin iktidara gelmemesi için, Demokrat Parti’yi, Kur’an ve vatan ve İslâmiyet namına muhafazaya çalışıyorum.” (Emirdağ Lahikası-2 206)

Haşiye: “Demokrat parti”, o zaman ki demokratik hak ve özgürlükleri temsil eden partiye verilen isimdi. Dolayısıyla şimdi ki zaman da, mevcut partilerin ismine bakılmaksızın, bu partilerin fiillerine ve eserlerine bakmak gerektir.

·         Dini, siyasete alet eden; İslamiyet’i kendi şahsî menfaatlerine ve hattâ manevî kemalâtlarına ve belalardan ve muzır şeylerden kurtulmaklığına âlet etmeğe çalışan partiler:

İman ve İslamiyet, mâl-i umumîdir. Tüm insanlığın ve Müslümanların malıdır. Her taifede muhtaçları ve sahibleri vardır. Hiçbir parti, islamiyeti kendi tekeline alamayacağından dolayı, tarafgirlik giremez. Yalnız küfre, zındıkaya, dalalete karşı cephe alını. Nur mesleğinde, mü’minlerin uhuvveti esastır.

Bediüzzaman Hazretleri, ön şart olarak halkın yüzde 70’den fazlası hakiki anlamda İslam’ı yaşamadıkça, İslam adına parti kurulmasının ve desteklenmesinin, İslam’a zarar vereceğini, delilleriyle izah ve ispat eder.

İttihad-ı İslâm Partisi, Yüzde altmış-yetmişi tam mütedeyyin olmak şartıyla, şimdiki siyaset başına geçebilir. Dini, siyasete âlet etmemeğe, belki siyaseti dine âlet etmeğe çalışabilir. Fakat çok zamandan beri terbiye-i İslâmiye zedelenmesiyle ve şimdiki siyasetin cinayetine karşı dini siyasete âlet etmeğe mecbur olacağından, şimdilik o parti başa geçmemek lâzımdır.” (Emirdağ Lahikası-2 162)

·         Memuriyet ve Emirliği, reislik değil; millete bir hizmetkârlık vesilesi olarak gören;  Demokrat, hürriyet-i vicdana taraftar, Dindar ve dine hürmetkâr Demokrat partiler:

Memuriyet, emirlik ise reislik değil; millete bir hizmetkârlıktır. Demokratlık, hürriyet-i vicdan, İslâmiyet’in bu kanun-u esasîsine dayanabilir. Çünkü kuvvet kanunda olmazsa şahsa geçer. İstibdad-ı mutlak keyfî olur.

Bediüzzaman hazretleri; “Dinin îcablarını yerine getireceğiz, din bu memleket için hiçbir tehlike teşkil etmez” diyen ve mazlum milleti Chp zulmünden kurtarmakla, yıllarca baskı ile zoraki Türkçe olarak okutulan ezanı Arapça aslına döndüren başvekil Adnan Menderesi; İslamiyet’in bir kahramanı olarak görmüş ve vatan, millet, İslâmiyet adına aşikâre demokrat partiye oy vermek suretiyle desteklemiştir.

Hasan Tayfur

Bediüzzaman Said Nursi’nin Vefat Gecesinde Sadık Bir Rüya

Urfalı Molla Abdülhamit Efendi

Kadıoğlu camiinde itikâfta idi

 

Bediüzzaman’ın vefat ettiği gece

Sadık bir rüya görür nevm âleminde

 

Üstad der, Molla Abdülhamit’e

“Ben vefat edeceğim bu gece”

 

“Cenazemi sen yıkayacaksın” diye emreder

Abdülhamit Efendi “itikâfta” olduğunu söyler

 

Molla, bunun “Dinen caiz olmadığını bildirir”

Fetvayı, üstad Bediüzzaman kendisi gösterir

 

“Mülteka’l-Ebhur isimli kitapta”

“Cevaz var, verilmiştir fetva”

 

Müthiş bir heyecan içinde uyandı

Aldı kitabı, ilgili bölüme bir baktı

 

Fesübhanallah çekerek etti hayret

Duyduğu haber ise, daha da dehşet

 

Üstad Bediüzzaman, hakikaten etmiştir vefat

Şüphe yok artık, bu keramete edecekti kanaat

 

