Kategori arşivi: Risale Çalışmaları

Müslümanların Başına Gelenlerin Bediüzzamanca Yorumu

Misalîler mec­li­si, o meclisin reisi tekrar sordu. Hem dedi:

Hangi ef’âlinizle kazaya, hem kadere şöyle fetvâ verdiniz ki, kazâ-i İlâhî mu­si­betle hükmetti, sizleri hırpaladı?

Hata-yı ekseriyet olur sebep daima musibet-i âmmeye. Dedim:

Beşerin dalâlet-i fikrîsi, Nemrudâne inadı,

Firavunâne gururu şişti şişti zeminde, yetişti semâvâta. Hem de dokundu has­sas sırr-ı hilkate.

Semâvâttan indirdi

Tufan, tâun misali, şu harbin zelzelesi, gâvura yapıştırdı semâvî bir silleyi. De­mek ki şu musibet bütün beşer musibetiydi.

Nev’en umuma şamil, bir müşterek sebebi, maddiyyunluktan gelen dalâlet-i fik­ri idi. Hürriyet-i hayvânî, hevânın istibdadı.

Beş vakit namaz için yalnız o saati, bizden yine bizim için emretti, hem istedi. Tembellikle terk ettik, gafletle ihmal oldu.

Şöyle de ceza gördük: Beş senede, yirmi dört saatte daima tâlim ve meşakkat­le tahrik ve koşturmakla bir nevi namaz kıldırdı.

Biri müsbet ve ihtiyarî; biri menfi, ıztırarî. Bütün âlâm, mesâib, a’mâl-i sali­ha­dır; lâkin menfidir, ıztırarî. Hadis teselli verdi.

Bu millet-i günahkâr kanıyla abdest aldı, fiilî bir tevbe etti. Mükâfât-ı âcili: Şu milletin humsu dört milyonu çıkardı, derece-i velâyet, mertebe-i şehadet ile gazilik verdi, günahı sildi.

Said Nursi

Misaliler Meclisi’nin, Birinci Dünya Savaşı ile başımıza gelen musibet ve felâketin hikmetini sorup kader sırrını araştırmasına karşılık verilen cevap çok enteresandır…

Allah nimet verdikçe insanlığa düşen vazife bunlara karşı şükür ve hamd ile karşılık vermektir. Oysa insanlar bilhassa Cenâb-ı Hakk’ın fen, teknik ve teknoloji yoluyla yaptığı müthiş ihsanlara nan­körce cevap verdiler. Aynen Karun’un “Ben bunları ilmimle elde ettim.” (Kassas, 28/78) demesi gibi bir tavır aldılar. Bilhassa uçakların yapılması ile göklere çıktıkça Firavunluk ve Nemrudluk damarları kabarmaya başladı: “Beşerin dalâlet-i fikrisi, Nemrudâne inadı, Firavunâne gururu şişti şişti zeminde, yetişti semâvata.” Artık “Gökleri bir kâğıt gibi deleceğiz ve Tanrı’nın yokluğunu ispat edeceğiz!” demeye başladılar. Nitekim Firavun da veziri Hamânâ “Bana bir kule yap, bakalım Musa’nın iddia ettiği gibi göklerde bir ilâh var mı araştıralım?” (Mu’min, 40/36) demişti. (Günümüzde Rus astronota Gagari’nin de benzer bir iddiasının olduğu söylenmişti.) Tabii bu sözler “Dokundu hassas sırr-ı hilkate.

Evet, insanın yaratılış hikmeti böyle bir nankörlük değildi. Onun için de “Semavattan indirdi tufan, taun misali, şu harbin zelzelesi, gavura yapıştırdı semavî bir silleyi.” Cenâb-ı Hak, insanlar azıp taşınca yerden gökten belâlarını yağdırır. Sodom ve Gomore’de, Lut kavmine ve diğer Ad ve Semud kavimlerine olduğu gibi… Ama bazen bunu teröristin elinde bombanın patlaması gibi, teknoloji ile küfrân-ı nimet edip şişiren insanların ellerinde aynı şeyleri patlatmakla veya ellerindeki gelişmiş silâhlan birbirlerinin kafalarına vurdurmakla yapar. Ama bunu anlama­yan zavallılar bunun İlâhî bir sille, unutulmaz bir ceza olduğunu bir türlü akıl edemezler. “Demek ki, şu musibet, bütün beşer musibetiydi. Nev’en umuma şâmil. Bir müşterek sebebi; maddîyunluktan gelen dalâlet fikriy­di, hürriyet-i hayvani, hevanın istibdadı.

Birinci ve ikinci Dünya Savaşı bütün insanlığı derinden sarsmıştı. Allah’ın medeniyetin imkânları ile bağışladığı (aslında ilhamen ikram ettiği) nimetlerin ve meyvelerin şükrü edâ edilmemiş olduğunu Cenâb-ı Hak Hz. Süleyman ile bir misal ver­mektedir:

Daha sonra Süleyman onların (Saba Melikesi Belkis ve adamlarının) ita­atlerini bildirmek üzere huzuruna geleceklerini öğrenince yanındaki danış­manlarına: ‘Değerli danışmanlarım, onların itaat içinde huzuruma gelme­lerinden önce içinizden kim onun tahtını bana getirebilir?’ dedi. Cinlerden mağrur ve iddiacı bir ifrit: ‘Ben, dedi sen makamından kalkmadan, onu sana getirebilirim. Benim onu taşımaya gücüm yeter, hem de zayi etmeden güvenilir tarzda getirecek emin bir kimseyim.’ dedi. Ama yanında ki­taptan ilim olan bir zât da: ‘Ben, sen gözünü açıp kapamadan onu getire­bilirim.’ der demez, Süleyman Kraliçenin tahtının yanıbaşında durduğunu görür. Bunun üzerine şu ayeti okur: ‘Bu, Rabbimin lütuflarından, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlerden mi olacağım diye beni sınamak içindir bu nimet. Şükreden sadece kendi lehine olarak şükreder, nankörlük eden ise bilmelidir ki, Rabbim onun şükründen müstağnidir, şükrüne ihtiyacı yoktur, ihsan ve keremi boldur.‘” (Neml, 27/38-40)

Acaba bizim suçumuz neydi?

