Kategori arşivi: Risale Çalışmaları

Müsbet Hareket Mizacı

Risale-i Nur’un hizmet metodunda en önemli esaslardan biri olan “müsbet hareket esası”nı uzun zamandır düşünüyorum. Hakiki Nur talebelerinde gördüğümüz çöldeki vahalar gibi serinleten, ferahlatan halet-i ruhiyelerin temelini “müsbet hareket”in oluşturduğunu nurları mütalaamız neticesinde görebiliyoruz. Bazen bin ilaçtan daha fazla tesirli ve onarıcı; “yıkıldım” dediğimiz anda Ağrı dağı gibi, bizi dimdik ayağa kaldırıcı; “buraya kadar, pes” dediğimizde tekrar işe koyulmaya teşvik edici; bir kaç kelime veya bir gülümseme ile manevi vücudumuzda elektrik etkisi yapan bu nurlu halet-i ruhiyelerin temelini araştırdım.

Şener Dilek Ağabey’den:

Bir Nur Talebesinin idrakı ve hali Nurcu olacağı gibi, tab’ı yani mizacı da Nurcu olacak. Mizaç, Nurcu olunca sırr-ı ihlasa vasıl olunur. Risale-i Nurun kudsiyyet manası tab’a nüfuz etmezse, o Risale-i Nuru kendi mizacına uydurur. Fakat mizaca Risale-i Nur müessir olursa o vakit mizacı Risale-i Nurda esir olur. Makam-ı rızaya vusül, mizacını da Risale-i Nur’da eritmekle olur.” tesbitlerini de değerlendirince nurcu mizacın yani müsbet hareketin ne olduğu, nasıl kazanılacağını anlamaya başladım.

Ne demek mizacını nurcu yapmak?

Mizac insanın karakteri, bununla bağlı olarak huyları, eşya ve hadiseleri algılama, değerlendirme bakış açısı demektir. Kimimizde kötümser ve sabırsız bir algılama hakimken, kimimizde daha temkinli ve olumlu algılamalar olabilmekte. İşte Şener Ağabeyden nakledilen not bize mizacımızı nurcu, yani müsbet hareket edici bir seviyeye getirmemizi tavsiye ediyor.

Müsbet hareket: yapıcı, onarıcı, tamir edici fikir, his ve davranışlar içinde olmak; dolayısıyla kırıcı, bozucu, tahrip edici, iğneleyici halet-i ruhiye ve lafızlardan uzak durmak; problemi büyütücü değil, çözümleri üretici şekilde hareket etmek demektir. İsminden de anlaşıldığı gibi bu anlayış bir harekettir, yani uygulamada kendi gösteren bir bakış açısıdır. Manen hidayetin taşıyıcısı olan bir nur talebesinin en dar dairede etrafındaki insanların ve daha geniş dairede içinde bulunduğu cemiyetin problemlerine karşı sunduğu çözümler daima yapıcı, onarıcı, iyiye doğru yol aldırıcı nitelikte olmalıdır.

Neden müsbet hareket?

Bu asırda insanlık ve cemiyete en müessir hizmet ancak müsbet hareket yani “nurcu mizac” ile mümkündür. Çok fazla tahribatın olduğu bu asırda, kalp ve ruhların gerek günahlar gerekse enaniyetli tahakkümlerle ezilip yıprandığı asr-ı hazırda, insanlara “Allah’ın kulu ve yalnız Allah’ın kulu olduklarını” ihsas edebilmek öncelikle Allah’ın Rahmetiyle bağlantılarını onlara buldurmakla mümkündür. Bu yüzden nurların mesleği hadiselere ve kainata “hikmet ve rahmet” penceresinden baktırır. Yani hikmet ile akla kapı açar, kalbe rahmeti fark ettirir ve Halık’ını Rahmet tecellileriyle tanıttırır. İnsan ruhu rahmet ile teneffüs edemezse, nokta-i istinad (dayanma noktası) ve nokta-i istimdadsızlıktan (meded bulma noktası) dünyanın çalkantıları içinde güvenecek sağlam bir dayanak bulamadığı için vahşet-i mutlakada kalır; dünya ve hadiseler insanı tazyik eder, azap verir; giderek insan, ruhuna sıkıntı veren bu kadar çok hadiseyi yorumlayamaz hale gelir; yorumlayamadığı için aklı sebepler arasında dönüp durur, uzun vadede çözüm bulamaz ve üstesinden gelemezse  -Allah muhafaza- içsel dengenin tamamen yitirilmesi derecesine kadar gidebilir. Mutsuzluk, yeis, sıkıntı, bunalım gibi hallere giriftar olur.

İnsanı bu girdapta boğulmaktan kurtarmak için Risale-i Nur “insan”ı ilgilendiren problemlerin tamamında hikmet kapısından rahmeti gösteren çözümler sunar. İnsana Rahim ve Kerim Malik’ini buldurur, kadere teslimin verdiği emniyet ve ferah ile insandaki acizlik ve fakirlik yaralarını tedavi eder. Sebepler arasında dönüp durmak değil, hadiselerin asıl kaynağına yani bizim Rabbimizle olan irtibatımıza, yakınlığımıza nazarımızı çevirir. Yaşadıklarımızı dünya denen geçici okulumuzdaki uygulamalı dersler olarak görmemizi sağlar. O zaman hatalarımız dahi, eğer fark edip ders aldıysak, gelecekteki hatalardan bizi muhafaza ettiği için kıymetli ve eğitici olur; iç yakan pişmanlıklar böylece ferahlatıcı tevbe hallerine ve hayat tecrübelerine dönüşür. Mahiyetimize konulmuş ve muhakkak terbiye etmemiz gereken nefsimiz de bu muhasebelerle yumuşar, kusurunu anlar, dergah-ı İlahi’den af istemekle dehşetli Rablik iddiasından sıyrılır. “Hayat musibetlerle tasaffi eder, terakki eder” sırrı anlaşılır.

 Yaşadığımız hayata farklı pencereden bakabilmenin yolu olayları “müsbet şekilde değerlendirmek”ten geçer.

