Kategori arşivi: Risale Çalışmaları

Risale-i Nur’da Sevgi Ve Tezahürleri

Kâinatın süslendirilmesi, tezyin edilmesi insanın bu tezyin ve süslemeye karşı tavrını muhabbetle belli etmesi gerekir. Muhabbet ancak sevmeye sevmekle mukabeleyle, karşılık vermekle, ibadetle olur. Sevmenin belirtisi ibadettir. Kâinatı insana hizmetkâr eden Allah’a karşı insanın, bir sembolik hareketle Rabb’ine karşı sevgisini göstermesi gerekir.

Bediüzzaman sevgi kavramının esrarını çözen büyük bir yorumcudur. Dünya edebiyatında, edebiyatımızda sevgi konusunda binlerce, on binlerce söz söylenmiştir. Ama bunlar sadece sevgi edebiyatıdır. Bediüzzaman sevginin de esrarını çözmüştür. Sevgi insana niçin verilmiştir, nerede ve nasıl sarf edilir? Sevgi nedir, tutarlı sevgi nedir? Bediüzzaman, tüm bu sorulara cevaplar verir.

Bediüzzaman sevgi ve muhabbeti tabiat okumalarıyla ortaya koyar, insanın bu tabiat okumalarında ortaya çıkan sevgiye karşı tutumu onun sevgisidir. On Birinci Söz’de olaylardan çıkarır sevgiyi ve insanda ona karşılık olacak sevginin nasıl olması lazım geldiğini anlatır, hatta gösterir. Bediüzzaman sevgiyi anlatan değil, gösterendir.

Bediüzzaman, sevginin nasıl olması gerektiğini eserlerinde şöyle anlatır:

Kâinatın yapılması, insanın Allah’ı tanımasını gerektirir. “Ey ahali! Şu kasrın meliki olan seyyidimiz, bu şeylerin izharıyla ve bu sarayı yapmasıyla kendini size tanıttırmak istiyor. Siz dahi O’nu tanıyınız ve güzelce tanımaya çalışınız.” (Sözler)

Bediüzzaman, imanı bir tasdik değil, evrenin insanın nazarına açılmasıyla bir desteğe bağlar. Evrenin insana açılması insanın da ona karşılık olarak bu açmayı gerçekleştireni tanıması gerekir. Bu yapılan işi şu güzel cümleyle ortaya koyar: “Siz dahi O’nu tanıyınız ve güzelce tanımaya çalışınız.” Felsefe bu fiilden bu anlamı çıkaramamış, insanlık bunu binlerce yıl anlayamamış.

Hem şu tezyinatla kendini size sevdirmek istiyor. Siz dahi O’nun sanatını takdir ve işlerini istihsan ile kendinizi O’na sevdiriniz.” (Sözler) Bediüzzaman burada kâinatın yaratılmasının arkasından insanın ilgisini çekecek şekilde süslenmesini tahlil eder. Süslenme sevgiyi harekete geçiren bir durumdur. İnsan süslenir ta ki başkası onu sevsin, sevimli görsün. Âlem süslenir ta ki insan bu süsün sahibini sevsin diye.

Nasıl bir sevgi?

Bediüzzaman, sevginin nasıl olacağını şöyle anlatır: “Sanatını takdir ve işlerini istihsan”. Evren bir ilahî güzel sanatlar galerisidir, bu galerinin sahibi Allah’tır. Takdir ve beğenme insana ait sevginin şeklidir. Bir küçük güzellik karşısında kendinden geçen insan, bu evrenin harika güzelliklerinin sahibini sevmek istemez mi?

Onuncu Söz’de sevginin ve muhabbetin gösterilmesi daha farklı şekilde anlatılır, hatta gösterilir: “Evet, şu dünya gidişatına bakılsa görülüyor ki, en aciz, en zayıftan tut, ta en kaviye kadar her canlıya layık bir rızık veriliyor. En zayıf, en acize en iyi rızık veriliyor. Her dertliye ummadığı yerden derman yetiştiriliyor. Öyle ulvi bir keremle ziyafetler, ikramlar olunuyor ki nihayetsiz bir kerem eli içinde işlediğini bedaheten gösteriyor. Mesela, bahar mevsiminde cennet hurileri tarzında bütün ağaçları sündüs-misal libaslarla giydirip, çiçek ve meyvelerin murassaatıyla süslendirip hizmetkâr ederek onların latif elleri olan dallarıyla çeşit çeşit en tatlı, en musanna meyveleri bize takdim etmek; hem zehirli bir sineğin eliyle şifalı, en tatlı balı bize yedirmek; hem en güzel ve yumuşak bir libası elsiz bir böceğin eliyle bize giydirmek; hem rahmetin büyük bir hazinesini küçük bir çekirdek içinde bizim için saklamak ne kadar cemil bir kerem, ne kadar latif bir rahmet eseri olduğu bedaheten anlaşılır.“ (Sözler)

İlahî sevgi

Bediüzzaman ilahî sevginin nasıl ortaya konduğunu göze hitap ederek gösterir. Daha sonra metni çözümlerken sevgiye nasıl karşılık verileceğini anlatır: “Hem bu kadar rahmetin süslü meyveleriyle kendini sevdirse, mukabilinde insan ibadetle kendini ona sevdirmese…” (Sözler) Sevgiye getirilen ölçü ibadettir. Nimetleriyle kendini sevdiren Allah, insan ise onlara karşı ibadetle karşılık verecektir. İşte Bediüzzaman’ın sevgiyi analiz etmesi budur. Edebiyat ve felsefe sevgiye böyle bir çözüm getirememiştir.