Hissemizin sebebi, erkân-ı İslâm’da ihmal ve terkimizdi. Zira Hâlık-ı Teala yirmi dört saatten bir saati istedi. Beş vakit namaz için, yalnız o saati, bizden yine bizim için emretti, hem istedi. Tembellikle terk ettik, gafletle ihmal oldu. Şöyle de ceza gördük: Beş senede, yirmi dört saatte daima talim ve meşakkatle tahrik ve koşturmakla bir nevi namaz kıldırdı. Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık, keffâreten beş sene cebren oruç tutturdu. Kendi verdiği malından, kırkın­dan, ya da onundan birini zekât istedi. Buhl ile, hem zulmettik, haramı karıştırdık, ihtiyarla vermedik. O da bizden aldırdı müterakim zekâtı. Haramdan da kurtardı.

Peki neden böyle bir ceza uygun bulundu?

Amel, cins-i cezadır. Ceza, cins-i ameldir.

Burada namaz, oruç ve zekât sayıldığı hâlde acaba niçin hacdan söz edilmedi?

Hac ile ilgili hususu Sünuhat isimli eserinde açıklamaktadır:

Rüya hacda sükut etti. Çünkü, haccın ve ondaki hikmetin ihmali, musi­beti değil, gazap ve kahrı celbetti. Cezası da keffaretü’z zunub (günahlara kefaret) değil, kessaretü’z zunub (günahları çoğaltma) oldu. Haccın bilhassa tanışmakla fikir birliğine ulaşmayı, yardımlaşma ile çalışmaları ortak hâle getirmeyi tazammun eden içindeki İslâm’ın yüce siyasetinin ve çok geniş içtimaî faydaların ihmalidir ki, düşmana milyonlarla İslâm’ı, İslâm aleyhinde kullanmaya zemin hazırladı.

İşte Hind, düşman zanne­derek, hâlbuki pederini öldürmüş, başında oturmuş bağırıyor. (İngilizler, Hindli Müslümanları, Halifenizle ittifak halindeyiz, savaşa katılın diye karşımıza çıkarmışlardı. Çoğunun aklı başına ancak Çanakkale’de, İstanbul’da ezan seslerini duyunca geldi.)

İşte Tatar, Kafkas., öldürülmesine yardım ettiği şahsın, biçare valideleri olduğunu, ‘Basra harap olduktan sonra’ anlıyor. Ayak ucunda ağlıyorlar. (Onlar da Rusların benzer bir oyununa gelmişlerdi)

İşte Arap, yanlışlıkla kahraman kardeşini öldürüp hayretinden ağlamayı da bilmiyor. (Meşhur İngiliz casusu Lâvrens’in kışkırtmalarına katılıp ihanete ortak oldular.)

İşte Afrika, biraderi tanımayarak öldürdü, şimdi vaveyla (feryat) ediyor.

İşte Alem-i İslâm, bayraktar oğlunun (Osmanlı’nın) gafletle bilmeyerek öldürülmesine yardım etti. Valide gibi saçlarını çekip ah-u fizar ediyor. Milyonlarla ehl-i İslâm, tamamen hayır olan hac seferi için yola koyulmak yerine, tamamen şer olan düşman bayrağı altında dünyada uzun seyahat­ler ettirildi. İbret alınız.”

Gazap ve kahır cezalarından farklı olarak musibederin hem kefaret olma, hem de sevaba vesile olma gibi bir özelliği var. Acaba bu meselede nasıl bir tecelli oldu?

Bütün elemler ve musibeder, salih amellerdir. (…) Bu günahkar millet (Birinci Dünya Savaşı’nda) kanıyla abdest aldı, fiili bir tövbe etti. Acil olarak mükâfatı, şu milletin beşte biri olan dört milyonunu evliyalık dere­cesine, şehitlik mertebesine çıkararak gazilik verdi, günahı sildi.

Abdullah Aymaz

Maddi ve manevi rızkınızın artmasını ister misiniz?

Maddi ve manevi rızkınızın artmasını ister misiniz?

Şükredin..

Evet, içinizden gelmese de; daha pek çok isteğim yerine gelmedi; eksiklerim ihtiyaçlarım diz boyu; dua ediyorum ediyorum  bir türlü isteklerim verilmedi deseniz de.. Şükredin..

Elhamdülillah.. Elhamdülillah.. Elhamdülillah..

Niye mi?

Bediüzzaman Hz(RA): “Şükür, nimeti ziyadeleştirir” diyor. (1)

Şükür, maya gibidir; az olan bir nimete şükür mayası katılınca nimet ziyadeleşir; bu Cenab-ı Hakk’ın madde alemindeki tasarrufunda külli bir kaidedir. Nasıl ki dünyada  yer çekimi kanunu var, her şey ona göre hareket ediyor; aynı bunun gibi maddeye hükmeden melekut aleminde de bazı kanunlar var ki bugün idrak edeceğimiz “Şükür kanunu” onlardan bir tanesi.

Peki neye şükredelim?

Bu yazıyı okuyabildiğimize göre “göz ve akıl” nimetlerinden başlayabiliriz.

Bana verdiğin şu bir çift gören göz nimetin için; bana varlıkları anlamamı sağlayan ve menfaat ve zararımı ayırt ettiren akıl nimetin için, çok şükür Ya Rabbi!

“Bu öğün de karnımı helal rızıkla doyurduğun; ne yiyeceğim diye kara kara düşündürmediğin için, şükür Ya Rabbi!”