“Bu hadisede Rabbim neyi fark etmemi kast etmiştir?“ ya da “Rabbimle irtibatımda eksik olan hangi noktaya bu hadise vurgu yapıyor?” soruları ile aklımıza kaderin koyduğu hikmeti buldurmaya çalışmak gerektir. Abes, hikmetsiz hiçbir takdiri olmayan kader programı bize insaniyetimiz için en güzel eğitimi kast eder, bunu da hadiselerle bizi eğitmek suretinde gösterir. Bu bakış açısını öğrenmemiz için nurlar bize her hadisede rahmetin izini, özünü, yüzünü görmeyi öğretir. İnsanın bizzat yaşadığı hayat içinde Rabbisinin muhatabı olduğunu fark etmesi, ne kadar üzücü ve sıkıcı da olsa boş anlamsız şeyler yaşamadığını, tersine ebedi seyahatinde gerekli levazımatı almak için, gerekli idmanları yapmak için hadiseler zincirinden geçirildiğini anlaması Allah’ın rahmetiyle kurduğu en önemli ve daimi bağdır.

Rahmetin izini, özünü en zorlu hadiselerde de görmeyi bizzat Nurların Müellifi Bediüzzaman Hz(RA)’nde görüyoruz. “Konuşan yalnız hakikattir” isimli parçada Bediüzzaman Hz. (RA) yirmisekiz senelik tecrid, tahakküm ve sıkıntı ile geçen ömrünü “ihlası bozmamak” noktasında kaderin adaleti olarak yorumlamış, böylece kadere küsmemiş, her şeyde olduğu gibi bunda da rahmet ile muamele gördüğünü vurgulamıştır.  Üstelik nefsini de hissesiz bırakmamış, iki sünneti terk etmeği en büyük bir kusur addedip,  bilkuvve de olsa ihlası kaybetmek tehlikesine karşı kaderin adil muamelelerine maruz kaldığını ifade etmiştir. En sıkıntılı hallerde de “güzel gören güzel düşünür; güzel düşünen hayatından lezzet alır” hakikatine ayine olmuştur. Kendi hayatına dair yaptığı bu hakikatli tahlil ve rahmeti görebilme talimi ile Üstad Hz. “müsbet hareket eden nur talebesi” kavramını en nihayet mertebesinde bize ders vermiştir. Kendisi hiçbir zaman ümitsizlik, bıkkınlık, hayata küskünlük hallerine düşmediği gibi tersine sıkıcı hallerin artmasıyla daha fazla İlahî Rahmeti fark ettiğini, acz ve dua kapısı ile rahmetten istifade ettiğini lahika mektuplarında ifade etmiş, adeta bizim de muhakkak onunkinden çok daha hafif olan sıkıntılarımıza “Rahmeti görmekle ferahlayın” çözümünü göstermiştir.

Müsbet hareketin ilk temelinde yer alan “rahmet ve hikmet penceresinden hayata bakabilmek” düsturunu yakaladık, inşallah Rabbimiz diğer esasları da fark edip anlamayı lutfetsin.

Hayatı güzel görebilmek duasıyla..

Hayırlı Ramazanlar

Nâbi

www.Nurnet.org

Özürlülere Müjdeler..

Musibete uğrayan, hasta olan, engelli doğan veya engelli kalan kişi, eğer sabretse, musîbetin mükâfâtını düşünse, şükretse, o zaman her bir saati bir gün ibâdet hükmüne geçer.

“Çevremizde çok sayıda engelli kardeşimiz var. Kimisi gözlerini kaybetmiş. Kimisi felç, kimisi ortopedik özürlü vb. Her zaman ortak soruları şu:

Neden biz? Dünyada diğer sağlam insanların faydalandığı nimetlerden neden mahrum oluyoruz. Başkalarına bağımlı yaşamak bizi üzüyor. Bizim yaşadığımız bu sıkıntının dünyadaki ve ahiretteki karşılığı ne? Ailemizin hem bu dünyada hem de ahiretteki kazancı ne? Çünkü bizden dolayı çok mutsuz ve yoruluyorlar. Ve daha buna benzer nice sorular.’’

Özürlülere veya özürlüye şefkatle yardım eden yakınlarına, sabretmeleri ve Allah’a sitem etmemeleri, Allah’a küsmemeleri şartıyla, büyük müjdeler vardır. Hastalıkların, doğuştan getirilen sakatlıkların, sonradan meydana gelen özürlerin ve muhtelif yaratılış eksikliklerinin görünen acı ve ıztıraplı yüzüne bakıp hüzne kapılmamalı, kusurlu bir biçimde dünyaya geldiğine pişmanlık göstermemeli; perde arkasındaki büyük mükâfat cihetine, eşsiz güzelliğine ve Allah’ın rızasını kazanmaya elverişli yüzüne bakıp sabretmelidir.

Bediüzzaman Hazretlerine göre;

1- Cenâb-ı Hak insana giydirdiği vücut elbisesini sanatına mazhar ediyor. İnsanı bir model yapmış; o vücut elbisesini o model üstünde kesiyor, biçiyor, değiştiriyor, muhtelif isimlerinin cilvelerini gösteriyor. Şafî ismi hastalıkları istediği gibi, Rezzak ismi de açlığı ve susuzluğu gerektiriyor. Ve hakeza… Mülk sahibi Allah’tır. Mülkünde dilediği gibi tasarruf etmeye elbette hakkı vardır.

2- Hayat musibetlerle ve hastalıklarla arınır, olgunlaşır, kuvvet bulur, yükselir, netice verir, mükemmele ulaşır ve hayatî vazifesini yapar. İstirahat içinde monoton, tekdüze ve hastalıksız bir hayat, mutlak hayır olan vücuttan ziyade, mutlak şer olan yokluğa daha yakındır ve yokluğa bakar.

3- Bu dünya bir imtihan meydanı ve bir hizmet yurdudur. Lezzet, ücret ve mükâfat yeri değildir. Madem hizmet yurdudur ve ibadet mahallidir. Hastalıklar, sakatlıklar ve musibetler, engel ve özür durumları—dinî olmamak ve sabretmek şartıyla—o hizmete ve o ibadete çok uygun düşüyor ve kuvvet veriyor. Ve her bir saati, bir gün ibadet hükmüne getirdiğinden, şikâyet değil, bilakis şükretmek gerektir.