Sevgi edebiyatı, edebiyatın en geniş şubelerinden biridir. Sevgi ile ilgili binlerce mısra söylenmiş, yorumlar yapılmıştır. Bediüzzaman sanatın ve edebiyatın bu beylik ve klasik konusuna her konuda olduğu gibi farklılık getirmiştir.

Sevgi göstermek kişinin isterse yapacağı, isterse yapmayacağı bir davranış tarzı gibidir. Bediüzzaman ise sevginin iki başlı bir kavram olduğunu vurgulayarak insanı sevgi konusunda zorunlu bir tutuma getirir.

Şu ifadede tanıttırmak ve sevdirmek bağlantısı ile insanın lütfen sevmek değil zorunlu sevmek mecburiyetini anlatır, kurulan mantıki bağın gücü ne kadar sağlıklıdır. Bediüzzaman nasıl duygusal ve romantik bir hazırlayıcı fon ile insanın sevmek zorunda olduğunu, ama bu sevginin baskı ile değil olayların lisan-ı halinin iticiliğiyle olduğunu anlatır: “Evet hiç mümkün müdür ki insan, umum mevcudat içinde ehemmiyetli bir vazifesi, ehemmiyetli bir istidadı olsun da, insanın Rabbi de insana bu kadar muntazam masnuatıyla kendini tanıttırsa, mukabilinde insan iman ile O‘nu tanımazsa; hem bu kadar rahmetin süslü meyveleriyle kendini sevdirse, mukabilinde insan ibadetle kendini ona sevdirmese…“ (Sözler, Onuncu Söz)

Sevgi ve süslemek

Tezyinat süslendirmek demektir. Psikolojik olarak bir şeyi süslemek ona ilgi duymayı sağlar, ilgi de sevgi şeklinde ortaya çıkar. İnsanların süslenmesi bundan ileri gelir. Bu kaideden hareketle On Birinci Söz’de âlem sarayının tarifçisi olan Zat (a.s.m.) ahaliye şu yolda konuşur: “Hem şu tezyinatla kendini size sevdirmek istiyor. Siz dahi O’nun sanatını takdir ve işlerini istihsan ile kendinizi O’na sevdiriniz. Hem bu gördüğünüz ihsanat ile size muhabbetini gösteriyor. Siz dahi itaat ile O’na muhabbet ediniz.

Süslü bir şeyi insanlar ya beğenir ya da beğenmezler. Beğenince takdir ederler. Basit bir süs karşısında tavır alan insanın evi olan koca kâinat insan için süslenmiştir. Bu süslerin sahibini takdir etmesi ihsanları karşısında ona muhabbet, sevgi göstermesi mantıki bir zorunluluktur.

Allah’ın yarattıklarını tezyin etmesi, onların mahiyetine göre onları süslemesi onlara dikkat ve önem verdiğini gösterir: “Hem o perde-i inayet içinde harika tezyinat bilbedahe bir inayet-i tammeyi gösterir. Ve o inayet-i tamme bizzarure inayetkar bir Halık-ı Kerim’i gösterir.“ (Sözler, Otuz Üçüncü Söz) İnsana dikkat ve önem veren Allah’a karşılık insanın da önemsemesi ve kendine düşen sorumluluklara dikkat etmesi gerekir. Bu dikkat ve itina ancak ibadettir.

Kâinatın süslendirilmesi, tezyin edilmesi insanın bu tezyin ve süslemeye karşı tavrını muhabbetle belli etmesi gerekir. Muhabbet ancak sevmeye sevmekle mukabeleyle, karşılık vermekle, ibadetle olur. Sevmenin belirtisi ibadettir. Kâinatı insana hizmetkâr eden Allah’a karşı insanın, bir sembolik hareketle Rabb’ine karşı sevgisini göstermesi gerekir. Göstermeye karşı göstermekle karşılık gerekir.

Daha sonra sevmenin biçimi ve modeli Hz. Peygamber’de (a.s.m.) şekillenmiştir. Yoksa herkesin sevme şekli kendine göre olurdu, bu yüzden sevmenin en ideal şekli Hz. Peygamber’in (a.s.m.) yaptığı ve sergilediği davranış modellerine uymaktır.

Bediüzzaman’ın nasıl mantıklı bir sevgi teması geliştirdiği ortadadır. Ayakları yere değmeyen sevgi edebiyatı değildir onun ki…

Prof. Dr. Himmet Uç

Dua ediyorum ediyorum..

Bir önceki yazımızda bize ihsan edilen nimetlerin bir “şükür ağacı” teşkil ettiğinden bahsetmiş ve “istediğimiz halde bize ihsan edilmeyen nimetler neden verilmiyor?” sorusuyla bitirmiştik.

İçimizden yükselen bir ses: “Dualarımda mükerrer defa istediğim bazı ihtiyaçlarım var, kimseye zararı olmayan bu isteklerim neden verilmiyor, neden dualarım kabul olmuyor?” sorusu ile kalb ve aklımızı meşgul eder.. Bir yanda “duaya devam et” diyen imanımız, diğer yanda hikmeti sorgulayan sabırsız nefsimiz, bizi iki arada bir derede bırakır.. Belki dua ile acizane fakirane Rabbimize dönen kırık gönlümüzün halet-i mahzunanesini rencide eder. Peki nedir duanın aynıyla, hemen kabul edilmeyişindeki hikmet?

