Bir fikre davet nasıl yapılabilir?

“Bir fikre davet, cumhur-u ulemânın kabulüne vâbestedir (bağlıdır). Yoksa davet bid’attır, reddedilir.” (Risale-i Nur Külliyâtı, Mektubat, Hakikat Çekirdekleri)
Çeşitli insanlar, çeşitli mevzularda fikirler ortaya atabilir. Bunların kabulü veya reddi için ölçü, kıstas acaba ne olmalıdır? Ortaya atılan her fikrin kabul edilmesi, tabii ki yanlıştır. Hem, doğruluğu sağlam delillere dayanmayan zıt fikirlerin insan zihninde birlikte kabulleri, en basit mantığa göre de mümkün olmaz. Meselâ: Birbirinin zıddı olan aydınlık ve karanlık, bir arada bulunamaz; ışık gelince, karanlık gider. Bir fikrin kabul edilebilmesi için, delil ve âkibete bakılması icap eder; ortaya atılan fikirlerin bazılarının delili sağlam ve güvenilir olmayabileceği gibi, bazılarının sonuçları da, o fikrin yanlış olduğunun mutlaka kabulünü gerektirebilir.
“Bir eser okunacağı veya bir söz dinleneceği zaman, evvelâ قَالَ لِمَنْ وَ قَالَ لِمَا وَ قَالَ فِيمَا وَ قَالَ مَنْ yani: Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne için söylemiş? Ne makamda söylemiş? olan bir kaide-i esasiyeyi, nazar-ı itibara almalı. Evet, kelâmın tabakatının ulviyeti, güzelliği ve kuvvetinin menbaı, şu dört şeydir: Mütekellim, muhatab, maksad ve makam. Yoksa, her ele geçen kitab okunmamalı, her söylenen söze kulak verilmemelidir. Meselâ: Bir kumandanın, bir orduya verdiği arş emriyle; bir neferin, arş sözü arasında ne kadar fark vardır? Birincisi koca bir orduyu harekete getirir. Aynı kelâm olan ikincisi, belki bir neferi bile yürütemez.” (Konferans, Z.Gündüzalp, 1950)
İnsanların, ekseriyetle bu kaideye aykırı hareket ettiği görülür; bu sebeble yanılırlar ve başkalarını da yanıltırlar. En başta, Allah (c.c.) ve Resulullah’ın (s.a.v.) söylediklerine itibar etmek lazımdır; onların söyledikleriyle doğrulanamayan ve hele aykırı olduğu açıkça görülen sözlere itibar edilmemelidir. Allah ve Resulüne tabi olmak, Allah ve Resulüne bağlılığı da gösterir. Fakat, herhangi bir insanın sözüne uyarken, durum farklıdır; çünkü, kelamın ulviyeti, güzelliği ve kuvvetinin menbaı değişmiştir.
Dinî neşriyatta bulunan bir yazar, ilk insan ve ilk peygamber Hz.Âdem (a.s.) olduğu dinî kaynaklarımızda yazılı olmasına rağmen, insanlığın yeryüzündeki ilk ceddinin Hz.Nuh (a.s.) olduğu şeklinde bir iddiada bulunmuş ve bununla ilgili bir makale ve onun genişletilmiş şekliyle ile bir kitap da neşretmişti; “cumhur-u ulema”nın kabulü bir yana, İslâm ulemasından onun fikrine katılan bir kişinin bile adı duyulmamıştı. Bu sebeble, o iddiasının reddedilmesi gerekiyordu.
Yıllarca önce vefat etmiş ve hayattayken de Müslüman olarak tanınmış bir malî müşavir, Türkiye Cumhuriyeti’nin İslâm Şeriatına göre idare edilmediğini, bu sebeble “Dar’ül-Harb” (Müslümanların hâkimiyeti altında bulunmayan yer) sayılacağını ve dolayısıyla faizin Türkiye sınırları içerisindeki Müslümanlara haram olmadığını her vesileyle söylüyor ve bu sebebten çeşitli kişilerle sert tartışmalara sebeb oluyordu. Bu mevzuda yazılmış kitaplarda da belirtildiği gibi, konuyla ilgili âlimlerin çok büyük ekseriyeti bunu kabul etmediklerinden, o malî müşavirin bu fikrine daveti reddedilmeliydi.
Amerikan kovboylarıyla ilgili filmlerde çok rastlanan görüntülerden biri de, Amerika’nın yeni kuruluş yıllarında kanun hakimiyetinin olmadığı Teksas gibi bazı eyaletlerinde, bir şarlatanın bir sokak kavşağının köşebaşında durarak, “her derde deva” iddiası ile küçük bir şişedeki maddeyi ilaç gibi satmağa çalışmasıdır. Bugün kanun hakimiyetinin olduğu ülkelerde bile, bu şarlatanlığın yaygın bazı emsallerine rastlanmakta; hattâ radyo ve televizyon gibi en tesirli reklam vasıtaları bile, bu maksatla kullanılmaktadır. Acaba bir şahsın satmak istediği ürünle ilgili sadece kendisinin o ürün lehinde konuşma yapmasıyla, dedikleri peşin hükümlülükle kabul edilmeli midir? Kanun hakimiyetinin olmadığı zaman ve yerlerle, kanun hakimiyetinin mevcut olduğu söylenen zaman ve yerlerde böyle durumlarda pek farklılığın olmaması ise, insanı ibretle düşündürmektedir.
İhtiyarlık ve ölüm dışında, her hastalığın devasını da Allah yaratmıştır. Bir hastalığın devasını aramak; Allah’ın Şafi (Şifa veren) ismine iltica ile, şifayı verenin Allah olduğunu bilerek ve kabul ederek, şifa için Ona fiilî duada bulunmak ve bu manâsıyla bir nevî ibadet olabilir. Tabiat, Allah tarafından yaratılmış şifalı çeşitli ürünleriyle, ayni zamanda “devalar hazinesi”dir. Tabiattaki şifalı şeylerin bazılarını bilenler ve bildiklerini söyleyenler vardır; fakat bu mevzuda doğruyla yanlışın iyi ayırt edilebilmesi de lâzımdır. İnsanlar, dünyada ebedî yaşamak ister gibi, genellikle sağlıklarına çok düşkün olduklarından,  modern tıbbın ve alternatif tıbbın itiraz edilemeyecek doğru ve faydalı şekilleri dışındaki bu reklamlara da ekseriya kolayca kapılabilmektedirler.
İnsanların sağlıklı ve çok yaşamak arzuları, maddî menfaatler için istismar edilmeye çok müsaittir ve bu maksatla onların istismar edilmelerine çok rastlanır. Tabiattaki devaları, yaradılışlarının hakikî manasıyla doğru anlamak, ondan istifade etmek ve ettirmek; insanların sağlıklı olmak temayüllerini maddî menfaat hesaplarıyla istismar etmemek ve bu istismarla insanları aldatmamak gerekir.
Bugün de, bıçakla kolayca kesilebilen yumuşak bir ağacın köklerini ve o köklerden kesilmiş birkaç parçayı seyyar tezgahına dizmiş ve kocaman bir levhaya da, o kökün ne kadar çok hastalığa ilaç olduğunu yazmış “modern şarlatanlar”, kanun hakimiyetinin olmadığı zamanlardaki Teksas’ta olduğu gibi,  “her derde şifa ilaç” sattıkları iddiasıyla insanların sağlıklı olabilmek temayüllerini kendi maddi menfaatlari için istismara ve onları aldatmaya çalışan eski emsallerinden çok farklı bir hal sergilememektedir.            
Bu konuya, bitkisel ilaçlarla tedavi mevzuundaki bir konuşmasının sonrasında, bir konuşmacının dikkatini çektiğimde;
“-Onlar bunu, kanunlar çerçevesi içerisinde yapıyorlar.”
cevabını almıştım. Kanunlar, modern şarlatanlığı önlemekte yetersiz ise, bunun önlenmesini sağlayabilecek şekilde kanun boşluklarının giderilmesine çalışılması gerekmez mi?
En etkili reklam vasıtası olan televizyonda, mütehassısı olmadığı halde, halk sağlığı için tavsiyeleri ile medyatik olmuş biri;
“- Sabah kalktım ve şu hastalığa karşı şöyle bir reçetenin şifalı olabileceğini düşündüm..”
 diyor ve o reçetesini televizyon yayınıyla ilan edince; “sağlığına çok düşkün” televizyon seyircileri de, hemen kağıt-kalemle o reçeteyi not alıp tatbike başlıyorlar. Rüyalar, ancak nübüvvetin bir cüzü de olabilirken ve sabah kalkınca yeni bir reçete aklına geldiğini söyleyen o medyatik kişi sıradan bir insanken, kendisine bu reçete kimin tarafından ve nasıl bildirilmiş ve güvenilirliği ne derecededir diye, insanlar tarafından ekseriya düşünülmemektedir.
Günlük hayatta, medyada son yıllarda bazen bahsedilişine rastlanabilen “Kozmik bilim”in ne manâya geldiğini acaba kaç kişi ciddiyetle düşünüp araştırmış olabilir? “Kozmik bilim”, dilbilgisi bakımından bir sıfat tamlamasıdır; “kâinat” manâsındaki “kozmos”(İngilizcesi “cosmos”) isminden yapılmış bir sıfat olan “kozmik” kelimesi lügata göre, “kâinatla ilgili” manâsındadır. “Bilim” kelimesi için de, birbirine manâ bakımından yakın çok sayıdaki tariften, sadece bir tanesini kısaca şöyle nakledebiliriz:
Bilim; 1.Evrenin ya da olayların bir bölümünü konu olarak seçen, deneysel yöntemlere ve gerçekliğe dayanarak yasalar çıkarmaya çalışan düzenli bilgi. 2. Türlü duygusal yaşantıların mantıkça bir örnek düşünce dizgesine uydurulması için gösterilen çabalara verilen ad.” (http://www.teknolojide.com/bilim-nedir_4893.aspx sitesine göre).