Bekir Özcan

www.NurNet.org

Ne Mutlu İnsanlığın İmtihanını Verebilene

Allah insanı bütün mahlukat üstüne müstesna bir varlık olarak yarattığı  için, mucize yaratılışından ötürü, insan en güzel ve süslü şeyleri sever ve insanlığa layık bir mutluluğu temin etmek için gece gündüz çabalar. Fakat ne yazık ki bu insan  kâinatın şuurlu ve şerefli bir meyvesi iken, mutluluk bakımından bir serçe kuşuna bile yetişemiyor. Serçenin hiçbir derdi yok. Hatta serçe her gün ağırlığının 5-6 misli kadar yiyebilirken, insanların bir kısmı karnını zor doyurabiliyor. Böyle olunca, bu zavallı insan neden düşünemiyor ki, Allah her şeyi hikmetle yaratmış. Her şeye taşıyabileceği kadar yük yüklemiş. Zavallı insan neden anlayamıyor ki, onun mutlu olma yeri burası değildir.

Peki bunu insandan maada kim düşünecek ki? Niye inek, kedi, kuş, hatta bütün canlı mahlûklar kendilerine mahsus elbiseleri ile doğuyorlar da bu zavallı insan en şerefli mahluk iken, çırılçıplak doğuyor. Ötekilerin elbise alma dertleri yok. Yalınız elbise  değil, belki, onlar ne bakkala, ne terziye, ne kasaba, ne berbere, ne inşaatçıya ne de buz dolabına veya herhangi vasıtaya ihtiyaçları var. Acaba biz bunları hiç mi düşünmeyelim? Her ne kadar bahsettiğim mahlukat da yaradılış itibariyle birer mucizedir, amma insana nispeten onlar âdi birer mahlukturlar. Fakat bununla beraber, onlar   hiçbir şeyin fakiri değiller, onların bütün zaruri ihtiyaçları temin edilmiş. “Âdi” dedim çünkü keçi her şeyi ya beyaz veya siyah görüyor.  Fakat insanın gözlerindeki refleks öyle ayarlanmış ki bütün renkleri birden görebiliyor.

Mahlukatın başka ihtiyaçlarını biz görüp bilmesek de onların yiyeceklerine bir göz atarsak göreceğiz ki, onlar çok rahatlıkla muhtaç oldukları şeyleri bulup yiyebiliyorlar. Canavarlar hadlerini tecavüz ettikleri için biraz zahmet çekseler de, masum hayvanlar zahmet çekmeden ihtiyaçlarını temin edebiliyorlar.  Fakat bu şerefli mahluk olan insan, bu dünyaya gözünü açtıktan, ta ölümüne kadar, fakir, aciz,  her şeye muhtaç bir vaziyette yaşıyor. İlk adımını bu dünyaya atarken tüm hayat şartlarına cahil. çırıl çıplak doğuyor. Çünkü, insan, mahlukata, komutan olarak gönderiliyor da ondan. Burada imtihan vermeye geldiğinden ötürü cahil ve her şeye muhtaç olarak geliyor. Allah onu tecrübe ediyor, acaba hırsızlık yapıp çaldığı parayla mı elbise alacak, yoksa kimsenin hakkına girmeden, alnının teriyle kazandığı parayla mı elbisesini temin edecek. Yani Müslüman her şeyi aman bu, dinime ters düşmesin diye düşünmeden yapamaz, ne yiyebilir ne içebilir  ne de giyebilir. Çünkü İslam kanunları, her şeyine dikkat emri ile  onun önüne çıkıyor. İnsan Allaha ve ahiret gününe inanan felsefe yapıp istediği gibi hür yaşayamaz. O her hareketinde Allahın kanununa uyma zorundadır. Yemesinde, içmesinde, giymesinden başla kiminle konuşabilir, nereye bakabilire kadar bütün  hayatını Kur’anın emirlerine uydurmaya mecburdur.

Ben doğduğum yer olan Sırbistan da 15-16 yaşlarında iken, Recep ayında bizden 10 küsur kilometre uzak olan Buyanovsa isimli bir kasabaya pazara gittim. Bu vesile ile orada bulunan akrabalardan bir ablamızı da öğle vaktinde ziyaret ettim. O esnada sofra kurulmuş bana buyurun  yemeğe dediler, ben de siz buyurun yiyin, ben oruçluyum deyince, sofrada olanlardan biri, bana bakarak Allah Allah dedi!  Devam etti: “İşyerimde Hıristiyan olan Yovan’ isimli biriyle dükkanlarımız yan yanadır. Bana, bu senin halin Yovan’ın bana söylediği sözleri doğru çıkarıyor.

