BAKIN AKILISIZ GÜNEŞ İLE DÜNYAMIZIN ARALARINDAKİ DENGEYE
Maddecilere hiç çekinmeden, bu müşkülümüzü halledin dememiz lazım: Astronomi uzmanları diyorlar ki, ışık saniyede 300,000 kilometre hızla gidiyor. Yine onların görüşüne göre, güneşin ışığı dünyamıza sekiz dakikada ulaşıyor. Yani 1 dakikada 60 saniye. Sekiz dakika, altmışar saniye = 480×300.000 = 144.000.000 k.m. eder. Demek oluyor ki, güneşle dünya arasında 144.000.000 kilometre mesafe varmış. Acaba bu mesafe 143.000.000. k.m. olsaydı, ne olurdu biliyor musunuz? Güneş bizi yakıp kül ederdi. Peki 145.000.000 olsa idi, o zaman da, her şeyimiz donup buz yapacakmış. Çok merak ediyorum! Acaba dünyamı güneşe dedi, sakın daha öte gitme, yoksa her şeyi donar buz olur. Beri de gelme ha! Yoksa her şeyi yakar kül edersin mi dedi. Yoksa o emir güneşten mi dünyaya geldi? Bu müşkülümüzü halletmeleri için maddecilere biz sormayalım mı? Onlara göre bu mesafe acaba nasıl tayin edildi? Yoksa köylüler iple tarlayı bölerken yaptıkları gibi mi yaptılar? Dünya güneşe, çek ipi oraya çak bir kazık. Daha öteye gitme, beri da gelme ha! Çünkü gelecekte dünyaya canlılar gelecekler, az daha beri gelsen onları yakar öldürürsün. Biri diğerine öylemi dediler? Yoksa kudreti sonsuz bir Allah mı, kâinatın hulasası ve şuurlu meyvesi olan insana hizmetini en mükemmel vermesi için güneşi oraya çaktı değilmi? Dünya’ya da Allah emretti! Güneşin çevresinde dönerken sana tayin ettiğim mesafeden ayrılma ha! Kat’iyyen bunun başka alternatifi yok ama, ecnebi düşmanlar insanları boş buldukları için maalesef çoğuna o baklayı yutturdular. Hey gidi akılları gözlerine inmiş tabiatçılar hey! Haddinizden çok tecavüz ettiniz!!!
BİNDİĞİMİZ DÜNYA GEMİSİNE BİR GÖZ ATALIM
Asronomi uzmanlarına göre: Üzerinde yaşadığımız dünya, hem kendi ekseninde, hem de güneşin çevresinde döner. Gündüz rahat çalışmamız için, akşama kadar dünyamız güneşe karşı durur. Akşam olunca, biz insanlar yorgunluğumuzu rahat gidermek için, Güneş yüzüne siyah bir perde çekerek ışıktan ve ısıdan uzak tutarak bizi rahatlatır. Maddiyyunlara soralım: dünyamız bizi acıdığından mı böyle yapıyor acaba? Yoksa…
Güneşin çevresinde dönüşü ise, çok daha acayip. 108000 km. hızla gidiyor. Milyonlar seneden beri, bir saniye daha yavaş ve daha çabuk tur yapmadan devrini tamamlıyor. Nereden biliyorsun desen? Takvimden biliyorum, bir sene evvel yazılan takvim hiç bir saniye değişmiyor. Her dönüşünde, tam lazım olduğu yerde 27 dakika 23 derece eğik olarak gidiyor. Az daha hızla gitse muhakkak bir gezegene çarpacak. Az yavaş gitse, yine biriyle çarpışmadan kurtulamayacak. Materyalistlere yine soralım: Acaba bu aptal dünya nasıl bunu becerebiliyor, kıyameti koparmadan ahenkli ahenkli bizi gezdiriyor. Acıdığından mıdır ki: Bizi havaya atmıyor, denizdeki sularımızı dökmüyor?
Merkez kaç kanununa göre her insanın üstünde üç ton ağırlık varken, neden ve nasıl insan rahat rahat yürüyor? Çünkü yer çekimi dolayısıyla arz insanın havaya uçmasına meydan vermiyor? Fakat yer çekimi ile niye yere yapışıp kalmıyor? Onu önlemek için hangi safsata kanun ortaya giriyor? “Bir kanun var!” diyorlar. Peki, kanunu yapan kim? Biri yapmadan nasıl kanun oluyormuş? Sorsan çıt yok. Materyalistlere demeyelim mi? Sen madem ki insansın ve madem ki akıllısın. Haydi bir kilometre uzak bir yere, ayni yere basarak, ayni dakikada git gel bakalım?
BULUTLARDA Kİ SU VE YAĞMUR
Biyoloji uzmanlardan biri diyor ki; göklerde, deniz ve okyanusların bin katı kadar su varmış. Bunu tabiatçılara sormayalım mı, o kadar çok su orada hangi depolarda duruyor? Okyanuslarda, denizlerde ve çöllerde niye yağmur yağmıyor, yağsa da az yağıyor. Peki nerede yağıyor? Mahsulat veren münbit arazilere yağıyor. Yağarken de oluktan akar gibi yağmıyor. Tane tane damla damla yağıyor. Dolu çok seyrek yağıyor, fakat taneleri karpuz kadar büyük yağmıyor. Hatta elma kadarda yağmıyor, nohut tanesi kadar yağıyor ve Allah’ın çok sevdiği mahluk olan insanı o yağan dolu başını yarmıyor, öldürmüyor.
Sonra, acaba düşündünüz mü kışın yağmur yağarken niye gök gürültüsü ile yağmıyor? Gök gürlese de çok seyrek gürler. çoğunlukla yaz mevsiminde gürler. Ne sebepten biliyor musunuz? Çünkü yaz mevsiminde bütün canlılar dışarıda. İnsanlar, hayvanlar ve haşaratın ıslanmamaları için kaçın kaçın manasında, O Merhamet Sahibi olan Allah’ımız pamuk gibi bulutlardan ses çıkartıp yaratıkların yağmurdan kaçmalarını sağlar. Bunların hangisine tesadüf karışabilir? Bunların hangisinde şuursuz, kör, ve sağır tabiatın eseri görünüyor. Biz bunları materyalist ve natüralistlere sormayalım mı? Halbuki realiteye bakarsak, denge ve nizam, kendi kendine olmaz. O ancak mantığın eseri olabilir. Bütün bu saydığımız eserlerin meydana gelmesi, ancak Mutlak bilgi, İrade ve Hikmet sahibi Büyük Allah’ın işi olabilir. Bunun haricinde olması imkan haricidir, vesselam.
Korkma ! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak
O benim milletimin yıldızıdır parlayacak
O benimdir o benim milletimindir ancak!
Çatma kurban olayım çehreni ey nazlı hilal;
Kahraman ırkıma bir gül… ne bu şiddet bu celal?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal
Hakkıdır , hakka tapan milletimin istiklal
Ben ezelden beridir hür yaşadım , hür yaşarım
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim bendimi çiğner aşarım.
Yırtarım dağları enginlere sığmaz taşarım
Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var,
Ulusun korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
“Medeniyet “ dediğin tek dişi kalmış canavar?
Arkadaş yurduma alçakları uğratma sakın;
Siper et gövdeni dursun bu hayâsızca akın
Doğacaktır sana vadettiği günler Hakk’ın Kim bilir belki yarın belki yarından da yakın.
Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı
Sen şehit oğlusun incitme yazıktır atanı ,
Verme dünyaları alsan da bu cennet vatanı
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ?
Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şüheda!
Canı, cananı, bütün varımı alsın da Huda
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda
Ruhumun senden İlahi şudur ancak emeli :
Değmesin ma’bedimin göğsüne namahrem eli!
Bu ezanlar ki şahadetleri dinin temeli
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli
O zaman vecd ile bin secde eder varsa taşım
Her cerihamdan, ilahi boşanıp kanlı yaşım
Fışkırır ruh-ı mücerret gibi yerden na’şım
O zaman yükselerek arşa değer belki başım!
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:
Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet,
Hakkıdır hakka tapan milletimin istiklal.
Mehmet Akif Ersoy
Bir millet ancak istiklalini kazandığında İstiklal marşı yazabilir,
İstiklal ve hürriyet mücadeleleri korkulu günlerdir, insanlar hürriyetlerini kazanıp kazanamayacaklarını düşünerek endişeli ve kaoslu günler geçirirler. Akif artık korkunun bittiğini, milletin istiklalini kazandığını, bu milletin her zaman sancağını şafaklarda yüzdürecek güçte olduğunu ifade eder. Sancağın hava denizinde yüzüşünü, sönmez fiili ile anlatması, sancak yüzdüğünde gönüllere istiklalin emniyetini verir, tıpkı güneşin insanlara yaşama emniyetini verdiği gibi. Bu yüzden sönmez fiili ile ifade etmiştir.