Şükrün geniş kapısından hepimizin sahip olduğu ve çokça istifade ettiğimiz bu iki nimetle girmiş olduk. Bakalım bu kapının açıldığı alemde başka neler var..

Şükrün tarifini yaparken Bediüzzaman Hz(RA): “İşte ona(Mün’im-i Hakiki’ye) teşekkür etmek; o nimetleri doğrudan doğruya ondan bilmek, o nimetlerin kıymetini takdir etmek ve o nimetlere kendi ihtiyacını hissetmekle olur” diyor. (2)

Nelere ihtiyaç hissediyoruz ve onlar verildikçe bizim için “nimetler” sırasına geçiyorlar?

Başımızı sokacak bir ev, kimseye muhtaç olmayacak kadar geçim bolluğu yani maddi rızık, meşgul olacağımız bir iş, zaman, sıhhat, sevdiklerimiz yani anne, baba, eş, çocuk, akraba, taallukat, arkadaşlar, dostlar, sonra daha iç alemimizde huzur, isabetli fikir, Allah’a yakın bir kalp, Kur’an ilmi vb. çok uzun bir ihtiyaç listesi yazabiliriz. Bunların hepsine tamamen olmasa da çoğuna kısmen sahibiz, değil mi? Öyleyse “sahip olduklarım” diye bir liste daha yapsak kaç madde çıkar? Yukarıdakilere ilaveten hepimizin en az 5 maddesi daha çıkacaktır. Öyleyse.. pek de fakir biri sayılmayız.

Listemizdekileri tek tek inceleyip bizim için ifade ettikleri kıymete bakacak olursak:Benim aslında epey çok şeyim varmış.. Az zengin birisi değilmişim.. Hatta eski asırlarda yaşamış padişahların saraylarından daha konforlu bir evim, daha lezzetli yiyeceklerim, daha çok bilgiye sahip olma imkanım var. Maddi ve manevi varlıklar yönünden epey imkanları olan birisiyimdiye düşünmeye başlarız.

Hatta sağlık nimetini düşününce “Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” Kanuni Sultan Süleyman Han’ın meşhur sözünü söyleriz.

Şükür kapısıyla girdiğimiz bu alemdeki seyahatimize biraz daha devam edelim..

İçinde yaşadığımız bu dünyada kendisine maddi, manevi nimetler verilen sadece “biz” miyiz? Etrafımızdaki tüm insanların da bizim gibi upuzun bir “sahip olduklarım” listesi var.. ve bu liste sürekli değişip tazeleniyor; yaşa, duruma göre nimetler farklılaşıyor, artırılıyor azaltılıyor ama herkese ihtiyaçları nisbetinde bir “ihtiyacını karşılama” muamelesi yapılıyor, değil mi?

İşte bu herkese, hatta her canlıya, bitkiye, hayvana yapılan nimet verme, nimetlendirme muamelesine Bediüzzaman Hz(RA) Kur’an’daki tabiri ile “in’am fiili” demiş. Kainatta her canlı ve cansızın ihtiyaçlarını görüp, bilen ve münasibince karşılayan fiil, in’am fiilidir. Nimetten o nimeti bize veren eli yani nimetlendirme muamelesini fark etmemiz ise meseleye tefekküri şuurumuzun dahil olmasıyla hakiki manada bir şükürdür. (3)

Şimdi kocaman, azametli bir ağaç hayal edelim. Fark etmeye başladığımız “nimet verme” fiilinin bize verdiği bütün nimetleri o ağacın dallarının uçlarına takalım. Ağacımızın üst dallarında üzerinde yaşadığımız dünyamız, Samanyolu, güneş, toprak, su, hava, bitkiler, hayvanlar gibi herkesin istifade ettiği nimetler olsun. Alt dallarında ise anne-baba-aile, akrabalar, arkadaşlar, dostlar, sıhhat, iman gibi daha bize hususi nimetler olsun. Ve daha yazı ile ifade edemeyeceğimiz pek çok detaylı ve bize nimet olan şeyleri ağacımızın dallarına yerleştirebiliriz. Mesela ufak bir nezaket, bir tevafuk, bir hatırlanma gibi ruhumuzu âbâd eden ayrıntılar da nimetler sırasında yerini alabilir.

Şimdi bir adım geriye çıkıp hepsi bize ait olan ve dalları kırılacak derecede nimetlerle yüklenmiş bu ağaca bakalım..

Şu dalda sallanan karaltı cep telefonum yada laptopum, gülümseyen şu teyze bizim apartmandaki komşu, el sallayan bebek halamın torunu, ufak yaprak kadim dostumun bir mesajı, kucağını açmış bana gülümseyenler anam-babam vs.. gibi hayal edelim. Canlı ve daim dolup boşalan bir ağaç.. Bu koskoca ağaç ve üstüne takılan nimetlerin hepsi bizim..

Ne deriz?

Elhamdülillah..

Bu sefer içimizden gelerek söyledik değil mi? Meğer ne kadar zenginmişiz.. Bediüzzaman Hz(RA) bu ağaca “in’am şeceresi” yani “nimet ağacı” demiş. (4)

Ne kadar güzel ve zenginmiş bu in’am ağacı.. Veren eli ve tüm verilmişleri görmek insana kendini çok kıymetli ve zengin hissettiriyor ve otomatik olarak verene karşı teşekküre yani şükre sevk ediyor. Bize böyle ağaçlar, kainatlar dolusu ikram eden bir Allah, hiç bizi sevmez olur mu? Bizi sadece dünyada vereceği nimetler için yaşatıyor olabilir mi? Elbette burada gördüklerimiz, tattıklarımız numunelerdir, ta ki asıllarına müşteri olup onları talep edelim. (5)

İşte dünya, buradaki gölge ve numunelerden asıllarına yol bulduğumuz bir meydan-ı talim ve cihaddır.

Peki “bana verilmeyen nimetler, inam ağacımın boş dalları ne olacak?” derseniz bunu inşallah bir sonraki yazımızda değerlendirelim.