Peki Yovan bana ne dedi sorarsanız ? Anlatayım; bir gün Yovan bana: “Arkadaş ben senin gibi her gün Müslüman olurum. Çünkü ben rakı içiyorum sen de içiyorsun, ben fötr giyiyorum sen de giyiyorsun, ben kiliseye gitmiyorum sen de camiye gitmiyorsun, aramızda ne fark var ki? Ben Hodonovsa köyünde imam olan Nuhi Efendi gibi olamam, yoksa senin gibi Müslüman olmaya da gerek yok dedi.”

1001 hadis kitabının ilk hadisi  “Ameller niyetlere göredir” ile başlıyor buna sözümüz yok. Fakat ecnebiler bizim herhangi bir adetimizi kabul etmeyi kendilerine tenezzül saydıkları için yaklaşmazlar. Biz Müslümanlar da, kazağımızı tişörtümüzü alırken önünde veya arkasında Katoliklerin veya Hıristiyanların ismi yazılı olanları almayalım, bize yakışanı alıp giymeli, her şeyi kendimiz için helal mı haram mı araştırıp öğrenmeli. Kendi örf ve adetimize uyup uymadığını araştırmalı, Başka dindekilere benzememe hususunda onlardan istifade edip  onlardan istifade yönüne gitmeliyiz. Yani Müslüman her zaman, her ihtiyacını bu titizlikle temin etme alışkanlığıyla yaşaması lazım. Çünkü yukarıda zikrettiğim gibi: Peygarımız a.s.m., Hadisi şerifinde: “Men teşebbehe bi kavmin fehüve minhum” (Bir Müslüman başka bir kavimden birine benzetse o onlardan sayılır). Zaten “Frenk mukallitligi ve şapka” kitabını, Şapka kanunu çıkmadan 2 sene evvel İskilipli Atıf Efendi o kitabı yazdığı için idam edildi.  Evet bu iş şaka götürmez. Mesela Bir kimse bir kafirin kılık kıyafetini beğenip, onun gibi bir elbise giyip aynada oh be tam onun gibi oldum dese: Kafir olup dinden çıkmış olur.

Evet, her insan bilhassa Müslüman hassas olacak, seviyesini koruyarak hayatına devam edecek. Çünkü Allah onu kâinatta mümtaz bir şekilde yaratmış. Bakın ne kadar hassastır? En mutlu anındaki şen şakrak vaziyetinde iken bile, aniden gelen bir haber onu kahredebiliyor. Sevinçli ise, o sevinçli halini bozup acılaştırabiliyor. Onun mutluluğunu zir u zeber edip bozabiliyor. Ama neden? Bunu inceleyip, aman Allah tarafından bana vaad  olunan asıl vatanım olan cenet hayatı için de biraz çalışmalı!!!

Abdülkadir HAKTANIR

www.NurNet.org

Said Nursi’nin kişiliği neden güvenilirdir?

Yazar Mustafa Ulusoy sitesinde ”Said Nursi’ye bu kadar güven duymanın sırrı nedir?” sorusunun cevabını aradı.
 
Bir insanın hakikate sadık bir kişilik inşa etmek için iki temel korkuyu aşmak zorunda olduğunu belirten Ulusoy; Asrın alimi olarak Said Nursi’nin bu iki temel korkuyu aştığı için güvenilir bir kişilik olduğunun altını çizdi.
 
İnsanlar ne der kaygısı taşımayan ve boyun eğmez kişiliğiyle hareket eden Said Nursi’nin dünya sevgisi taşımayan bir ahiret insanı olarak niteleyen Ulusoy, Bediüzzaman’ın özgürlüğünün hapiste bile alınamadığını ifade etti.
 
İşte Mustafa Ulusoy’un o yazısı:
 
Said Nursi’nin kişiliği neden güvenilirdir?
 
”Said Nursi’ye bu kadar güven duymanın sırrı nedir?” diye sorulduğunda, ”Baştan sona tutarlı bir devamlılık arz eden hayatıdır,” derim ilk olarak. Hatalarını, yanılgılarını söylemekten çekinmeyen mertliği de, ona güvenimi inşa eden başka bir esaslı özelliğidir. Başka bir unsur da, nefs-i emaresiyle verdiği çetin mücadeledir onu güvenilir bir insan yapan.
 
Ve belki de ona asıl rengini veren şey, korkusuz oluşudur.  Bu onun en temel kişilik özelliğidir. Hakikate olan sadakati, erdemlerinden taviz vermeyişi ve bunu kem küm etmeden, eğip bükmeden merdane dile getirişidir.
 