Milletin Yıldızı Bağımsızdır
Her insanın gökyüzünde bir yıldızı olduğu yolunda mitolojik bir kanaat vardır. İnsanın yıldızının sönmesi onun yere düşmesi veya ışığını kaybetmesi olarak yorumlanır. İnsanların yıldızı mitolojik bir kanaatse, milletlerin de yıldızı vardır. Gökyüzünde yüzen sancak bir milletin yıldızıdır, o yüzdükçe millet gücünü koruyacaktır, tıpkı yıldızı sönmeyen insan gibi. Ama milletin yıldızı bağımsızdır, sadece o millete aittir. Bir mısrada üç defa mülkiyet ifade eden, aidiyet ve hasr ifade eden cümlenin kullanılması , mülkiyetin aidiyetini güçlendirmek içindir.” O benimdir , o benim, milletimindir ancak “ Aidiyeti güçlendirmek için kurulmuş güçlü bir cümledir, tekiddir, takviyedir, kuvvetlendirmektir.
Akif hilale ona kaşlarını çatarak bakmaması lazım geldiğini söyler.
Kahraman ırk, tarihi zaferlerle, onur mücadeleleri ile dolu olan ırktır, onlara şiddet ve celal ile bakmaması gerektiğini söyler. Savaş yıllarında kötü günler geçirmiş olan hilale, artık hürriyeti temsil edecek bir noktaya geldiği için üzülmemesi, yoksa onu yükseltmek için dökülen kanların helal olmayacağını söyler. Neden hilalin kaşlarını çattığı konusu biraz da kapalıdır. Hakka taptığı sürece insanların istiklaline sahip olacağını belirtir. Burada tapmakla, istiklal arasında bir bağlantı kurar, gerçek hürriyet Allah’ın dışında bütün tapınılan nesnelerden, öğelerden uzak durmaktır. İnsan O’nun dışında bütün öğelerden kaçarsa ona hürriyeti verilir, demek istiklal tapınma ile doğru orantılıdır.
Sapık, yoldan çıkmış milletler bir süre sonra istiklallerini de yitirirler, buna tarih yüzlerce örnekle şahittir. Yıldırım’ın ahlaken bir dönem bozulması, içki iptilası, imparatorluğu Timur ile karşı karşıya getirmiştir. Mütareke yıllarında İstanbul’daki ahlak bozukluğunu,Yakup Kadri Sodom ve Gomore’de anlatır. Gerileme dönemlerinde umumi ahlak Osmanlıda son derece bozulmuştur, Celali isyanları ahlakı ve değerleri sarsılan toplumda ortaya çıkmıştır.
Ezel zamanın maziye doğru sonsuzluğunu temsil eder.
Ezelden beridir derken, hiçbir zaman hürriyetini kaybetmemiş, öteden beri demektir. Öte de sonu olmayan mazidir. Yaşadım maziye, yaşarım ise bitmeyen şimdiki zaman olarak alınmıştır. Yani başı ve sonu olmayan bir zaman birimi içinde hür yaşarım demek istiyor. Benin hürriyetimi zaman içinde kimse sınırlayamaz ve sınırlanamaz demektedir şair.
Çılgınlık düzensiz, nizamsız bir durumdur. Benim gibi ezelden beri hür yaşamış bir milletin hürriyetini kimse sınırlayamaz. Çılgın derken hürriyetimize uzanmış ellerin sahibi olan milletlerin ruh durumu ifade edilmiştir, bizim istiklalimizi bozmak isteyenlerin hepsi çılgındır ve başarılı olamamışlardır.
Milletin karakteri kükremiş bir sele benzetilmektedir.
Bu mizaçta olan bir tabiata zincir vurulamaz, kimse onu bir bendin içine sıkıştıramaz, hürriyetini sınırlayamaz. Suların hürriyetini barajlar ve bentler sınırlar, ama kükremiş sel gibi bir karaktere sahip olan milletleri kimse sınırlayamaz, hürriyetini tahdit edemez. Dağ ve engin yüce kozmik durumlardır. Ve insan onların karşısında hayret eder, onları denetleyemez. Estetikte kuşatılan güzellikler insanın kavrayıcı idrak alanının içine girer, gül, lale, papatya, otomobil, elbise gibi güzellikler kuşatılan güzelliklerdir. Ama dağlar ve enginler insanın kuşatamadığı büyük güzelliklerdir, bu yüzden onlar karşısında insan hayret eder, hayret ruh ve ruha bağlı melekelerin üzerine çıkamadığı, kapsayamadığı durumlardır, görüntülerdir. Bu yüzden güller bize sığınır biz ise dağlara.
Milletin karakterini dağlar ve enginler bile sınırlayamazsa bu milletin büyüklüğünü ifade için seçilmiş ironisi kuvvetli iki kelimedir. Bu millet mizacındaki bu büyüklüğü koruduğu sürece coğrafyaya sığmamış ve dünyanın en büyük coğrafyasını elinde tutmuştur, coğrafyayı kapsama bu karakteristik özellik yüzündendir, ne zaman köksüz batılılaşma, yozlaşma, dejenerasyon, değerlerden uzaklaşma, tembellik, çekişme, kavga, unsurların birbirini itmesi, unsurların ve ırkların birbirini aşağılaması, uzlaşmanın yerine bencillik ve düşmanlığın alması, sevginin yerini menfaatin alması, duyguların bozulması, hedefsizlik, kendinden başkasına yaranmama, dedikodu ve daha birçok sosyal ve psikolojik olumsuzluklar milleti istila etmişse coğrafya da geriye doğru saymış, milletin ufku ile beraber coğrafyası da küçülmüştür.
Batıya Karşı İman Silahı
18 inci yüzyıldan itibaren Batı fenni ve daha birçok alanlardaki gelişmelerle büyümüş, insanlar demirden üretilmiş ölüm kusan makinalara ve günlük hayatı kolaylaştıran nesnelere sahip olmuşlar, Doğu milletleri bu çelikten üretilmiş nesnelerle manen esir alınmıştır. Avrupa Osmanlının son dönemlerinde gelişmiş silah sanayisi ve denizcilik gücü ile imparatorluk coğrafyasındaki birçok ülkeyi kuşatmış, hürriyetlerini kısıtlamıştır. Arap dünyası, Türk dünyası ve Osmanlı 1800’ lerden itibaren istila edilmiş, bu milletlerin sömürgeden hürriyete geçişi yüz yılı aşmıştır, aştıktan sonra da tekniğin esareti devam etmiştir ve etmektedir.
Akif bu tekniğin, makinenin hâkimiyetine güvenen Batı ya karşı silahın i m a n olduğunu belirtir. Çanakkale’de, Anafartalar’da, Batı Anadolu’nun müdafaasında Batının teknik gücü, Batılıları silahların ve tankların, gemilerin arkasında partiler düzenleyecek kadar emniyete itmiştir, ama ayağında çarığı, üstünde elbisesi, ağzında azığı olmayan millet imanının verdiği güçle o teknik güçleri darmadağın etmiştir.
Yunanlılar Batı Anadolu’da koruma hatlarının dağılmasını hayretle seyretmiş ve şaşırmışlardır.
Çanakkale’deki korkunç dev gemiler, başarıyı beklerken geldikler gibi bile gidememişlerdir. İman dolu göğüs yegâne koruma hattıdır ve başarılı olmuştur.
Ulu Bir Milletsin Kendine Güven
Akif ulusun kelimesini çok anlamlı olarak kullanır,
sen ulu bir milletsin kendine güven,
kırk milleti ve etnik yapıyı bir arada yüzyıllarca idare edecek kadar ulusun,
insanlık tarihinin yapraklarını değiştirecek kadar ulusun,
Burada Akif o günkü Batı dünyasını uluyan bir canavara benzetir, köpek uluyan bir canlıdır. Ama ulumak başarı değildir, muvakkat bir korkudur. O ulusun sen korkma der.Senin ulu özelliğini taşımayan milletler bırak ulusunlar, bir şey yapamazlar. Medeniyet bir kavramdır, insanların her türlü insani özellikleri taşıması ve insana yakışan araçlarla donatılmasıdır.
Batı medeniyetinin bir yönü sadece güce dayanan bir medeniyet kurmasıdır, gücü uygularken bütün insani değerleri bir yana atmıştır. Batı dünyasının medeniyet anlayışı her türlü zulmü ve adaletsizliği kendisi ile beraber getirmiştir. Fransız, Rus, Alman ve İngiliz edebiyat metinleri hep teorik bir ütopik insan sevgisi aşılarlar, ama onlar son iki yüz yıldır bütün mazlum milletleri her türlü aşağılık metotlarla istila etmiş her türlü değeri çiğnemişlerdir.
Akif genel anlamda medeniyeti değil
Batının medeniyet anlayışını eleştirir, bu medeniyetin de kıymeti anlaşılmış, tek dişi kalmış köhnemiş bir canavara dönüşmüştür. Tek dişi kalmış bir canavar sadece görüntüsü ile zarar verebilir, tek dişi ile kimseye bir zararı dokunmaz. Tek dişi kalmış canavar artık üretme hassasını kaybetmiş demektir, çünkü dişinin üretmesi için bir erkeğin varlığı gereklidir, tek dişi o ise artık üreme özelliği yok demektir. Batı medeniyetinin sonu geldi demektir, artık mana üretecek devri kapanmıştır demektir.
Maddi ve Manevi Dengedeki Medeniyet
Batı değerler üzerine değil, teknik üzerine bir medeniyet kurmuştur, bu da medeniyetin tarifi değildir, medeniyet maddi manevi medeniyet unsurlarının dengesindedir. Batının bu dengeyi sağlamayan medeniyeti böyle bir imanı boğamaz.
Akif burada hangi imanı kastetmektedir?