Herkese bol şükürlü günler duasıyla..

İn’am ağacımızı şükür suyuyla sulamayı unutmayalım ta ki yeşersin, büyüsün, meyvedar olsun..

Ya Rabbi! Bizi çok şükreden kullarından eyle. Amin.

Nabi

www.NurNet.Org

————————————-

(1) Lem’alar ( 275 )

(2) Mektubat ( 399 )

(3) Mektubat ( 225 )

(4) Mesnevi-i Nuriye ( 123 )

(5) Sözler ( 37 )

Elfü elfi salâtin ve elfü elfi selâmin aleyke yâ Resulallah

“Bu da güzeldir”

 

اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَ اَلْفُ اَلْفِ سَلاَمٍ عَلَيْكَ يَا رَسُولَ اللّهِ

 

cümlesi, namaz tesbihatında okunurken inkişaf eden latif bir nükteyi uzaktan uzağa gördüm. Tamamını tutamadım, fakat işaret nev’inden bir iki cümlesini söyleyeceğim.

Gördüm ki:  Gece âlemi, dünyanın yeni açılmış bir menzili gibidir. Yatsı namazında o âleme girdim. Hayalin fevkalâde inbisatından ve mahiyet-i insaniyenin bütün dünya ile alâkadarlığından, koca dünyayı o gecede bir menzil gibi gördüm.

Zîhayatlar ve insanlar o derece küçüldüler, görünmeyecek derecede küçüldüler. Yalnız o menzili şenlendiren ve ünsiyetlendiren ve nurlandıran tek şahsiyet-i maneviye-i Muhammediyeyi (A.S.M.) hayalen müşahede ettim. Bir adam yeni bir menzile girdiği zaman, menzildeki zâtlara selâm ettiği gibi, “Binler selâm {(Haşiye): Zât-ı Ahmediyeye (A.S.M.) gelen rahmet, umum ümmetin ebedî zamandaki ihtiyacatına bakıyor. Onun için gayr-ı mütenahî salât yerindedir. Acaba, dünya gibi koca, büyük ve gafletle karanlıklı, vahşetli ve hâlî bir haneye birisi girse; ne kadar tedehhüş, tevahhuş, telaş eder; ve birden o haneyi tenvir ederek enis, munis, habib, mahbub bir Yaver-i Ekrem sadırda görünüp, o hanenin Mâlik-i Rahîm-i Kerim’ini o hanenin her eşyasıyla tarif edip tanıttırsa ne kadar sevinç, ünsiyet, sürur, ışık, ferah verdiğini kıyas ediniz. Zât-ı Risaletteki salavatın kıymetini ve lezzetini takdir ediniz!} sana Ya Resulallah!” demeye bir arzuyu içimde coşar buldum.

Güya bütün ins ü cinnin adedince selâm ediyorum, yani sana tecdid-i biat, memuriyetini kabul ve getirdiğin kanunlarına itaat ve evamirine teslim ve taarruzumuzdan selâmet bulacağını selâm ile ifade edip; benim dünyamın eczaları, zîşuur mahlukları olan umum cinn ve insi konuşturup, herbirerlerinin namına bir selâmı, mezkûr manalarla takdim ettim. Hem o getirdiği nur ve hediye ile, benim bu dünyamı tenvir ettiği gibi, herkesin bu dünyadaki dünyalarını tenvir ediyor, nimetlendiriyor diye, o hediyesine şâkirane bir mukabele nev’inden “Binler salavat sana insin!” dedim. Yani senin bu iyiliğine karşı biz mukabele edemiyoruz, belki Hâlık’ımızın hazine-i rahmetinden gelen ve semavat ehlinin adedince rahmetler sana gelmesini niyaz ile şükranımızı izhar ediyoruz, manasını hayalen hissettim.

O Zât-ı Ahmediye (A.S.M.) ubudiyeti cihetiyle -halktan Hakk’a teveccühü hasebiyle- rahmet manasındaki salâtı ister. Risaleti cihetiyle -Hak’tan halka elçiliği haysiyetiyle- selâm ister. Nasılki cinn ve ins adedince selâma lâyık ve cinn ve ins adedince umumî tecdid-i biatı takdim ediyoruz. Öyle de, semavat ehli adedince, hazine-i rahmetten herbirinin namına bir salâta lâyıktır. Çünki getirdiği nur ile herbir şeyin kemali görünür ve herbir mevcudun kıymeti tezahür eder ve herbir mahlukun vazife-i Rabbaniyesi müşahede olunur ve herbir masnu’daki makasıd-ı İlahiye tecelli eder. Onun için herbir şey, lisan-ı hal ile olduğu gibi, lisan-ı kali de olsaydı, “Essalâtü vesselâmü aleyke yâ Resulallah” diyecekleri kat’î olduğundan biz umum onların namına “Elfü elfi salâtin ve elfü elfi selâmin aleyke yâ Resulallahi biaded-il cinni ve-l insi ve biadedi-l meleki vennücum” manen deriz.

 

فَيَكْفِيكَ اَنَّ اللّهَ صَلَّى بِنَفْسِهِ وَ اَمْلاَكَهُ صَلَّتْ عَلَيْهِ وَ سَلَّمَتْ

(28.Lema’dan)

Bediüzzaman’ın Yazarlık Serüveni ve Mesnevi-i Nuriye Eseri

Bediüzzaman yazacağı eserlerde önce nasıl yazması lazım geldiğini, nasıl bir tefekkür sistemi takib etmesi gerektiğini uzun zihni sirkülâsyonlarla ortaya koyar.