Saîd Nursî hazretlerine göre ibadet iki kısımdır:

1- Müsbet ibadet. Bu kısım, bildiğimiz namaz, oruç, zekât ve hac gibi irademize bağlı olarak yaptığımız ibadetlerdir.

2- Menfî ibadet. Bu kısım ibadet, hastalıklar, sakatlıklar, özürler, musibetler ve afetler gibi insanın iradesi dışında gelip, insana Allah’ın aciz ve zayıf bir kulu olduğunu tam bildiren tecellîlerdir. Bu yol ile musibete uğrayan, sakat kalan, hasta olan ve sıkıntı çeken kul zayıf olduğunu, aciz olduğunu tam hisseder, Rabb-i Rahîm’ine tam yönelir, tam ve riyasız sığınır. Yalnız ve halisane O’nu düşünür, yalnız O’na döner, yalnız O’ndan yardım ister, yalnız O’ndan medet bekler, yalnız O’na yalvarır. Böylece halisane ve masumane bir ibadet dairesi içine girer. Allah’ın kulu olduğunu, Allah’ın yardımı, merhameti ve inayeti olmasa bir hiç olduğunu tam hisseder. Bu tür ibadete riyâ girmesine imkân yoktur. Onun için halistir.

Musibete uğrayan, hasta olan, engelli doğan veya engelli kalan kişi, eğer sabretse, musîbetin mükâfâtını düşünse, şükretse, o zaman her bir saati bir gün ibâdet hükmüne geçer. Kısacık ömrü uzun bir ömür olur. Hatta öyle hastalar, özürlüler, engelliler ve musîbetzedeler var ki, bir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçmektedir.1

Bediüzzaman’ın, başka türden engelliler için de kıyas edilebilecek tarzda, hadis-i şeriflere dayanarak “görme engelliler”le ilgili verdiği şu müjde de, ne kadar manidardır:

Ey gözüne perde gelen hasta! Eğer ehl-i imanın gözüne gelen perdenin altında nasıl bir nur ve mânevî bir göz olduğunu bilsen, ‘Yüz bin şükür Rabb-i Rahîmime’ dersin. (…) Evet, bir mü’min, gözüne perde çekilse ve gözü kapalı kabre girse, derecesine göre, ehl-i kuburdan [kabir ehlinden] çok ziyade o âlem-i nuru temâşâ edebilir.1 Bu dünyada nasıl çok şeyleri biz görüyoruz, kör olan mü’minler görmüyorlar. Kabirde o körler, imanla gitmişse, o derece ehl-i kuburdan ziyade görür. En uzak gösteren dürbünlerle bakar nevinde, kabrinde, derecesine göre, Cennet bağlarını sinema gibi görüp temâşâ ederler.

İşte böyle gayet nurlu ve toprak altında iken göklerin üstündeki Cenneti görecek ve seyredecek bir gözü, bu gözündeki perde altında, şükürle, sabırla bulabilirsin. İşte o perdeyi senin gözünden kaldıracak, o gözle seni baktıracak göz hekimi, Kur’ân-ı Hakîm’dir.”2

Demek sabretmek, şükretmek ve isyan etmemek şartıyla, insanın engel ve özür durumu insana lütfedilmiş bir nimet ve tam bir sevap makinesi hükmündedir.

DUA

Ey Alîm-i Külli Şey! Özürlerimizi, hastalıklarımızı, kederlerimizi, korkularımızı, sevgilerimizi, bilgilerimizi, görgülerimizi, amellerimizi seninle aramızda perde kılma, pencere kıl! Sana ulaşmaya engel kılma, kolaylaştırıcı kıl! Seni bilmeye, Senin rızana nâil olmaya, Senin rahmetine ermeye, Senin Cennetine varmaya vasıta kıl! Senin Cemalini görmeye vesile kıl! Âmin!

Süleyman KÖSMENE

Dipnot:

1- Lem’alar, 2. Lem’a, s. 23, 2- Lem’alar, 25. Lem’a, 14. Devâ, s. 485

Risale-i Nur’da Kullanılan Yazım Teknikleri

Bediüzzaman Said Nursî’nin eseri Risale-i Nur Külliyatı’nın üzerinde biraz derinlikli çalışmalar yapıldığında değişik yönleri keşfedilecektir. Risale-i Nur, edebî açıdan ve yazım teknikleri bakımından incelendiğinde kullanılan dilin ve yazım metodunun ilmî ve edebî türler olduğu görülecektir.

Bediüzzaman Said Nursî, Türkiye ve dünyada çok derin izler bırakmıştır. Risale-i Nur Külliyatı milyonlarca insan tarafından okunmuş, okunmaya devam etmektedir.

Bediüzzaman’ın hayatına ve Risale-i Nur Külliyatı’na bakıldığında yaptığı çalışmalarda bir eğitim faaliyeti, eserlerinde ilmî bir çalışma ve edebî üslupların izleri görülür.

Bir ilim adamı olarak Said Nursî’nin öğretim faaliyetleri kısaca şöyledir:

1- Öğretim hayatı uzun sürmüş, ölünceye kadar devam etmiş ve eser bırakmıştır.

Bediüzzaman’ın öğrenim faaliyetinin çok kısa sürmesine mukabil, öğretim faaliyeti çok uzun sürmüştür. Diyebiliriz ki Nursî’nin öğretim faaliyeti hayatının sonuna kadar devam etmiştir.

2- Bazı talebelerine özel dersler vermiştir.

Nursî, telif ettiği eserleri evvela kendisi için yazdığını söylüyor. Bu arada, muhtaç olan kimselerin de yazdıklarından istifade edebileceğini ifade etmektedir.(1)

Ayrıca kendi yazdıkları, yani telif ettiklerini bizzat kendisi de okumuştur. Hatta mesela Haşir Risalesi gibi bazılarını yüzlerce defa okuduğunu ifade etmektedir. Ayrıca kendi evinde yaşayan talebelerine de özel dersler okuduğu, mesela İşaratü’l-İ’caz isimli eserini yakın talebelerine ders verdiği ve açıklamalar yaptığı da hatıra kitaplarında geçmektedir.

3- Türkçe, Arapça, Farsça ve Kürtçe yazmıştır.