İmanda ne vardır ki bu kadar güçlü bir küresel güç karşısında galip gelir?
Atatürk, Çanakkale savaşları sırasında savaşı yönettiği bir tepeden savunmadaki iki askeri seyreder.
Askerlerden biri silahla savunmakta ve ateş etmektedir, o kadar zor bir noktadır ki askerlerin bir süre sonra öleceği şehit olacağı kesindir, bunu kendileri de bilmektedirler, sahneyi seyreden de.
Askerin öbürü ise Kur’an okumaktadır.
Askerlerin biri şehit olur, diğeri silahı alır savunmaya başlar.
Atatürk “ Bu kadar ölüme karşı kayıtsız ve şehitliğe susamış bir milletle her şey başarılır ” der.
Böyle İman Sıradan Bir İman Değil
Allah’a bu itikatla bağlı,
ebedi hayata asıl hayat gözü ile bakan,
kendinden sonra evlatlarının hür bir dünyada yaşaması için hayatını hor gören ruhtur savaşı kazanan ve
Batı’nın tekniği karşısında susmayan.
Akif ‘in kastettiği bu imandır, yoksa ölümü boşuna bir ölüm görüp, yaşamak için her türlü kötülüğü caiz gören bir inanç değil.
Kendinden başkasının hayatı ile ilgili olmayan, ötekine hayat hakkı tanımayan bir inanç değil. Akif cümlede “ böyle bir iman “ der. Böyle ideal noktadır. Böyle adam, böyle yemek, böyle iş cümlelerinde olduğu gibi. Böyle olan iman sıradan bir iman değildir. Akif bunu özellikle vurgular.
Hayvanlar yuvalarına yabancı bir hayvanın girmesine izin vermezler.
Tavuk yavrusunu ve yuvasını korumak için köpeğe ve aslana saldırır. Tehlike karşısında keçi fil olur. Karınca yuvasına giren bir başka karıncayı kokusundan tanır ve öldürür. Yuvayı savunmak bütün canlılarda en mukaddes görevdir. Canlıların en üstünü ve güzel surette yaratılmış olan insan da vatanını korumak zorundadır. Yurduna alçakları uğratmamalıdır. Gerekirse vücudunu siper etmelidir. Siper vücuttur yoksa siperler değil, vücut olmazsa siperin varlığı bir şey ifade etmez.
Hayatsızca akın Batı’nın akınıdır.
Batı sadece savaş meydanlarında değil, medeniyet anlayışı ile, ruhları çözen zevki itiyatları ile bir ülkeyi işgal edebilir.
Kültürel işgal silahlı işgalden daha dejenere edici ve tahrip edicidir.
Batı kültürünün insan hayatına, sosyal yapıya, bilime, ahlaka hizmet eden tarafları zararsızdır, ama insanları hayvanlardan daha aşağı düşüren bohem yaşayışı milletlerin seciyesini öldürür.
Bu kültürel işgal birçok edibimizi ismi bizden olan dejenere canlılara çevirmiştir.
Yüz yılı aşkın Batı tesirindeki edebiyatımız birçok metni kültürel işgali anlatır. Sodom ve Gomore de hem askeri hem de kültürel işgalin tipleri anlatılır.
Bir Sürgün romanı yine kültürel işgalin heba ettiği bir genci anlatır.
Abdullah Cevdet, bir Fransız gibi imza atar Djevdet diye.
Daha nice böyle garabetler ortaya çıkmıştır, kültürel işgal yüzünden.
Akif sadece savaşmayı kastetmez, bütün işgal tarzlarına karşı durmayı anlatır. Şayet bu mentalitede bir zihniyetle kötülükler karşısında durursan Hakk’ın sana vadettiği günler doğacaktır, belki yarın belki yarından da yakın. Buradaki belki muhakkak anlamındadır. Belki nin tereddüt ifade eden anlamı, günlük hayattaki anlamıdır.
Akif herkesi kendi gibi düşünür ve herkese arkadaş diye hitap eder.
O arkadaşa sorumluluk, sorumlu yaşama öğretir. Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı, çok ileri boyutta bir sorumlu yaşamaktır.
Eğer bu ülkede birtakım insanlar bastığı yerin altında binlerce kefensiz yatanın varlığını düşünse, ne kadar harika insanlar ortaya çıkmış olur.
Anadolu toprağı kadar şehitlerin yattığı bir toprak daha yoktur dünyada, bu topraklar bin yıl savunulmuş topraklardır. Her metre karesine kilolarca kan düşmektedir bu toprağın. Bu kanlar kim için akmıştır, şu an yaşayanlar için, hürriyetimizin bedeli toprağın altındaki kanlar ve kemikler olarak ödenmiştir.
Şehit Olmuş Ecdadını İncitme
Biz ise onların üstünde birbirimizi basit, dar düşünceler, dar görüşler ile tahrip edersek bu sorumluluk değildir. Bu şekilde sorumsuz yaşayan insan şehit olmuş atasını incitmiş olur, kabrin arkasındaki atası onu manen der ki,
“ Biz bu topraklar için ailemizi, menfaatlerimizi, gençliğimizi heba ettik, siz ise birbirinizi yiyorsunuz, uyanın çocuklar, siz kavga ederken bir gün altınızdan vatanınız kayıp gidebilir, Allah korusun”
Verme dünyaları alsan da bu Cennet vatanı “der.
Vatan Cennetten de üstündür. Vatan olmazsa Cennet’i kimse kazanamaz,
Cennet de vatan sayesinde kazanılır.
Vatan olmazsa, ibadet hürriyeti olmaz,
namus hürriyeti olmaz,
mülkiyet olmaz, iffet olmaz. Hiçbir şey olmaz.
O zaman vatan sayesinde Cennet olur. Meleklerin vatan savunma görevi yoktur, çünkü zıtları yoktur. Cennet ancak vatan sayesinde kazanılır. Savaş meydanı yoksa şehadet de yoktur.
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda, cümlesinden çıkan anlam, herkes bu vatan için kendini feda eder.
Feda etmeyen bir ruh bu topraklarda yoktur.
Akif bu topraklarda ne kadar şehidin yattığını bilir, bu yüzden böyle bir mukaddes toprak için ölmeyecek adam bu topraklarda yoktur demek ister.
Böyle mukaddes bir toprağın üstünde, o kemiklerden türemiş bir olumsuz ruh yoktur.
Bir şey kaybedilmedikçe değeri anlaşılmaz, hastalık gelince sağlığın değeri anlaşılır, ölüm gelebilecekse hayatın değeri düşünülür. Sıcak gidince değeri anlaşılır. Biri birisiz olmayan çok şey vardır. Bugün bizim için vatan alışılmış ve ülfet edilmiş bir değerdir, ama Akif gibi işgal edilmiş bir ülkede yaşamış insan bilir ancak vatanın değerini.
Bu yüzden buradaki hassasiyeti bizim anlamamız zordur. Bu yüzden şair canı, cananı, bütün sevdikleri, bütün varlığına bedel görür vatanını.
Ve dua eder, neyim varsa al Allahım yeter ki beni vatanımdan ayırma.
Bundan sonra dua devam eder.
Ruhumun senden İlahi şudur ancak emeli :
Değmesin ma’bedimin göğsüne namahrem eli!
Bu ezanlar ki şahadetleri dinin temeli
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli
O zaman vecd ile bin secde eder varsa taşım
Her cerihamdan , ilahi boşanıp kanlı yaşım
Fışkırır ruh-ı mücerret gibi yerden na’şım
O zaman yükselerek arşa değer belki başım!
Fikret’in Ferda şiiri ile bu şiirde imaj benzerlikleri vardır.
Namık Kemal’in Hürriyet Kasidesi ile diğer vatani manzumeleri arasında da bu şiirde benzerlikler vardır.
Fikret ‘de vatanı mukaddes olarak görür, ona uzanan elleri suçlar. Gençleri o da Akif gibi sorumluluğa, çalışmaya davet eder.
Akif Allah’tan, ilahından iki şey, vatanını ve dinini korumasını ister.
Ezanlar dinin hürriyetidir, vatan da her şeyin. Vatanı ve dini korumada olan bir millet ebedi yıkılmaz. Bu medeniyet tarihinin bir değişmez prensibidir.
Romüs ve Romülüs bile uydurma bir din icad edip, uydurma bir tanrı olan Zeüs’ü bir dağa oturtmuşlar ve yardımcı tanrılar üretmişlerdir. Bu sahte tanrılar Roma’nın Hristiyanlığı kabulüne kadar ihtiyaçlara sözde cevap vermiştir.
Ezanların ebedi inlemesini yurdunun üstünde Akif ilahından ister.
Akif bunların sürekliliği olursa Rabbine karşı ihatası, anlaşılması zor bir imaj ile cevap verir. Şevkinden ve neşesinden cesedi yerden mücerret bir ruh gibi fışkırır yükselerek başı arşa değer, mezarının başındaki taş da eğer varsa secde eder, vücudundaki her cerihadan kanlı yaş memnuniyet için fışkırır. Bütün şiirdeki imajlar orijinal ve harika imajlardır, bir sanatçının, sıradan bir sanatçının tasarlaması güç olan imajlardır.
