Ahiretin Varlığına Kesin Delil

Anne karnında ki çocuğun ağzı vardır, gözü vardır, kulağı vardır, eli vardır, ayağı vardır. Bütün aza ve cihazatı tam tekmil verilmiştir. Halbuki bunların hiçbirine orada lüzum yoktur. Orada çocuk, gıdasını, göbeğinden annesine bağlı bir hortumla almaktadır.

Şimdi bu çocuk:

–      Ya Rabbi! dese,   şu hortum bana yetmektedir. Pekiyi su ağza, şu göze, şu kulağa, şu ele, şu ayağa ne lüzum vardır. Bunlar hiçbir işe yaramamaktadırlar?

Herhalde ALLAH’tan şöyle bir cevap alacağı muhakkak:

–      Acele  etme kulum, aklın almadığı şeylere burnunu sokma. Sen kısa bir müddet sonra öyle bir aleme gideceksin ki burada ‘her şeyim’ dediğin hortum, o hortum orada hiçbir şeye yaramayacaktır, kesilip atılacak. Lüzumsuz sandığın ağız, göz, kulak gibi şeylerde en lüzumlu cihaz durumuna geçecek.

O çocuk bu gerçeklere inanmasa ve bir inkârcı olarak dünyaya gelse hakikaten hortumun işe yaramadığını, ebenin onu kesip kaldırıp attığını; lüzumsuz sandığı ağız, göz gibi cihazların devreye girdiğini, onlarsız olunamayacağını görse utanır mı, utanmaz mı? İnanmadığı için dizlerini döver mi, dövmez mi, ne dersiniz?

Şu anda bizde, tıp ki o çocuk gibi bir ananın karnındayız. 9 ay, 9 sene veya 90 sene sonra bir başka dünyada doğacağız. O dünyanın adi ahirettir. Biz şu anda dünya annemize maddi hortumlarla, midemiz ile bağlı durumdayız.

Eğer biz:

–      İşte geçinip gidiyoruz. Ya Rabbi! Su Namaza, oruca, hacca, zekata, dine, imana, İslam’a ne lüzum vardır?

Dediğimiz takdirde.

Rabbimizden şöyle bir cevap alacağımız muhakkaktır!

–      Ey kullarım! Kısa bir müddet sonra bu dünyadan çıkacaksınız. Öyle bir aleme götürüleceksiniz ki, orada her şeyim’ dediğiniz bu maddi hortumların hiçbiri işe yaramayacak. Lüzumsuz sandığınız namaz gibi, zekat gibi, hac gibi ibadetler de en lüzumlu şeyler durumuna geçecek. Orada insanlara arabasına, parasına, servetine ve suretine göre değil; kalbine ameline ve ibadetine, namazına göre değer verilecektir.

Yani namazınız, zekatınız, orucunuz, haccınız, hayır hasenatınız, ahirette sizin için her şey olacak. El olacak, ayak olacak, dil olacak, dudak olacak, villa olacak, havuz olacak, senet olacak, berat olacak, uçak olacak, sonu olmayan zenginlik ve saadet olacak kısacası, Cennet olacak.

Eğer biz kendimizi bilgili sanıp, fen ve teknik asrında olduğumuzla şımararak, Rabbimizin hikmet lisanıyla buyurduğu bu gerçekleri kabul etmeyip, ibadetsiz bir tembel veya bir inkârcı olarak ahirete gidersek, gerçekleri gördüğümüz zaman utanmaz miyiz? Hakikaten her şeyim dediğimiz hortumlarımızın, yani arabamızın, apartmanımızın, paramızın, pulumuzun hiçbir işe yaramadığını müşahede ederek, ibadetlerin her şey olduğunu anlasak o anne karnında ağzı, gözü lüzumsuz gören çocuk gibi mahcup olmaz mıyız? Utancımızdan dizlerimizi dövmez miyiz? Keşke inansaydık, keşke namazımızı kılsaydık, orucumuzu tutsaydık, zekatımızı tam verseydik, ALLAH için yaşasaydık, Eşsiz İnsan Şanlı Peygamber Hz. Muhammed ( s.a.v)’in yolunda yürüseydik demez miyiz?