Nursî, yaklaşık 1908’den itibaren, ilmî düşüncelerini yazıya dökmüş, yani yayınlamıştır. Eserleri, dil bakımından Arapça, Türkçe, Farsça ve Kürtçe dilleri ile yayınlanmıştır. Kürtçe olarak bir iki makale, az sayıda Farsça şiir, çok sayıda Arapça makale kaleme almasına rağmen eserlerinin büyük kısmı Türkçe’dir.

Nursî, tür olarak gazete makalesi, kitap, lahika türlerinde yazmış. ayrıca nutuk dediğimiz hitabet sanatını da kullanmıştır.(2)

Bediüzzaman’ın yazı stili

Nursî’nin ikinci tür ilmî faaliyeti yazmasıdır. Öğrendiklerini insanlara anlatmıştır. Eski Said devresinde yazdıkları hariç bırakılırsa, Yeni Said dönemindekiler hep sıkıntılar içinde, tarassutlar altında ve acele olarak yazılmıştır. Üstelik yanında kaynak kitaplar olmaksızın ”dağda-bayırda” ve “yağmur altında” yazılmışlardır. Özetle, bütün nâmüsait şartlar altında Nursî eser yazmaktan vazgeçmemiştir. Üstelik kendisi muntazam ve süratle yazamadığından başkalarının yardımıyla yazmıştır.

Yazdıklarının türlerini şöyle sıralayabiliriz:

Kitaplar

Bediüzzaman, eserlerinde Tefsir, Hadis, Fıkıh, Akaid, Mantık, Gramer, Jeoloji, Matematik ilimlerine yer vermiştir. Bunları kendi arasında sınıflandıracak olursak karşımıza şöyle bir tablo çıkar:

1- Risale-i Nur Külliyatı’nın tamamı ağırlıklı olarak Kur’an tefsiridir. Bu sebeple Tefsir, Hadis ve Akaid’den bahsetmektedir. Risalelerin değişik yerlerinde ayrıca ve özellikle Tefsir, Hadis ve Akaid ilimlerinden bahsettiğini söyleyebiliriz. Mesela, 25. Söz tefsir üzerinedir. Aynı zamanda Akaid ile de ilgilidir. Yine 24. Söz, 3. Dal, 12. Asıl Hadis ilmi ile ilgilidir; 19. Mektup, 6. Nükte yine Hadis ilmi üzerinedir. 10. Söz, 7., 9. ve 11. Şualar, 13. Lem’a Akaid ile yakından ilgilidir.

2- Mantık ilmi sahasında Monografi olarak Kızıl İ’caz ve Talikat olmak üzere iki ana eser telif etmiştir. Her iki eser de Arapça’dır. Belirtelim ki, Nursî risalelerin birçok yerinde de Mantık ilmi üzerine yazmıştır. Mesela, 11. Lem’a gibi.

3- Gramer ile ilgili olarak İşaratü’l-İ’caz adlı kitabı misal verebiliriz. Gerçekten de Nursî bu kitabını Kur’an tefsirine bir başlangıç olarak ve Arapça kaleme almıştır. Bu kitapta, her ayetin veya ayetlerin, Kur’an’daki sıralanış tarzının gramatik açıklamaları yapılmıştır.

4- Fıkıh sahasındaki bir risale olarak 27. Söz’ü misal verebiliriz. Ayrıca risalelerin birçok yerinde, hatta bazen müdafaalarında da Fıkıh ilminden tahlilî açıklamalar yapmıştır.

5- Rumuzat-ı Semaniye Risalesi Matematik ilmi ile de ilgi kurularak değerlendirilebilir. Kimya ilmi ile ilgili olarak da eserlerinde uzun uzun misaller vermektedir. Aynı şekilde Biyoloji ilmine dair de birçok açıklamalar vermiştir.

Nursî, eserlerin değişik yerlerinde diğer ilimlerden de bahsetmiş, bu ilimleri de öğrendiğini göstermiştir. Mesela 12. ve 14. Lem’a Astronomi ve Jeoloji ile; 28. Lem’anın bazı kısımları, Matematik ile de ilgilidir dersek hata olmaz. Müspet ilimler sahasındaki risalelere misal olarak Gençlik Rehberi, 23. Lem’a, 7. Şua, 3. Şua örnek verilebilir.

Makaleler-Lahikalar

Nursî, makalelerini gazetelerde yayınlamıştır. Bu tür ilmî faaliyetini özellikle II. Meşrutiyet sırasında İstanbul’da çıkan gazetelerde yazdığı makalelerle yapmıştır. Bu makaleler genellikle Türkçe’dir. Ama az sayıda da olsa Kürtçe olanları da vardır.

Lahikalara gelince. Lahika kelime olarak “ek “ demektir. Ama Nursî’nin kullandığı manada, mektup ve hatta makale manasındadır. Çünkü Nursî’nin “Lahika” olarak adlandırdığı metinler, bazen mektup, bazen bir meselenin açıklanması ve o konunun risaledeki yerine bir tetimme (ek), bazen da kısa bir makale tarzındadır (Mesela, Yezid ve Velid hakkındaki lahika gibi).

Nursî’nin lahika tarzındaki açıklamaları ve makaleleri üç büyük cilt halinde ve ayrı ayrı isimlerle adlandırılmışlardır:

1-Barla Lahikası

2-Kastamonu Lahikası

3-Emirdağ Lahikası

Ne var ki bu şekilde ayrı isimle ve ayrı ciltler halinde neşrettiği ve pek meşhur olan bu Lahikaların içinde Nursî’nin yazılarından başka metinler de yer almaktadır. Bunlar talebelerinin Üstadları Nursî‘ye yazdıkları mektuplar, sualler, yorumlar vb. ile Nursî’nin bunlara verdiği cevaplardır. Hatta bazen talebelerinin Üstadları ve Risale-i Nur için yazdıkları şiirler (Hasan Feyzi ve Ahmet Galip merhumların şiirleri gibi) çok az da olsa, ”Eğirdir Müftüsüne Son İhtar” ve “Reis-i Cumhur Celal Bayar”a tebrik telgrafı gibi metinler de yer almaktadır.