İnsaniyetimize tercüman olan Üstad Bediüzzaman Hazretleri bu meseleyi Mesnevi-i Nuriye adlı eserinde şöyle dile getirir:

İ’lem Eyyühel-Aziz! Bazı dualar icabete iktiran etmez, diye iddiada bulunma.

Duama icabet edilmiyor iddiası hakikat değildir.

Çünki dua bir ibadettir. İbadetin semeresi âhirette görünür. Dünyevî maksadlar ise, namaz vakitleri gibi, dualar ibadeti için birer vakittirler. Duaların semeresi değillerdir. Meselâ: Şemsin tutulması küsuf namazına, yağmursuzluk yağmur namazına birer vakittir.” Mesnevi-i Nuriye ( 225 )

Ey aziz kardeşim ve sabırsız nefsim! Duan, yani Halık-ı Zülcelal’inden bir matlubunun tahsilini arz etmen, başlı başına bir ibadettir; duan ile “kulluğunun özü olan” iman şuurunu ifade edersin. Yani dersin ki “benim en gizli hatırat-ı kalbimi işiten ve alemin tamamında tasarrufa muktedir bir Halık’ım var; her hacetimi ben dile getirmeden, farkında bile olmadan imdadıma gönderen o Halık’ım bu isteğimi de elbette görüyor, işitiyor, vakt-i münasipte gönderecek” demiş olursun.

Halık’ı ile böylesine yakın bir münasebeti tesis eden, kuvvetli bir ibadettir dua. İbadet olduğu için de neticesi hususen dar-ı bekada görülür; duanın neticesi mutlaka bu alemde görülmez; ancak bizim uhrevi tarafımızı yani imanımızı, Rabbimize olan intisabımızı kuvvetlendirir. Dünyevi anlamdaki ihtiyaçlarımız bazı hususi duaları yapabilmemiz için gerekli halet-i ruhiyeye girmemize birer zemindir; bizi bazı acizlik ve fakirlik hissiyatına götüren vesilelerdir. O acz ve fakr haletleri ile bir dayanak, bir meded noktası aramaya başlarız; işte o zaman vicdanımız her durumda kendisine imdad ve rahmet edecek İlah’ını bulur ve itminana erer. Eğer o vesileler olmasa idi, nisyandan geldiğimiz için acz ve fakrımızı unutmuş olarak Merci-i Hakikimiz olan Rabbimize nasıl dönecektik? Arayış olmayınca bulma da olmayacak, Rabbini bulamayan bizler de dünya çölünde yapayalnız kaldığımız halet-i vahşiyanesi içinde saadetimizi belki de –Allah muhafaza- iç muvazenemizi kaybedecektik. Bugün duadan uzak olan batı toplumlarındaki psikolojik rahatsızlıklar duanın ve dua vasıtasıyla Halık’ı ile intisab peyda etmenin insan için ne kadar büyük bir ihtiyaç ve nimet olduğuna en zahir bir delildir.

Duamızın aynıyla kabul edilmeyişindeki ilk hikmetin bizi dua ettiğimiz “merciye döndürmek” ve nazarımızı O’nun Kudret, Samediyet vasıflarına çevirmek olduğunu anladık.

Mesnevi’deki kısmın devamında Bediüzzaman Hz. diğer hikmetlere işaret ediyor:

Ve keza zalimlerin tasallutu ve belaların nüzulü, bazı hususî dualara vakittir. Bu vakitler bâki kaldıkça, o namazlar, o dualar yapılır. Eğer bu vakitlerde dünyevî maksadlar hasıl olursa, zâten nurun alâ nur. Ve illâ, icabet duaya iktiran etmedi, diyemezsin. Ancak, henüz vakit inkıza etmemiş, duaya devam lâzımdır, diyebilirsin. Çünki o maksadlar duaların mukaddemesidir, neticesi değillerdir. Cenab-ı Hakk’ın duaların icabetine va’detmesi ise, icabet ayn-ı kabul değildir. Yani, icabet kabulü istilzam etmez. Duaya her halde cevab verilir. Cevabsız bırakılmaz. Matluba olan is’af ise, Mücîbin hikmetine tâbidir. Meselâ: Doktoru çağırdığın zaman, herhalde: “Ne istersin” diye cevab verir. Fakat: “Bu yemeği veya bu ilâcı bana ver” dediğin vakit, bazan verir, bazan hastalığına, mizacına mülayim olmadığından vermez.” Mesnevi-i Nuriye ( 225 )

İcabet duaya iktiran etmedi, duama icabet edilmiyor diyemeyiz; çünkü “اُدْعُونِى اَسْتَجِبْ لَكُمْ ” ayet-i kerimesi ile sabittir ki her duaya cevap vermek vardır; ancak aynını vermek  Rabbimizin hikmetine tabidir. Burada fark etmemiz gereken en mühim nokta şu ki: bizim istek ve heveslerimiz umum kainatın kaderini çizen programın mühendisi değildir.. yani  aleme bizim isteklerimiz değil Rabbimizin hikmeti şekil verir. O zaman “isteklerimizin hayatımıza yön vermesini beklemek” yanlışından kurtulmamız gereklidir. İrademiz yani cüz’i ihtiyarımız kainatta hiçbir şeyi yaratamaz, ancak istemek ve seçmekle bir dua yapar ama neticeyi verip vermemek, yaratıp yaratmamak yine Halık-ı Alemin kudret ve hikmetine tabidir. Bize düşen güzel şeyler istemek, Rabbimizin istediğini istemeye halî, fiilî dua etmektir. Acizlik ve fakirlik içinde yuvarlanan bizlerden beklenen sadece duanın lisanıyla acz ve fakrımızı Rabbimize ilan etmek, rızası dairesinde fiilî duaları yapmaktır. Dualara en muvafık cevabı vermek, hastalığımıza şifa ise neticeyi vermek, şifa değilse vermemek, Halık’ımızın hikmetine bakar.