Benim hanım ve erkek Kardeşlerim! Pişman olacağınız, dizlerinizi döveceğiniz o gün gelmeden aklınızı başınıza alın…

Kaynak: (Niçin NAMAZ, Vehbi Karakaş, S70-72)

Tashihten geçip sunan: Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Testi Kırılmadan Dostlara Hatırlatmak İstediklerimiz

  1. Haziran 2015 seçimleri, Türkiye’deki istikrara zarar vermemeli; tam tersine istikrarı pekiştirmeli; aksi takdirde maddi ve manevi zararlar arka arkaya gelir.
  1. Amerika’daki karanlık güçler, avrupa’daki bazı devletler ve maalesef bunalara alet olan bazı ahmaklar, islamofobiyi, türkofobiye ve hatta erdoğanfobiye çevirme niyetindeler. Her türlü provakasyona hazır olmalıyız.
  1. İktidar partisi, çok ihtiyatlı olmalı; herkesi kucaklamalı; özellikle adayları tesbit ederken dürüst, ehliyetli ve dindar olanları esas almalı. Şöhretini milletvekilliğine çevirmek isteyenlere iltifat etmemeli.
  1. Doğu ve güneydoğuda, müslüman halkımızı temsil eden ve ırkçı olmayan insanlara meyledilmeli.
  1. Saf müslümanlar, bazı şahısların hatalarıyla kandırılmak ve chp gibi dindarların ezeli düşmanı olan partiye kaydırılmak istenmektedir. Hatta hdp’ye bile destek veren saf müslümanlar bulunmaktadır.
  1. İttihadçıların sultan Abdülhamid’e yaptığı hataya, biz Türkiye müslümanları düşmemeliyiz. Sonradan ağlamaları fayda vermemiştir. Cumhurbaşkanımızın, asrımızın en az sultan Abdülhamid’i olduğuna inanıyorum. O da Abdülhamdi’in, cüz’i de olsa, hatalarına düşmemelidir. Hem sıhhatine ve hem de siyasetine dikkat etmelidir.
  1. Cumhurbaşkanı yalnız kaldı diyenlere sözümüz şudur: cumhurbaşkanımızı, sisiler, esedler, merkeller, hefterler, coniler ve bunların oyunlarına gelenler sevmiyor. Bununla iftihar ediyoruz. Ancan müslüman milletimizin % 52’si, islam aleminde ve avrupa ile amerika’da yaşayan ümmet-i muhammed’in kahir ekseriyeti seviyor ve dua ediyor.

Son cümlem şu hadis-i şeriftir: “birşeyi sevdiğinde bir dereceye kadar sev; zira bir gün gelir ona öfke duyabilirsin. Bir şeye öfke duyduğunda ise, bir dereceye kadar öfke duy; zira bir gün onu sevmek mecburiyetinde kalırsın.”

“Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız! İhtilafınızdan istifade eden zalimlere karşı اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ kal’a-i kudsiyesi içine giriniz; tahassun ediniz. Yoksa ne hayatınızı muhafaza ve ne de hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz. Malûmdur ki; iki kahraman birbiriyle boğuşurken; bir çocuk, ikisini de döğebilir. Bir mizanda iki dağ birbirine karşı müvazenede bulunsa; bir küçük taş, müvazenelerini bozup onlarla oynayabilir; birini yukarı, birini aşağı indirir. İşte ey ehl-i iman! İhtiraslarınızdan ve husumetkârane tarafgirliklerinizden kuvvetiniz hiçe iner, az bir kuvvetle ezilebilirsiniz. Hayat-ı içtimaiyenizle alâkanız varsa, اَلْمُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِنِ كَالْبُنْيَانِ الْمَرْصُوصِ يَشُدُّ بَعْضُهُ بَعْضًا düstur-u âliyeyi düstur-u hayat yapınız, sefalet-i dünyeviyeden ve şekavet-i uhreviyeden kurtulunuz!.”