Bu tarifin yer aldığı internet sitesinde, başlıca bilim dalları: Astronomi ve Fizik – Kimya – Matematik ve Geometri – Tıp – Biyoloji – Sosyoloji – Siyaset bilimi – Psikoloji – Antropoloji olarak bildirilmekte; bilimlerin sınıflandırılması da şöyle yapılmaktadır: 
 Konu ve kullandıkları yöntemlerine göre;
Formel Bilimler: Duyularımızla kavrayamadığımız, zihinsel olarak düşüncede var olduğunu kabul ettiğimiz ilke ve sembolleri konu edinen; genelleme ve tümdengelim yöntemlerini kullanan; Matematik, Mantık…
Doğa Bilimleri: Doğayı, doğada yer alan varlıkları ve olayları inceleyen ve tümevarım yöntemini kullanan ve doğa yasalarını bulmaya çalışan; Fizik, Kimya, Biyoloji, Astronomi, Jeoloji …
İnsan Bilimleri: İnsanı; insanın tarihsel, kültürel, toplumsal dünyasını konu edinen hem tümevarımı hem tümdengelimi kullanan; Tarih, Antropoloji, Psikoloji, Sosyoloji, Siyaset Bilim, Dil Bilim…
Konu, yöntem ve ulaştıkları sonuçlarına göre;
Rasyonel Bilimler: Akla mantığa dayalı, ideal varlığı konu alan bilimler: Matematik, Mantık …
Normatif Bilimler: Sonuçlarında yönlendirici kurallara ulaşan bilimler: Hukuk, Mantık, Siyaset Bilim…
Pozitif Bilimler: Konularını deney yöntemi ile araştıran bilimler: Fizik, Kimya, Biyoloji, Psikoloji, Sosyoloji…
Yukarıda nakledilenlerden de anlaşılabileceği gibi, kâinatla ilgili (kozmik) bilimlerin sayısı çok olduğu halde, onu “kozmik bilim”adı altında tek bir bilim gibi göstermek mümkün olabilir mi; böyle gösterilmeğe çalışılırsa bu, “cumhur-u ulema” tarafından kabul edilebilir mi, “cumhur-u ulema” tarafından kabul edilemezse reddi gerekmez mi, “kozmik bilim” adı altında müstakil bir bilim, ilgili “cumhur-u ulema” tarafından kabul edilmemiş olduğu halde, başına “kozmik” kelimesi getirilerek adlandırmak suretiyle bahsedilen bu “bilim”in (?) kavramları ve öğretileri kabul edilebilir mi ?
Kur’an-ı Kerim’de “her şeyin Allah’ı tesbih ettiği”ne dair müteaddid (çok sayıda) âyetler vardır. Çok sayıda âyet buna vurgu yaptığına göre, “tesbih” kelimesinin manâsını iyi anlamamız gerekmektedir. Birkaç kişilik bir özel sohbette buna kısaca dikkati çekerek,  “lisan-ı kal” (konuşma lisanı) ve “lisan-ı hal” (hal lisanı) olmak üzere iki lisan bulunduğunu , yalnız insanlar değil; insan gibi konuşabilmek lisanı olmayan hayvanlar, bitkiler ve cansız tüm varlıklar da Allah’ı tesbih ettikleri âyetlerle söylenen  “Her şey”kelimesinin manâsına dahil olduğundan; konuşmak lisanı olan insanların hem “hal lisanları” ile (Allah’ın varlığını, birliğini, isim ve sıfatlarının tecellilerini iradelerine bağlı olmadan çalışan vücudlarında) göstererek, hem de “konuşma lisanları” ile Allah’ı tesbih edebilecekleri;  konuşmak lisanı olmayan canlı-cansız tüm varlıkların ise, yalnız “hal lisanları”yla Allah’ı tesbih ettiklerini, yani Onun varlığının, birliğinin, isim ve sıfatlarının tecellilerini “hal lisanı”yla kendilerinde gösterdiklerini ve Onun noksan sıfatlardan uzak olduğunu ilan ettiklerini söylediğimde, bu sözlerimin oradaki muhataplarından emekli bir vaiz olan ve haftada dört gün fahrî olarak vaizliğe devam eden bir zatın; “-Her şey, canlıdır..” şeklinde bir iddiada bulunarak, bu iddiasında ısrar etmesi, hayretimi mucip olmuştu.
“Canlı”; “hayat sahibi” demektir. Bunun aksi; “ölü”dür. “-Her şey canlıdır..” iddiasında ısrar etmek, aslında hayatın en büyük gerçeği olan ve hergün yaklaşık üçyüzbin insan ve ayrıca onlardan çok daha fazla hayvan ve bitkinin delilini verdiği, Kur’an’da ve hadiste de çok defa bahsedilen “canlıların ölümü”nü yok saymak (Hâşâ) gibidir. İnsanın ruhunun ölümü yoktur; fakat cesedinin ölümü ve Haşir’de ruhlara yeniden ceset giydirilmesi vardır. “Her şey canlıdır” sözü, insanların cesedleri de “Herşey”e dahil olduğundan, o da canlıdır manasına gelir. İnsanın cesedi de canlıysa, o cesedlerin toprağa gömülmesi için mezarlıklar niçin vardır ve insanlar en yakınını, en sevdiğini bile 1,5 metre derinliğindeki bir çukura koyup üzerini toprakla doldurmakla, cahiliyet devrindeki gibi bir canlıyı diri diri gömmüş mü olmaktadır?
Israr ettiği iddiasının, biraz derin düşünülürse ne gibi aykırı manâlara da gelebileceğini iyi düşünmemiş ve “maksadını aşan” bir söz ve iddiada bulunmuş o muhterem vaizin bu yanlış anlamasını belki gidermek imkânı olabilir diye, bu iddiasının dayanağını sorduğumda da;
“-Kadızâde adlı zatın, Arapça  bir eserinde böyle yazıyor.” cevabını almıştım.
Belki o eser kendisinde bulunan ve Arapça da bilen birisine, Kadızâde ismiyle maruf o merhum zatın o kitabında yazdığından bahsedilen cümleyi sormak imkânım olabilir diye düşünerek, kitabın ismini de yazmasını isteyince, onu yazıp bana verdi: “Fevâidü’l-fevâid fî ahkâm’ül-akaid”. O zat kitabında, bazılarının “-Herşey canlıdır” iddiasında bulunmasına sebeb olacak ne yazmış, bunu araştırıp soruşturmadan bir şey diyebilmem elbette mümkün değil; fakat, o vaizin bana söylediği gibi, bilhassa vaazlarında hem “cumhur-u ulema”ya ve hem de ondan daha mühim ve öncelikli olarak, biraz derinine inilince, âyet ve hadise bile manâ bakımından uyumu açık olmayan bir şeyi kimseye söylememesini temenni ediyorum.
Bir imam-hatip de, vaaz kürsüsünde cemaatine vaazında, Peygamberimiz’in (s.a.v.) sünnetlerinin hikmetli yönlerinin de bulunduğuna misaller verirken önce; “Gece yatmadan önce, odanızdaki ateşi söndürünüz” hadisinin hikmetine isabetli bir şekilde dikkati çekmişti ve kış günleri soba zehirlenmeleri ve yangınların sebeblerinden birinin bu hadise uymamak olduğunu söylemişti. Fakat bunun ardından; “Bir şey içerken, içtiğiniz kaba nefesinizi vermeyiniz” hadisinin hikmetinden bahsetmeğe teşebbüs edince, bu mevzuyla ilgili ”cumhur-u ulema”nın kabulünden çok uzak şeyler söylemişti:
“-Bir şey içerken, içtiğiniz kaba nefesinizi niçin vermemelisiniz? Çünkü verdiğiniz nefeste karbon dioksit vardır (burası doğru); fakat bu karbondioksit, içtiğiniz şeyin içinde karbon monoksit olur ve siz asit içmiş olursunuz, asit.. (yanlış)” (!) dedi.
Maksadımız asla, din hizmeti veren görevlilerimizi küçümsemek ve halk nazarında küçük düşürmeğe çalışmak değildir; ancak böyle durumları sadece sükutla geçiştirmek yerine, yanlışın devam etmemesi, tekrarlanmaması ve daha iyisinin olabilmesi için müsbet manâda söylenmesi gerekenleri, efkâr-ı umumiye önünde de olsa, uygun bir üslupla söyleyebilmektir.
Peygamberimiz’in (s.a.v.) kısaca; “Aldatan bizden değildir” sözüyle özetlenebilecek bir hadisi vardır. Bugünün ticaret hayatında ise, maalesef bu hadise aykırı olarak, “aldatmak sanki ticaretin bir kaidesiymiş gibi davranan” çok kişi bulunmaktadır.
Buna dair verilebilecek çok misallerin en basitlerinden biri de, yumurta satan dükkanlarda son zamanlarda çok rastlanan şekilde, kabuğu koyu renkli yumurtaların etiketine “köy yumurtası” yazılarak, onlara kabuğu beyaz renkli yumurtalardan daha yüksek bir fiyatın konulmuş olmasıdır. Bunu gördüğüm alışveriş yerlerinde, köy yumurtasının kabuğunun koyu renkli, köy yumurtası olmayanın kabuğunun beyaz olacağı şeklinde (ilgili “cumhur-u ulema”nın kabul ettiği) gerçek bir bilginin olmadığını, tavukların çeşitli cinslerinin ve bu tavuk cinsleri arasında kabuğu koyu renkli yumurtlayanların da olduğunu, kabuğu koyu renkli yumurtaya “köy yumurtası” yazarak yüksek fiyat koymanın müşteriye yalan beyan ve onu aldatmak olacağını söylüyorum.
Bazı satıcılar;
