Kategori arşivi: Yazılar

Gerçek Dost

“Gerçek dost, ayıbını görüp nasihat eden, gıyabında seni koruyan ve seni kendisine tercih edendir.”

Hazreti Ali’nin (r.a.) az sözle çok şey anlatan, insanı düşünmeye iten, gerçek dostta olması gereken hususları belirten ince manalı bu sözünden şunları anlıyorum;

Ayıbınızı görüp sizi kırmadan, rencide etmeden yanlış yolda olduğunuzu, yanlış yaptığınızı size fark ettiren, sizi doğru yola sevk eden, doğruyu yapmanıza yardımcı olan…

Hakkınızda her zaman iyiliği düşünen, “nasıl dostuma daha faydalı olurum, dostumu bu kötü huyundan nasıl vazgeçirtirim, dostum namaz kılmıyor, onu nasıl namaza başlatabilirim, haramlara batmış durumda, onu nasıl bu bataklıktan çıkartabilirim, tesettüre bürünmesi için nasıl yardımcı olabilirim? Diye sizin için her zaman iyiliği düşünen…

Yanında sizin hakkınızda kötü konuşulduğunda, söylenen kötü sözleri kendisine söyleniyormuş gibi hissedip, sizi konuşanlara karşı savunan, gıybetinizin yapılmasına asla müsaade etmeyen…

Kendisi muhtaç iken sizi düşünen, elindeki bir parça ekmeği ikiye bölüp “yarın ben de ekmeksiz kalırsam o da bana verir” düşüncesini taşımadan, hiçbir menfaat beklemeden sizinle paylaşabilen…

Size görünmesi bile ruhunuzda uyanmaya sebep olan. Konuştuğu zaman ruhunuza hitap edebilen, kalbinizi okşayabilen, bir tebessümü, bir “Nasılsın kardeşim” demesi bile çölde susuz kalmış ruhunuza su veren, tüm sıkıntılarınızı size unutturan, Allah rızası için sevdiğiniz ve sizi de Allah rızası için seven bir dost.

Dostluk adına daha başka meziyetler de sıralanabilir, çoğaltılabilir. Çok az insana nasip olan böyle bir dostunuz varsa Rabbim size büyük bir nimet vermiş demektir. Bu nimetin şükrünü eda edin ki beka bulsun, dostluğunuz daimi olsun.

Evet, ahir zamandayız, kıyamet alametlerinin birçoğunun gerçekleştiği ve dostluğun kişilerin cüzdanındaki paraya göre şekillendiği, âlimin değil de zenginin hürmet gördüğü, sirete değil de surete önem verildiği, menfaat, maddiyat ve nefsaniyet asrındayız. Yukarıda saydığım özelliklere sahip insanların günümüzde olmadığını, türü tükenmiş ya da sayısı oldukça az olduğunu söylediğinizi de duyar gibiyim.

Düzeltemeye kendimizden başlarsak etrafımızda bu tür çiçek misal insanların filizlendiğini göreceğiz. Kendimizi elekten geçirelim, iç muhasebesi yapalım. Bizde olan kötü huy ve davranışları tespit edelim. İnsan kendisine dıştan bakamaz. Fikrine güvendiğimiz insanlara kendimizi soralım. Bende kötü gördüğünüz yada sevmediğiniz yahut değiştirilmesinin benim hakkımda hayırlı olduğunu düşündüğünüz bir huyum, davranışım var mı? Diye soralım. Hastalığımızı öğrenelim ki tedavisini belirleyip ilacıda ona göre seçelim. Kâmil insan olma gayreti içerisinde olursak kemâlât mertebelerinde ilerleyecek, gerçek dost olma liyakatinde oluruz. İşte o zaman gerçek dostların bizleri bulacağını, var olan dostlukların daha da iyi hale gelmesi gerçek dostluğa inkılâp etmesi ve yanlış temelde olan dostlukların bitmesi ile ayıklanması sağlanmış olur.

Rabbim gerçek dostluğu (Halilliği) bizlere nasip etisin. Âmin.

Halil İbrahim DEDE

11/03/2014

www.NurNet.org

Bediüzzaman, CHP’lilerin “OY”ununu Nasıl Bozdu?