Mektubat ( 270 )

YARAB MEMLEKETİMİZİ VE MİLLETİMİZİ MADDİ VE MANEVİ MUSİBETLERDE KORU!

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

www.NurNet.org

Ali Uçar Ağabeyin Peygamberimizi Gördüğü Rüyası

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

İçinde Resulallah’ın (S.A.V.) görüldüğü rüya hadis-i sahihle haktır ve ona hiçbir şekilde şeytan müdahale edemez. Böyle çok mübarek bir rüyayı gören Ali Uçar ağabey, Sungur ağabeyin ısrarına istinaden bir sohbet sırasında anlattı.

Büyük bir ovayla bitişen bir dağın yamacında güneşin hararetinin azaldığı sıralarda kardeşlerle yere oturmuş ders yapıyorduk. Ben risaleleri yeni tanıyan bir kardeşin yanında oturuyordum. Birden ovada küçük küçük dairesel gölgeler gördüm, yukarı baktım yukarıdan yüzlerce paraşütlü ve silahlı askerler iniyordu. Biz ovadan 75-100 metre kadar yüksekteki dağın yamacında idik. Dağ ile ovanın bitiştiği yerde eski şehir harabeleri ve asırlık ağaçlar ve bilhassa incir ağaçları bulunuyordu. İnen paraşütlü askerler derhal harabelere koşup mevzileniyorlardı.

Hemen akabinde ufuktan toz bulutu gibi süvariler ovaya doğru gelip diğerleri ile savaşa tutuştular. Bu sırada kardeşler ile susup hayretler içinde hiç telaş göstermeden yalnızca onları seyrediyorduk. Fakat onlar bizim varlığımızdan haberdar değiller di. Her neyse süvariler çok geçmeden diğerlerini harabelerde öldürüp geldikleri gibi gittiler.