“-Bu yumurtalar bize de öyle geliyor” diyerek, etiketini hiç değiştirmeden, o  yalan beyan ile aldatmaya devamda kendilerince mahzur görmüyorlar; bazıları ise, üzerine “köy yumurtası” yazısını koymadan, belki de müşteri sorarsa o şekilde cevap vererek, sanki kabuğunun beyaz değil de esmer renkli oluşu ayrıca bir değer ifade ediyormuş gibi,  yumurta kabuğu renk farkını müşteriden almağa devam ediyorlar.
Helal gıda konusu ile ilgilendiğimi öğrenenlerden, şu soru da bana çok defa sorulmuştur:
“- Yemeklik ve kahvaltılık margarinler, domuz yağı katılmak suretiyle katı hale getiriliyormuş; bu doğru mu?”
Bunu ilk defa kim ortaya atmış ve hangi delile dayanarak söylemiş bilmiyorum ama, gerçekle ilgisi yoktur.
Yemeklik ve kahvaltılık margarinler yerine, katı yağ olarak tereyağ elbette tercih edilmelidir; fakat bu sağlık bakımından böyledir; sıvı yağların domuz yağı ile katılaştırılmasının yapılması şeklinde bir işlem ise, yoktur.  Yemeklik sıvı yağlar, moleküllerindeki bazı karbon atomlarında çifte bağlar ihtiva ederler; hidrojenasyon (hidrojenleme) ile bu yağ moleküllerine hidrojen katılmak suretiyle çifte bağlar yok edilerek, sıvı yemeklik ve kahvaltılık yağlar katılaştırılmış olur.
Helal gıda hassasiyeti için bile olsa, bunun gibi halk arasında yayılmış her söze, doğruluğunu araştırmadan inanmamak gerekir.
Bir kişi kendisinin doktor olduğunu iddia etmesiyle doktor, eczacı olduğunu iddia etmesiyle eczacı, mühendis olduğunu iddia etmesiyle mühendis, öğretim üyesi olduğunu iddia etmesiyle öğretim üyesi, profesör olduğunu iddia etmesiyle de profesör vb sayılmaz ve öyle kabul edilemez. O iddiasının delilinin ve itiraz edilemeyecek dayanağının olması gerekir. Yurtdışında yapılan tahsillerde elde edilen diplomaların Türkiye’dekilere muadeleti (eşdeğerliği) bunun için ilgili resmî kurumlar tarafından müşkülpesentlik sayılacak bir titizlikle araştırılır. Dünyanın en meşhur ve en eski üniversitelerinden Kahire’deki “El-Ezher İslâm Üniversitesi”ni bitiren çok kişinin diplomalarının yakın zamanda, bilhassa 28 Şubat postmodern darbesi sonrasında Türkiye’deki ilahiyat fakültelerine muadeleti kabul edilmemiş ve onlar ilahiyat fakültesi mezunu sayılmayarak, mağdur edilmişlerdir.
Lisans eğitimi seviyesinde Türkiye’dekinden daha aşağı seviyeyi Türkiye’dekine muadil (eşdeğer) saymamak mevzuunda bu derecede  müşkülpesentlik gösterilirken, SSCB’nin dağılması sonrasında Azerbeycan gibi ülkelerden para ile satın alınabilen doktora, doçentlik, profesörlük belgelerine karşı, Türkiye’deki ilgili kurum tarafından sıkı murakabe ve Türkiye’de elde edilmiş emsallerine eşdeğerlik arayışının titizlikle gösterilmemesi ise, Türkiye’nin bu konudaki büyük tezatlarından biri olmaktadır.
Akademik  sahada da, tüm akademik unvanların konuyla ilgili “cumhur-u ulema”nın kabulüne bağlı olması, yani “Öğretim Üyeliğine Yükseltilme ve Atanma Yönetmeliği”ni hazırlayan ve kabul eden yetkililerin koyduğu kıstasların gerktiği şekilde uygulanarak kabul edilmesi gerekmektedir.
Üniversite öğretim üyeliği; yardımcı doçentlik, doçentlik ve profesörlüktür.  Yardımcı doçentlik ve profesörlük, üniversitede bununla ilgili bir kadroya tayinle alınabilecek akademik unvanlardır. Profesörlerin, üniversitede görevli olmadığı halde bu unvanı kullanabilmesi için de,  yönetmeliğe göre, üniversitede profesörlük kadrosunda en az üç yıl görev yapmış olması gerekir. Yardımcı doçentlik akademik unvanı ise, üniversitede bununla ilgili kadroda çalışılmadığı durumlarda kullanılamaz.
Bunların denetimi Türkiye’de “Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK)” tarafından yapılmadığı için, bilhassa Azerbeycan’ dan parayla satın aldıkları akademik unvanlarıyla halkımızın nazarında sağladıkları itibarla, bazıları siyaset, ticaret ve eğitimle ilgili alanlarda haksız kazançlar elde etmektedirler ve Türkiye’de buna mani olması gereken yetkili kurum, bu konuda yıllardır maalesef pasif kalmaktadır.
Türkiye’de “Rekabet Kurulu” adlı bir kurul vardır ve bu kurul, aldatıcı reklam yapanlara ağır para cezaları verir. “Öğretim Üyeliğine Yükseltilme ve Atanma Yönetmeliği”ni hazırlayan ve kabul eden, uygulanmasını da ciddiyetle takip ve murakabe etmesi gereken “Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK)”, yurt dışında para ile satın alınmış profesörlük belgeleriyle Türkiye’de siyaset, ticaret ve diğer alanlarda faaliyet gösterenlere; “-Sen bu profesörlük akademik unvanını Türkiye’dekine eşdeğer olarak Yüksek Öğretim Kurumlarında veya o kurumların dışında kullanabilmek için gerekli şartları taşıyor musun?” diye sorgulayacak ve bu sorgulaması neticesinde gereğini yapacak şekilde, maalesef faaliyet göstermemekte ve murakabe vazifesini yapmamaktadır.
“Canlılık” özelliği ile ilgili olarak burada bahsedilebilecek diğer bir misal de, medyatik olmuş bir Japon’un suyun canlı olduğuna dair iddiasıdır.
Biyoloji bilimi, dünyada bitkilerin, hayvanların ve insanların “canlı” olduklarını ve bunların dışındakilerin “cansız” olduklarını bildirir. Dinî kaynaklarımız ise, âhirette tüm varlıkların biyoloji biliminin kabul ettiği dünyadaki canlı varlıklar gibi “canlı” olacaklarını bize bildirir. Su, en mühim kimyasal bileşiktir; fakat, halen biyoloji biliminin “cumhur-u ulema”sı  tarafından dünyadaki “canlı” varlıklardan kabul edilmemektedir.
Buna rağmen, aslında bir “sosyal bilimci” ve “alternatif tıp” konusunda doktora yapmış olan Japon Dr.Masaru Emoto, “suyun dünyada da canlı varlıklardan olduğunu” ısrarla iddia ediyorsa, yıllardır bu iddiasıyla ilgili olarak sadece popüler mahiyette kitap yazmak, web sitesinde kitabının reklamını yapmak ve bu konuyu ilgi çekici bulanların davetleri üzerine konferanslar vermekle kalmak yerine; iddiasını ilgili “cumhur-u ulema”ya (söz ve reyleri muteber biyoloji âlimlerine) kabul ettirmeye de çalışması gerekirken bunu yapmamakta, söylediklerini ilgi çekici bulanlara kitabını satmakta ve konferanslar vermektedir.
Suyun canlı olduğuna dair iddiasının bid’at olmaması, reddedilmemesi için, dünyadaki en büyük biyoloji âlimlerinin katıldığı uluslararası biyoloji kongrelerinde ya “canlılık” tarifini değiştirtmeli veya suyun da mevcut tarife göre “canlı” olduğunu kabul ettirebilmelidir.
‘Sudaki Mucize’, ‘Suyun Bilinmeyen Gücü’, ‘Sudaki Gizli Mesajlar’, ‘Su Müzik Dinliyor’, ‘Aşkın Şekli’ adlı kitapları ve ‘Ne Biliyoruz ki?’ isimli filmle ünü tüm dünyaya yayılan Dr. Masaru Emoto,  “5. Dünya Su Forumu”nun İstanbul’da yapıldığı 2009 yılında özel bir kolejin sponsorluğunda konferans vermek üzere Türkiye’ye de davet edilmiş ve kendisiyle yapılan bir röportaj 28/3/2009 tarihli Günaydın gazetesinde yayınlanmıştı.  