İstiklal marşı edebi bir metindir, güzellikleri edebi yaklaşımla ortaya konmuştur, başka türlü yaklaşımlar o metne zarar verir. İstiklal marşı bir Amerikalı veya başka bir millet için de orijinal imajlar ve şiirsel tasarımlar taşır.
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:
Hakkıdır , hür yaşamış bayrağımın hürriyet,
Hakkıdır hakka tapan milletimin istiklal.
Akif’in hilal ile olan dargınlığı sona ermiştir, Akif ona dökülen kanları helal etmiştir. Irkına ebedi çöküş yoktur. Hür yaşamış bayrağın hakkıdır hürriyet, Hakka Allah’a taptığı sürece milletin istiklal hakkıdır.
Mehmet Akif Ersoy 1873-1936.
Mehmet Akif, ana tarafından Buhara’lı bir aileye mensuptur. Şeceresini bir buçuk iki asır önce Buhara’dan Anadolu’ya göç eden Hekim Hacı Baba’ya kadar götürebiliyoruz. Dedesi Arnavutluk’ta bulunan İpek kasabasına bağlı Suşisa köyünde Nurettin Ağa’dır. İpek’de doğan ve titizliğinden dolayı Temiz Tahir Efendi diye anılan Akif’in babası burada pek az tahsilden sonra İstanbul’a geldi. Nakşi şeyhlerinden Feyzullah Efendi’nin müridi olan Tahir Efendi , oğluna Ragif adını vermişti, bu isim yerini Akif’e bıraktı. Balkan Harbinde olanlar Akif’i üzer ki şöyle der:
Üç beyinsiz kafanın derdine üç milyon halk
Bak nasıl doğranıyor ? Kalk baba kabrinden kalk
Diriler koşmadı imdadına sen bari yetiş..
Arnavutluk yanıyor, hem bu sefer pek müthiş..
İki yıl mahalle mektebinde okudu. Fatih’de Emir Buhari’de, ilk mektebe burayı bitirince de Fatih Merkez Rüştiye’sine geçti. Sonra Mülkiye İdasisinde okudu. Babası vefat etti, Sarıgüzel’deki evleri yandı. Halkalı Mülkiye Baytar mektebine geçti. Bu okulu birincilikle bitirdi.
Akif’e Arapçayı öğreten, fırsat düştükçe camie götürürken yolda lügatler ezberleten,
Akaid dersleri veren hep babasıdır. Babası için “ Benim hem babam, hem hocamdır, ne biliyorsam kendisinden öğrendim”
Babasının Fatih Camii günlerini şiirinde anlatır.
Sekiz yaşında kadardım , babam gelir “ bu gece
Sizinle camie gitsek çocuklar erkence
Giderseniz gelin amma namazda uslu durun:
Meramınız yaramazlıksa işte ev oturun
Deyip alırdı benimle beraber kardeşimi
Girince camie haliyle koyverir peşimi
Dalar giderdi ben artık kalınca azade
Ne aşıkane koşardım hasırlar üstünde !
Akif Mülkiye’de iken hocası da olan gördüğü öğrenim ve dini hassasiyetinden dolayı Muallim Naci tesirine yöneldi. Akif, İstanbul Üniversite’sindeki ilk dersinde talebeye Muallim Naci’nin Tevhid’ini yazıp dersin sonuna kadar bunun izahıyla uğraşması ona bağlılığını gösterir.
Akif bir arkadaşının teşviki ile baytar mektebine giderken Fransızca öğrenmeye başlar.
Mithat Cemal ile de Fransızca çalışmıştır. Hugo’nun Sefiller’in deki papası da çok sever. Okudukları başka eserler Hernani, Jack, Tais, Graziella ve Confession’dur.
Baytar mektebini bitirdikten sonra müfettiş muavini olur. 1894’de Tophane-i Amire veznedarı Emin Bey’in kızı İsmet Hanım ile evlenir Neşredilen ilk şiiri Kur’an’a Hitap isimlidir.
Halil Edib’in müdürü bulunduğu Resimli Gazete’de yazmağa başlar. Burada yayınlanan şiirleri kıta, gazel, mesnevi, münacatlardan ibaret olan şiirlerden oluşur.
Şirazlı Hafız’ a ilgi duyar, Ankara’da iken bazı meraklılarına onun divanını okutur.
Onun tesiri hayatının sonuna kadar devam etmiştir. Şirazlı Sadi de onun hayran olduklarındandır. Onun hepsinden hisse alınan beşeri zaafları açığa vuran hikayelerini sever. Kendi de buna benzer manzum hikayeler yazmıştır. Sadi’nin tesirini anlatır” Acemlerden Sadi’yi pek çok okudum. Öyle zannederim, en çok tesiri altında kaldığım edib Sadi olacaktır. “Akif ‘in bir iki şiirinde de A Hamit tesiri vardır. Hamit hakkındaki düşünceleri onu iyi tanıdığını gösterir. “ Hamid ya gökte uçar, ya kar-ı arzda dolaşır, bizim gibi yer yüzünde yürümez ”
Yine Hamit için “ Türk şiirini derinleştirmiştir” der.
İlk Eseri Safahat(1908-1911)
Akif, Sırat-ı Müstakim’de çıkan şiirlerini -dördü dışında- 1911’de Safahat adiyle topluca neşretti. Bunların çoğu muhavereli, karşılıklı konuşmalı ve hikâye tarzında tertip edilmiştir. Bu hikâyeler içtimai, tarihi, konusunu kendi hayatından aldıkları olmak üzere üç kısımda toplanabilir.
O dönemde realist hikâyeler yaygındı. Mehmet Akif’in Küfe isimli hikâyesinde olay Fatih semtinde geçer. Kahramanı ölen babasından kalan küfe ile hamallık ederek anacığını geçindiren küçük Hasan’dır. Şair hikâyesine bu semti tasvir ile başlar. Babasından kalan küfeyle anasını, kardeşini beslemeğe mecbur ulan Hasan’ın hiddeti, biraz da okula devam edemeyeceği içindir, bu yüzden annesi ile tartışır.
Meyhane ile Mahalle kahvesi tertip ve konu bakımından birbirine çok yakındır.
Her iki şiirin baş kısmında, şair birer tembel ve işsiz yatağı olan bu yerlerin fena cihetlerini ortaya koyar, bu fikirlerini kuvvetlendirmek için bir meyhaneyi ele alıp orada geçen bayağı konuşmaları, ortaya koyduğu bir vaka ile bir aile faciasını anlatır.
Mehmet Akif’in meyhane ve kahveleri maddi manevi bütün kirliliğiyle açığa vurduğu bu natüralist manzum hikâyelerinde konuşmalar çok canlı ve doğaldır.
Bu üç şiir onun eleştirmenlerce de, kendi kanaatince de en güzel şiirlerindendir.
Fatih Cami’i hikâyesi onun hayatından alınmış bir hikâyedir.
Hasta onun öğretmenlik hayatından ilham alınarak yazılmıştır. Hayatından alınan bir hikâye de Dülger Hasan Dede’dir. Diğer adı Seyfi Baba’dır. Seyfi Baba onun baba dostudur, bir gün hastalanmıştır, onu ziyarete gider. Akif büyük bir fikir adamı, dava adamı, karakterdir ama o fildişi kulede toplumdan soyutlamaz kendini, sıradan insanlarla da arkadaşlık eder.
Köse İmam da tertibi ile Seyfi Baba’ya benzer.
Akif onu da ziyarete gider, o yaşlı ve hastaları ziyarete gitmeyi bir vecibe olarak görür. Onların duası makbul olduğunu bilir gider ihtiyaçlarını giderir. Akif tek kelime ile bir büyük insandır.
Koca Karı İle Ömer hikâyesi İslam tarihinden alınmıştır. Bir halifenin bile kimsesizlerle nasıl meşgul olduğunu anlatan ibretli, insanın kalbini rikkate getiren bir hikâyedir.
Safahat’ı iyi karşılayanlardan biri Hamdullah Suphi’dir. O eseri realist, samimi ve sade bulur.
Namık Kemal’in oğlu Ali Ekrem de Akif’in şiirlerinin şiirimizin kafiye sistemini zenginleştirdiğini söyler. Bu şiirler tasvir ve hikâyecilik bakımından da kuvvetlidir.
II Safahat Süleymaniye Kürsüsünde
İsminden de anlaşılacağı gibi halka yön göstermek için verilen konuşma, va’z tarzında düzenlenmiştir. Hakiki hayatı siyasi maceralarla geçen Abdurreşit İbrahim Efendi, bu manzum eserin kahramanı olarak yaşatılmaktadır.
Eserin başlangıcında Akif’i Köprü üzerinde buluruz,
O Haliç’in yosunlu sularının, karşı sahildeki harap evlerin verdiği hüznü, Yeni Cami’i görünce, bu eserin uyandırdığı hayranlık içinde unutur. Cami’e geldiğinde vaiz kürsüdedir, halka kendi hayatını gayelerini anlatıyor ki bu Abdurreşit İbrahim Efendi’nin bahsettiğimiz hayatıdır.
Vaiz’e göre bir millet en çok basın yoluyla uyandırılabilir. Zenginlerin yardımı ile istidatlı gençlerin Avrupa’ya yollanması pek yerinde olmakla beraber, gönderilenlerin çoğunu ehliyetsizler meydana getirmektedir. Bunlar Avrupalılaşmak için, inançlardan ve ananelerden uzaklaşmak gerektiğini söylüyorlar.