Ben yanımdaki kardeşe düşmanların her an gelip bizi de öldürebileceklerini ve aşağıdaki silahların bazılarını kullanabildiğimi ona öğreteceğimi söyle-dim. Aşağıya indik; ona bazuka nasıl kullanıldığını gösterirken arkamdan bir el omzuma dokunarak; 
“Ali Uçar sen misin?“ 
dedi. Dönüp baktım ki kırmızı sakalları göğsüne inen ve deve yününden yapılmış ince bir cübbe içinde nurani ve mütebessim bir zat; 
“Benimle gel, seninle bir yere gideceğiz.”
Dedi. Ben, 
“Arkadaşım da gelebilir mi?”
diye sordum. O arkadaşıma döndü ve tebessüm ederek; 
“Yoook, Yoook, o kalsın“
dedi. Birkaç defa ısrar etmeme rağmen razı olmadı. Böylece yola koyulduk. 
Yolda yürürken o zat bana, 
“Bu günlerde hiç risale okudunuz mu? 
diye sordu. 
“Evet ”
dedim. Yine sordu; 
“ Orada Davud’ un kıssası var mı? “ 
Ben yine evet dedim. O zat; 
“ İşte Davud benim” 
dedi. Ben, 
“siz yoksa Davud Aleyhisselam mısınız?”
dedim. 
“Evet”
dedi. Bir müddet beraber yürüdükten sonra bir hendek yanına geldik. Davud (a.s.) bana; 
“Bismillahirrahmanirrahim diyerek karşı kıyıya atla”
dedi onun dediğini yaparak karşıya geçtik. Daha sonra ikinci bir uçurumun yanına gelince Davud (a.s.) bana yine; 
“Bismillahirrahmanirrahim de ve karşıya uç, kar-şıda şöyle bir yere varacaksın”
diye bir yer tarif etti. Sonra; 
“Anladın mı?”
dedi. Ben; 
“Anladım”
deyince; 
“Bana tarif et”
dedi. Tarif ettim. Uçuruma bakınca buradan nasıl atlanır diye korku ve hayretle düşündüm. Ne var ki bir peygamberden önde davranıp karşıya geç-mek edebe muhalif olur diye; 
“Önce siz geçin”
dedim. Davud (a.s.) 
“Önce sen geç sonra ben geçeceğim”
deyince ben besmele çekerek kendimi uçuruma bıraktım. Karşıya doğru uçmaya başladım. Rüyada uçmak öyle bir lezzet ki anlatamam. 
Her neyse karşı tarafta tarif edilen yere vardım. Orada ayakta birkaç kişi konuşuyordu. Ben yanla-rına vardığımda Davud (a.s.) da yanlarına geldi. Onları bana tanıttı. 
“Bu Süleyman’dır” 
dedi. Ben de, 
“Yani Süleyman (a.s.) mı?”
dedim. 
“Evet”
dedi. Diğer birkaç peygamberi de bana bu şekilde tanıttı. Ben Davud (a.s.)’ a hasretle 
“Bizim peygamberimiz (a.s.v.) nerede?”
diye sordum. Davud (a.s.) elini kaldırarak bir tara-fa doğru işaret etti. Büyük bir iştiyakla o yöne doğru koşmaya başladım. Yanımda bulunan peygamberleri hep unutmuştum. 
Yüksek bir yamaca doğru koşarak tırmanmaya başladım. Tam tepeye ulaşıyorum ayağım kayıyor, otuz metre geriye düşüp tekrar çıkmaya çabalıyo-rum. nihayet yamacı aşarak koşmaya devam ettim. Bol ağaçlı bir ormana girdim. Gittikçe ağaçlar sıklaştı, sonra ağaçlar birden kesildi. Boyları göğ-süme ulaşan buğday başakları ile dolu bir düzlüğe çıktım. Ortada bir patika yol vardı. 
Patika yola girer girmez gördüm. Peygamberimiz (a.s.v.) 
“Geldin mi Ali?”
dedi. 
“Geldim Ya Resulallah”
dedim. Büyük bir heyecan içinde selam verdim. Gülümseyerek selamımı aldı. O’nun gülümsemesi bana o kadar lezzet verdi ki tarif edemem. Adeta o gülümseme içime iliklerime hücrelerime kadar işlemişti. Cenab-ı Peygamber (a.s.v.) yüzü dolgun yeni tıraş olmuş, heybetli, her tarafı nurani ve insana güven veren bir çehre içerisindeydi. 
“Ya Resulallah bu sefer sizi çok iyi gördüm”
dedim. O’nu daha evvel mükerreren zayıf görmüştüm. Cenab-ı Peygamber pazularını şişirerek mütebessim bir şekilde; 
“Evet çok iyiyim”
dedi. 
Ben buraya nasıl geldiğimi ve başımdan geçenleri anlattım. Savaştan bahsettim. Peygamberimiz ciddileşmişti. 
“Onların ikisi de kafirdir, sizlere bir zarar veremezler”
dedi. Peygamberimiz ciddileşince karşısında insan duramıyor heybetinde adeta mermer kesiliyordu. Peygamberimiz; 
“Arkadaşlar!”
deyince birden kendimi diğer peygamberlerin oluşturduğu bir halkanın içinde buldum. Demek’ ki Peygamberimiz ile konuşurken öyle dalmışım ki onların varlığının farkına varmamışım. Peygamberimiz konuşmasına devam ederek, 
“Sofrayı hazırlayın”
buyurdu. Etrafımızdaki peygamberler koşarak uzaklaştılar. Biraz sonra yemek yenecekti. 
Ben Peygamberimiz ile o yöne doğru O önde ben arkada yürürken Risale-i nur okuduğumuzdan talebe hizmetlerinden ve diğer hizmetlerimizden bahsediyordum. Bu arada sofranın başına geldik, sofra daire şeklinde idi. Peygamberimizin oturduğu yerin en sağında Davud (a.s.) ve ben vardım. Karşımdaki zatın kim olduğu zihnimi kurcalıyordu. Her halde Yusuf (a.s.) idi. Kur’an da ismi geçen bütün peygamberler sofrada bulunuyordu. Pey-gamberimizin önünde bulunan iki tabakta salata vardı. 
Her neyse Peygamberimiz (a.s.v.) diğer peygamberleri tanıtmaya başladı. Hemen yanındaki Davud (a.s.)u överek tanıtmaya başladı. Bu arada onun sırtına hafifçe vurarak kurandaki bahislerinden bahsediyordu. Peygamberimiz sözünü bitirir bitirmez ben Davud (a.s.) Risale-i nurda geçen kıssasını naklettim. Davud (a.s.) isminin, kıssalarının risalelerde geçmesinden çok memnun olmuş. Bu memnuniyetini mimik hareketleri ile diğer peygamberlere belli ediyordu. Peygamberimiz bu şekilde diğer peygamberleri de tanıttı. Ben de her defasında onların kıssalarını risalelerde geçen yerlerden naklettim. Hepsi bundan memnun oldular. 
Yemek üç, dört saat kadar sürmüştü. Artık yemek nihayete erecekti. Peygamberimiz; 
“Misafirin duası makbuldür, yemek duasını sen yap”
buyurdu. Ben daha evvel ezberlemiş olduğum “Ey bizi nimetleri ile perverde eden sultanımız”diye başlayan sözlerdeki duayı ve münacatın sonundaki duayı okudum. 