Kendinden önce bir telif ananesi ve büyük şahsiyetler ve eserleri, tefsirleri ve yorumları vardır. Başlangıçta onların içinde bir yol seçme konusunda mütehayyirdir. Akli ve felsefi ilimlerle çokça meşgul olduğu için hakikatların hakikatine, kendi deyimi ile hakikatü’l-hakaike karşı tarikat ehli gibi bir meslek arar. Yalnız kalben harekete kanaat etmez. Çünkü aklı ve fikri, felsefe hikmeti ile yaralıdır, tedavisi gerekir. Hem kalben, hem de aklen hakikata giden bir yol arar. Farklı insanlar, farklı cazibedar metinlerle önünde durur, kararsızdır. İmamı Rabbani’nin “tevhid-i kıble et” ihtarından sonra hakiki üstad Kur’an’ı kabul eder ve arkasından gider. Kalb, ruh, akıl birlikte hiçbirinin hükmünü görmezlikten gelmeyerek hakikat yolunda gezer. Artık kararsızlık bitmiş Kur’an’ın dersi ile hakikate bir yol bulmuş ve girmiştir.

İLK ESER MESNEVİ

Bu duruş ile Mesnevi isimli eserini meydana getirmiş. Mesnevi isimli eserini çeviren Abdülmecit Nursi çevirdiği tarihi belirtmemiş, eserlerin kronolojisi içinde eserin telif tarihi hakkında net bilgi yok. Mesnevi-i Nuriye isimli eser Risale-i Nur isimli eserlerden önce telif edilmiş. Telifi kendisi anlatır. “Aslı Farisi sonra Türkçe olan Mesnevi-i Şerif gibi o da Arapça bir nevi Mesnevi hükmünde Katre, Hubab, Habbe, Zühre, Zerre, Şemme, Şule, Lem’alar, Reşhalar, Lasiyyemalar ve sair dersleri ve Türkçede o vakit Nokta ve Lemaat’ı gayet kısa bir surette yazmış.” (Mesnevi-8) Eserlerinin telif tarihleri hakkındaki kronolojilerde çok önceden kaleme alınan bu eserlerin 1921-23 yılında 33 Lem’a, Mesnevi-i Nuriye adı altında yayınlanmış görüyoruz. (Orhan Güler, Bediüzzamanlı yıllar, s. 498) Bediüzzaman bu eserini Risale-i Nur’un fidanlık’ı olarak görür. “Demek bu Arabî mesnevi mecmuası Risale-i Nur’un bir nevi çekirdeği ve fidanlığı hükmündedir.” (Mesnevi-8)

YENİ ANLATIM TEKNİKLERİ

Bediüzzaman’ın zihni ve muhayyilesi, müfekkiresinde Risale-i Nur’un çekirdekleri devamlı gelişen bir büyüme ve bekleme süresi geçirmiştir. Büyüdükçe, yeni unsurlar eklendikçe, yeni dil yapıları ve üsluplar kazandıkça Sözler, Lem’alar, Şualar, Tarihçe suretinde en mükemmel şekilleri ile ortaya çıkmışlardır. Bediüzzaman işlediği konuları devamlı takib etmiş ve dilinde değişmeler yapmış, ona yeni anlatım teknikleri ilave etmiş, mükemmelden daha mükemmele, daha mükemmele bir yol izlemiştir. Bunların yani her temanın mesela Melekler ve Haşir bahsinin Mesnevi’deki izahı ile Sözler’deki izahı farklıdır, çekirdek olarak aynı olmakla birlikte Bediüzzaman Sözler’de çok daha itinalı üslubda ve kelime seçiminde uzman ve dildeki sadeleşme cereyanlarına uygun olarak yeni bir dil, üslup ve ifade imkânı seçmiştir.

Bediüzzaman Mesnevi isimli eserinde;

Lasiyyemalar’da 9 kere “arkadaş” der, dokuz bahis anlatır. Katre’de 26 kere “arkadaş” der, o kadar bahis anlatır, her ikisinde 35 defa “arkadaş” denmiş olur.

Hubab 58, Habbe 54, Zerre 33 Toplam 236 defa “i’lem” denilmiş.

Şemme 22, 10 Risale 48, Şu’le 21, Arkadaş ve i’lemlerle 281 tema veya bahis ele alınmıştır, sonraki eserlerine kıyasla mücmel bir tarzda. Nokta’da dört burhan, Zühre’de 15 nota, Lem’alar’da 12 Reşha, bunlarda 31 bakış ve bahistir. Yaklaşık 312 tema işlenmiştir Mesnevi-i Nuriye’de. Reşhalar ve Notalar başka yerde işlendiğinden Mesnevi’de yaklaşık Mesnevi’ye has olan 285 bahis vardır. Bediüzzaman her İ’lem’de farklı bir bahis işlemiştir, belirtir: “Hem i’lemler birbirine bakmayarak muhtelif ilimlerin ve hakikatlerin fihristleri hükmünde yazıldığından…” (Mesnevi-9)

Bahislerin özet ve kısa olarak anlatılmasının yanında eğer tam izah edilse Risale-i Nur telif edilmeden onun vazifesini görebileceğini ifade eder Bediüzzaman. 285 madde veya bahsin her biri mufassal olarak anlatılsa ortaya çok büyük bir eser çıkacağı kesin. Mesnevi’nin muhatabı okuyucudan ziyade “eski talebelerinin fehimlerinin derecesine göre” ayrıca “yalnız kendisi anlayacak bir surette” (Mesnevi-8) yazılmıştır. Muhatab kendisi ve eski talebeleridir. Hâlbuki daha sonraki eserlerinde daha genel bir muhatab seviyesine göre dil ve ifade kullanılmıştır.