Bu röportajında Dr. Masaru Emoto; suya iyi davranmamız gerektiğini, böylece daha sağlıklı ve sevgi dolu bir dünya kurulabileceğini, kendisinin sattığı iyi, güzel ve şefkatli davranılmış suları içenlerin hastalıklarının iyileştiğini, fakat tıp alanındaki bilim adamlarının bunun doğruluğunu onaylamadığını, çünkü o zaman kendi işlerine son verilmiş olacağını, suyun da insan gibi duygulara sahip olduğunu düşündüğünü, vücudumuzda görmediğimiz suyu hayal ederek ona şükranlarımızı sunmamızın ve onun hakkında iyi düşünmemizin sağlığımız için de faydalı bir yol olacağını, söylenen kelimelerin titreşim enerjisinin suya tesir ettiğini, kendi ülkesi olan Japonya’da ona karşı olan bir grup olduğunu ve o gruptaki bilim adamlarının kendisinin çalışmalarını yıpratmaya çalıştıklarını, çünkü yenilikten ve birilerinin öne çıkmasından hiç hoşlanmadıklarını, halkın büyük ilgisini görmesine rağmen bilim çevresi ve bunlardan da ağırlıklı olarak sağlık gruplarının maalesef kendisini desteklemediklerini, bunun sebebinin de biraz önce bahsettiği gibi kendi pozisyonlarını korumak istemeleri olduğunu, bilim çevresi ile uyuşamama sebebinin; onun yaptığı şeylerin üç boyutlu ifade edilememesi olduğunu, yaptığının ruh gibi, hayalet gibi fiziksel bir şey değil; olmayan bir şeyin resmini çekmek ve olmayan bir şeyi göstermek olduğunu; dolayısıyla bunu rakamsallaştıramadığı için bilim adamları ile tartışamadığını ve farklı boyutlarda düşündüklerini, Almanya-İsviçre sınırında soğuk füzyon deneyi yapıldığını ve o deney ispatlandıkça ona az da olsa destekte bulunan bilim adamlarının söylemleriyle onun şu anda tüm bu anlattıklarının altyapısını hazırladığı halkaya tam oturacağını, şimdi sadece altyapıyı oluşturduğunu, kıyamete yakın da  dünyanın döneceğini ama güneşin ters taraftan doğacağını, İslam’ın bu “teori”sini kendisinin doğrulayabileceğini, günde bir litreye yakın su içtiğini, içmeden önce ömrünün 50 senesini suyun ne kadar önemli bir nimet olduğunu bilmediği ve onu gözardı ettiği için sudan özür dilediğini ve ona teşekkür ettiğini, araştırmalarından sonra suyun gerçekten Allah’a giden bir yol ve onun bir mesajcısı olduğunu anladığını, Şintoizm (Japon milli dini) ile Müslümanlığın birbirine benzediğini (aslında hiç benzemez), Allah’ın 99 adını gösterdiği kristallerin çok güzel olduğunu ve tam kendisinin  düşündüğü gibi  şekiller oluştuğunu ve bunun üzerine “Aslında İslam ile ilgili bir adam mıyım, İslam’ın bana mesajı mı var ve İslâm onu kendine mi çekiyor?” gibi düşüncelere kapıldığını (İnşallah Müslüman olur.), yakında Suudi Arabistan’da bir kitabının  yayınlanacağını, Esma-ül Hüsna’yı suya göstereceğini ve oluşacak kristallerin fotoğraflarını çekeceğini söylemektedir.
Onun röportajında bu söylediklerinin tümü doğru olmadığı gibi, tümü de yanlış değildir; bahsettiklerinden, ilgili “cumhur-u ulema”nın doğru kabul ettiklerine ancak doğru denilebilir. Bazılarının ve laik eğitim sistemi ders kitaplarının “Tabiat Kanunları” dediği “ Âdetullah Kanunları”na göre, onun bazı deneyleri,  sözleri ve iddiaları ile ilgili olarak, ilgili “cumhur-u ulema”nın kabul edebileceği ve daha önce bir makalemde bahsettiğim şunlar da söylenebilir:
“İmanî  hakikatler” ve “Bilimsel gerçekler”, aslında birbirlerine aykırı değildir; uyum halindedir ve birbirini destekler. Gerçek bilim, “âdetullah kanunları”dır.  Bunlara saygı duymalıyız. Neyin imanî bir delil olabileceğine, doğru karar verilmelidir. İmanî bir meselede, zayıf ve reddedilebilir bir delil gösterilemez. Gösterilse, hem o iman davasına hem de o delili imanlarına dayanak yapmağa çalışmış insanlara, belki bilmeyerek zarar verilebilir. Mucizeler ve kerâmetler olabilir, fakat bunlar istisnaî hallerdir; Allah’ın (c.c.) peygamberlerine ve evliyalarına ikramı olan Âdetullah Kanunları’ndaki bu istisnalar, genel kaideyi bozmaz.
“Bir çadır kurdum; gelin bu çadıra girin..” diyerek, pek sağlam olmayan bir direkle kurulan bir çadıra  iyi niyetle de olsa bir davet yapılsa, bu iyi niyetli davete uyarak çadıra girenler yıkılabilecek olan o çadırın altında kalmak tehlikesinde bulunsalar, baştan bu tehlikeyi ikaz etmek icap eder.
Dr.Masaru Emoto adlı bir Japon, suyun donarak buz haline gelişinin mikroskop altında çektiği fotoğraflarını kendine göre yorumlayarak, dünya basınına sansasyonel bir haber olarak vermiş; web sitesine koyduğu fotoğraflarla ve 2002 de yayınladığı bir kitapla da ilgi çekmeye çalışmıştır. O tarihten beri onun yorumlarına bizim basınımızda da hakikaten imanî bir delil gibi, tekrar ile yer verildiği dikkati çekmektedir.  Dr.Emoto’nun gerçek niyeti ne olursa olsun, suyun değişik ses etkileri altında buz haline gelişiyle ilgili çektiği fotoğrafları yorumlamasındaki bazı yanlışlarına dikkati çekmemiz icap ediyor. Aksi halde, yukarıda misalini verdiğimiz pek sağlam olmayan direkle kurulmuş bir çadırın çökmesi gibi, ileride verebileceği manevî zararlara bilerek kayıtsız kalmış oluruz.
1 – Önce, “Su kristali” ifadesi kullanılmaz; suyun katı hali için “Buz” kelimesi kullanılır. Su, H2O formülündeki moleküllerden meydana gelen maddenin sıvı halinin adıdır.
2 – “Canlı” olmak ne demektir? Bunun tarifini göz önüne alıp, eğer bu tarife uyuyorsa, suyun canlılar gibi davrandığını söylemek lazımdır. Âhirette her şey canlı olacak; taşlar bile konuşacaktır. Fakat bu dünyada öyle değildir. Biyolojiye göre canlılar, bitkiler, hayvanlar ve insanlardır. En basit canlılar olan bitkilerde, canlılığının sebebi olan “hayat” vardır; hayvanlarda ve insanlarda ise ayrıca,  hayattan başka canlılık özellikleri de bulunur.
3 – “Su molekülleri ve atomlarının bir insan duyarlılığına sahip olduğu” iddiası da doğru değildir. Kendisinde hayat bile olmayan su, nasıl en mükemmel canlı olan insan gibi duyarlı davranabilir?  İnsanların sözünden etkilenmeyen çok sayıda insan bulunduğu halde ve hemcinslerini etkileyebilmek insanlar için bile özel kabiliyet, ilim ve sanat olduğu halde, cansız su moleküllerinin insanların sözünü duyması, anlaması ve etkilenmesi nasıl mümkün olabilir?
4 – “Su molekülünün manyetik alanının havadaki ses dalgalarından etkilendiği” iddiası da yanlıştır. Manyetik alanlar, havadaki ses dalgalarından etkilenmezler .
– “-Peki, su moleküllerinin donarken değişik buz yapıları meydana getirmelerine değişik seslerin etkisi ne olabilir?”diye sorulacak olsa, bunun cevabı kimyacılar için çok basittir:  Kimyacıların ayırma ve saflaştırmalarda çok kullandıkları“kristallendirme” işleminde, iyi bir kristallendirmenin (yani katının, saf halde sıvıdan ayrılması işleminin) yapılması istenen sıvının, hareketsiz olmasının temine çalışılır. Kristallenme sırasında, molekül veya iyonlar birbirine eklenerek “katı kristal yapısı”nı meydana getirirler. Sıvıdaki hareketler ve dalgalanmalar, o sıvıdaki molekül ve iyonların hareketlerine tesir ederek, katı kristal yapılanmasının meydana getireceği katı şeklini değiştirebilir. Havadaki değişik ses frekanslarının ses şiddetlerinin sıvı yüzeyinde meydana getirebileceği mekanik etki ve bunun neticesinde de sıvı kütlesindeki dalgalanmalar farklı olabileceğinden, o sıvıdan teşekkül edebilecek katı kristallerinin şekilleri de tabii ki, farklı olur. Suyun donarken farklı seslerin etkisinde farklı şekilli buz kristalleri meydana getirmesi meselesinin sebebi ve yorumu, Dr.Emoto’nun dedikleri gibi değil; bundan ibarettir.
Her şeyin Allah (c.c.)’ı tesbih ettiği ve hal lisanları ile bir nevi duada bulundukları hakikatinin açıklanması ise, ayrı bir mevzudur ve Dr.Emoto’nun söyledikleri ona delil olamaz.
Allah’ın (c.c.) varlığına, birliğine, kudretine, isim ve sıfatlarının çeşitli tecellîlerine kâinatta ve onu inceleyen fenlerde ve tabiat bilimlerinde sayısız deliller varken; Dr. Emoto’nun söylediklerini, meselenin gerçeğini bilenlere de sorup araştırmadan, bilhassa Müslüman medyasında gerçek ve çok mühim bir imanî delilmiş gibi sık sık bahis konusu etmeğe lüzum yoktur.
Yukarıda verilen çeşitli misallerle;
“Bir fikre davet, cumhur-u ulemânın kabulüne vâbestedir (bağlıdır). Yoksa davet bid’attır, reddedilir.” (Risale-i Nur Külliyâtı, Mektubat, Hakikat Çekirdekleri) hakikatine dikkat çekilmeye çalışılmıştır.
Bu mühim konuyu, “İslâm’da zaruret meselesi”yle ilgili doğru hükümlere ve “Zaruretler mahzurları mubah kılar”(Mecelle)kaidesine aykırı olarak; “Meşrubatta alkol yerine kullanılabilecek bir madde bulunamadığı takdirde, alkol kullanılabileceğine” dair, ülkemizdeki helal gıda ile ilgili bir platformda yakın bir geçmişte iki kişinin ilan edilen yanlış fetvasının da, teferruatına girmeden çok kısa olarak, ilgili “cumhur-u ulema”nın kabul edemeyeceği için reddedilmesi gerektiğini söylemekle tamamlıyorum.
Prof. Dr. Mustafa Nutku
www.NurNet.Org