Hem dua ettiğimiz halde vaktinin ne zaman kaza olacağını yani alemin ne zaman bizim isteğimize uygun vaziyet alacağını bilemediğimizden duaya her halukarda devam etmek gerekir. Bazen dua ile alem değişmez ama biz değişiriz.. Bakarız ki verilmesini istediğimiz şey bizim için uygun değilmiş ya da verilmemesinin çok faydaları varmış. Matlubu istemekten vazgeçip işi Rabbimizin tedbirine bırakmakla tevekkül haleti alırız. Böylece istediğimiz şeyden çok daha yüksek bir iman şuuruna çıkarız ki duanın bir semeresi de bu manevi kemalata vesile olmasıdır.

Duamızın aynıyla kabul edilmeyişinde bir hikmet de:

Adem-i kabul esbabından biri de, duayı ibadet kasdıyla yapmayıp, matlubun tahsiline tahsis ettiğinden aks-ül amel olur. O dua ibadetinde ihlas kırılır, makbul olmaz.” Mesnevi-i Nuriye ( 225 )

 Dua ederken nazarımızı neticeyi elde etmeye hasredip, Rabbimizle intisabımıza kıymet vermeyişimizdir. Böyle bir anlayış, dünyayı ahretten kıymetli; dünya menfaatini kulluğumuzdan ehemmiyetli zannetmek gibi halleri ihsas ettiği için imanımıza ve İslamımıza zıd haletlerdir. İhlası yani ibadetimizin Rabbimizle intisabımıza vesile olma keyfiyetini kırar, neticede o duamız batıl ve neticesiz olur. Eğer duamız makbul olsun istiyorsak en başta bu ihlas şartına riayet etmemiz, “Dünyanın hiçbir metaı Rabbimle olan intisabımdan kıymetli değildir” imani şuurunu kazanmamız gereklidir. Duaya devam ettikçe kalb ve aklımızın bu noktaya çıktığına şahit oluruz.

Çok boyutları olan dua ibadetinde şu noktaya da değinelim:

Mahlukat içinde en cami mahluk insan olduğu için, Rabbimiz bizden bütün dua nevleri ile dua etmemizi ister. Yani kal ile dua edip fiili duayı bir kenara bırakan tembelce bir bekleyiş makbul olmadığı gibi, sebeplere saldırıp neticeyi sebeplerden bekleyen bir fiili dua da makbul değildir. Rabbimizin bizden beklediği bazı çok yüksek dualar vardır ki kal ve fiil duaları da kafi gelmez; halimizle, ihtiyacımızla belki ızdırarla talep etmek gerekir.. Duamızın çeşitliliği, sürekliliği arttıkça Rabbimizle olan intisabımızın kıvamı da artar; imanımız inkişaf eder; neticenin elde edilmesinden ziyade Rabbimizle olan irtibatımız nazarımızda daha ehemmiyetli görünmeye başlar; böylece dua ibadeti bizi varmamız gereken noktaya çıkarmış olur.

Yazımızı makbul bir dua ile bitirelim:

“Yâ Rab! Kusurumuzu afvet, bizi kendine kul kabul et, emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl. Âmîn”

Nabi

www.NurNet.Org

Niçin Risale-i Nur ve Bediüzzaman?

• 1960 Darbesinden sonra, konsey üyesi bir paşa, bir Nur talebesini sorguluyor:

Gazâli’nin, Mevlâna’nın ve Rabbâni’nin kitaplarını okumak yerine, niçin hep Risale-i Nur okuyorsunuz? Niçin Said Nursi’yi seviyorsunuz? Üstelik de bir sürü tatkibata, sorgulamalara, hapislere ve sıkıntılara rağmen, niçin bunda bu kadar çok ısrar ediyorsunuz?…

O Nur talebesi cevap veriyor:

—Ben de size şöyle bir soru sorsam: “Harp konusunda bir sürü zaferlere imzalar atmış olan, neredeyse hiçbir zaman mağlup olmayan Cengiz’in, Hülâgü’nün mücerreb savaş taktiklerini okuyup, o günün başarılı savaş aletleri olan, ok, yay, kılıç, kargı üzerine niçin tatbikat yapmıyorsunuz? Hem çok daha ekonomik olurdu! Bunun yerine binlerce kat maliyetli olan, tank, otomatik silâhlar, heronlar, helikopterler, F16’lar, veya rampa füzeleri, yüzlerce savaş gemilerinden oluşan donanmalara niçin bir sürü masraflar ediyorsunuz? Bu konuda niçin bu kadar ısrar ediyorsunuz?

Paşa kendinden gayet emin bir şekilde cevap verir:

—“O günün şartlarına göre en modern silahlar onlarmış! Muhatap düşmanlarda bile o silahlardan üstün silah yokmuş! Fakat; bugün düşmanlarımızın her birinde ok, yay, kılıç yerine, elektronik donanımlı ağır silahlar mevcuttur. Israrımızın sebebi de, düşmana mağlup olma ihtimalini ortadan kaldırmak için, günümüzün şartlarına göre en donanımlı bir orduya sahip olmaktır…”

O Nur talebesi tekrar cevap veriyor:

• -“İşte paşa, kendi sorunuzun cevabını kendiniz vermiş oldunuz.