KUR’AN-İ KERİMİN BAHÇESİ VE ÇİÇEKLERİ

Bediüzzaman Mesnevi isimli eserini kendi nefsi ile olan cihadı esnasında sıcağı sıcağına yazmıştır. O anki ruh halini, yaralarını tedavinin acelesi içinde bulunduğu dehşetli halden dolayı, şifre ve anahtar kabilinden konuştuğunu söyler: “Bu risale bazı ayat-ı Kur’an’iyenin şuhudi bir nevi tefsiridir. Ve ondaki meseleler Kur’an-ı Hakim’in bahçesinden koparılmış çiçeklerdir. Bu risalenin ibaresindeki icmal ve icaz ve fehmindeki zahiri müşkilat sana tevahhuş vermesin. Tekrar tekrar mütalaa et, ta ki ‘Lehülmülküssemavati ve’l ard’ ve emsalsiz takrarat-ı Kur’an’iyenin sırrı sana açılsın.”

“Ey kari! Bu mecmuadaki tevhidin burhanları ve mazharları, birbirine ihtiyaç bırakmıyor zannetme. Çünkü ben her bir burhana her bir makam-ı mahsusta ihtiyaç hissettim. Harekât-ı cihadiyem beni öyle bir mevkie ilca ediyordu ki, o mevkide, o anda bir kapı açmaya mecbur kalıyordum. Çünkü o dehşetli anda diğer açık kapılara dönmek müyesser olmuyordu. Hem o seyahat-ı acibede rast geldiğim nurlara delalet etmek için değil, belki hatırlatmak için işaretler koydum. Bazen büyük bir nura bir işaret koyuyordum, ila ahir diye ne kadar güzel bir mukaddimeyi bir hülasayı bu mecmua adeta şifre gibi bir anahtarı karilerine takdim ediyor.” (Mesnevi 259) Bahisler ayrı olsa da birbirine ihtiyaçlarının olduğu ifade edilmektedir.

DEHAVARİ BİR İRTİBAT

Mesnevi-i Nuriye’deki bahisler arasında ortak noktalarına göre bir tasnif yapmak mümkündür. Bediüzzaman’ın hakikatlere nasıl farklı perspektif veya vecihlerden baktığını anlamak için böyle bir tasnif gereklidir. Çünkü Bediüzzaman bir bahsi açınca, daha sonra çağrışımla dehavari bir irtibatla sonra o bahsin bir başka yönünü açıyor. Genel olarak eserlerin haritası içinde bahislerde lüzumsuz tekrarlar yok, bu, sıradan bir matematik zekânın yapamayacağı bir iş, geniş ve denetlenen ve canlı tutulan bir muhayyile ancak bunu yapabilir.

PEYGAMBERİMİZİN RİSALETİNDEKİ GÜZELLİK

Güzel kelimesi etrafındaki bahisler: 31, 41, 60, 95, 138, 210, 211. Mesnevi’deki estetik bahisleri büyük bir yoğunluktadır. Ama sadece güzel kelimesi etrafında dokunan bahislere bakalım. Bediüzzaman kâinattaki sanat güzelliklerinin peygamberimizin risaletine delil ve şahid olduğunu söyler. Güzellik bir görüntü veya görünümdür, fiziksel bir durumdur. Görüntü, yansıma ile peygamberimizin peygamberlik görevi risalet arasında nasıl bir bağıntı kurmaktadır. Sanat güzelliğinden insanlığın en güzeline giden bir sıralama ile bahsi netleştirir.

KÂİNATTAKİ SANAT GÜZELLİKLERİ

Bediüzzaman nesnelerden hareketle bahsi geliştirir. Nesnelerden bahsettiği yerde beşeri estetik kuramlarını öne sürer. “Zira şu zinetli masnuatın cemali, hüsn-i sanat ve ziyneti izhar eder.” (Mesnevi-i Nuriye 31)

Bütün varlıklarda simetri, geometri ve armoni ile güzellikler husule getirilmiştir.

Bir çiçeğin yapraklarının büyüklüğü ve aralarındaki mesafe simetri ile elde edilen bir güzelliktir.

Geometri varlıkların güzelliğini doğuran nisbetler ve uzaklıklardır.

Armoni ise birbirinden farklı geometrideki nesneler arasında meydana getirilen iç ve dış güzelliktir, mesela insandaki gibi.

Bediüzzaman’ın zinetli masnuat dediği bunlardır. Bunlarda güzellikler, sanat güzelliği ve belli bir simetri ile elde edilmiş süsler görülür. Bir sanatçı eserini güzelleştirmek ister, çünkü güzeli elde edemez ise sanat eseri beğenilmez. Kâinattaki masnuat madem sanatlıdır, o sanat eserlerine sanat olma özelliğini veren ve onlarda güzelin yansımalarını çeşitli şekillerde gösteren Sâni yani sanatçıdır. Bu ister beşeri, ister ilahi olsun bir esere güzel özelliği veren onun sanatçısıdır, sâniidir. Sanatçıda güzelleştirme isteği olmasa eser güzel olmaz. Güzel ile sevgi arasında bir psikolojik, bir ruhsal bağ vardır. İnsan kendini süslerken bile güzeli elde etmek için gayret eder ve tam güzel olduğunda kendine veya bir başkasına sevgi duyar. Sani, ister Allah, ister insan olsun eserini güzelleştirirken kendindeki güzelleştirme isteğini dışsallaştırmış olur, izhar eder.

BEDİÜZZAMAN VE SANAT FELSEFESİ

Sanat felsefesi bu güzelleştirme konusunda bir şey söylemez. Sadece sanatçının sanat eserini meydana getirdiğini söyler. Bu kadar derinleşmez. Sanat eserden yukarı gitmez, eserin üzerinde durur, orada odaklaşır, Bediüzzaman ise her güzelliğin bir güzele doğru giden yolun başlangıcı olduğundan hareket eder. Güzelleştirme ve muhabbet arasındaki bağlantıyı kurar. Bediüzzaman; “Sanat ve suretin güzelliği, Sânide güzelleştirmek ve zinetlendirmek sıfatları, Sani’in sanatına olan muhabbetine delalet eder.” (Mesnevi 31) der.