Buhara Semerkand, Mançurya, Çin birçok yerleri dolaşan vaiz daima Müslümanların geriliğine tanık olmuştur.
İkinci Meşrutiyetin ilanında İstanbul’a gelir, burada büyük tehlikenin varlığını görür. Kavmiyetçilik baş gösterdiği için durum eskisinden de vahimdir. Bundan başka Türkiye’de halk ile aydın sınıfın arası pek açıktır. Aydınlar her sahada Avrupa’yı taklit ve inanç kayıtlarının kaldırılmasını ileri sürüyorlar, halk ise inançlarına ve göreneğe bağlı kaldığından, Garp fikir eserlerine düşman gözü ile bakmaktadırlar. Eser bir roman havası ile konuşmalar, heyecanlar, tasvirlerle canlı tutulmuştur.
Mehmet Akif eserinde ülkemizin önderliğinde İslam dünyasının içinde bulunduğu cehaletten kurtulmasını temenni etmektedir.
III Safahat Hakkın Sesleri
Bu eserdeki şiirlerin bir iki istisna ile tamamı Ayet ve Hadislerin izahlarıdır.
Önce ayetlerin aslını, daha sonra Ayeti ve Hadisi manzum olarak tefsir etmiştir. Tutarı dokuz parçadır.
Eserde İslam unsurlarını iyimserliğe yöneltmek gayesi güdülür. Tanrı’nın lütuf ve yardımları mülkü pervasızca verenler, ümitlerini kaybedenler, çalışmaksızın tevekküle baş eğenler için değildir.
Türk Arapsız yaşayamaz, Arap’ın ise Türk hem gözü, hem sağ elidir. Türklerle Arapların düşmana elbirliği ile karşı koymaları gerekmektedir.
Sakın Allah’ın inayetinden ümit kesmeyiniz.
İçimizdeki beyinsizlerin yüzünden bizi helak etme Allah’ım.
Yaşayabilmek için cahillik denilen bu yüz karasından kurtulmalıyız.
Allahın Rahmet eserlerine bir baksana ölmüş toprağı nasıl yeniden diriltiyor.
Çalışmayanların yurtları ellerinden çıkar. Bu ve benzeri konular anlatılır.
IV Safahat Fatih Kürsüsünde
Mehmet Akif, Fatih Kürsüsünde adını verdiği dördüncü Safahat’ında yine önceki fikirleri üzerinde durur. Şair eserin başında yine Köprü’nün başında bulunur. Bu defa bir arkadaşıyladır. Öğle namazını Fatih Camii’nde kılmağa karar verirler. Yürüyerek Yeni Camii ve Süleymaniye Camii önünden geçip, Vefa Meydanı’nı, Su Kemerleri’ni takiple Fatih Camii’ne gelirler. Vaiz yine kürsüdedir, çalışmak hakkındaki bir Ayeti açıklıyor.
Madde çalışmanın yoğunlaşmasından başka bir şey değildir. Kâinatta her şey çalışmaktadır. Esasen insan hayatla mücadelede zayıf düştükçe mücadele etmelidir. Çalışan Batı yere kanaat etmeyip göklere de hükmediyor, Doğu ise ne kadar geridir. Böyle giderse dünya üzerinde yeri bile kalmayacaktır.
Yeni nesil Avrupai olmayan her şeyi aşağılıyor. Mukaddesatına, hatıralarına hürmet etmiyor, tembellik ediyor.
Eser bir roman çekirdeği olacak kadar geniş tasarlanmış, modern bir romandaki unsurları taşımaktadır.
V Safahat Hatıralar
El Uksur’da şiirinde şairimiz her şeyi başlangıçta neşe içinde görüyor. Uksur’da dolaşan Fransız, İngiliz, Alman seyyahların kayıtsızlığı ve hürriyeti ona başı belalar içinde kalmış Doğu dünyasını düşündürür. İşte o zaman bütün neşesi söner. Şiir bu tezat üzerine kurulmuştur.
Resmi görevinden istifa eden Akif 1914 ‘de muhtelif vesilelerle çeşitli yerlerde seyahat etti. Akif 18 Mart 1915 de bitirdiği Berlin Hatıraları adlı manzumesinde Almanya ile memleketimizi karşılaştırır. Trenlerimizi, kahvehanelerimizi sokak ve otellerimizi tasvirden sonra ayni şeylerin Almanya’daki vaziyetini anlatır. Vardığı netice Almanya’nın medeni üstünlüğü, memleketimizin geriliğidir.
Akif ‘in, Tevfik Fikret ile Mehmet Rauf hakkındaki hicviyesi de yine Berlin Hatıraları’ndadır.
Akif ile Fikret dini telakki bakımından anlaşamamıştır. Bu yüzden aralarında gerginlik olmuş birbirlerini hicveden manzumeler yazmışlardır.
Akif, Berlin seyahatinden sonra yine
Teşkilat-ı Mahsusa adlı istihbarat örgütü tarafından Arap yarımadasına gönderildi. Akif ‘in bu seyahatı Şerif Hüseyin isyanı ile alakalıdır. Bu seyahatte Necit Çöllerinden Medine’ye isimli şiirini yazdı. Yolcular develer üzerinde giderken nihayet uzaktan Hz Muhammed’in merkadi üzerindeki Kubbe-i Hadra (yeşil kubbe) görülür. Bu münasebetle şairinizin Hz Muhammed’in merkadini canlandıran tasvirleri bu andaki heyecanlarını anlattığı ruhi tahliller yer alır.
Biraz sonra onu Hz Muhammed’in merkadinde buluruz. Minarelerden huruş eden ezan sesi Huda’yı bağrına basmış yığın yığın beşerin gömülmüş olduğu ummanı dalgalandırır. İnsanlar dua etmektedir.
O nuru gönder ilahi asırlar oldu yeter
Bunaldı milletin afakı bir sabah ister
İnayetinle halas et ki dalga dalga zalam
İçinde kaynamasın çırpınıp duran İslam
Bu secdegâha kapanmış yanan yürekler için
Mehmet Akif 1918 ‘de bedbinleşmeğe, karamsarlığa başladı.
Nedeni Türkiye ve İslam dünyasının içinde bulunduğu olumsuzluklardır. Dağılan ve dört bir yanı işgal edilen imparatorluk onu haklı olarak üzüyordu.
Haykır kime lakin ? Hani sahipleri yurdun
Ellerdi yatanlar sağa baktım sola baktım
İslam Birliği ideali imkânsızlaşınca Akif Türkiye’nin kurtulmasını ideal yapar. İstiklal Savaşı bu ümitleri besleyen kuvvet kaynağı oldu. Artık Akif için her şeyden önce Türkiye’nin kendini toplaması mümkündü. O milli kuvvetler tarafını tutarak İstanbul’dan ayrıldı 19 Ekim 1920 de Kastamonu’ya hareket etti. Nasrullah Camii’nde ve civar kazalarda vaazlar verdi.
Milletler topla, tüfekle, zırhlı ile ordularla, uçaklarla yıkılmaz. Milletler ancak aralarındaki rabıtalar çözülerek, herkes kendi başının derdine, kendi havasına, kendi menfaatine, kendi çıkarını temin etmek kaygısına düştüğü zaman yıkılır.
Düşmanlarımızın bugün bizden istedikleri ne falan vilayet, ne falan sancaktır, doğrudan doğruya başımızdır. Boynumuzdur, hayatımızdır, devletimizdir. İslamın son sığınağı olan bu güzel memleketi düşman istilası altında bırakmayalım. Ümitsizliği, meskeneti ihtirası, tefrikayı büsbütün atarak azme, mücahedeye vahdete sarılalım.
Nasrullah Camii’ndeki bu vaazlar Diyarbakır’da Büyük Cami’de Cuma Namazından sonra okundu. Civar vilayetlere yayıldı.
1921 yılında Akif, Bülbül isimli şiirini yazdı.
Bu şiir yazılırken Yunan istilası altındaki topraklarımıza hususiyle Bursa’ya dair elem haberler geliyordu. Akif Bülbül ile konuşarak ülkenin içinde bulunduğu durumu yorumluyordu. Vatanın istila edilmesi yüzünden şair kendini suçlar, Bülbül’ün değil kendisinin ağlaması gerektiğini anlatır.
Hayır matem senin hakkın değil … Matem benim hakkım …
Benim hakkım sus ey bülbül senin hakkın değil matem
1920 ‘de İstiklal Marşı’mızın yazılması için müsabaka açılmıştı. Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde bu müsabaka dolayısıyla bir ilan yayımlandı. Şiirler gönderilir ve en çok beğenilen Akif’in şiiridir.
Hamdullah Bey meclis kürsüsüne çıkınca ilk önce bu şiiri okudu.( 1 Mart 1921) O okurken bütün meclis heyecana kapıldı. Okuma bittikten sonra diğer şiirler okunmadı. Akif’in şiiri kabul edildi.( 12 Mart 1921) Bestesi yapıldı . Bestekâr Zeki Üngör’dür.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Birinci Devresi’nde milletvekili seçilen Akif’e
Kur’an’ı tercüme etmesi görevi teklif edilmiştir. Akif tercümeyi vermemiştir, tercüme konusunda farklı yorumlar vardır.