Bediüzzaman Said Nursi’nin talebelerinden Zübeyir Gündüzalp ile yıllarca birlikte bulunan Eyüp Ekmekçi ağabey, Bediüzzaman Hazretlerinin ve talebelerinin siyasete bakışına dair bir kaç anektot paylaştı:

BEDİÜZZAMAN, CHP’LİLERİN “OY” OYUNUNU BOZDU

Hz. Üstad Bediüzzaman (ra) daima “Ahrar” ismini verdikleri küfrü mutlak ve istibdadı mutlak karşısındaki en büyük kitle partisine oy vermiş ve verdirmiştir. Bunun ısrarla tahşidatını yapmıştır.

Hatta bir seçimde Halk Partililer Isparta’da köyleri dolaşarak, “Bediüzzaman bizden. CHP’ye oy veriyor” diye propaganda yapınca, Hz. Üstad, “benim oyum mühim, getirsinler sandığı ben oy kullanacağım” diyor. Ağabeyler, “Üstadım mevzuat müsait değilmiş” diyorlar.

Hz. Üstad bilmez mi mevzuat müsait olmadığını? Dikkat çekip nereye oy verdiğini göstermek istiyor. Hz. Üstad sadığa gidiyor. Oy sandığı hücresine giriyor.  DP’nin kartını ve zarfı alıp dışarı çıkıyor. Halka ve heyete karşı,Böyle mi konacak!” diye oy pusulasını zarfa halkı şahit tutarak koyuyor. Yani CHP’nin oyununu bozuyor.

SİYASİLERDEN MAKAM İSTEMİYORUZ

27 Mayıs ihtilalinde Ahrar kitlesi ikiye bölünmüştü. YTP ve AP diye. 1965 seçimleri arefesindeSüleyman Demirel merhum Av. Bekir Berk ağabeye, “Bekir Bey biz kitleyi AP’de toplamak istiyoruz. Sizin arkadaşlar için de 15 kişilik bir kadro(!) ayarladık. Siyasete girmek isteyen arkadaşları bize bildirin. Onları merkezden gösterelim” diyor.

Merhum Bekir Ağabey, “Ben kafadan iş yapamam. Arkadaşlarla istişare etmem lazım” deyip gelip merhum Zübeyir Gündüzalp Ağabeye teklifi naklediyor.

Üstadımızın müdebbiriyet ve sıddıkiyetle mümtaz talebesi merhum Zübeyir Ağabey cevap olarak, “Kardaşım! Bizim cemaat olarak makamatı ele geçirip dünya cihetinde tahakkuk ettirmek istediğimiz bir gaye yok. Üstadımız Menderes’ten ne istemişse onu isteriz:

Bir: Komünistlere karşı sağlam dursunlar.

İki: Kur’an’a hizmet eden Nur Talebelerine ilişmesinler.

Üç : Ayasofya’yı ibadete açsınlar” diye cevap veriyor.

Bir harici planla AP’yi bölmek için bir kumpas yapıldığında da Zübeyir Ağabey ve sair nur erkanları Üstadımızın siyasete dair prensibine sadık kalarak  nur talebelerinin birlik ve beraberlikleri muhafaza edilmiş ve plan atlatılmıştır. Bunun üzerine İnönü 1967’de planı tutturamayınca, “Nurculuk tarihin en organize irtica cereyanıdır. Beni nurcular yıktı” diye meydanlarda basbas bağırdı.

ŞİMDİ SULTANIMIZ ESİRDİR; SÖZÜ HÜKÜMSÜZDÜR

İngilizler İstanbul’u istila ettiği vakit İngiliz kurnazlığıyla hocalara diyorlar, “hocalar siz kadere inanırsınız. Kader böyle imiş. Biz geldik artık hakim olduk. Siz bizim  aleyhimizde bulunmayın biz de size ilişmeyelim” diye propaganda yaptıkları zaman Hz. Üstad makalelerle mukabele ediyor:

“Hain İngiliz! Bu bizim kaderimiz değil imtihanımızdır sana ihtiyarıyla teslim olan zelil ve haindir. Tükürün zalimlerin hayasız yüzüne!” diye kuvvet-i maneviye-yi milliyeyi şahlandırıyor.

Demek muvaffakiyet, düşmanı kuvvetli gördüğü zaman Allah’tan nusret isteyip hayatını istihkar ederek dinini, milletini, memleketini müdafaa etmektir. Yoksa düşmana teslim olup eğilerek güya müsalaha yollarına girip müşterek hayat şartları aramak zilletine düşmek değildir. Hele hele düşmanın yalancı tavırlarına aldanıp oyuna gelerek aziz Müslüman milletine, hükümetine, devletine düşmanla müşterek planlar kurmak dünya tarihinin görmediği bir alçaklık ve zillettir. Değil Müslümanlar bütün insanlık dünya durdukça buna yuh çekecektir.