Bu sebepledir ki, Nursî, Lahikaları, Nur talebelerinin karşılıklı ve Üstadları ile hasbıhalleri olarak tavsif etmektedir.(3) Ve bunların her üçünü de 27. Mektup olarak adlandırmıştır.

Nursî’nin yazdığı mektuplar, lahikalar veya Nursî’ye yazılanların çok az bir kısmı, kendisi tarafından seçilerek, üç lahika içinde yer almıştır. Büyük kısmı ise, yayınlanmamıştır. Halen şahısların ellerinde bulunan, belki de muhafaza edilemeyen birçok lahika-mektup daha vardır.

Kısaca, Lahikalar da Nursî’nin bir telifidir ve bir buluşu sayılmalıdır.

Hitabet

Hitabet de Nursî’nin başvurduğu bir edebî usuldür. Nursî az da olsa, hitabet sanatının güzel örneklerini Türk edebiyatına hediye etmiştir.

Nursî’nin hitabetlerinden meşhur olan ve yayınlananların içinde “Hürriyete Hitap”, ”Asakire Hitap”, ”Kürtlere Nasihat”, ”Acuze-i Şemta İstanbul’a Veda” sayılabilir.

Ayasofya Camii’ndeki vaazı veya hitabeti ve Milli Savunma Bakanlığı (Bugünkü İstanbul Üniversitesi) bahçesindeki hitabı ise neşredilmeyen hitabet örneklerindendir.

Müdafaalar

Nursî hakkında birkaç defa dava açılmıştır. Bunların içinde meşhur olmuş ve yankıları uzun zaman devam etmiş olanları üç tanedir. Bu üç davadaki müdafaaları da Nursî’nin telifatı sayılır. Çünkü hukukîdir, ilmîdir, ders verir mahiyettedir ve hatta birer uzun makale hüviyetindedir.

Tarih sırasıyla bu davalar ve müdafaaları şöyledir:

1- Eskişehir (1935)

2- Denizli (1943)

3- Afyon (1948)

Bu üç davada Nursî’nin mahkeme huzurunda yaptığı müdafaalar her bakımdan harikadır ve tetkike değer. En uzunu Eskişehir Müdafaası’dır. Maalesef tamamı elimizde mevcut değildir. Diğerlerinin metinleri mevcuttur ve zaten kısadırlar.

Nursî bunlardan Eskişehir Müdafaası’nı 27. Lem’a olarak adlandırmıştır.

Her üç müdafaa üzerine de geniş hukukî-ilmî incelemeler maalesef yapılmış değildir.(4)

Dilekçeler

Nursî hayatında bir hayli dilekçe vermiştir. Yani dilek ve şikâyetlerini yetkili mercilere ulaştırmıştır. Nursî, hakkını arayan bir kimsedir. Bu dilekçelerde de her zaman ilmî ifadeler, bir mantık silsilesi içinde ifade edilmiştir. Kanaatimce bu dilekçeler de Nursî’nin birer telifi sayılmalıdır.(5)

Diğerleri

Bütün bunlar dışında kalan telifatı da var mıdır? Mesela çok az sayıda şiirler; mevcut siyasî ortamın analizleri (Emirdağ Lahikası-II) gibi telifatı da sayılabilir. Bunların bir kısmı, hapishanedeyken teselli için talebelerine mektuplardır (28. Lem’a,), veya onlarla kısa haberleşmelerdir (12 ve 13. Şua gibi). Yine mesela Urfa bilirkişi heyetine verdiği ve Alman sosyalizm uygulaması ve komünist rejimle ilgili cevabı da çok kısa, ama tam ilmîdir. Bu cevap da bir yerde yayınlanmamıştır, sadece Badıllı‘nın Asar-ı Bediyye’sinin 1. baskısının arkasına bir ek olarak konulmuştur.

Bu gruptakiler muhtelif başlıklar altında, risalelerde yar alırlar veya neşredilmemişlerdir.

Prof. Dr. Servet Armağan / Moral Dünyası

Dipnotlar

[1] Bkz. 1. Söz; ayrıca, 26. Lem’a, 12. Rica.

2 Bu konularda bkz. Servet Armağan, Risale-i Nur’un Dil Özellikleri, İstanbul, 2009, Nesil Yayınları.

3 Bkz. Barla Lahikası, Giriş kısmı

4 Eskişehir Davası ve Said Nursî’nin Müdafaası başlıklı bir incelememiz bitmek üzeredir. Cenab-ı Hak’tan yardım dilerim.

5 Nursî’nin idarî ve adlî makamlara verdiği dilekçeleri ile parlamentoya gönderdiği dilekçeleri ve özellikleri konusunda şu eserimize bkz. Hak Arama Hürriyeti Said Nursî, İstanbul, 2005, Gündönümü Yayıncılık.

İkinci Avrupa Kan Kusuyor! (Oslo Katliamı)

Benden 76 kişinin katili Norveç’li Breivik’le ilgili bir yazı kaleme almamı istediler. Bu talep, benim 2006’da Sevgi Yayınları arasında çıkan “İSLÂM’I AVRUPALI’YA NASIL ANLATMALI?” isimli kitabımı aklıma getirdi. İlgili bölümleri okudum. Aman Allahım yazı o kadar taze ve aktüel idi ki bir kelime bile değiştirmeye ihtiyaç duymadım. Şimdi ilgili bölümü arz ediyorum:

Avrupa’yı, mânevî ve felsefî anlamda Avrupa, coğrafî anlamda Avrupa olarak iki kategoride tanımlamaya çalışmışlar.