Akif 1923 Mayıs’ında Ankara’dan İstanbul’a döndü, bu yılın Ekim’inde Abbas Halim Paşa ile Mısır’a gitti. Kışı burada geçirdi, baharda tekrar İstanbul’a döndü.
1923 ‘de Hilvan’da Firavun İle Yüz Yüze isimli şiirini yayımladı. Tasvir bakımından en güzel şiirlerinden biridir. Bilhassa firavunun mumyası ile Nil tasviri canlıdır.
Vahdet isimli şiiri sahabelerden Huzeyfe tül Adeviye’nin başından geçen bir olayı hikâye eder.
VI Safahat Asım
Mehmet Akif ‘in şöhretini artıran Asım adlı eseri tefrika yolu ile basımı 1924 yılında tamamlanmıştır. Asım yer yer karşılıklı konuşmalı maznun hikâyelerden oluşmuştur, bir roman sayılır. Akif, Ali Şevki Hoca,( Köse İmam) Asım,( Ali Şevki Hoca’nın oğlu) Emin(Akif’in oğlu) Bu küçük romanın şahıslarıdır. Köse İmam, Akif’i ziyarete gelir, aranmadığı günler hesabına sitemler eder. Hocası Tahir Efendi’ye ait bazı hatıraları canlandırır. Harpten söz ederler. Buradaki aruz ile yazılan dilekçe bir büyük başarıdır.
Köse İmam Birinci Dünya Harbi sırasındaki toplumu, köylüleri anlatır, sefaleti gözler önüne serer. Çanakkale Şehitleri isimli şiir burada yer alır. Şehitler hakkındaki içli duygularını anlatır. Şehitlerin mezarını tasvir, lirizm bakımından önemli bir şiirdir.
Süleyman Nazif, Akif hakkında “ şair-i ilahi” Asım için ise “ mucize-i şiir “gibi övgülü sözler söyler.
Cenap Şahabettin ise önünde ayakta duracağımız bir dehanın sanat eseri olarak onu över.
İnci Enginün Asım’dan hareketle Akif’in idealizmini anlatır.
“ Tembellik kadar hodgamlık ve ferdiyetçiliğin de karşısında olan Mehmet Akif, iyi bir cemiyet kuracak, şahsiyet halindeki fertleri arar. O da tıpkı Fikret gibi ideali olan Türk gencini seçer ve yetiştirilmek üzere Almanya’ya gönderir. Bu genç Asım’dır. Asım sadece İslamiyet’in ahlak değerlerini kendinde toplamamıştır, o Batının teknik medeniyetiyle de beslenecek ve vatan savunması gerektiği zaman kendini bu uğurda feda edebilecek gençtir. Mehmet Akif, Çanakkale zaferini kazanan bu nesle saygı duyar, ondan ümitlidir.” (İnci Enginün, Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları, s 147)
Mısır’daki Hayatı
1923-25 yılları arasında kışı Mısır’da geçiren baharda İstanbul’a gelen Akif, 1926 kışından sonra usun süre Mısır’da bulundu. Mısır’da Üniversite’de Türk Edebiyatı ve Dili öğretti. Bu vazifesinde 1926-36 seneleri arasında çalıştı. Hilvan’daki hayatını bazı mektupları ve şiirleri ile aydınlatılır.
VII Safahat Gölgeler
Akif’in Hilvan’da yazdığı manzumeler, daha önce kaleme aldıklarından çok başkadır. Bunlarda öncekilerle göre farklı özellikler göze çarpar. Gece, Hicran ve Secde şiirleri dini lirizm şiirleridir. Şiirlerde Vahdet-i Vücut felsefesini şiirleştirmiştir. Mistik bir şahsiyete bürünmüştür. Allah’a olan özlemini anlatır. Onu erişemediği bir şahsiyet olarak anlatır. Bir başka eseri Hüsam Efendi Hoca’dır. Bu İstanbul’da meşhur bir hocanın portre hikayesidir.
Mısır’da sağlığı bozulmuştur, 1936 yaz mevsimi başlangıcında
Mısır’dan İstanbul’a döner. Döndükten birkaç gün sonra Nişantaşı’ndaki Sağlık Yurdun’a tedaviye götürüldü. Kendisine 170 küsur lira emekli maaşı bağlandı. Hastalığı Siroz’du. Prens Halim Bey’in Alemdağ’daki Baltacı Çiftliğine gitti, orada kaldı.
27 Aralık 1936’da Pazartesi gecesi saat 7.45 de irtihal etti.
Mithat Cemal yakın arkadaşıydı. Ölümüne şu mısraları yazdı.
Toprak onu sen kol kanat ol öyle kucakla
Bilmezsin o gökten de adından da temizdi
Ey yeryüzü mabet kesilip Tanrı’ya yüksel
Koynunda yatan gölge bizim Akif’imizdi.
Eserlerinin Özellikleri
Mehmet Akif, nesir sahasında sosyal, dini ve pek azı da edebi makaleler yazmakla beraber şiirleriyle şöhret kazanmıştır.
Rüştiye’ye devam ettiği sırada şiirler yazmağa başlayan Akif bu eğilimini Baytar Mektebi’nin Halkalı’daki son iki senesinde hızlandığını söylüyor. On yedi on sekiz yaşlarında iken yazdığı bu şiirleri din, ahlak ve aşk konusunda idi.
Muallim Naci’nin şiiri çok hoşuna gidiyor, fikir bakımından Hamid ve Namık Kemal’den yararlanıyordu.
Okuduğu ilk edebi eser Fuzuli’nin Leyla ile Mecnun’udur.
Akif ‘e göre edebiyat süs değil sosyal ve ahlaki faydalar teminine yarayan vasıtadır. Akif için en uygun yayım vasıtası fikirlerini kolayca aşılamağa daha cazip göstermeğe elverişli hikaye tarzıdır.
Sosyal hikâyeleri, Yemişçi İhtiyar, Küfe, Mahalle Kahvesi, Meyhane’dir. Hasır, kimsesiz bir kadının defin merasimini anlatır, İstibdat, Abdülhamit devrinde fakir bir ailenin evine yapılan baskını, çalgıcı ve kör bir dilenciyi anlattığı Kör Neyzen, İkinci Meşrutiyetin ilanını konu aldığı Hürriyet, ölenlerin ardından duyulan matemin süreksizliği, insanların duygusuzluğunu anlattığı Ahiret Yolu hepsi 1908-1910 yılları arasında yazılmıştır.
Hayatından alınan hikâyeler, bunların ilki Fatih Camii’dir.
Akif sekiz yaşına ait çocukluk hatıralarını ve bu zamanda yaşadığı çevreyi hikâyeleştirmiştir.
Eski çocukluk hatıralarından biri de Mısır ‘da yazdığı Said Paşa İmam’ında yaşatılmaktadır.
Hasta’da güney vilayetlerinden gelen bir öğrencisinin hayatını anlatır.
Aile hayatından alınan hikâye ise Bebek Yahut Hakk-ı Karar’dır.
Seyfi Baba ve Köse İmam’da Akif’in dostlarıdır, onlar için manzum hikâye yazmıştır.
Tarihi hikâyeleri, Bir Gece adlı şiirinde Hz Muhammed’in doğumundan ölümüne kadar geçen hayatını hikâyeleştirmiştir. Vahdet, Huzeyfe isimli ashabından başından geçen bir savaş hatırasıdır. Koca Karı ile Ömer, konusu halifelik devrinden alınmıştır. Bizzat Hz Ömer’in kimsesizlerle meşguliyetini anlatır. Dirvas, pek küçük bir çocuktur ama iyi konuşur onu anlattığı hikâyesidir. Hüsam Efendi Hoca yine bir önemli şahıstır, onun portresi hikâyeleştirilmiştir.
Seyahat hikayeleri, El Uksur’da, Berlin Hatıraları, Necid Çöllerinden Medine’ye , Firavun ile Yüz Yüze ‘dir.
Dini-didaktik şiirleri, bunlar Ayet ve Hadislerin tefsiri mahiyetindedir. Dini-lirik şiirleri, Gece, Hicran, Secde, Leyla hikâyeleridir.
Türk Edebiyatında En çok Kullanılan İkinci Vezin
Vezin, Zeynebin Türküsü isimli şiiri hece vezni iledir, diğerleri tamamen aruz ile yazılmışlardır. Akif’in kullandığı aruz bahirleri Hezec ve Remel’dir. Türk edebiyatında en çok kullanılan bu ikinci vezindir. Aruzu kullanmakta büyük başarı göstermiştir. Konuşma lisanına indirgemiştir bu vezni. Hikâye tarzındaki şiirlerinde ise vezin değiştirir, içi içe vezinler kullanır.
Mehmet Akif’in Safahat’ındaki şiir sayısı yüz sekizdir.
Kullandığı nazım şekilleri, Mesnevi, hikâyeleriyle uzun manzumelerini ve baştan başa manzum eserlerini daima mesnevi şekli ile yazar.
Şiirlerin altmış üçü bu şekille yazılmıştır. Kıt’a, şahsi hislerini ve hissettiklerini bu şekille yazar. Otuz şiiri bu şekille yazılmıştır. Farklı şekillerde kullanmıştır.
Akif şekil konusunda, selefin kullandığı şekillerin yeterli ifade özelliğine sahip olduğunu anlatmak istemiştir.