İmamı Gazali veya Mevlâna Hz.’nin döneminde, halkın çoğunluğu kâmil bir imana sahip oldukları için, nâfile ibadetler, zikirler ve akâid konusunda talep edilen o eserlere ihtiyaç vardı. O kitaplar, o günün insanını sıratı müstakimde tutmağa çok rahat yetiyordu. Oysa bu gün, Erkân-ı İmaniyeye dolu-dizginolarak her yönden taarruz ediliyor. (Erkân-ı İmaniye: Allaha, Meleklere, Kitaplara, Peygamberlere, Ahiret gününe, Kadere v.d. iman şartlarıdır.)

Bediüzzaman Hz.’de işte bu günün şartlarına göre donanımlı bir şekilde gönderilmiş, seçkin bir İslâm âlimidir. Bu Risale-i Nur eserleri de sizin bu günkü modern savunma silâhlarınız gibi, en âcil ve mübrem ihtiyaçlarımızdır. Ateizme, anarşizme, tembelliğe, cehâlete, kısacası imansızlığa karşı modern ilim ve metotlarla donatılmış eserlerdir. İşte bu nedenle bizler, her ne bahasına olursa olsun, Risale-i Nur eserlerini okumada ısrar ediyoruz…”

***

Bu anekdotu daha yeni dinlediğim için, siz dostlarımla paylaşmak istedim.

Ancak konu konuyu açtığı için, ‘Bediüzzaman Hz.’nin uluslararası rağbet bakımından niçin zirvede olma sebebini’ de, bir nebze arz etmek istiyorum:

• Bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber (s.a.v.): “Allah c.c., bu ümmet için her yüz senede bir, dini tecdîd edip yenileyecek kimse(ler) gönderecektir” şeklinde müjdelemektedir.

Bu hadisi şerifin mûcibince, daha ilk asırdan itibaren müceddidler beklenmiş olup, birinci asır müceddidi olarak Ömer İbn-ü Abdilaziz kabul edilmiştir.

Çeşitli zâtlar da, müteakip asırların müceddidi olduğu, ehl-i ilim tarafından hep bilinmiş ve bildirilmiştir. Bâzı kimselerce, bir kısım ilim ve hamiyet sahiplerinin, yani farklı kişilerin müceddid bilinmesi veya zannedilmesi, din açısından ve sınav gereği normaldir. Kınamak, tahkir etmek ve hatâkarlıkla itham etmek mümkün değildir. Bu nedenle hiç kimsenin, kesin bir dille: “Falan asrın müceddidi falancadır” demeye, bir başka iddiayı bâtıllıkla itham etmeye de hakkı yoktur.

(Prof. Dr. İbrahim CANAN: Kütüb-ü Site Muhtasarı, 14. cilt, s.266)

İşte bu nedenle, her birini sırasıyla saymanın pek önemi yoktur. Bizler, sadece kendi asrımızın müceddidini sağlıklı bir şekilde araştırmak ve bilmek zorundayız.

Gâliben ve ittifakla kabul edilen müceddidlerden bir kısmını hatırlayalım.

Ömer İbnu Abdilaziz, İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe, İ.Şâfî, İmam Ebu’l-Hasan el-Eş’arî, Ahmed İsferanî, İ.Rabbanî, Celâleddînü’s-Süyûtî, İ.Gazâlî, Fahruddîn Razî, Takyuddin b. Dakîki’l-Iyd, İmam Bulkînî, A.K. Geylânî, Mevlânâ C. Rûmî, Hâlid-i Bağdadi, ve Bediüzzaman Said Nursi Hz.’dir…

• Bizler de; 15. hicrî asrın muâsırları olarak ve öncelikle, ittifakla kabul edilen Bediüzzaman Hz.’ni tanımak, ona kulak kabartmak ve onun açtığı ekolün birer talebesi ve sevdalısı olmak durumundayız.

Diğerlerini de bilmek ve sevmek elbette güzeldir. Ancak, asrımızın müceddidini çok iyi bilmek, onu tanımak, ona uymak ve açtığı ekolü yakından izlemek bir vazifedir ve zarurettir.

• Nasıl ki; İstanbul’un ilk valisinin Esad Bey, ikinci valisinin ise Ali Haydar Yuluğ olduğunu bilmek elbette güzeldir.

Fakat bugünkü valimiz olan HÜSEYİN AVNİ MUTLU’NUN her sözünü, her direktiflerini, emir veya yasaklarını yakından takip edip, ciddiye alarak uygulamak zorunluluğu vardır. Bunun için de, muâsır İstanbullu olarak onu “tanımak” şarttır.

İşte aynen bunun gibi, her Müslüman için de asrımızın bedîsi kabul edilen Bediüzzaman ve Risale-i Nur çok önemlidir.

• Bediüzzamanı tanımak ve Kur’ân’dan çıkardığı, asrımızı yakından ilgilendiren âyetlerin tefsirlerini ve Yüce Rabbimizin asrımıza ait mesajlarını ve reçetelerini çok iyi anlamak zorunluluğu vardır…

Asrımızın müceddidi kabul edilen Bediüzzaman Hz.’nin de, “sınav gereği” çok çetin mücadelelerle, hapislerle ve zehirlenmelerle geçen, çok ilginç, ibretlik ve çileli bir hayatı vardır. Bu gün sinemalarda (700 ayrı salonda) “HÜR ADAM” adıyla izlenmektedir.