İnsanın hakikate sadık bir kişilik inşa etmesinde temel iki korkuyu aşmak zorunda olduğu kanaatindeyim. Asrın Alimi olarak Said Nursi, bu iki temel korkuyu aştığı için  güvenilir bir kişilik olabilmiştir.
 
İnsanlar ne der korkusu ile  başı derde girmeyen yoktur; ama ve lakin,  bu korkuyu yenebilen çok azdır. Kendi ifadesiyle, “İnsanda, ekseriyet itibariyle hubb-u câh denilen hırs-ı şöhret ve hodfüruşluk ve şan ü şeref denilen riyakârane halklara görünmek ve nazar-ı âmmede mevki sahibi olmağa, ehl-i dünyanın her ferdinde cüz’î-küllî arzu vardır.” İnsanlar tarafından övgüye mazhar olmak, bilinmek, tanınmak gibi istek ve arzularla dolu bir nefs-i emmâre için insanların kendi hakkındaki düşünceleri ciddi kaygı sebebidir.  Eski Said ile Yeni Said dönemi arasındaki en önemli farklardan biri, nefs-i emmâresini bu açıdan tam tamına terbiye etmiş bir hale gelmesidir Said Nursi’nin. Bizim belki de ancak aklımızla ve kalbimizle kabul edip de nefsimizi bir türlü ikna edemediğimiz şu gerçeği onun nefsi de tam kabul etmiş ve tam teslim olmuştur: “Evvelâ rıza-yı İlahî ve iltifat-ı Rahmanî ve kabul-ü Rabbanî öyle bir makamdır ki; insanların teveccühü ve istihsanı, ona nisbeten bir zerre hükmündedir. Eğer teveccüh-ü rahmet varsa, yeter. İnsanların teveccühü; o teveccüh-ü rahmetin in’ikası ve gölgesi olmak cihetiyle makbuldür, yoksa arzu edilecek bir şey değildir.. çünkü kabir kapısında söner, beş para etmez!”
 
Nefsiyle yaptığı çetin mücadele ve cihatla, insanlar ne der kaygısından tümüyle kurtulan Said Nursi için bu kaygının üretebildiği birçok arızalı davranışın kaynağı da kendiliğinden kurumuş olur. Başkalarına kendini beğendirmek isteme, başkalarıyla kurulan ilişkilerde boyun eğiciliği ve köleliği sonuç verir çoğunlukla. Onun boyun eğmez kişiliğinde  ”Rıza-yı İlahî ve iltifat-ı Rahmanî ve kabul-ü Rabbanî” yi tam tamına içselleştirebilmesinin önemli bir etkisi olsa gerektir.
 
Yukarda alıntıladığım metnin insanların teveccühünün ”kabir kapısında söner,” vurgusuyla bitmesi oldukça manidardır. Bu bizi ikinci korku sorununa götürür: Ölüm korkusu.
 
Ölüm korkusu, ölünce bana ne olacak sorusuyla nispeten ilgilidir. Ölümü, ebedi hayatın kapısı olarak görenler için bu korku silinir gider ama bir şartla.
 
Ölüm korkusunu çoğaltan en temel amillerden birisi dünyaya olan sevgidir. İnsan sevdiğinden ayrılmak istemez. Sevdiğinden ayrıysa da ona kavuşmak için yanıp tutuşur. Dünyayı sevenler, ona gönülden bağlı olanlar için ölüm ciddi bir sorun teşkil eder. Ölüm, kişiyi sevdiği dünyadan ayıran bir tehdit olur çünkü. Ölümden sonra ebedi bir hayata inanan insanlar için bile bu böyledir.
 
Said Nursi, ölüm sorunun halletmeden önce dünya sorununu halletmiştir. Eski Said ile Yeni Said dönemi arasındaki temel farklardan biri de bu dünya sevgisidir. Eski Said’in hayatla ilişkisine bakıldığında dünya ehli denemez. Eski Said’in de yüzü ahirete dönüktür Yeni Said kadar olmasa da. O zaman temel farkı nedir diye sorusu akla gelmektedir. Kanaatimce, Eski Said, Yeni Said’e dönüşüm sürecinde  nefs-i emmâresini bu açıdan da tam bir terbiyeye tabi tutmuş ve nefsini dünya sevgisinden tam olarak arındırmış, kalbine, ruhuna ve aklına arkadaş kılmıştır.  Eski Said de ölümden korkmayan birisidir ama buna ilaveten Yeni Said’in nefsinde dünyaya olan muhabbet de yok olup gitmiştir. Geçiş sürecinde Said Nursi, dünyanın, dünyaya bakan yüzündeki fena ve zevali, ayrılığı bütün veçhesiyle görmüş venazarını tümüyle dünyanın ahirete ve esma-i ilahiyeye bakan yüzüne çevirmiştir. Yeni Said artık tümüyle ahiret insanıdır.
 