Cumanız Mübarek Olsun! (Cuma Duası)

Allah’ım! Bildiğin için, senden hayrı istiyorum. O hâlde, Muhammed ve Âline salât eyle ve benim için hayrı mukadder et. İyiyi seçebilme bilgisini bana ver. Bunu, bizim için mukadder ettiğin şeye hoşnutluk ve hakkımızda hükmettiğin şeye teslimiyet vesilesi kıl. Kuşkulanma kaygısını bizden uzaklaştır.

İhlâslı kullarının yakiniyle bizi destekle. Senin seçtiğini anlayamama aczine düşürme bizi. Yoksa, takdirini küçümser; hoşnutluğunun bulunduğu şeylerden hoşlanmaz; güzel sonucu olmayanı, selâmete aykırı olanı seçeriz. Hoşlanmadığımız yargını sevdir bize. Güç bulduğumuz hükmünü kolaylaştır bize. Hakkımızda geçerli olan iradene teslimiyeti bize ilham et.

Böylece öne aldığının gecikmesini, geciktirdiğinin öne alınmasını istemeyelim; sevdiğinden hoşlanalım; sevmediğini seçmeyelim. İşimizi sonuç olarak en övgün, dönüş olarak en saygın olan ile bitir. Hiç kuşku yok, sen, büyük ve değerli nimetler verir, dilediğini yaparsın; sen, her şeye kadirsin.

İmam Zeynelabidin Hz(RA)’ın Sahife-i Seccadiye Mecmuasından

ehli-beyt.org

Kanuni Sultân Süleyman’ın, Oğlu Şehzâde Mustafa’yı Öldürttü Mü?

Kanuni Sultân Süleyman’ın, oğlu Şehzâde Mustafa’yı, Hürrem Sultân’ın tahrikiyle haksız olarak öldürdüğü ve bunun Osmanlı Devleti’nin tarihinde kötü bir dönüm noktası olduğu söylenmektedir. Bu meseleyi özetler misiniz?

Kader hükmünü icrâ edince, insanların basar ve basireti bağlanıyor” kaidesi burada da geçerlidir. Meseleyi hemen hükme bağlamak doğru değildir. Ancak bu olayın tasvip edilecek bir yönü de yoktur. Osmanlı tarihçilerinin beyanına göre, Şehzâde Mustafa hayatta iken onunla beraber hayatta olan üç şehzâde daha vardır: Şehzâde Bâyezid, Şehzâde Cihângir ve Şehzâde Selim. Sadrazam Rüstem Paşa ve Hürrem Sultân’ın ve hatta bazı tarihçilere göre Kanuni’nin meyli Şehzâde Bâyezid’e; Padişah, askerler, âlimler ve meşâyıhın meyli Şehzâde Mustafa’ya; harem halkının meyli ise babasıyla Saray’da beraber oturan ve sancağa çıkmayan Şehzâde Cihangir’e idi. Şehzâde Selim hiç kimsenin aklından bile geçmiyordu. Zira kendi sancağında, çevresine toplanan musâhiplerle eğlenceli bir hayat yaşıyordu. Taht işleri gündeme gelince de, “Bakalım Mevlâ neyler?” diye lakayt kalıyordu.