MASNUATIN EN MÜKEMMELİ İNSAN

Bediüzzaman sanat güzelliğinden insan güzelliğine gelir. Çünkü güzelleştirme isteğinin en ideali insanda gerçekleştirilmiştir. “Bu muhabbet ise masnuatın en ekmeli insan olduğuna delildir. Çünkü o muhabbetin mazhar ve medarı insandır.” (Mesnevi 31) O muhabbet dediği, Allah’ın muhabbetidir. Bir evdeki bütün güzellikler o evin sahibi veya sahibesi üzerinde biçimlenmiştir. Kâinattaki bütün güzellikler de insanın etrafındadır. Hem insan mahlûkatın en güzelidir, hem de onun dışındaki güzellikler de evreni güzelleştirdiğinden dolayı ona dönük güzelliklerdir.

SANİİN MAKSATLARININ MUHATABI İNSAN

İnsanın güzelliği konusunda sadece güzellikte kalmaz. Çok zincirleme bir yorum zinciri kullanır. “İnsan dahi masnuatın en cami ve baid bir cüzüdür. İnsan zişuur ve cami olduğu cihetle, nazar-ı amm şuur-u külli olur. Nazar-ı amm olduğundan şecere-i hilkati tamamıyla görür; şuuru da külli olduğundan şecere-i hilkati tamamıyla görür; şuuru da külli olduğundan Sani’in makasıdını bilir. Öyle ise insan Saniin muhatab-ı hassıdır.” (Mesnevi 31) İnsan masnuatın en camiidir. Masnuat güzellikten doğan bir sanat eseri olduğundan, en güzel özelliklerin kendisinde toplandığı canlı insandır.

İLAHİ HEDEFLER: HAYIR-HÜSÜN-GÜZELLİK VE MÜKEMMELİYETTİR

Bediüzzaman eserlerinde insanın güzelliğine görüntünün ötesinde anatomik yapısını da katar. Kâinatta hâkim yasanın güzellik olduğunu anlatır ve insanı ve bilimleri buna katar. “Fenlerin casus gibi tedkikatiyle ve hadsiz tecrübelerle sabit olmuş ki kâinatın nizamında galib-i mutlak ve maksud-ı bizzat ve sani-i Zülcelal’in hakiki maksatları, hayır ve hüsün ve güzellik ve mükemmeliyettir. Çünkü kâinata ait fenlerden her bir fen, külli kaideleriyle bahsettiği nevi ve taifede öyle bir intizam ve mükemmeliyet gösteriyor ki ondan daha mükemmel akıl bulamıyor.

Mesela, tıbba ait teşrih-i beden-i insani (anatomi)

ve fenn-i kozmografyaya tabi Manzume-i Şemsiye fenni,

nebatat ve hayvanata ait fenler gibi bütün fenlerin her birisi, külli kaideleriyle o bahsettiği kısımda Sani-i Zülcelal’in o nevideki nizamında mucizat-ı kudretini ve hikmetini ve ‘ahsene külli şeyin haleka’ hakikatini gösteriyor.” (H Ş 105)

Bu yazı yarım kalan aşkım

Ben bu adama aşıkım

Yalan söyleme hadi ordan

Gözünü kulağını çekebildin mi dünyadan.

KENDİME, DİNLE KÜÇÜK ADAM!

Bu yazıya bir süre önce başlamıştım, yarım kaldı. Sonra Necip Fazıl’ın psikanalitik dünyasını yazmaya başladım, bir büyük denize düştüm, sahilde bir kurtarıcı olsa arada sırada ona bakardım. Üstaddan çok istifade etmiş ama onları sanatlı imajlara dönüştürmüş. Onları aynı yolda yürüyen kahramanlar olarak görüyorum. Ben onları çocuk saflığında seyrediyorum, iyi seyirler. Ne kazandımsa çocukluğumdan ne kaybettimse çocukluğumdan, hep küçük adamlardan çektim, büyük gibi görünen küçük adamlardan. İsimleri büyük ama ruhları nesne ve menfaatlere boğulmuş küçük adamlar. Reich’in Dinle Küçük Adam diye bir eseri var, onu her gördüğümde kendime “dinle küçük adam derim” kendini küçük görmek güzel bir şey, çünkü insan küçük olunca büyük olmaya çabalar, ama bir kendini büyük görmesin, olduğu yerde sayar, bizim okulun kapısı gibi.

Necip Fazıl’ın büyük dervişlere acaip hayranlığı var.

Şah-ı Nakşibendî, Yunus Emre, onun için iki dayanılmaz derinlikli, ulaşılmaz yükseklikli iki şiir yazmış. Ruhuyla nasıl empatiler gerçekleştirmiş.

Bir de pamukçu Hallac-ı Mansur’u anlatmış. Okurken Mansurleyin ölmek ister gibi.

Bir portre yazısı da O’na isimli şiiri zannedersem Abdülhakim Arvasi’ye yazmış. 1934’ten önceki yıllar suyu arayan adam gibi bir ışık aramış, desteksiz ruhunun yalpaları onu bir vapurda tesadüf olmaz ya bir zat ile Ağa Cami’indeki Necip Fazıl’a götürmüş.

Tam otuz yıl saatim çalışmış ben durmuşum

Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum” diyor.

Gece 03.06, üç ayların geceleri, rüzgâr hafif esiyor. Bediüzzaman’ın 33 Pencere’deki nesnelerle olan ilgisini yazacaktım. Başka dünyalara gittim.

Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer

www.risaleakademi.com

Risale-i Nur Işığında Günahkar Psikolojisi

Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol vardır. (Bediüzzaman said Nursi)

Dahaki önceki bir yazımızda kendi gözlemlerimiz neticesindeki bilgilerden faydalanarak günahkar psikolojisini araştırmıştık. Bu yazımızda ise aynı konuyu farklı boyutlarıyla, Risale-i Nur ışığında inceleyeceğiz.