İngilizler, demek her zaman bir hile, bir kurnazlık üzerine gidiyorlar. İstanbul’u istila ettiklerinde Sultan Vahdettin diliyle Anadolu’daki kuva-yı milliye için “nameşrudur” dediğini işaa ediyorlar. Hz. Üstad,“Şimdi Sultanımız esirdir; sözü hükümsüzdür; kuva-yı milliye meşrudur” diye mukabil fetva veriyor.

Kaynak: Risalehaber

Bediüzzaman Said Nursi’nin Vefatı

İpek Palas’ın, yirmi yedi nolu odasında
Parlıyordu üstad, yanan loş ışık altında

Bir an, üstad Bayram ağabeyin boynundan tutar
O anda Bediüzzaman’ın ruhu ebediyete uçar

Safiyet sahibi ağabey, kollarını ovmaya başlar
Hazreti üstad, ellerini birden göğsüne koyar

Sadıkiyet abidesi, uyudu zanneder üstadı
Sessiz, sedasız sevinçle hemen yakar sobayı

Bekler, ayakucuna geçip saatlerce uyanmasını
Ağabeylerin sahura kalkıp, yemeğe çağırmasını

Hazreti üstad, o anda vefat eder
Herkese, derin bir kasavet çöker

Sahura bile kalkamaz, ağabeyler o gece
Hepsi, yorgunluktan uyuya kalmış sessizce

Üstad ise çoktan göçmüştür ebediyete
Rahat-ı kalple dalmış, sonsuzluk âlemine

Talebeleri, vefat ettiğini dahi bilemez
Vefaatı, hayallerinden bile geçmez

Yirmi üç Mart, bin dokuz yüz altmış
Saat ise, iki buçuk veya üç olmuş

Bir haber bekler, müteyakkız ruhlar
Uyanmış, Urfa’daki bütün horozlar

Hep beraber, başladılar ötmeye
Said Nursi, Dünya’dan göçtü diye

Bu hayvanların lisan-ı haliyle
Geldi haber maneviyat erlerine

Veli-i kâmil olanlar, kulak verdi gelen sese
Zaten uyanıklardı, sanki Kadir’di bu gece

Zübeyir, Hüsnü, Abdullah ağabeyler
Gölge misali, üstadın odasına girerler

Bayram ağabey, sabah namazına gider
Talebeleri, merakla üstadı kontrol eder

Bediüzzaman, almaz nefes
Bir anda, heyecanlanır herkes

Vücudu, ateşler içinde halen yanar
Ağabeyler, üstadın bayıldığını sanar

Beklenir telaşla bir müddet
Hiç ses gelmiyordu hayret

Korku ve panik içinde kaldılar
Elazığlı Ömer efendiyi çağırdılar

Heyecanla, tekrar üstada bakıldı hep beraber
Vaiz efendi “İnna Lillah ve İnna İleyhi Raciun” çeker

Bediüzzaman’ın, vefat ettiğini açıkça söyler
Ağabeylerin başına, o an sanki yıldırım düşer

Bekir Özcan
www.NurNet.org

Dava adamı…

üstadHer şey bir nizam içindedir. İnsanların nizamı da İslamiyet’tir. Allah dinini kıyamete kadar devam ettirecektir. Bunun için bazı kullarını İslamiyet’e hizmetle vazifelendirir. Onları her yerde ve her şartta korur. Onlar asla mağlup edilemez. Bediüzzaman Hazretleri de İslam’a hizmetle vazifeliydi.

Ben Tarihçe-i Hayat’ı okuduğumda diyorum ki: “Bediüzzaman bu değil!” Yani nasıl ki aynanın bir mat yüzü bir de parlak yüzü vardır; işte kitaplarda anlatılan Bediüzzaman, aynanın mat yüzüdür. Aynanın parlak yüzüyse, onun yaşadığı hayattır… Said Nursi, İslamiyet’ten uzaklaşan Müslümanları İslam’a yaklaştırdı. Kur’an-ı Kerim’lerin toplatıldığı günlerde eskimez yazı ile risaleler yazdı. Camilerin kapısına kilit vurulmasına inat, “Evlerinizi medrese yapın.” buyurarak, tahkiki iman dersleri okuttu. Ev halkıyla ders yapmayı, dinleyen olmazsa meleklerle ders yapar gibi kendi kendine okumayı tembihledi. Tabii o zamanlar gizli gizli ders yapılırdı. Türk Ceza Kanunu’nun 163’üncü maddesi ile İslamiyet’i öğrenmek ve öğretmek yasaklanmıştı. Evlerde içki içmek serbest, İslamiyet’i öğrenmek yasaktı. Dindar olmanın çilesi çekiliyordu. Bu çilenin verdiği lezzet tarif edilemezdi.