İnsanın dünyaya olan muhabbetini onun ahirete ve ilahi isimlere yöneltmesi onu özgürleştirir. İşte Said Nursi’yi güvenilir bir insan haline getiren unsurlardan biri de,  dünyayla olan ilişkisindeki sahip olduğu bu  özgürlüktür. ”Ya şu dünyalığı kaybedersem,” diyebileceği hiçbir şey yoktur hayatında. Sürgünden sürgüne yollarlar onu. Hapishaneden hapishaneye tıkarlar. Ama nafile. Özgürlüğünü bir gram elinden alamazlar. Her yeri, hapishaneyi bile bir okul, bir medrese yapacak güçlü bir kişiliktir o. Hapishanedeyse hapishanededir. Ahlayıp vahlamaz. ”Burada, şimdi bana düşen nedir,” der. Hapishanede namaz kılınmaz mı? Kılınır. Oruç tutulmaz mı? Tutulur. İnsanın kulluğunu elinden alabilen bir yer değildir hapishane. Kur’an’ın ayetlerinin manaları tefekkür edilemez mi? Edilir. Ayetler, ihtiyacı olan insanlar için tefsir edilemez mi? Edilir. İşte bunu yapar bu özgür, özgür olduğu için de güçlü olan kişilik.
 
Risale-i Nur boşu boşuna Said Nursi tarafından telif edilmemiştir. 
 

Namaz Bir Şükür Vesilesidir

Dünya zıtlarıyla dolu hareket eden bir imtihan meydanıdır. Mesela, Cennet cehennem, hayır şer, güzel çirkin, kemal noksan, aydınlık karanlık, nur ateş, iman küfür, lütuf kahır, korku muhabbet, ayrılık kavuşma, ibadet isyan, namaz kılan kılmayan gibi zıtlar sıralanabilir. Zaten eşyanın kemalatı da zıtlar ile bilinir.

Namaz kılan ile kılmayanlar üzerinde durmak istiyorum. Namaz kılmayan bir Müslüman manen zarardadır, hüsrandadır, perişandır, pişmandır, muzdariptir vs… Bunun için fazla izahata gerek yok; namaz kılan ise bahtiyardır. Çünkü Rabbi ile müşerref, temiz ve paktır.(öyle olmalıdır)

Bediüzzaman,  “her mü’minin namazı, onun bir nevi miracı hükmündedir. Ve o huzura layık kelimeler ise Mirac-ı Ekber-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselamda söylenen sözlerdir. Onları zikretmekle o kutsi sohbet tahattur edilir.” diyor. sözler

Namazın her bir hareketi ayrı birer ibadet ve ayrı birer manayı temsil ediyor. Bu nedenle namaz bütün ibadetlerin özeti ve hülasasıdır, denilebilir. Keza her bir hareketi ayrı ayrı mahlûkatın ibadetlerini de temsil ediyor. Örneğin Kıyam: Melek, ağaç ve bitkilerin ibadetlerine; Rükû: Hayvanların ibadetlerine; Secde: toprak ve taşların ibadetlerine işarettir. Namaz kılan farkında olsa da olmasa da…

Her iman sahibi mü’min namazın harekât ve rükünlerine fikrini bindirip, bir nevi Miraç ile kâinatı arkasına atıp, huzura kadar gider, namaz’da Cenab-i Allah(cc) ile hayalen muhabere eder. Fâtiha süresinde besmele ile başlayarak, şöyle bir akitte bulunur. Mealen, Ya Rabim! Rahman ve Rahimsin. Hamt, övme ve övülme âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Sen Rahman ve Rahimsin. Ceza günün sahibisin. Rabbimiz! Ancak sana kulluk ederiz ve yalnız senden medet umarız. Bize doğru yolu göster. Kendilerine lütuf ve ikramdan bulunduğun kimselerin yolunu; gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil! Âmin… diyoruz.