Henüz bu filmi izlemeyenler için hatırlatıyorum: Bu film her Müslüman için çok önemlidir ve onu biraz olsun tanımak için büyük bir fırsattır…

***

• Bir başka ibretlik anekdot ile konumuzu taçlandıralım:

Yine o dönemde bir nur talebesi asteğmen, bir binbaşıya namaz kılarken yakalanıyor. Binbaşı omzundaki yıldızlarını göstererek, hiddetle; “..ben seni ‘burada namaz kılmayacaksın’ diye, daha önce ikaz etmedim mi?!…

Yedek subay gayet sakin olarak cevap verir:

-“Komutanım, bir taraftan Kâinattaki milyarlarca devâsâ yıldızların ve galâksilerin sahibi ve onları sapan taşı gibi eviren-çeviren Yüce Kudret bize, NEREDE OLURSANIZ OLUN, ŞU VAKİTLERDE NAMAZ KILINIZ buyuruyor. Siz ise o üç tane küçücük metal yıldızı göstererek, ‘burada namaz kılmayacaksınız’ diyorsunuz. Benim yerimde siz olsanız, ne yapardınız?…

Allaha Emanet Olunuz…

A.Raif Öztürk / Moral Haber

Said Nursî “Bana yazdırıldı” derken Peygamberlik mi iddia eder?

Söylemedi demeyin. Aşağıda okuyacağınız, katılıp katılmamakta tereddüt edeceğiniz ifadeler herhangi bir ilahiyatçı ya da tıpçıyı hedeflemiyor. Yazıda sadece “ilahiyatçılık” ya da “tıpçılık” tarif edilmeye çalışılıyor.

İlahiyatçılık” ya da “tıpçılık” bir tavrın adıdır. Öyle ki, “ilahiyatçı” olmak için ilahiyatçı olmak gerekmediği gibi, tıp doktoru olmayanlardan da “tıpçı” olmak beklenebilir. İlahiyat ya da tıp eğitimi alan ya da veren muhterem insanları kınamak değil elbette maksadım, ancak ilahiyatçı ya da tıpçıları da etkileyebilecek bir savrulmaya dikkat çekmeye niyetliyim.

Şöyle ki: Tıpçılar nasıl insanın selameti için insanı kadavralaştırıyorsa, ilahiyatçılar da dini biçimsel kategorilere ayırırlar. Ben de bir tıpçı olarak gayet iyi biliyorum ki, kadavra üzerinde çalışırken de, yoğun bakımda ya da acil serviste bir insanın hayatın kurtarmaya çalışırken de insanla samimi olmak zorunda değildir hekim. Cerrahlar insanın kendisine muhatap olmadan, muhatap olmak zorunda kalmadan, muhatap olmaya ihtiyaç duymadan, insanın gözünü, dizini, beynini opere edebilir. Bazen bu istenir bile. Hekimler insanın kendisiyle oyalanmadan ve tanışmadan ““lerini daha iyi yapabilirler. Aynı şekilde ilahiyatçı da bir ayetin kelimelerini hece hece inceleyebilir, kelimelerin etimolojisine derinlemesine nüfuz edebilir, bir hadisin rivayet zinciri üzerinde uzun tezler yazabilir. Ancak bu sırada ayete ve hadise muhatap olmayabilir, muhatap olmamayı bir eksiklik saymayabilir, hatta muhatap olmamayı işinin gereği sayabilir. Çünkü ilahiyatçı da tıpçı da operasyon adamıdır, eylem uzmanıdır. Tıpkı taksiciler gibidirler. Taksici kimin nereye, niye gittiğiyle ilgilenmez, ilgilenmek zorunda değildir, ilgilenmemesi gerekir. Taksici operasyonunu yapar; şehrin hangi semtinde güzel yemek yeneceği, hangi sahilde daha keyifli gezileceği müşteriyi ilgilendirir. Taksicinin müşterisine verebileceği en iyi hizmet, sokakları, caddeleri, çıkmazları, meydanları avucunun içi gibi bilmektir. Sözgelimi, bir hadisçi, bir hadisin nerede, kime, nasıl, hangi kanaldan, kaç versiyonla geldiğini, zayıf mı, sahih mi, mevzu mu ince ince bilir, söyler. Ancak bu sırada sözün neyi kastettiğini tatmak aklına gelmese de olur. Hadisçi hadisin tadını almadan doktora tezi bile yazabilir, yazdırabilir. İlahiyatçıya göre, mesela bir ayetle samimi ilişki kurmanın adı “tasavvufi bakış açısı“dır; sadece bir açı farkı olarak kaydetmek zorundadır bu içtenliği. Nefsin hallerini sayabilir, saymalıdır ama “emmare” olan nefsini “mutmainne” olarak yaşamak ilahiyat müfredatında yoktur; olması gerekmez, olmaması gerekebilir. İlahiyatçı içtiği suyun tadına değil etiketine bakmakla yükümlüdür; suyun tadına aşina olma zorunluluğu yoktur. Hamidiye suyunun üzerine Çırçır suyu etiketi yapıştırırsanız, suyu Çırçır olarak tarif edecektir. Çırçır suyu etiketli bir suyun, Hamidiye suyu da olabileceği iddialarını “zayıf” ve “mevzu” olarak tanımlayacaktır. İlahiyatçı, mesela Mevlana’nın hadis kitaplarında yer bulmayan hadisleri çokça zikretmesine, hatta tüm davasını o hadislerin anlamı üzerine inşa etmesine mesafeli bakacaktır. Hadis sahih değilse, hadisçiye göre, hadise dair yorumlar da sahih olmaktan çıkacaktır. İlle de gönül adamı olacaksa, bunu ilahiyatçı kimliğinin dışında bir alana geçerek yapmak zorundadır. Oysa Mevlana da Geylani de, Gazali de Nursi de Peygamber sözlerinin tiryakisidir. Tiryakiler sözü tadından tanır; etiketinden değil. O söz teknik olarak sahih hadis sayılmasa da, bir sözün peygamberî tavır içinde karşılık bulacağı anlamlar arar, bulur. Bu konuda “Sen olmasaydın, sen olmasaydın…” diye başlayan “Levlâke…” hadisi çarpıcı bir örnektir. İlahiyatçılığın sıkı disiplini bu söze hadis kaynaklarında net olarak yer verilmemesi üzerine sadece susar, “sahih” olmadığı notunu düşmekle yetinir. Fazlası disiplin dışına çıkmak demeye gelir. Sözün kendisiyle ancak laboratuvar şartlarında muhatap olmak zorundadır ilahiyatçı. Sözü yüreğine değdirmek, gönlünde bu sözün anlam alanına tekabül edecek bir hakikat aramak ilahiyatçı olarak işi değildir.