Akif Klasik Şekillere Bağlıdır
Sadelik, çağdaşlarının eserleriyle karşılaştırılırsa dili sadedir, eserlerinin yeni basımlarında dili daha da sadeleştirmiştir. Realistliği, çağdaş dünya edebiyatlarında hâkim olan realizm cereyanının şiir sahasında muhtelif şiir telakkileri neticesinde ayrıldığı bu iki esas yolda Mehmet Akif ‘i Parnasyen’lere dâhil edebiliriz, çünkü Akif de Parnasyenler gibi klasik şekillere bağlıdır, vezin ve dili belli kaidelere uygun olarak kullanır. Manada açıklığa ehemmiyet verir, objektif mevzular ele alır.
Gözleme verdiği değeri anlatır. “ Benim şiirlerimde öyle yüksek hayaller bulunmaz. Ben şiirde hayale dalmam. Ben adi şeylerden bahsederim, mesela bu taş, ona hacer-i semavi demem, ona taş derim. Bu tahta ona tahta derim. Eşyanın hakikatlerini hayal kuvvetiyle değiştirip tabiat üstü şekle koymam. Her şeyi olduğu gibi görür, göründüğü gibi tasvir ederim. En fukara muhitlere gider, onları bir ressam gibi aynen tespit etmeğe çalışırım. Benim şiirimi beğenenler varsa bundandır.
Bence en güzel yazdığım eserlerden birisi Mahalle Kahvesidir. Çünkü o şiirde bir mahalle kahvesinde olan şeyleri olduğu gibi görürsünüz, hatta muayyen bir kahveyi tasvir ettim. Kahve sahibine o şiiri okudukları zaman “ Bu herif muhakkak böyle kahvelerde yetişti “ demiş.
Eserlerimiz Yerli Malıdır
Mahallilik, Batılılar her şeyde olduğu gibi edebiyatta da ileri bulunduğunu, onların edebiyatlarından da faydalanmamız yerinde olacağını ileri süren Akif ,” bu faydalanma sanat cihetinde olmalıdır, yoksa yabancı malını yerli malı yerine satmak istemeyiz. Eserlerimiz kaba sabadır lakin yerli malıdır” diyor. Bunun yüzünden onun şiirlerinde yabancı edebiyatlara ait kavramlara pek rastlamayız, konu, tasvirler, karakterler hep yerlidir.
Akif ‘in şiirlerinde göze çarpan hususiyetlerden biri de samimilik ve tabiilik olduğunu söyleyebiliriz.
Bana son sevgili kaar’i sana ben söyleyeyim
Ne hüviyetle şu karşında duran eşarım
Bir yığın söz ki samimiyeti ancak hüneri
Akif şiirlerini kolaylıkla yazmış değildir.
Şiirin işlenmeğe muhtaç olduğunu, bu yoldaki nankörlüğünü, biraz ihmal sonunda, yazanın bütün emeklerinin boşa gideceğini söyler. Bir mimar, bir mühendis, bir bina yapacağı zaman önceden nasıl planını yapar, krokisini çizer, ondan sonra binaya başlarsa, kendisinin de bunlar gibi bir eser yazmadan önce, hazırlıklarını yaptığını, konuya nasıl gireceğini, neticeye nasıl varacağını hayalinde kurduğunu bu hazırlık devresinden sonra eserini yazmağa başladığını kaydeder.
Bize bu hususta bir örnek de veriyor; Şiiri bir pertavsıza benzeterek “ Güneşin dağınık ışıkları yakmaz, fakat bu huzmeler mihrak noktasına gelir de orada teraküm –birikir- ederse yakar. İş o noktayı bulmaktadır. Bütün hazırlık bir noktada yığılırsa, şiir ancak o zaman tesirli olur” demektedir.
Akif’e göre Avrupa medeniyetine hayranlık
Doğu medeniyetini tanımamaktan ileri gelir. Batı medeniyetine ait olan şeylerin birçoğunun Doğu’da da bulunduğunu söylüyordu. Tenkit konusunda, bizim tenkitçilerimiz tarafsız kalmadan, eserin ruhuna nüfuz etmeden tenkit yapıyorlar. Avrupai tenkitlerde tenkitçi tarafsızdır, eseri bir bütün olarak ele alır.
O Şiraz’lı Sadi’den bahsederken, Lamartin’den bahseder. Fikret’in Batı’da bulduğu örnekleri o Doğu’da bulur. O seyahatleri sonucu Doğu’nun geri olduğunu görür ve üzülür.
Akif’in tesirleri de büyüktür.
Yahya Kemal’i hayran bırakan tarafı, onun elinde aruzun nesre yaklaşmış Türkçe’ye çok elverişli hale gelmiş olmasıdır. Yakından tanıdığı yoksul halkı eserlerine taşıması da onun beğendiği başka bir yönüdür.
Ona hayranlık duyanlardan biri de Arif Nihat Asya’dır. (Fevziye Abdullah Tansel, Mehmet Akif Ersoy, İrfan Yayınevi, İstanbul 1973, 1- 198)
Eğer mücahede ve müsabaka olmasaydı, maden-i insaniyetteki elmas ve kömür hükmünde olan istidadlar, beraber kalacaktı. A’lâ-yı illiyyîndeki Ebu Bekr-i Sıddık’ın ruhu, esfel-i safilîndeki Ebu Cehl’in ruhuyla bir seviyede kalacaktı. Mektubat ( 44 )
Şeytan insanın tekemülatı için elzemdir. Eğer şeytan insana musallat olmasa idi insanın kainatı yutabilecek istidada malik olması istidad ve kabiliyetlerinin içinde mevcud olan elmasiyet ve kömüriyet hakikatlarının tezahür edip açığı çıkması hasebiyle elzemdir.
Düşünelim ki; bizler cüz-i ihtiyarimizi istimal edip bir yere geldik. Ama çok büyük bir âbide var. Âbideye giriş yaptık. Girişte vâr olan cihazlardan geçiyoruz. Ama geçerken bakıyoruz üzerimizdeki metalik âletleri bir kutuya koyuyoruz ve geçiyoruz. Eğer cihazca risk arzeden maddeler varsa makine sinyal verecek ve görevli bizden üzerinizde şu.. şu.. var mı? Diyecektir. Sorun teşkil eden maddeyi bıraktıktan sonra makineden geçeceğiz. Makine bizim düşmanımız değil kendisine yüklenen programa uymaktadır. Dünya da insan için bir x-r cihazıdır. Peki bizden ne istiyor sende zararlı bu.. bu var demesi Musibetlerdir. insanın başına indirilen darbeler ve yüzüne vurulan tokatlar, onun sarhoşluğunu izale ile ayıltacaktır.Mesnevi-i Nuriye ( 220 ) bizim için Allahımızın rızasına giden yolda musibetlerle, çilelerle vb. sıkıntılarla tasaffi edecek ve habibiyete gidecek yolun bir bezeki, süsü olacaktır. İşte başımıza gelen musibetler, tokatlar bizlerin aklını başına getirecektir.
x-r’den geçtikten sonra elimize çantamızı alarak kutuda ki emanetleri alarak ilerleyeceğiz. Asansör gelecek ve -15 +15 olmak üzere 30 kat var. Bizler de ihtiyarımızı istimal edecek ve bir yeri seçeceğiz. Gideceğimiz yer hangi katta ise o kata dokunacağız.
İşte insana mel’un şeytanın musallatı da asansörün yukarı (+) kat tuşları ile (–) kat tuşları arasındaki ihtiyarı kullanma sebebidir.
►İnsan;
● Nur-U İman İle A’lâ-Yı İlliyyîne Çıkar;
● Cennet’e Lâyık Bir Kıymet Alır.
Ve zulmet-i küfür ile,
● esfel-i safilîne düşer;
● Cehennem’e ehil (olacak) bir vaziyete girer.
Çünki iman, insanı Sâni’-i Zülcelal’ine nisbet ediyor; iman, bir intisabdır. Öyle ise insan, iman ile insanda tezahür eden san’at-ı İlahiye ve nukuş-u esma-i Rabbaniye itibariyle bir kıymet alır. Küfür, o nisbeti kat’eder. O kat’dan san’at-ı Rabbaniye gizlenir. Kıymeti dahi yalnız madde itibariyle olur. Madde ise, hem fâniye, hem zâile, hem muvakkat bir hayat-ı hayvanî olduğundan, kıymeti hiç hükmündedir. Sözler ( 311 )
Musallat olan şeytan’a kulak verirse insan şeytanın ordusuna iltihak etmektedir. Şu medenîlerden çoğunun, eğer içini dışına çevirirsen, görürsün: Başta maymunla tilki, yılanla ayı, hınzır. Sîreti olur suret. Sözler ( 712 ) ve bu mana ile siretimiz Maymun, Tilki, Yılan, Ayı, Hınzır karekteri ve ahlakı ile bezenecektir.
Eğer nur-u iman ile a’lâ-yı illiyyîne çıkarsa; Cennet’e lâyık bir kıymet alırsa şeytana emeline ulaşamadığı için saçını başını yolduracaktır. Şeytan rezil olacaktır ve kafasını taşlara vuracaktır.