Bunun üzerine Efendimiz; 
”Maşaallah ne güzel ve ne cami bir dua. Bu Bediüzzamanın duası. Bir daha oku”
buyurdu. Ben tekrar okudum. Efendimiz; 
“Maşaallah ne kadar cami bir dua bir daha oku”
buyurdu. Ben yine aşkla ve şevkle okudum. Bana tam üç kez okuttular. Artık sofradan ayrılma zamanı gelmişti. Peygamberimiz ayağa kalkmıştı bende vedalaşmak üzere yanına yaklaştım. 
İçimden “ben sizin yerinizi öğrendim. Artık sık sık buraya gelirim” dedim. Peygamberimize; 
“Ya Resulallah biz devamlı Risale-i Nur okuyoruz. Ben şimdi nur talebelerinin yanına gidiyorum. Onlara ne diyeyim?”
diye sordum. Peygamberimiz (a.s.v.) parmağını havaya kaldırdı, diğer peygamberlerde gözleri ile parmağını takip ediyorlardı. Peygamberimiz: 
“Allah sizinle beraberdir.” 
Buyurdu. sonra parmağını diğer peygamberleri gösterecek şekilde indirdi ve bir daire çizdi. 
“Arkadaşlarım da sizinle beraberdir. “
buyurdu. Sonra mübarek eliyle kendini işaret ederek, 
“Ben’ de sizinle beraberim. “ 
buyurdu. Peygamberimiz ciddileşmişti. Mübarek sesini yükselterek 
“Devam edin… Devam edin ..”
buyurarak bana son mesajını verdi. Efendimize ayrılmadan önce sıkıca sarıldım. Uyandığımda kendimi ayakta buldum. 
Ali Uçar ağabeyin mübarek rüyası son buldu. Allah kendisinden ebeden razı olsun, rahmetine kendisine bol etsin. Amin.

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Namaz Tesbihatının Faziletine Ait Gönderilen Mektubdur

Takvim tesbih pusulaNamaz Tesbihatının Faziletine ait Isparta’ya gönderilen bir mektubdur

Bugünlerde ince bir mes’ele kalbime geldi. Vaktinde kaleme alamadım. Vakit geçtikten sonra o ehemmiyetli hakikate bir işaret ederiz:

Kardeşlerimizden birisinin namaz tesbihatında tekâsülüne binaen dedim: Namazdan sonraki tesbihatlar, tarîkat-ı Muhammediye’dir (A.S.M.) ve velayet-i Ahmediye’nin (A.S.M.) bir evradıdır. O nokta-i nazarda ehemmiyeti büyüktür.