Şu halde ilahiyatçı tavrını hakkıyla benimsemiş bir ilahiyatçıdan Said Nursi’nin “bana yazdırıldı...” “kalbe ihtar edildi…” türünden, hakikatle samimiyet ilişkisini anlaması ve tartması beklenemez. Tartmaya kalkarsa, ancak teknik olarak tartar; en iyi ihtimalle “peygamberlik iddiası” kapsamında yorumlanabilmesine ses çıkarmaz, bir de şahsi hesabı varsa, “peygamberlik iddiası” kapsamına koyuverir.

Said Nursî, İmam Ali’nin [ra] eserlerinde Risale-i Nur’a dair işaretler olduğunu kaydeder; açıkça vurgular, talebelerine anlatır. Elbette ki bunu da Risale-i Nur’a dokunulmaz “kutsal kitap” statüsü kazandırmak için değil, İmam’ın kerameti adına söyler. Kaldı ki Said Nursî, sırf Risaleleri okuyup yazmalarından ötürü insafsız mahkemelerce idam iddiasıyla yargılanan talebelerine moral destek sağlamak için bu işaretlerin altını çizer, ama ilahiyatçının bu zamandan o zamana bakışı son derece soğukkanlı olacaktır. Said Nursî ve talebeleriyle empati kuracak insaf ve anlayışını esirgerse, kimse ilahiyatçıya bir şey diyemez, insaf meslek gereği değildir. İmam Ali’nin [ra], harf devrimleriyle ve yasaklarla kaynak çoraklığı yaşandığı bir dönemde, Kur’ân’la bizi doğrudan tanıştıran, bize Kur’ân’a dışarıdan baktırmaktan öte bize Kur’ân’la bakmayı öğreten bir esere manevi ilgisini görmemek meslek erbabı için kusur değildir. İlahiyatçı olarak haklıdır. Kalbinizi çok teknik bir operasyonla yeniden çalıştıran bir cerrahtan niye bir de tebessüm bekleyesiniz?

İnsanî nezaketi takınarak bakarsanız, “Bana yazdırıldı…” ve “Kalbe ihtar edildi…” gibi cümlelerin tekebbür için değil tevazu sonucu söylendiğini anlamakta zorlanmazsınız. Tıpkı “ben çok günahkârım…” diyen bir adamın, “ben”le başlayan cümlesini “o” diye başlayan cümleye dönüştürdüğünüzde gramatik bilgi hatası yapmadığınız halde, nezaket hatası yapmanız gibi. Bir insan “Ben günahkârım” derken, kendi iç dünyasının gerçekliği üzerinden kendini bağlayan bir bildirimde bulunur. Onun kendi sübjektif algısında “günah” diye algıladığı sizin “günah” diye algıladığınızla eşleşmiyor olabilir. Onun “ben günahkârım” deyişi ile sizin “ben günahkârım” deyişi aynı nesnel gerçeği ifade etmez. O halde, bu cümleyi “o günahkârdır” diye tercüme edemezsiniz; çünkü onun günah diye kastettiğini ancak o bilir, o anlar. “Bana bildirildi…” cümlesi de ancak “ben” öznesiyle nakledilmelidir. Söz sahibinin iç gerçekliğiyle ilgilidir. Bu cümleyi “Said Nursi’ye bildirildi, yazdırıldı…” diye çevirirseniz, tartışılır bir nesnel gerçeklik olarak algılarsınız.

İlle de ilahiyatçılara anlatmak gerekirse, “Sen attığında, sen atmadın; velakin atan Allah’tır” mealindeki ayetin ekseninde söylenmiş olamaz mı bu cümle? Atma eylemini tercih eden insandır; ama eylemi yaratan Allah’tır. Aynı şekilde, yazma eylemini de var eden, yaratan Allah’tır. Tercih eden Said Nursî’dir. İş bu kadar kolayca anlaşılabilecekken, işi yokuşa sürme, bin dereden su getirme niyeti pekâlâ başka türlü yorumların malzemesi de yapabilir bu cümleyi. Bu da, yorum sahibinin Said Nursî’nin ne söylediğiyle değil, Said Nursî’nin söylediğinden ne anla(t)mak istediğiyle ilgilidir.

Hem sonra “kalbe ihtar edildi...” sözüne kim hangi hakla karşı çıkar? Allah kulunun kalbinden bihaber midir? İnsaf, sadece insaf! “Kalbe ihtar edildi” demek kalbine ihtar edileni büyütmez, kalbe ihtar edenin keremini ve ilmini, rahmetini ve ihsanını hissettirir.