İşte insanı insan yapan iman ve şeytana kulak asmamaktır. Eğer şeytana tabi olursa şeytan sevinir. Eğer şeytana tabi olmazsa şeytan o insanı terakki ettirecek ve o terakki ile şeytana bu defa insan musallat olacaktır.
● Nefsini ıslah eden kimseler,
● Kur’anla hemhal olanlar,
● sünnet-i seniyyeyi kıblenameli pusula kabul edenler,
● Risale-i Nur’u hergün düzenli okuyanlar ve tatbik edenler,
● Risale-i Nur’un Lahikaları ile tarz-ı hareket edenler,
Şeytana musallat olup şeytanın papucunu ters giydirenler olacaktır.
Öyle “ateş düşsün ocaklarına…” gibi dehşete ‘âmin’ dememi bekleme.
Benim ‘amin’lerim Fatiha’nın hemen dibinde; o da rahmetle başlar, bilirsin…
Bu duaya ‘âmin’ demeyi kardeşlik şartı sayanlar da oldu; buna da eyvallah…
‘Âmin’ diyemeyen hırsızlara arka çıkar sayıldı…
Beni de öyle saydılar; belki sen de öyle sayıyorsun.
Ben kardeşlerimi muhterem büyüğümüzü hatalı da olsa seveceğim; sen toz kondurmak istemiyorsun.
Belli ki sevmelerimiz farklı farklı; sevmeyi tozsuzluk şartına bağlayanlar da var. Oysa ben değil toz, çamurlar içinde kalsan da seni ve senin sevdiğini severim, seviyorum.
Üstadımız, baş tacımız Said Nursi’nin daha gençliğinde ağabeyine verdiği insaflı ayarı iyi bilirsin.
Geçiyorum.
Sen ve senin tarafındaki kardeşlerimin kırıcı üslubuna dair çekincelerimi her söylediğimde beni yolsuzluğa arka çıkmakla etiketleyenleri bir sustur da dinle beni…
Biz ne zaman taraf olduk ki, olabilir miyiz sonra…
Beraber yediğimiz maklubenin tadı damağımda…
Gel, sakince konuşalım.
Oldu bir kere…
Geldi, geçecek inşaAllah.
Buraya kadar yolunuzu Ali İmran 61. ayet çizmiş diyorlar.
Ne diyeyim; Allah kabul eylesin, içtihat sevabı nasip eylesin.
Gel, bundan sonraki yolu Yusuf Suresi 91 ile 92 ayetleri arasında geçirelim.
Bir ömrü Yusuf 91-92 arasında geçirsek değer kanaatimce.
Bak ki, bir ömür beklemiş Yusuf.
Sırf kardeşlerinden şu sözü duymayı hak etmek için: “Doğruya doğru, Allah seni bize üstün kılmış; biz ise hataya batıp gitmişiz…”
Bu sözü duymayı hak etmek her yiğide kâr değil…
Çünkü bu sözü duymayı hak eden kardeşine şu sözü demeyi de hak eder: “Bugün sana kınama yok…”
Sen haklı olsan bile, bir gün mesela bana “bugün sana kınama yok…” demek istemez misin?
Bu sözü demeyi hak etmek, o sözü duymayı hak etmekle mümkün.
Galiba bunun yolu da susmaktan geçiyor…
…du.
Büyüğümüz susmadı.
Sustuğu çok yerler vardı oysa; başkalarının değirmenine su akıtmak gibi olacağından saymıyorum onları.
Ne edelim ki oldu bir kere…
Ataullah İskenderi‘nin ve Said Nursi‘nin Kur’ân’dan cesaretle söyledikleri şu yatıştırıcı söz ne güzeldir öyle…
Diyesi değil yiyesi geliyor insanın.
“Bir hatanın ardından gelen mahcubiyet bir sevabın ardından gelen gururdan hayırlıdır.”
Sana mahcubiyet yakışır.
Bana mahcubiyet yakışır.
Mahcubiyet âlim adama lazımdır.
Mahcubiyet talebenin tavrıdır.
Mahcubiyet dervişin şanıdır.
Mahcubiyet kulun kârıdır.
Şimdi dönüş vakti…
Beraber dönsek olmaz mı?
Ben yetimlerin başını okşayan, öksüzlerin sofrasına çorba taşıyan, hastaların acılarıyla sancılanan senin gibi kardeşlerimin şevkinin ve aşkının kıl kadar eksilmesine razı değilim.
Onların öyle elleri böğründe gezmelerini istemem; gönlüm razı değil.
Kan dondurucu soğukta kermes sevdasına düşen feragat kahramanlarına “öf”ümün zerresini değdirmeye hakkım yok; haddimi bilirim.
Üstüne vazife değilken kapı kapı gezip tereddütlü kız çocuklarının gönüllerine sular serpen, yolunu şaşırmış delikanlıların kalbinden tutup yol gösteren şefkat erlerini yolundan etmekten ateşten korkar gibi korkarım.
Bırakalım, yürüsün onlar…
Yürüyedursunlar her daim oldukları gibi.
Utanmadan, alınları ak, yüzleri mütebessim, gözleri ışıl ışıl koştursunlar.
Sen de ben de Tacikistan’ın umutsuz fukaraları için, Sudan’ın aç susuz çocukları için, Yakutistan’ın soğuğunda titreyen insanların hidayeti için uykusuz geceler geçirmekten kaçmayız, kaçmadık.
İyi bilirsin.
Diyarbakır’ın varoşlarında Kürt gençlerine gelecek ümidi aşılayan öğretmen kardeşlerimin, İstanbul’un her köşesinde genç kızların elinden şefkatle tutup güzelliğe çağıran ablaların yüzünün yerde gezmesini hiç istemem.
Beraber yürüdük biz bu yollarda…
Beraber yürüyeceğiz.
Olan bitenlerden sonra, bana söven, kitaplarımı yakmaya kalkan, makalelerimi yasaklayacağını söyleyen bazı kardeşlerimi bir yana koyup kalbimi yokladım.
Az önce yokladım kalbimi.
Şükrettim.
Eskisi gibi, hiç tereddütsüz, seve seve hizmetin her erinin yanında koşmaya istekli olduğumu gördüm. Şükrettim halime. Garaz ve tarafgirliğin kardeşliğimizi öldüremeyeceğine dair ümidim arttı.
Kalbim şahittir ki, senin tanımadığını söylemek zorunda olduğun kahraman IHH’ya da can parçamız Kimse Yok mu’ya da aynı şevkle aynı teslimiyetle canı gönülden sadakalar verdim, sadakalar istedim.
Hem IHH hem Kimse Yok mu yeleklerim duruyor evde. İkisini de hemen giymeye hazırım.
Bir de itiraf… Birkaç hafta önce, çift abonesi olduğum Zaman’ı aramıza fitne girmesin diye sınırlı okumaya başladım. Ekleriyle yetiniyorum. Benim de severek yazdığım gazetemiz, gerçekten gazeteydi. Zoraki değil ihtiyaçla okunan, vicdanlı, çoğulcu, kucaklayıcı, çok kültürlü bir gazete. Bilmezsin için için dua etmişimdir Ekrem Bey’e şu gazeteyi gerçekten ihtiyaç duyulan gazete ettiği için. Ederim hâlâ… Sanıyorum bugünlerde gazete onun da kontrolünden çıktı. Beni Cuma günleri uyandıran, Cumartesileri neşelendiren, Pazar günleri teselli eden bir gazetem olsa ne iyi olurdu. Gazetesizim; yazık değil mi bana?
Ülkemin her köşesini gezdim, Avustralya’ya kadar nice dünya köşesi gördüm; Allah şahittir ki, senin gibi şevkle canla başla çalışan kardeşlerimi her gördüğümde dudağımla değil kalbimle sımsıcak tebessümler ettim, bundan böyle de edeceğim.
O gurbet kucaklaşmalarının sıcağını, beraber içtiğimiz çorbaları, birlikte yorulduğumuz yokuşları nasıl unuturum.
Ne yani bundan böyle selam vermeyecek miyiz birbirimize?
Yok öyle şey!
Kaç nefesim kaldıysa, hepsi hizmetin erlerine, cemaatlerin selametine aittir.
Bir de şu…
Beni ve benim gibi nicesini ülkemizin ve Müslümanların medar-ı iftiharı, gözü pek lideri muhterem Tayyip Erdoğan’ı sevmek ile iz’an ve insaf sahibi, merhamet sofralarının mimarı muhterem Fethullah Gülen’i sevmek arasında bir tercihe zorlamaya kimsenin hakkı yok.
N’olmuş yani ikisini de seviyorsam…
Kalplere kim pranga vurabilir ki…
Vicdanımı mı böleyim orta yerinden…
Haydi dönelim.
Dönelim ve…
Yusuf sabrıyla bekleyelim.
Bekleyelim ki…
“Tallahi lekad asarekellahu aleynâ…” diyeceklerin yolunu gözleyelim.
Yusuf Kıssası’nın finalisti olmayı ümit edelim.
Unutmadan; Halep’i yine varil varil bombalamışlar…
Yeni yetimlerimiz oldu Ömerciğim; haberin vardır mutlaka.
Çayı hâlâ demli içiyorum ama şekersiz…
Yaşlandık; mâlum.
Kermes hazırlıyormuş ablalar; geleceğiz…
Hatırlarsın, iyi aşçıyımdır; maklubeyi bu defa ben pişireyim…