Ancak Kanuni’nin hanımı Hürrem Haseki’nin Şehzâde Bâyezid, Şehzâde Selim ve Şehzâde Cihangir’in annesi olması; Şehzâde Mustafa’nın ise Mah-i Devrân Haseki’nin oğlu olması fitneyi ateşlemeye yeterli bir sebepti. Hürrem Haseki’nin ve Kanuni’nin biricik kızı Mihrimah Sultân ile evlenen ve 1544 yılında Sadrazamlık makamına gelen Rüstem Paşa, fitne ateşini körüklemeye başladı. Asıl arzusu Şehzâde Bâyezid’in tahta çıkmasıydı. Bunun için Şehzâde Mustafa’nın tasfiyesi gerekiyordu. Bu gayeye ulaşmak üzere Damad, Kayınvalide ve kız bir plan hazırladılar. Osmanlı Devleti’ni en çok ürküten politik bir mevzu olan Anadolu’nun Şî’alaşmasını vesile ettiler.

Kanuni Sadrazam Rüstem Paşa’nın komutasında İran Seferine çıkmak üzere bir ordu çıkarmıştı. Bu olaydan sonrasını Solak-zâde’den özetleyelim:

“Şaşılacak iştir ki, askerin dilinde hiç hoş olmayan sözler dolaşıyordu. Bazı gayr-ı makul sözler ile çadırlar dolup gizli ve âşikâr söyleniyordu ki, ‘Padişah gâyet kocaldı, yaşlılık vücudunu yıprattı. Bu günden sonra sefere çıkamaz. Onun için yerine Rüstem Paşa’yı Anadolu’ya serdar tayin etti. İnsaf o ki, Şehzâde Mustafa yerlerine tahta geçmek istiyormuş; ancak Rüstem Paşa engel imiş’. Bu tür dedikodular tevâtür derecesine geldi. ‘Söz yalan olmaz; yanlış olur’ dedikleri gibi, aslında Şehzâde Mustafa yaşı kırkı geçmiş, ilim ve kahramanlık itibariyle şehzâdeler arasından biricik idi. Ayrıca asker ve halk onu seviyor ve istiyordu. Maalesef bazı ahmaklar iyi niyetle ve bazıları ise kötü niyetle Şehzâde Mustafa’ya bu sözleri ulaştırdılar ve onu isyan edecek merhaleye getirmeye çalıştılar”.

İşte bu dedikodular üzerine, fesad şebekeleri, Şehzâde Mustafa’nın İran Şah’ı Tahmasb ile gizlice ittifak yaptığına ve onun damadı olup babasını devireceğine Kanuni’yi ikna ettiler. Her ne kadar Kanuni, kendisine ilk olarak bu mevzu açıldığında, “Hâşâ Mustafa Hânım bu küstahlığa cür’et ede. Bazı müfsidler kendi arzularını mülk ve saltanat ona kalmasun deyü iftira ederler” diye sert cevap vermesine rağmen, sahte mektuplar ve benzeri desiselerle onun isyan edeceğine ve hıyanet ettiğine inandı. Hatta 3. İran Seferi için yaptığı hazırlığa, Şehzâde Mustafa’nın Konya Ereğlisi yakınlarında 30.000 kişilik bir orduyla katılmasını, ona isyan için geliyor zannetti. Rüstem Paşa’nın tahrikleri kötü amacına ulaşmış ve maalesef Şeyhülislâm Ebüssuud Efendi’den de devlete isyan ettiğinden dolayı idam fetvâsı kamufleli bir şekilde alınmıştı. Bu fetvâ bile usulüne uygun alınmamıştır. Böylece araya giren müfsidlerin tahriki ile, Osmanlı tarihinin en acı ve haksız bir idamı gerçekleştirilmiş ve 960/1553 yılının Şevval ayında Sultân Mustafa babası ile görüşmek üzere geldiği çadırda boğdurulmuştur. Katli, devlete isyan suçundan dolayıdır; ancak deliller yanlış ve şahitler yalancıdır.

Şehzâde Mustafa’nın idam edilmesi, her ne kadar kanununa uydurulmuş ve sahte delillerle insanlar kandırılmış dahi olsa, memleket içinde büyük sıkıntılar meydana getirmiştir. Hadiseye üzülen Şehzâde Cihangir, aynı yıl üzüntüsünden vefat etmiştir. Asker çok ciddi manada rahatsız olmuş ve ısrarla Sadrazam Rüstem Paşa’nın azli istenmiş ve mecburen azledilmiştir. En acısı da İran Seferinden vazgeçilmiştir; zira askerin önemli bir kısmı karşı tarafa meyletmeye başlamıştır. Halk arasında Şehzâde Mustafa destanlaşmış ve adına çok önemli mersiyeler yazılmıştır. Hatta Düzmece Mustafa adıyla ortaya çıkan birisi, binlerce insanı çevresine onun adıyla toplayabilmiştir.

Bu sefer de Lala Mustafa Paşa, bazı şahsî menfaatleri yüzünden iki öz kardeşin arasını açmaya başlamış ve Şehzâde Bâyezid ile Şehzâde Selim’in aralarına buz dağlarını sokmaya çalışmıştır. 1558 yılında Şehzâde Bâyezid Kütahya’dan Amasya’ya ve Şehzâde Selim ise Manisa’dan Konya’ya sancakbeyi olarak tayin edilmişlerdir. Maalesef Şehzâde Bâyezid, bazı tahriklere aldanarak gelen bu fermanı dinlememiştir. Padişah’ın emriyle üzerine gelen orduya Konya’da mağlup düşen Bâyezid, İran’ın başşehri Kazvin’e sığınmış ve âsi hale gelmiştir. Sonunda Şah, bazı dedikoduların da etkisiyle âsi oğlunu babası Kanuni’ye teslim edince, 4 oğlu ile birlikte Şehzâde Bâyezid 1562 yılında idam edilmişlerdir. İdam fetvâsını veren ise, Şeyhülislâm Ebüssuud Efendi’dir ve bu fetvâda bir aykırılık bulunmamaktadır. Yani Şehzâde Bâyezid’in katli tamamen devlete isyan suçundan dolayıdır ve bağy suçunun cezasıdır.

Şehzâde Bâyezid ile babasının karşılıklı olarak birbirine yazdıkları şu şiir, meselenin künhünü anlatması açısından çok manidardır. Sadece birer dörtlüklerini alıyoruz:

Şehzâde Bâyezid (Şâhî):

Ey serâser âleme Sultân Süleyman’ım baba

Tende cânım cânımın içinde cânım baba

Bâyezid’ine kıyar mısın benim cânım baba

Bî günahım Hak bilir devletlü Sultânım baba.

Kanuni (Muhibbî):

Ey demâdem mazhar-ı tuğyân-ı isyânım oğul

Takmayayım boynuna herkiz tavk-ı fermanım oğul

Ben kıyar mıydım sana ey Bâyezid Hânım oğul

Bî günahım deme bârî tevbe kıl cânım oğul[1].

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

www.NurNet.org

Kelamullah (Şiir)

Rabbimin yardımıyla, hatmettiğim bu kitap!

Allah’tan İnsanları kurtarıcı son hitap.

 

Kâinatı baştan başa aydınlatan O nur,

Katılaşmış gönülleri yumuşatan Odur.

 

Kêlamullah, gökten inmiş kurtarıcidir bize,

Habibin, da’vetine ebedi bir mu’cize,

 

Hayat dini, birlik dini, hakikatin temeli,

Ancak Kur’an, mutluluğun önderidir, bilmeli.

 

O Kitaptır ki, şirkê tapanlara, bağırdı,

Üçlü inançtan, Allahın birliğine çağırdı.

 

Yücelikle, doğruluğu, beşere bildirdi,

İnsanların kalplerinden, pasları sildirdi.

 

Şeref ve haysiyetin, manasını anlattı,

Doğruluk la hakikatin, tarihini şanlattı.

 

Çöllerde ki çobanları, hakan eden bu kitap,

Vahşete boğulanları, insan eden bu kitap.

 

Cahilleri irfan ile, üstad eden  Kur’andır,

Kapkara gönülleri, nurlandıran Furkandır.

 

Medenilikle ahlakın özü, O kitaptadır.