Said Nursî sözlerinden peygamberlik iması çıkarmaya kalkmak, ciddi bir yetersizliğin de ucunu gösterir. Aklınızdaki algılama çerçevesi yeterince geniş değilse, her türlü veriyi bu çerçeveye sığdırmaya çalışırsınız. Gerçekliğin kolu bacağı çerçevenizin dışında kalırsa, inkâr eder, yok sayar; biraz daha ileri gider saçmalıkla etiketleyebilirsiniz. Bu da bir gerçekliktir; kim ne diyebilir? Oysa veriler değildir saçma olan, veriyi algılayan aklın anlam alanında verilerin kendine yer edinememesidir. Şöyle anlatayım: Eğer, bakırcılıkla meşgulseniz, her türlü değeri sadece bakırla ölçersiniz. Yediğiniz ekmeği de, giydiğiniz elbiseyi de… Altından bihaberseniz, altın’ı unutmuşsanız tek yapacağınız budur. Aynı şekilde, kafanızda sadece kibirlenme/büyüklenme çerçevesi yer etmişse, hele bir de gökten yere dokunuşların cümlesini “vahyin inişi” kapsamında algılayacak esneklikten yoksunsanız, “vahiy” deyince aklınıza sadece doktora tezlerinin başını süsleyen lügat tanımları geliyorsa, Said Nursî’nin bu cümlelerini tekebbüre, büyüklenmeye yormaktan başka seçeneğiniz kalmaz. Kategorize düşünen bir aklın “bana yazdırıldı..”lardan anlayacağı tek şey “bana peygamber gibi vahiy indirildi” iması olacaktır. Bu şekilde inşa edilmiş bir aklın terazisinde başka türlü bir değer tartılmaz.

Şimdi “Bunlar da benim kalbime ihtar edildi; bana da bunlar yazdırıldı” deyiversem, “bana vahiy geldi” mi demek isterim?

Senai Demirci

Önemli Olan, Allah’ı Memnun Edebilmektir

İhlas, her şeyin Allah’ın rızası için yapılması demektir ve mü’minler için çok mühim ve yegane kuvvet kaynağıdır. Bir insan, Allah için değil de para için, makam için, mal için bir şeyler yapsa; bunların hepsinin sonu vardır yani kırılacak şişeler hükmündedir.

Fakat Allah rızası için yapılan her iş, baki elmas hükmüne geçiyor. Şu kısa hayat yolculuğunda önemli olan Allah’ı memnun edebilmektir. Çünkü herkesi memnun etmek, hem bir şeye yaramaz, hem de mümkün değildir. İşte Allah’a asker olmak demek, Allah’ın rızasını kazanmaya çalışmaktır. Allah’ın rızasını kazandıktan sonra Allah dilerse insanları da bizden hoşnut eder…

Ben 20 sene askerlik yaptım. Asker emeklisiyim. Askerlikte en önemli nokta disiplindir. Disiplin, kumandana itaat etmek demektir. İnsan rüyalardaki gibi çok hoş çok güzel bir hayat yaşayabilir. Aynı insan savaşta ölmeye razı olabilir. İşte askerlik, hayatın en güzel halinden en zor haline kadar yaşanan bir meslektir. Asker, her durumda her halde kumandana itaat etmek zorundadır. İtaat etmezse askerlik biter. Sabah altıda kalk borusu çaldığında yatağından ok gibi fırlar, birkaç dakika içinde yatağını düzeltir, silahını, kasaturasını kuşanır, “gece nöbet tuttum, çok yorgunum” diyemez.

Amerika’daki askerlik günlerim dün gibi aklımda…

Sabah kahvaltısını fıstık ezmesiyle yapıyorduk. En güzel yemekleri yiyorduk. Her imkân var. Çift maaş alıyorduk. Biri Türkiye’den, biri Amerika’dan… Yani para da bol…

Amma öyle bir yerdeyiz ki, günah da bol!..

İşte orada Müslümanca yaşayıp yaşamamak ortaya çıktı. Sadece Müslüman olmak yetmiyor. Organlarımızı da tek tek Müslüman etmek meselesi var… İnsan bu organların hesabını verecektir. Allah sana göz verdi, ne okudun? Kulak verdi, neleri dinledin? Ellerin hayra mı yetişti, harama mı? Ayakların iyiliğe mi koştu, kötülüğe mi? Paranla günahı mı satın aldın, sevabı mı? Çekirdeği diriltip ağaç yapan Allah, öldükten sonra da bizi diriltecek, hayatımızın hesabını tek tek soracaktır.

İslamiyet ölçülü hürriyettir. Zaten ölçüsüz hürriyet, anarşizmdir. Müslüman’ın tek zinciri vardır: Onu, Allah’a bağlayan iman zinciri…

İman zincirini kabul etmeyen insan, beşeri ideolojilerin ve beşeri fikirlerin kölelik zincirlerini takmış takıştırmıştır. Allah’a köle olmayanlar, başkalarına köle olurlar. İslamiyet’i övmek yetmez. Önemli olan onu yaşamaktır.

Bediüzzaman Hazretleri buyuruyor ki: “Cenab-ı Hak, hizmetin mükâfatını, hizmet içinde derc etmiştir.” Allah’a itaat etmek zor görünse de onun lezzeti başka hiçbir şeyde yoktur…

Hekimoğlu İsmail / Zaman Gazetesi