Sonra, bu kelimenin hakikatı böyle inkişaf etti: Nasılki risalete inkılab eden velayet-i Ahmediye (A.S.M.) bütün velayetlerin fevkindedir; öyle de, o velayetin tarîkatı ve o velayet-i kübranın evrad-ı mahsusası olan farz namazların akabindeki tesbihat, o derece sair tarîkatların ve evradların fevkindedir. Ve bu sır dahi şöyle inkişaf etti:

Nasıl zikir dairesinde bir mecliste veyahut hatme-i Nakşiyede bir mescidde birbiriyle alâkadar heyet-i mecmuada nuranî bir vaziyet hissediliyor. Öyle de kalbi hüşyar bir zât, namazdan sonra “Sübhanallah Sübhanallah” deyip tesbihi çekerken, o daire-i zikrin reisi olan Zât-ı Ahmediyenin (A.S.M.) müvacehesinde, tesbih elinde yüz milyon adam tesbih çektiklerini manen hisseder; o azamet ve ulviyetle “Sübhanallah Sübhanallah” der. Sonra o serzâkirin emr-i manevîsiyle ona ittibaen “Elhamdülillah Elhamdülillah” dediği vakit, o halka-i zikrin ve o geniş dairesi bulunan hatme-i Ahmediyenin (A.S.M.) dairesinde yüz milyon müridlerin “Elhamdülillah Elhamdülillah”larından tezahür eden azametli bir hamdi düşünüp içinde “Elhamdülillah Elhamdülillah” ile iştirak eder ve hâkeza… “Allahü Ekber Allahü Ekber” ve duadan sonra “Lâ ilahe illallah Lâ ilahe illallah” otuzüç defa o tarîkat-ı Ahmediyenin (A.S.M.) halka-i zikrinde ve hatme-i kübrasında o sâbık mana ile o ihvan-ı tarîkatı nazara alıp, o halkanın serzâkiri olan Zât-ı Ahmediyeye (A.S.M.) müteveccih olup
ﺍَﻟْﻒُ ﺍَﻟْﻒِ ﺻَﻼَﺓٍ ﻭَ ﺍَﻟْﻒُ ﺍَﻟْﻒِ ﺳَﻼَﻡٍ ﻋَﻠَﻴْﻚَ ﻳَﺎ ﺭَﺳُﻮﻝَ ﺍﻟﻠَّﻪِ

der, diye anladım ve hissettim ve hayalen gördüm. Demek tesbihat-ı salâtiyenin çok ehemmiyeti var.

Said Nursî
* * *

Akrabanın Hal Ve Hatırını Sormak

 Evet, Sıla-i Rahim: Akraba ve yakınları ziyaret etme, hallerini ve hatırlarını sorma, gönüllerini alma anlamında bir İslam ahlâkı terimidir.

İslam’da insanlar arası ilişkilere önem verildiği gibi özellikle yakınlardan başlayarak anne ve babanın ve sırayla diğer akrabaların ziyaret edilip gözetilmesi prensibi son derece önemlidir.

Halit b. Zeyd (Ebu Eyyüb el-Ensarî) hazretlerinden rivayet edildiğine göre bir adâm Hz. Peygamber’e gelerek: “-Yâ Rasûlallah; beni Cennete sokacak bir ibadet söyler misiniz?” dedi… Rasûlüllah şu cevabı verdi:

“Allah’a ibadet eder ve O’na hiç bir şeyi ortak koşmazsın, namaz kılar, zekât verir ve sıla-i rahm edersin” (Buharî, Zekât, 1).