Necatla mutluluğun, esası Kur’andadır

 

Sıddıklerin, doğruluğu, Farukların unvanı,

Zinnurey nin kâğıdı Haydarların irfanı.

 

Arar isen bu kitaptır, her şeyin  önderi,

Bu sebepten, odur bize Allahın bir serveri.

 

Bu kitabın nurundan, yeter hisse almalı,

Hak arayan, bu kitabın derinine dalmalı.

 

Bu kitabın bir feyzidir, bu kitabın eseri,

Ancak odur yetiştiren, bunca yüce erleri.

 

Tarikleri, Halidleri, Yavuzları, Orhan’ı,

Bunu bil ki, bu kitaptır cümlesinin burhanı.

 

Bu Furkandan ayrılanlar, hakikatten uzaktır,

Kur’an Kur’an, başka herşey felakete tuzaktır.

 

Sahralarda, sarayları, yapabildi bu kitap,

Bundan sonra nazil olmaz, bu Allahtan son hitap.

 

Abdülkadir HAKTANIR

www.NurNet.org

Namazdan Sonra Yapılan Tesbihatın Delili Var mı?

Sübhanallah, Elhamdülillah, Allahu Ekber ve Lailahe illallah kısımları sahih hadis kitaplarında geçer. Daha sonrası ise aslı sünnete dayanmakla beraber lafızların hepsi dayanmayabilir ama bu “sünnete muhaliftir” anlamına gelmez. En azından zikirdir, zikir de Allah’ın sarih bir emridir.

NAMAZ TESBİHATI İLE İLGİLİ BAZI AYET VE HADİSLER:

“En güzel isimler Allah’ındır. O isimlerle ona dua edin.” (Âraf Suresi, 7:180)

Tesbihat, Üstadımızın çok ehemmiyet verdiği dua, zikir ve tesbihlerden ibaret, kaynağını Peygamberimiz (A.S.M) ve İslam âlimlerinden alan çok sevaplı bir ibadettir. Nisa suresinin yüz üçüncü ayetinde Cenab-ı Allah şöyle buyurmaktadır. “Namazı kıldıktan sonra; ayaktayken, otururken ve yan yatarken Allâh’ı anın.” 

Üstad Hazretleri çeşitli sohbetlerinde:

“Namazın sonunda tesbihat, namazın tohumu, çekirdekleri hükmündedir.’ “Tesbihatta, ´Sübhanallah, Elhamdülillah, Allahu Ekber’ derken kalbi hüşyar bir mü’min o vakitte namaz kılan, ´tesbihat eden milyonlar mü’minler cemaatı arasına manen girer, onlarla beraber söyler. Hatta daha ileri gitse bütün zaman ve mekânlardaki mü’minlerle beraber olarak, ortada Resûl-i Ekrem (a.s.m.) sağında enbiyalar, solunda evliyalar ve bütün müminler beraber tesbihat edebilir” demiştir.

Bu kadar sevablı bir ibadeti kaçırmamak ve şirketi maneviyede yer alabilmek için farz namazlarından sonra bu tesbihatların yapılması çok önemlidir. Bu çalışmada hadislerden bir kısmı bulunmakta ve bu ibadette bulunan çoğu duaların peygamberimiz tarafından da yapıldığını görmekteyiz.

HADİSLER:

Bir gün başta Ebu Zer olmak üzere Muhacirlerin fakirleri Peygamberimize gelerek şöyle dediler:

“Ya Resulallah! Varlık sahipleri yüksek dereceleri ve daimi nimetleri alıp gittiler. Çünkü onlar da bizim gibi namaz kılıyorlar, oruç tutuyorlar. Ancak onlar sadaka veriyor biz veremiyoruz, onlar köle azâd ediyor, biz edemiyoruz.”

Peygamberimiz onlara şu müjdeyi verdi:

“Ben size bir şey öğreteyim mi? Onunla sizi geçenlere yetişir, sizden sonrakileri de geçersiniz. Hem hiçbir kimse sizden daha faziletli olamaz; meğerki sizin yaptığınız gibi yapmış olsunlar. “Her namazdan sonra otuz üç kere “Sübhânallah”, otuz üç kere “Elhamdülillah”, otuz üç kere “Allahuekber” derseniz tamamı doksan dokuz eder; yüzün tamamında da ‘Lâilâhe illallâh vahdehûlâ şerîke leh, lehü’l- mülkü velehü’l- hamdü ve hüve alâ külli şey’in kadîr’ derseniz, günahlarınız denizin köpüğü kadar da olsa bağışlanır.”(Müslim-Mesacid, 146)

“Şeytan, namazda iken her birinize gelir, “Şunu şunu hatırla” der, ve namazdan çıkıncaya kadar devam eder. (Bu hatırlatmaların neticesi olarak) kişi bu tesbihatı terk bile eder.”(Tirmizi Daavât, 25)

“İmanınızı “Lâ ilâhe illâllah” ile yenileyiniz.” (Müsned, 2:359; Hâkim, el-Müstedrek, 4:256; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 1:52)

“Resülullah buyurdular ki: “Allah’ın celalinden zikrettiğiniz tesbih (Sübhanallah), tehlil (Lâ ilahe illallah) ve tahmid (elhamdülillah) cümleleri Arş’ın etrafında dönüp dururlar. Onlar tıpkı arı oğulu uğultusu gibi uğultu çıkararak, sahiplerini andırırlar. Sizden biri, Arş’ın civarında kendisini andırtan birisinin olmasından hoşlanmaz mı?”

Resulullah Haris Et-Temimiye şöyle buyurmuştur:

“Akşam namazını kıldığın zaman yedi defa ‘Allahümme ecirnâ minen nâr’ de. Şayet bu duayı okur, o gece ölürsen, Cenab-ı Hak seni cehennemden uzak kılar. Aynı şekilde sabah namazını kıldıktan sonra okur, o gün ölürsen yine cehennemden azat edilmiş olarak yazılırsın.”

İbnu Abbâs anlatıyor: “Resülullah teşehhüdden sonra şunu okurdu: “Allahümme inni eûzü bike min azâbi cehennem ve eûzü bike min azâbi’I-kabri ve Eûzü bike min fitneti’d-Deccâl ve eûzü bike min fitneti’I-mahyâ ve’I-memât. = AIIahım, ben cehennem azabından sana sığınırım. Kabir azabından da sana sığınırım. Deccal fitnesinden de sana sığınırım, hayat ve ölüm fitnesinden de sana sığınırım.” (Ebu Dâvud, Salât 184)

Hz. Büreyde anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), bir adamın şöyle söylediğini işittim:“Allah’ım, şehâdet ettiğim şu hususlar sebebiyle senden talep ediyorum: Sen, kendisinden başka ilah olmayan Allah’sın, birsin, Samedsin (hiçbir şeye ihtiyacın yok, her şey sana muhtaç), doğurmadın, doğmadın, bir eşin ve benzerin yoktur.” Bunun üzerine Efendimiz buyurdular: “Nefsimi kudret elinde tutan Zât’a yemin olsun, bu kimse, Allah’tan İsm-i Âzàmı adına talepte bulundu. Şunu bilin ki, kim İsm-i Âzamla dua ederse Allah ona icâbet eder, kim onunla talepte bulunursa (Allah ona dilediğini mutlaka) verir.” (Tirmizî, Daavât 65, Ebû Dâvud, Salât 358)

Kim Sabah vakti üç kere ‘Eûzü billâhi’s-semîi’l alîmi mine’ş-şeytânirra-cîm’ der ve haşir suresinin sonunda üç ayeti okursa, Allah Teâlâ o kimse için akşama kadar dua ve istiğfar etmek üzere yetmiş bin melek vazifelendirir, o gün ölürse şehit olarak vefat eder. Kim bu ayetleri akşam vakti okursa aynı mükâfat ve dereceye ulaşır” (et Tâc,4;22)

“Yüce Allah Bakara Suresine iki ayetle nihayet vermiştir. Onları okuyana mükâfatını Arş-ı Âlâdaki hazinesinden verecektir. Onları öğrenin, hanımlarınıza ve çocuklarınıza da öğretin.”

Ebû Ümâme anlatıyor: Allah Resûlüne “En ziyade dinlenmeye (ve kabule) mazhar olan dua hangisidir?” diye soruldu. “Gecenin sonunda yapılan dua ile farz namazların ardından yapılan dualardır!” diye cevap verdi.” (Tirmizî, Daavât 80.)