Mânevî ve felsefî anlamda Avrupa’yı:

1- Grek-Latin dünyasına ve medeniyetine mensup,

2- Katolik Hıristiyan olan,

3-Ronesan’sı, Reform’u ve karşı- reformu yaşamış bulunan Avrupa şeklinde tanıtırlarken;

Coğrafî anlamda Avrupa’yı ise:

“Garp âlemi” de (Abendland) denilen ve bugünkü Avrupa Topluluğu devletlerini içine alan Batı Avrupa; bir de Yunanistan, Balkanlar, Rusya dolayısıyla bütün Ortodoks dünyasını içine alan Doğu Avrupa şeklinde de tarif etmişlerdir.(1)

Bize göre Avrupa, gördüğüm, okuduğum ve tanıdığım kadarıyla ne hepten alınabilir, ne de hepten atılabilir bir şeydir. Çünkü o hepten iyi olmadığı gibi hepten de kötü değildir. Bu tanım herkes için geçerlidir. Müslüman kimliğine sahip olan bizler için de geçerlidir. İnsafla söylenmiş güzel bir söz hatırlıyorum: “Her Müslüman’ın her işi, her sıfatı Müslüman olmadığı gibi; her kâfirin her sıfatı ve her sanatı da kâfir olmaz.” (2)

Bu sebepten dolayıdır ki, orijinal fikirleriyle tanınan çağımızın önemli düşünürü Bediüzzaman ise Avrupa’yı:

Birinci Avrupa

İkinci Avrupa

diye iki kategoride ele almış, birinci Avrupa’yı müsbet ve olumlu görmüş, ikinci Avrupa’yı da menfi ve olumsuz olarak tanımlamıştır. Şimdi biz, adil bir tahlil olduğuna inandığımız bu taksim ve tanımlamayı biraz açalım ve içinde ne olduğunu görelim:

BİRİNCİ AVRUPA:

Hz. İsa’nın(a.s) hakiki dininden aldığı feyz ile insanlık âlemine faydalı fen ve sanatları sunan, adalet ve hakkaniyetle hizmet eden Avrupa.. (3) Bu Avrupa ile bizim bir kavgamız yok. Yani Hz. İsa’nın (a.s) hakiki dinini benimseyen Avrupa’yı kendimizden sayıyor ve kendi ürünümüz biliyoruz. Hz. İsa’ya (a.s), Kur’an’da ki bir ayete binaen (4) peygamberimiz Hz. Muhammed’e (s.a.v) inandığımız gibi inanıyor, seviyor ve hürmet ediyoruz. Onun annesi Hz. Meryem’in de temiz ve bir peygamber anası olduğuna, hatta âlemlerin kadınları içinden faziletiyle seçilmiş dört büyük kadından biri (5) bulunduğuna iman ediyoruz.

Bu inanç kuru bir iddia değil, imanımızın esaslarındandır. Hz.İsa’ın peygamberliğine inanmayan bir Müslüman’ın Hz.Muhammed’e (s.a.v) hatta Allah’a ve imanın diğer esaslarına imanı da makbul değildir. Bu birinci, olumlu, medeni, bilim ve teknikte ilerleyen Avrupa’nın Müslüman’ların ürünü ve Müslümanların öğrencisi olduğu gerçeği de sadece bizim düşüncemiz değildir. Bunu Batının insaflı ilim ve fikir adamları da itiraf etmektedir. Mesela Batılı müsteşriklerden Prof. Dr. Montgomary Watt, İslamiyet hakkında verdiği konferansların birinde şöyle demektedir: “Ortaçağ Hıristiyan yazarlarının zihinlerinde tablosunu çizdikleri İslâm’ın, tamamen iftira mahsûlü olduğu çoktandır bilinmektedir. Yalnız şimdi, geçen asır boyunca, araştırmacıların yaptıkları tedkikler sayesinde, Batılıların gözleri önünde daha objektif bir şekil belirmektedir. Fakat biz Avrupalıların kör gözü, İslâm kültürüne olan borcumuzu görmeye manidir. Geçmişten gelen mirasımıza İslâm’ın yaptığı tes’irin kıymet ve kadrini bazen küçümsüyor, bazen de tamamen görmezlikten geliyoruz. Müslüman ve Araplarla daha iyi münasebetler kurabilmek için, borçlarımızın hepsini itirafa mecbûruz. Onu saklamak ve inkâr etmek, sahte bir gurur alametidir.” (6) Watt, i’tirafını sürdürüyor ve konferansında şöyle diyor: “Mevzûmuzu üç noktada özetleyebiliriz:

1- Müslümanların Avrupa’ya yardımları, daha çok, hayatın zarâfeti ve onun maddî temellerinin terakkîsi hakkında oldu.

2- Bir çok Avrupalı neyi benimsemiş ve neyi kabul etmişse, bunların Müslümanlara ait ve İslâmî olduğunun pek az farkına varmıştır.

3- Müslümanların “ihtişamlı hayat tarzı” ve buna refakat eden edebiyatları, hem Avrupa’nın hayal gücünü, hem de Latin menşeli milletlerin şiir kabiliyetlerini harekete geçirmiştir. (7)

Cl.Sanchez Albornoz da diyor ki: “Tabiatiyle artık bu gün orta çağın karanlığından bahsetmek yersizdir. Fakat gittikçe düşmüş, bahtsız Avrupa’dan bahsetmek yerinde olur. Bunun karşısına Müslüman İspanya’nın o harikulade medeniyetini koymak lazımdır….Ronesans hareketinin doğmasından asırlarca önce, Kurtuba’da coşup akacak büyük bir medeniyet nehrinin ilk kaynakları kendini gösteriyor. Bu medeniyet yeni dünyaya antik düşüncenin temellerini aktaracaktır. (8)

Gustav Diercks de bu gerçekleri görmeyen ve itiraf etmeyenlere soruyor: “Müslümanlar hakkında insaf ve hakkaniyet dairesinde hareket etmek ve faaliyetlerini takdir etmek için bu kadar uzun bir zaman geçmesinin sebebi ne olabilir? Bu sualin cevabını Hıristiyanların hasımlarına karşı besledikleri sönmek bilmez düşmanlıkta aramak lazım. Bundan başka Endülüs Müslümanlarının medenî etkisini unutturmak ve insanlığa karşı başardıkları büyük hizmetleri inkâr etmek için sarf olunan gayretleri de hesaba katmak icab eder…” (9) Bu görüşleri özetleyecek olursak, objektiflik ve bilimselliği esas alan bu Avrupa, İslâm dinini tabiat, tıp ve felsefe ilimlerinin beşiği (10) ve büyük bir medeniyet nehrinin kaynağı olduğunu söylemekten kendilerini alamamışlardır.