Şimdi o günleri düşünüyorum… Bediüzzaman’ın hazinesi, silahı, ordusu yoktu. Odası bir dağın başında, çınar ağacının dalları arasındaydı… Bu derece dünyayla alakasını kesmiş bir adam mıknatıs gibi kitleleri peşinden sürüklüyordu… Mesela hakim bana sordu: “Ne diye gidiyorsun Said-i Kürdi’nin peşinden?” Dedim ki: “Efendim, ben onun peşinden gitmiyorum; o beni peşinden sürüklüyor!” “Olmaz böyle şey!” diye bağırdı. “Sen menfaatin için onun peşinden gidiyorsun!” Dedim ki: “Sürgünler, tevkifler, takipler peş peşe, tedirgin bir hayat yaşıyoruz. Menfaat bunun neresinde?”

Evet efendim, o günlerde durum böyleydi…

Her türlü baskıya rağmen Allah’ın lütf-u inayetiyle Risale-i Nur okumaya devam ettik. Tahkiki iman dersleri sayesinde kadere imanı anladık. Her türlü fırtınada, “Bu fırtınayı çıkaran Allah’tır. Her şey onun emrindedir.” diyerek Allah’a sığınmayı öğrendik.

Mesela şimdi soruyorlar: “Ağabey, Bediüzzaman Hazretleri’nin yaşadığı gibi yaşamak mümkün mü?” Dedim ki: “Bediüzzaman gibi olamayız hatta onu taklit etmek de mümkün değil amma ona talebe olabiliriz. Her çırak, ustası gibi olamayabilir amma ona sadık kalıp yıllarca onun yanında çalışabilir. Asker deyince erden generale kadar herkes askerdir amma arada çok büyük rütbe farkı vardır. Aynen öyle de, bizler Bediüzzaman gibi yaşayamayız; mesela dağın başında oturup aç kalamayız amma baklava peşinde de koşmayız, daha mütevazı bir hayat sürdürebiliriz. Onun en önemli prensipleri olan ihlas, uhuvvet, iktisat risalelerini okuyup, anlayıp, yaşamaya çalışabiliriz.

Risale-i Nur talebesiyim.” diyen kişi kendine şu soruyu soracak: “Ben bu kimliği ne kadar temsil edebiliyorum?..

Hekimoğlu İsmail

Seyda Muhammed Nuri TANYERİ

Aslen, Seyid (Ehli Beyt’ten) Hz. Hüseyin’in(R.A) zürriyetinden olup, EvladürResuldur.

Miladi 1894 (Rumi:1310) yılında Sinan’da doğmuştur.

Seyda, Molla Abdullah’ın oğlu, O da Molla Ali, Molla Abdullah, Molla Halit, Molla İsmail, Molla Muhammed, Molla Ahmet, Molla Recep ve Molla Ali’nin oğludur. Annesinin adı da Fatime’dir.

Dedeleri, Medine’den Kufa’ya, Kufa’dan Musul’a, Musul’dan Cezirei Botan’a, Zaho,  Şirvan ve Beşiri Bölgesindeki Kadıya (Yeşilkonak) köyüne gelip yerleşmişlerdir. Daha sonraları, oradan da Batman, Silvan, Bismil ve Diyarbakır yörelerindeki köylere yerleşerek, buralarda imamlık ve müderrislik yapmışlardır.

Seyda, âlim olan babası Molla Abdullah’ın yanında, Sinan’da ilim tahsiline başlamış, küçük yaşta iken babası vefat ettikten sonra, Elmedine, Kardilek, Cırze, Avina, Derik, Altunakar, Güzelşeyh, Alipınar köyleri ile Maden ve Lice ilçeleri ve Diyarbakır Hüsref Paşa Camiinde, dönemin sayılı âlimleri yanında ilim tahsilini yapmıştır.