Günah ,Risale-i Nur Külliyatı’nın farklı bölümlerinde, farklı yönleriyle incelenmiş bir konudur. Bu bölümlerden birisi de 2. Lem’a’dır. Bu bölümde Bediüzzman, Hazreti Eyyüb’un başına gelen musibetlerden bahseder. Başından geçenleri kısaca anlattıktan sonra, bizler için bu kıssadan çıkarmamız gereken derslere şöyle ilginç bir giriş yapar:

Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâm’ın zâhirî yara hastalıklarının mukabili bizim bâtınî ve ruhî ve kalbî hastalıklarımız vardır. İç dışa, dış içe bir çevrilsek, Hazret-i Eyyub’dan daha ziyade yaralı ve hastalıklı görüneceğiz.

Hazreti Eyyüb’un yıllarca yara bere içinde yaşadığını, hatta bu yaralar neticesinde ortaya çıkan kurtların kalbine ve diline ulaştığını düşündüğümüzde, durumumuzun daha iyi farkına varabiliriz, zira Bediüzzaman’a göre bizler daha yaralı durumdayız. Bunun sebebini ise bir sonraki cümlede açıklar:

Çünkü işlediğimiz herbir günah, kafamıza giren herbir şüphe, kalb ve ruhumuza yaralar açar. Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâm’ın yaraları, kısacık hayat-ı dünyeviyesini tehdid ediyordu. Bizim manevî yaralarımız, pek uzun olan hayat-ı ebediyemizi tehdid ediyor.

Evet, Eyyüp (a.s.m) yaraları neticesinde geçici olan dünya hayatı tehdit altındaydı. Bizlerin ise, sonsuz olan ahiret hayatı tehdit altındadır. İşlediğimiz herbir günahı bu boyutuyla düşünmemiz gerekir.

Üstad Hazretleri çok önemli bir konuya daha değinmektedir. İşlediğimiz günahların meydana getireceği en vahim sonuçtan bahsetmektedir:

(…)günahlardan gelen yaralar ve yaralardan hasıl olan vesveseler, şüpheler (neûzü billah) mahall-i iman olan bâtın-ı kalbe ilişip imanı zedeler ve imanın tercümanı olan lisanın zevk-i ruhanîsine ilişip zikirden nefretkârane uzaklaştırarak susturuyorlar. Evet günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah istiğfar ile çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir manevî yılan olarak kalbi ısırıyor.”

İtiraf etmeli ki, ilk bakışta çok abartılı gelen bir cümledir bu. İşlediğimiz günahların, imanımıza bu derece zarar verebileceğini ve hatta (Allah korusun) imanımızı kaybetmemize sebep olabileceği düşüncesi akıldan uzak bir ihtimal gibi gözükmektedir.

Ama Risale-i Nur’un her yerinde olduğu gibi ,Bediüzzaman hazretleri, yaptığı tespitleri örnekleriyle birlikte ispatlamaktadır.

Mesela bir günahı işleyen insan, diğer insanların bu günahtan haberdar olmalarından rahatsız olur ve utanır. Kalbinde iman nuru bulunan her insan böylesi bir durumdan çekinir, çünkü yaptığının bir hata olduğunu bilmektedir. İnsanlardan, işlediği günahı gizleyebilir, ama sağında ve solunda amellerini yazmakta olan meleklerin varlığını bilir. Her ’inançlı günahkarın’ çekindiği bu durumda nefis devreye girer ve varlığı kişi için çok ağır bir yük olan meleklerin varlığını inkar ettirir .Zira işlenilen günahların yükünden tevbe haricinde başka bir kurtuluş yolu yoktur.

Başka bir örnek olarak, Cehennemi inkar etme fikrini verir Bediüzzaman. İşlediği günahın gerektirdiği cezayı düşünen bir kişi nasıl rahat edebilir?  Bütün hücrelerinde hissettiği bu sıkıntıdan kurtulmalıdır. Kurtuluşun tek çaresi olarak nefis, Cehennemi inkar fikrini sunar. Çok cazip bir teklif! Ceza çekilecek bir yer olmayınca, günah işledikten sonra içimiz rahat olacak!

Veya farz ibadetlerini yapmayan, kulluk vazifesini yerine getirmeyen her imanlı insanın kalbinde bir sıkıntı belirir. İçten içe ’keşke böyle bir vazife bulunmasaydı’ diye şikayet eder. Bu şikayetle birlikte kalbine farketmeden, ona bu kulluk vazifesini yükleyen Allah’a karşı düşmanlık tohumu ekmektedir. Bu tohum, kulluğunda gösterdiği her tembellikle sünbüllenir.

Eğer bu örneklerden sonra da bu söylenilenleri abartılı buluyorsanız, bilin ki bu da nefistendir. İç alemimizden meydana gelen bu düşünceler, belirli bir süreçten sonra bizleri tamamen gaflet uykusuna itebilir. Bunu şöyle bir örnekle daha iyi anlayabiliriz:

İmanlı kalpleri beyaz bir kağıda benzetecek olursak, günahlarımızı da siyah noktalara benzetebiliriz. Bu noktalar arttıkça mevcut beyazlık(iman) azalacaktır ki(Allah korusun), bu imanın kalpten tamamen çıkması anlamına gelir. Bir anda o noktalar kalbi karartmayacağı için, çoğu kez karardığının da farkına varamayabiliriz.

İşlenen her günah bu boyutlarıyla düşünmeli ve beraberinde getireceği vahim neticeler iyi bilinmeli. Günahların hafife alındığı bir zamanda, bilinçli olmalı ve işlediğimiz günahlara da acilen tevbe etmeliyiz. Tevbe konusunu diğer bir yazımızda inceleyeceğimiz için bu kadarla yetiniyor ve Bediüzzaman’ın aynı bölümde geçen şu sözleriyle bitiriyoruz:

O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir manevi yılan olarak kalbi ısırıyor.

Hüseyin Tuğrul
h.tugrul92@gmail.com
(İ.D.T.T)

www.NurNet.org