İKİNCİ AVRUPA:

Materyalist felsefenin karanlığında medeniyetin günahlarını ve kötülüklerini, sevap ve güzellikler zannederek insanlığı ahlaksızlığa ve sapıklığa sürükleyen,(11) objektiflik ve bilimselliği esas almayan, Hz.İsa’nın (a.s) getirdiği hak dini bırakan, uydurduğu dinin arkasına düşen “efsane ve hurafelerden oluşturduğu kalın bir sis tabakasının ardından İslamiyet’e bakan, taraflı ve sübjektif bir mücadele yolu izleyen” (12) Avrupa.

Bu Avrupa, materyalizmi esas aldığından dolayı insanlığa iki şey armağan etmiştir: İnkar ve nankörlük!..İnkârıyla Mevlâ’nın yerine maddeyi, doğayı koymuş, nankörlüğü ile de iyiliklerin, güzelliklerin ve nimetlerin Allah’dan geldiğini görmemiş, tabiattan, doğadan geldiğini söylemiş, dolayısıyla şükür ve teşekkürlerini Allah’a takdim edememiştir. Böylece ne kendi huzurlu ve mutlu olmuş, ne de etkisi alanına giren dünya.

Hakiki Mâbud’unu kaybeden bu ikinci Avrupa’yı da iki kategoride ele almamız gerekiyor. Bunlardan biri, kendi ilahını kendisi oluşturmuş, ona materyalist ve naturalist felsefenin etkisiyle “doğa” demiş; diğeri de son ve hak dini kabul etmemenin sapıklığı ile ilahına “İsa” demiş, “Ruhu’l- Kudüs” demiş, “Meryem” demiştir. Bu gün dünya maalesef bu ikinci Avrupa’nın iki sapık kolunun aleme armağan ettiği inkâr ve nankörlük hastalıklarının pençesinde kıvranmaktadır. Kanlı terörün, ahlaksızlık terörünün, uyuşturucu terörünün, çıkarcılık, hırs ve bencillik terörünün, ırkçılık terörünün, fuhuş terörünün, taciz ve tecavüz terörünün, sömürü terörünün temelinde bu ikinci Avrupa zihniyeti vardır.

-Neden?

-Çünkü bu Avrupa, Hz. İsa’nın (a.s) getirdiği hakiki dinden ve tek Allah inancından inhiraf etmiş, Hz. İsa’nın mesajını, ahlakını, ahkâmını en mütekâmil manada içinde toplayan İslâmiyet’le de bütünleşememiştir. Dine uymak yerine dini kendine uydurmuş, uydurduğunu kendine din edinmiştir. Onun için imanı makbul değildir. Çünkü O, Hz. İsa’ya, Allah’ın bir kulu ve peygamberi olarak değil, bir ilah ve bir Rab olarak inanmaktadır. (13) Böylece gerçek uluhiyyet inancından, yani Hz.İsa (a.s) da dahil bütün peygamberlerin getirdiği tevhid akidesinden, Allah’ın birliği inancından sapmış, “baba, oğul, ruhu’l-kudus” den ibaret olan “teslis yani Allah’ı üçleme” yanlışına ve şirkine düşmüştür. (14) Allah’ın egemenliğini başkalarına taksim etmiştir. (15) Bu da şirktir. Şirk ise Kur’an’a göre büyük bir zulüm (16) ve büyük bir cinayettir. Allah birdir, iki olmaz, üç olmaz. Bir köyde iki muhtar, bir vilayette iki vali, bir ülkede iki başbakan olmayacağı gibi.

Bu ikinci Avrupa’nın sinsi ve gizli şirkini, en büyük ayıp ve günahını Roger Garaudy (1913) şu şekilde ortaya koymuştur: “Batı kültürü, fiilî bir Allahsızlığı sinesinde barındırır. Doğu ülkelerinde Allahsızlık resmen ilan edilmişken, Batı ülkelerinde ise adı verilmeden uygulanan bir Allahsızlık vardır. Şahsi hayatını Hz.İsa’nın sevgi kanununa göre yaşayan bir azınlığın derûnî hayatı dışında Batı dünyası Allah’dan yoksun bir dünyadır.” (17)

Düşünüyorum… Allah’dan yoksun bu dünya bilmem ki insanlığın derdine nasıl derman olacak ve onu nasıl mutlu edecektir?. “Acaba bedeni yalancı bir cennette olup kalp ve ruhu cehennemde azap çeken bir insan mutlu olabilir mi?” (18) başkalarını mutlu edebilir mi? Medeniyetler de böyledir. Dıştan cennet görünen ama içi cehennem olan bir medeniyet insanlığa nasıl mutluluk verecektir? İşte ikinci Avrupa bu.

Bu makaleden sonra şimdi çok rahat diyebiliriz: 76 kişinin katili Norveç’li, ırkçı Breivik ve benzeri katiller bu ikinci Avrupa’nın ürünüdür. Irkçılık her yerde dünyanın başının belasıdır. Anarşi ve terörün tâ kendisidir. Bu zehirin panzehiri de İslamiyet ve Kur’an’dır. Bu hakikati, Cenab- Hakk’ın lutfu inayetiyle her platformda isbata hazırım.

Not: Ramazan’ın başından 15’ine kadar, Hollanda ve Almanya’da çeşitli merkezlerde vaaz, sohbet ve konferanslar vermek için davet almış bulunuyorum. Bu vesile ile siz saygıdeğer okurlarıma Allah’a ısmarladık diyor, Ramazan-ı şeriflerinizi tebrik ediyorum. Allah, hepimize, nerde olursak olalım, rızasına uygun hizmetler yapmayı nasip eylesin.

Vehbi Karakaş / Risale Haber

DİPNOTLAR:

1-bkz.Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, I, s.136, İst-1991

2-Nursî, Said, Münazarat,26-27, Sözler Yayınevi, İst-1977

3-bkz.Nursî, Said, Lem’alar, 106, Sinan Matbaası, İst. 1959

4-bkz.Bakara, 2/285

5-Tirmizi’de geçen hadis-i şeriflerin birinde: “Huveylid’in kızı Hatice kendi alemindeki hanımların en hayırlısı, İmran’ın kızı Meryem de kendi alemindeki hanımların en hayırlısıdır.” buyurulurken onu takip eden Hadis’de ise: “Alemlerdeki hanımlar içinden seçilmiş dört büyük hanım olduğu, bunlardan birincisi İmran kızı Meryem, ikincisi Huveylid kızı Hatice, üçüncüsü Muhammed kızı Fatıma, dördüncüsü de Firavun’un hanımı asiye olduğu vurgulanmaktadır. (bkz. Tirmizî, Kitabü’l- Menakıp, 63)

6-Watt, Montgomary, İslâm Avrupa’da, terc. Hulusi Yavuz, s. 15-16 M.Ü. İlahiyat Fak. Vakfı Yayınları, İst.