Seyda, bu yörede bulunan Aşağı Veysikan, Aynşa, Alişim, Kürdika, Serkali, Dervişi ve Hacı is (Karpuzlu) Köylerinde İmamlık ve Müderrislik yapmıştır.

Görev yaptığı her yerde, nice talebeler okutmuş ve çok sayıda da âlim yetiştirmiştir.

Seyda, Molla Abdullah’ın âlim olan 5 oğlundan (1-Molla Ali, 2-Molla Maaz, 3-Molla Muhammed Nuri, 4-Molla Abdüllatif, 5-Molla Abdülkadir) ortanca oğlu olup, en son Diyarbakır merkeze bağlı Hacı is (Karpuzlu) Köyünde 40 yıl imamlık yapıp dini talebe okutmuştur

Seyda, son derece cömert ve misafirleri seven bir şahsiyetti. Köye gelip gece kalmak zorunda kalan sahipsiz misafirleri, yatsı namazından sonra mutlaka camiden alıp evine götürerek, yedirir, içirir ve yatırırdı.

Seyda, ilminin yanında hitabeti de çok güçlüydü. Onlarca âlimin içinde de olsa, konuşma ve hitabet önceliği onundu.

Seyda, şair bir kişiliğe de sahipti. Yazdığı birkaç kitabını vezin ile yazmıştır. Ayrıca sevdiği dostlarına mektup yazarken de bazen kafiyeli olarak yazdığı görülmüştür.

Hayatı boyunca 3 adet evlilik yapmıştır. Eşlerinin isimleri, sırasıyla şöyledir: 1-Medine, 2-Zemzema,

3-Nafiye. Birinci eşi vefat edince ikincisiyle, ikinci eşi de vefat edince üçüncüsüyle evlenmiştir.

Seyda, 1953 ve 1976 yıllarında olmak üzere iki defa hac yapmıştır.

Bir gün rüyasında, Hz. Muhammed(SAV)’i ve Hülefa-i Raşidini (R.A.) hacıların pasaportlarını tasdik ederken, bazılarını da tasdik etmediklerini görmüş. Merakla ve heyecanla bu durumu takip etmiş. Sıra onun pasaportuna gelince de, Resulullah (SAV)’ın kendi pasaportunu incelediğini ve kendisine tebessüm ederek onayladığını görünce, çok sevinmiş.

Uyanınca da “inşallah haccım kabul olmuştur” diye hayra yormuştu.

Ezanın Türkçe okuma zorunluluğunun olduğu dönemde de O, her zaman ezanı Arapça olarak okumuştur. Hatta ezanı Türkçe okumadığı için, iki defa onu götürüp cezalandırmak üzere, karşı köyün (Çarıklının) karakolundan jandarmalar gelmiş, fakat onunla konuşup yakinen tanıdıktan sonra, ellerini öpüp gitmişlerdir.

Arapça ve Kürtçe kitapları mevcuttur.

Seyda Muhammed Nuri TANYERİ, ömrünü okumaya ve okutmaya adamış bir âlim olup, en son görev yaptığı Hacı is (Karpuzlu) Köyünde 27 Mayıs 1977 tarihinde vefat edip Hakkın rahmetine kavuşmuştur.

Vefat etmeden bir iki gün önce, bütün çocuklarını ve yakın akrabasını helâlleşmek üzere yanına toplatmıştı. Vefatına dakikalar kala da, çocuklarına abdestini aldırtır ve yatağının kıbleye doğru serilmesini ister. Rahatsızlığından dolayı saatlerdir hiç gözlerini açamamaktadır. Yatağına uzatıldıktan sonra, bir ara gözlerini açar ve kapıya doğru bakar. Yanındakilere: “Şu anda babam yanıma geldi, annem de biraz sonra gelecek” diye fısıldar. Daha sonra da çok hafif bir şekilde bir şeyler söylemeye çalışınca, çocukları:”baba bir şey mi söyledin” dediklerinde: “Çocuklarım, bundan sonra benimle konuşmayın, çünkü Rabbimle konuşuyorum” diyerek o haline devam eder ve kısa bir müddet sonra da vefat eder.

Kabri, Köyün mezrasında bulunan Seyfülmülük Ziyaretinin yanında, batı tarafında EHL-İ BEYT AİLE MEZARLIĞI’nda bulunmaktadır.

Allah(c.c)’nün rahmeti üzerine olsun, kabri pür nur, mekânı cennet olsun.

Ahmet TANYERİ (Oğlu)