Cenab-i Allah’ın Rahman ve Rahim lütuflarına bakıldığı zaman kudret ve cömertliği ne güzel anlaşılıyor. Rahman, iyi olsun kötü olsun, mü’min olsun kâfir olsun, ayırım yapmadan dünyada nimetini herkese verir. Rahim ise ahirette nimetlerini sadece mü’minlere verir. Bu imtiyaz kendisine inananlara, ahirette özel bir muameledir.

Ceza günü, ahirette herkesin hesaba çekilip iyinin iyi, kötünün de kötü karşılık alacağı muhakeme günüdür. Kendilerine lütuf ve ihsanda bulunulan kimseler, peygamberler ve onların yolunda gidenlerdir. Doğru yoldan sapanların ve gazaba uğramışların değil, diye her namazda mü’min tekrar ede ede söz ve akitte bulunuyor.

Bediüzzaman,”Namazın manası, Cenab-ı Hakk’ı tesbih ve tazim ve şükürdür. Yani, celaline karşı kavlen ve fiilen “Sûbhanallah” deyip takdis etmek; hem kemaline karşı lâfzen ve amelen “Allahû Ekber” deyip tazim etmek; hem cemaline karşı kalben lisanen ve bedenen “Elhamdülillâh” deyip şükretmektir.”  demiştir.

Örnek vermek gerekirse: Tesbih’te, kavlen ve fiilen; tazim etmede, lafzen ve amelen; şükür etmede ise kalben ve bedenen ibadet etmektedir. Burada kavlen, lafzen, lisanen ayni manada; fiilen, amelen ve bedenen kelimeleri de ayni manada kullanmıştır. Bir kelimeyi, ayni manada olan birkaç değişik kelime ile ifade edilme mahareti ancak Risale-i Nur eserlerinde görülebilir. Bu da sadeleşme hıyanetine bir cevap olsa gerek.

Suphanallah: Cenab-i Allah’ın eksik ve nakıs sıfatlardan münezzeh, kemal sıfatları ile muttasıf, kusursuz olduğuna işarettir. Namazda hem dil hem de fiil ile Allah’ı (cc) bütün kusur ve noksanlardan beri olduğunu söylemektir. Suphanallah kelimesi kavli; rükû, secde ve kıyam da fiili ibadettir.

Allahû Ekber: Allah sonsuz azamet ve büyüklüğe sahiptir. Âlimdir, ezel ve ebedi bilendir. Kadir’dir. Gücü her şeye yeter, Basir’dır: Her şeyi görür; Sami’dir, bütün sesleri işitir. Hatta kalpten henüz geçmeyeni bilir.

Elhamdülillah: Cenab-i Allah’ın bize bağışladığı bütün nimetlerine ve Cemali isimleriyle bize muamele etmesine karşı şükürdür. Taş, toprak, bitki, hayvan değil de insan olarak yaratılmamız. İnsan yaratıldıktan sonra da Karabet, Şemo, Xaço, Hans, Hesin gibi isimlerle değil; Ahmet, Muhammet, Mustafa, Abdullah, Abdullatif,  isimleriyle müşerref olmamız, bütün nimet ve muamelelerine karşı ne kadar şükür edersek gene de azdır.

Efendimiz Hazretleri namazı bir şükür vesilesi görmüştür. Nitekim Hazreti Aişe validemizden şöyle bir rivayet vardır:

Peygamberimiz (s.a.v.) geceleyin kalkıp ayakları şişinceye kadar namaz kılardı. Bunun üzerine ona: “Ya Resulallah! Senin geçmiş ve gelecek bütün hataların bağışlandığı hâlde niye böyle kendini yoruyorsun?” dedim.

Cevab: “Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı?” buyurdu. Buhari, Teheccüd 6,

Bediüzzaman, 1922’de Ankara Hükümet’i tarafından meclise ısrarla davet edilir. Mebusların çoğunun namaz kılmadığını görünce, namazın ve ibadetin önemini içeren bir konuşma yapar. Meclis başkanı M. Kemal bundan rahatsız olur.

Bediüzzaman, hiddetlenerek şöyle cevap verir:

 “ Paşa paşa! Kâinatta en büyük hakikat imandır. İmandan sonra namazdır. Namaz kılmayan haindir. Hainin hükmü merduttur.” der.

Risale-i Nur külliyatından, Sözler eserinde (dört, dokuz ve yirmi birinci sözler) namazın önem ve ehemmiyetine dair çok güzel açıklamalar var. İsteyen bu kıymetli eserlere müracaat edebilir.

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır
25.03.2014

www.NurNet.org