2000

7-A.e, s.65

8-Daha geniş bilgi için bkz. Gürkan, Ahmet, İslam Kültürünün Garbı Medenileştirmesi, s.256-257, 246-305,

Akçağ Yayınları, İst.1969

9-Gürkan, Ahmet, İslâm Kültürünün Garbı Medenileştirmesi, s.445, Akçağ Yayınları, İst-1969

10-Zakzuk, M.Hamdi, Oryantalizm veya Mdeniyet Hesaplaşmasının Arka Planı, terc. Abdulaziz Hatip, s.15-16

Işık Yayınları, İzmir-1993

11-bkz. Nursî, a.e, s.106

12-Zakzûk, a.g.e, s.15

13-bkz. İncil, Petrus’un ikinci Mektubu, Çağdaş Türkçe Çevirisi, s.522, Yeni Yaşam Yayınları, İst. 1994; ayrıca bkz. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, XVII, s.367

14-Yeni Ansiklopedi, IV, s. 1769, Timaş Yayınları, İst. 1991

15-bkz. İncil, A.e, s.522

16-Lokman, 13/13

17-Garaudy, Roger, İslam ve İnsanlığın Geleceği, terc. Cemal Aydın, s.126-127. Pınar Yayınları, İst.1990

18-Nursî, Lem’alar, (17. Lem’a, 5. Nota)

Besmele Ve Nefis

SÖZLER’İN İLKİ olan Besmele bahsinin çoğumuzun ezberinde yer alması ve çokça okunması sevindirici olsa da, diğer bahislerin mukaddimesi olmasından dolayı ve istifadenin artması için üzerinde çok daha fazla durulması gerektiği kanaatindeyim. Her işe başlarken onu anmak, her fiilde esmaya ayine olmak ve tesir-i hakikiyi nefisten çekmek gibi doğrudan imana dair manalar ihtiva ettiğini düşünüyor ve Besmeleden nefse büyük bir atıf hissediyorum, hakkıyla bir Besmeleye niyet ettiğimde.

Gündelik işlerimiz sayılmayacak kadar çoktur. Ülfetin yardımıyla bir robot gibi kalıplaşmış bir şekilde yapageliriz onları. Küçük şeylerdir… Yataktan kalkmakla başlayan, bilgisayarı açmak, kitap okumaya başlamak, otobüse binmek vs. gibi durmaksızın süren.

 Her gün yaptığımız küçük işler…

 Aklımıza geldikçe söylediğimiz, Besmele…

 Niyetimizde vardır elbet Besmelenin önemi, her işe onu eklemek. Unutsak da vardır. Tehlikeli olan bence unutmak değil.

Sonra bu gündelik işimizde bir aksilik çıksa, “Allah Allah, fesüphanallah, hayırdır” gibi gayriihtiyari cümleler dökülür dilimizden. Elimizden geleni yapar ve o işe yeniden başlamak için güzel bir Besmele çekeriz.

 Lafın gelişi, bilgisayarı açarken gelmez de aklımıza, bilgisayar takıldı mı dökülüverir dudaklarımızdan. Evden çıkarken unutsak da, otobüse binerken aklımıza gelir vs.

Sanki bilinçsiz bir bölüşme yaşanıyor. Bu küçük işler, her gün yapageldiklerim, ben bunları iyi-kötü yapıyorum, tâ ki bir sorun çıktı, bu benim gücümü aşıyor, bana yardım et manasında kullanabiliyoruz Besmeleyi. Nefis bu unutuşu sağlayabiliyor üzerimizde. Doğrudan kulluk şuuruna bakan bir mesele oluyor böylece Besmele. Herşey de O’nu görmek, onu bilmek değil mi hakiki iman?

 “Allah” lafzı diğer isimleri içine aldığından, Besmelede birinci sırada yer alması bu küçük işler için bir uyarı belki de. Her işim için ayine olduğum isim var. İlaç alıyorum, Şâfi olan Allah, Senin isminle. Birine yardım için niyet ediyorum, merhameti sonsuz olan Allah, Senin isminle. Yatağıma giriyorum, öldüren ve yaşatan Allah, gecenin gündüzün Rabbi, Senin isminle…

 Bir tefekkür vesilesi oluyor Besmele. Hayatın sahibine, hayatın her işinin kendisine baktığı Yaratıcı ve yöneticisine ayna olduğumuzu hatırlatıyor. Kendimizin ve o işin bizim olmadığını. Sonra?

 Bu güzel başlangıca yaraşır bir “sonra” geliyor arkasından. Besmeleyle başlanılan bir işte, sonuç aciz benlikten mi beklenir? Sonuç mu beklenir veya, ona ayine olmak için yapıldığında? Ve gelene razı olunmaz mı ki, o verdi…

 O’nunla başlayan, O’nunla süren, O’nunla biten herşey ne kadar yükseldi. Mutlak hayır sahibinin ismiyle herşey nasıl da cemale erdi.

 Besmele sadece başlarken hayır değil, bu şuurla başladıktan sonra, hayır kendisi gelir ve sonuca meyletmez bile akıl. Ayinelik ve sığınmışlığın huzuru Besmeleyle gelir. Allah deriz, başlarız bir isme ayine olmaya, sonra anlarız ki o isimle birlikte Rahmân gelir, Rahîm gelir. Niyet hayır olur, akıbet hayır olur. Çünkü; Bismillah ile başlayan, Allah’a ulaşır. Rahman ve Rahîm olan ve tüm isimleri “Allah” lafzında gizli olan Zât’a, isim sahiplerinin en güzeline. Kişi kul olur böylece. O’nun ismiyle isimlenmiş şerefli bir köle…

 Öyleyse, O’nun ismiyle…

 Nuriye Çakmak

 Karakalem.net