Peygamber Efendimizin bu kadar önemle üzerinde durduğu ve yapıldığı zaman müslümanların Cennete girmelerine sebep olacağını haber verdiği sıla-i rahim; her türlü hayır işlerinde akraba ve yakınların görülüp gözetilmesidir. Gerek âyetlerde, gerek hadislerde, bunun, namaz, zekât gibi farz ibadetlerden hemen sonra zikredilmesi, İslâmdaki önemini göstermektedir. Alimler sıla-i rahimde bulunmanın vacib olduğu görüşündedirler. Bunun, terkedilmesi, yani akraba ve yakınlarla olan ilgisinin kesilmesi, büyük günâh sayılmıştır. Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor:

“Allah’tan korkun ve akrabalık bağlarını kesmekten sakının” (en-Nisâ, 4/I);

“Onlar ki Allah’ın gözetilmesini emrettiği hakları gözetirler (akrabalık bağlarını devam ettirirler ve iyilikte bulunurlar); Rablerine saygı beslerler ve kötü hesaptan korkarlar…”;

Fakat Allah’ın tevhit akidesini kabullendikten sonra onu bozanlar ve Allah’ın bağlanmasını emrettiği bağları koparanlar (akrabalık bağlarını kesenler) ve yeryüzünü fesada verenler var ya; işte bunlar, lânet onlara ve yurdun kötüsü Cehennem de onlara” (er-Ra’d, 13/21, 25).

Ayet ve hadislerde geçen “rahim” (akraba) sözünün hangi derecede akrabaları içine aldığı hususunda farklı görüşler vardır. Bazılarına göre kendileriyle evlenilmesi haram olanlar; bazılarına göre vârisler akraba sayılır. Bazı âlimler de, mahrem olsun olmasın, kişinin bütün yakınları akraba (rahim) dir demişlerdir. Bu son görüş, toplumsal yardımlaşma bakımından daha kapsamlıdır.

Allah (c.c) ve Peygamberi (s.a.s), akrabanın görülüp gözetilmesini emrettiklerine göre, bunun nâsıl yapılacağını iyi bilmek gerekir.

Sıla-i rahmin birkaç derecesi vardır. En aşağı derecesi akrabalarımıza karşı tatlı sözlü, güler yüzlü olmak; karşılaştığımızda selâmlaşmayı, hal hâtır sormayı ihmâl etmemek; dâima kendileri hakkında iyi şeyler düşünmek ve hayır dilemektir. İkinci derece de ziyâretlerine gitmek ve çeşitli konularda yardımlarına koşmaktır. Bunlar daha çok bedenî hizmetlerdir. Özellikle yaşlıları zaman zaman yoklayarak, yapılacak işleri varsa onları takib etmek kendilerini sevindirecektir. Sıla-i rahmin üçüncü ve en önemli derecesi akrabalara malî yardım ve destek sağlamaktır.

Bu yardımlar herkesten beklenemez. Hasta ve yatalak bir kişiden akrabasını ziyâret etmesini istemek anlamsızdır. Fakir birisinden de başkalarına mâlî yardımda bulunmasını beklemek de yanlıştır. Yalnız zengin, hali vakti yerinde bir müslümanın, sadece ziyâret ve hal, hatır sormakla bu görevi yerine getirebileceği de söylenemez. Böyle zengin birisi için sıla-i rahim, yoksul akrabalarına elinden geldiğince malî destekte bulunmaktır. Bu destek ödünç para vermekle olabileceği gibi; karşılıksız mâlî yardımlar şeklinde de olabilir. Şu halde, yakınları görüp gözetmek deyince, yukarıda belirtilen üç derecedeki yardımdan hangisine güç yetiniyorsa, onun yapılması anlaşılmalıdır. Yapabileceği görevi yapmamak müslümanı bu konuda sorumlu kılar. Yukarıdaki âyet-i kerimede, Allah Teâlâ’nın bu görevi yerine getirmeyenlere yönelttiği lânet unutulmamalıdır. Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: Her Cuma gecesi insanoğlunun amelleri Allah’a arz olunur: Yalnız sıla-i rahimde bulunmayanların amelleri kabul olunmaz” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 484).

Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

” Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimse akrabasını görüp gözetsin” (Buharî, İlim, 37; Müslim, İmam, 74-77).

“Akrabalık, Arş’ta asılıdır. Der ki: “-Beni gözeteni Allah gözetsin; beni terk edeni Allah terk etsin” (Müslim, Birr ve Sıla, 17);

“Akrabalık bağlarını kesip koparan kimse Cennete giremez” (Buhari, Edeb, 11);

“Her kim rızkının bol olmasını ve ecelinin gecikmesini istiyorsa akrabasını görüp gözetsin” (Buhari, Edeb, 12);

“Ey insanlar, birbirinize selâm verin, akrabanızı gözetin, yemeği yedirin! Geceleyin insanlar uyurken namaz kılın ki selâmetle Cennete giresiniz” (Tirmizî, Et’ime, 45).

“Yoksula yapılan sadaka bir sadakadır. Bu sadaka akrabaya yapılmışsa iki sadaka demektir. Biri sadaka, diğeri sıla-i rahimdir ki bu da sadaka sayılır” (Tirmizi, Zekât, 26).

Akrabalarımız, özellikle hala, teyze, amca, dayı, gibi yakınlarımız aileden sayılır. Onları kendi yakınlarımız bilerek davranışlarımızı ayarlamakta büyük faydalar vardır. Rasûlüllah (s.a.s): “Teyze, anne yerindedir” (Tirmizi, Birr, 5) buyuruyor. Amca da baba yerindedir. Bu kadar yakın olan kişilere karşı yerine getirilmesi gereken bazı ahlâkî görevlerin bulunması tabiidir. Bu görevler arasında olan ziyaretlere özel bir yer ayrılmalıdır. Aşağıda anlatılacak genel ziyaret kurallarına uyarak yakınları, başta bayramlar olmak üzere, zaman zaman ziyâret etmek, mümkünse hediyeler götürmek güzel bir davranıştır. Yapılan ziyareti iâde etmek de gerekir. Müslümanı ziyarete gelene gitmemek aradaki bağların daha çabuk kopmasına sebep olmaktır.

Ziyaretler akrabalar arasındaki sevgi bağlarını güçlendirir. Dargınlıkları sona erdirir. Sevinç ve üzüntülerin karşılıklı paylaşılmasına, sıkıntılara birlikte çareler aranmasına vesîle olur. Özellikle yaşlılar toplumda yalnız kalmadıkları, çevrelerinde kendilerini seven, arayıp soran insanların bulunduğu inancı ile son yıllarını huzur ve mutluluk içinde geçirirler.

Sıla-i rahim konusunda dikkat edilecek hususlârdan biri de şudur: İyilik, karşılık bekleyerek yapılmamalı, sadece görüp gözeten yakınlara karşı sıla-i rahimde bulunulmamalı; aksine, unutan, akrabalık bağlarını koparanlara karşı da bu görev yerine getirilmelidir. Hz. Peygamber şöyle buyuruyor:

“İyiliğe benzeri ile karşılık veren kişi, tam anlamıyla akrabasını görüp gözetmiş olmaz. Hakiki sıla, kişinin kendisi ile ilgiyi kesenleri görüp gözetmesidir” (Buharî, Edeb, 15).

İyilik her durumda düşünülmeli ve yapılmalıdır. Yoksul ve güçsüz iken iyilik ve yardımdan söz edip, zengin ve güçlü duruma yükselince başka türlü davranmak, fesâd ve ahlâksızlıktan başka bir şey değildir.

Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor:

Demek idâreyi ve hâkimiyeti ele alırsanız hemen yer yüzünde fesad çıkaracak, akrabalık bağlarını bile parçalayıp keseceksiniz öyle mi? Onlar öyle kimselerdir ki Allah kendilerini rahmetinden kovmuş da duygularını almış ve gözlerini kör eylemiştir. (Muhammed, 47/22-23).

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version