Fadâle İbnu Ubeyd anlatıyor: “Resûlullah dua eden bir adamın, dua sırasında Hz. Peygamber’e salat ve selam okumadığını görmüştü. “Bu kimse acele etti” buyurdu. Sonra adamı çağırıp: “Biriniz dua ederken, Allahu Teâlâ’ya hamd u senâ ederek başlasın, sonra Peygamber’e salât okusun, sonra da dilediğini istesin.” buyurdu. (Tirmizî, Daavat 66, Ebû Dâvud, Salât 358)

RİSALE-İ NUR’DA TESBİHAT VE ÖNEMİ:

Risalelerde geçen tesbihat ile ilgili kısımları istifadenize sunuyoruz.

“Ve teşrik-i mesai sırrıyla ve her has Nurcu, umum Nurcuların mânevî kazancına hissedar olmasıyla, mânen binler dille ibadet ve dua ve istiğfar ve tesbihat yapmaya hakikî uhuvvet ve ihlâs ile mazhariyetinizi rahmet-i İlâhiyeden niyaz ediyoruz ve öyle de ümit ediyoruz.” (Emirdağ Lâhikası-II)

“Kardeşlerimizden birisinin namaz tesbihatında tekâsül göstermesine binaen dedim: Namazdan sonraki tesbihatlar tarikat-ı Muhammediyedir (a.s.m.) ve Velâyet-i Ahmediyenin (a.s.m.) bir evradıdır. O noktadan ehemmiyeti büyüktür.

Sonra, bu kelimenin hakikati böyle inkişaf etti:

Nasıl ki, risalete inkılâp eden velâyet-i Ahmediye (a.s.m.) bütün velâyetlerin fevkindedir. Öyle de, o velâyetin tarikatı ve o velâyet-i kübranın evrad-ı mahsusası olan namazın akabindeki tesbihat, o derece sair tarikatların ve evradların fevkindedir.

Bu sır dahi şöyle inkişaf etti ki: Nasıl zikir dairesinde bir mecliste veyahut hatme-i Nakşiyede bir mescidde birbiriyle alâkadar heyet-i mecmuada nuranî bir vaziyet hissediliyor. Kalbi hüşyar bir zat namazdan sonra sübhânallah, sübhânallah deyip tesbihi çekerken, o daire-i zikrin reisi olan zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâmın müvacehesinde yüz milyon tesbih edenler, tesbih elinde çektiklerini mânen hisseder. O azamet ve ulviyetle sübhânallah, sübhânallah der. Sonra o serzâkirin emr-i mânevîsiyle, ona ittibaen elhamdülillâh, elhamdülillâh dediği vakit, o halka-i zikrin ve o çok geniş dâiresi bulunan hatme-i Ahmediyenin (aleyhissalâtü vesselâm) dairesinde yüz milyon müridlerin elhamdülillâh, elhamdülillâh’larından tezahür eden azametli bir hamdi düşünüp içinde elhamdülillâh ile iştirak eder, ve hâkezâ Allahu ekber, Allahu ekber ve duadan sonra lâ ilâhe illâllah, lâ ilâhe illâllah otuz üç defa o tarikat-ı Ahmediyenin Aleyhissalâtü Vesselâm halka-i zikrinde ve hatme-i kübrasında o sabık mânâyla o ihvan-ı tarikatı nazara alıp o halkanın serzâkiri olan zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâma müteveccih olup “Elfü Elfi Salatin ve Elfü Elfi Selamin aleyke yâ Rasûlallah” der, diye anladım ve hissettim ve hayalen gördüm.
Demek tesbihat-ı salâtiyenin çok ehemmiyeti var. (Kastamonu Lahikası)

“Biz, onların bütün tazyik ve sıkıntı vermelerine karşı, imân-ı tahkiki kuvvetiyle ve sırrıyla kabre iman ile girmek ve şirket-i mâneviye ile her birimiz, yüzer lisanla dua ve tesbihat ve â’mâl-i saliha yapmak olan iki kudsî ve cihandeğer kıymetli ve medar-ı sürûr kazancımızla mukabele edip, geçmiş zahmetlerin sevaplarını ve mânevi lezzetlerini ve gelecek meşakkatlerin hazırda yokluğunu düşünerek, yalnız hazır saatteki musibete karşı, sabır içinde şükretmeliyiz.” (Sirâcü’n-Nûr)

“Aziz, sıddık kardeşlerim, Şimdi zuhr namazını kıldım. Tesbihat içinde siz hatırıma geldiniz ki, her biri hem kendini, hem hanesindeki akrabasını düşünmekle mahzun olur. Birden kalbe geldi ki: Madem eski zamanlarda âhiretini dünyasına tercih edenler, hayat-ı içtimaiyenin günahlarından kurtulmak ve âhiretine hâlisâne çalışmak niyetiyle mağaralarda, çilehanelerde riyazetle hayatlarını geçirenler bu zamanda olsaydılar, Risale-i Nur şakirtleri olacaktılar. Elbette şimdi, bu şerait altında, bunlar onlardan on derece daha ziyade muhtaçtır ve on derece fazla fazilet kazanıyorlar ve on derece daha rahattırlar. ” (On Üçüncü Şua)

“Ve hattâ camiime ve ibadetime tecavüz edildi. Şâfiîlerce, tesbihat içinde kelime-i tevhidin tekrarı sünnet iken, bana terk ettirilmeye çalışıldı.” (Yirmi Sekizinci Mektup)

“İ’lem eyyühe’l-aziz! Kelime-i Tevhidin tekrarla zikrine devam etmek, kalbi pek çok şeylerle bağlayan bağları, ipleri kırmak içindir. Ve nefsin tapacak derecede sanem ittihaz ettiği mahbuplardan yüzünü çevirtmektir. Maahaza, zâkir olan zatta bulunan hâsse ve lâtifelerin ayrı ayrı tevhidleri olduğuna işaret olduğu gibi, onların da, onlara münâsip şerikleriyle olan alâkalarını kesmek içindir.” (Mesnevî-i Nuriye, Hubab)

“Eğer talebe ise; her sabah mütemadiyen ismiyle bazen hayaliyle dahi yanımda hazır nazır olur,hissedar olur.

Eğer kardeş ise; Birkaç defa hususi ismiyle ve suretiyle dua ve kazancımda hazır olup hissedar olur. Sonra umum ihvanlar içinde dahil olup, rahmet-i İlahiyeye teslim ediyorum ki, dua vaktinde “ihvetî ve ihvanî” dediğim vakit onların içinde bulunur. Ben bilmezsem rahmet-i İlahiye onları biliyor ve görüyor.

Eğer dost ise; ve feraizi kılar, kebairi terk ederse umumiyeti ihvan itibariyle duamda dahildir.

Bu üç tabaka dahi, beni manevi dua ve kazançlarında dahil etmek şarttır. “(Mektubat, Yirmi Altıncı Mektup)

“İ’lem eyyühe’l-aziz! Zikreden adamın, feyz-i İlâhîyi celb eden muhtelif lâtifeleri vardır. Bir kısmı, kalb ve aklın şuuruna bağlıdır. Bir kısmı da şuursuz, yani şuurlara tâbi değildir. “Min haysü lâ yeş’ur” husûle gelir. Binaenaleyh, gafletle yapılan zikirler dahi feyizden hâli değildir. “ (Mesnevî-i Nuriye, Hubab)

“Namazın mânâsı, Cenâb-ı Hakkı tesbih ve tâzim ve şükürdür. Yani,

• Celâline karşı kavlen ve fiilen Sübhânallah deyip takdis etmek;

• hem, kemâline karşı lâfzen ve amelen Allahu ekber deyip tâzim etmek;

• hem, cemâline karşı kalben ve lisanen ve bedenen Elhamdü lillâh deyip şükretmektir.

Demek, tesbih ve tekbir ve hamd, namazın çekirdekleri hükmündedirler.

Ondandır ki, namazın harekât ve ezkârında, bu üç şey her tarafında bulunuyorlar. Hem ondandır ki, namazdan sonra, namazın mânâsını tekid ve takviye için, şu kelimât-ı mübareke, otuz üç defa tekrar edilir; namazın mânâsı şu mücmel hülâsalarla tekid edilir. ” (Sözler, Dokuzuncu Söz)

“DÖRDÜNCÜ MESELE: “Ceddidû îmâneküm bi Lâ ilâhe illâllah” ın hikmetini soruyorsunuz… Onun hikmeti çok Sözlerde zikredilmiştir. Bir sırr-ı hikmeti şudur ki:

İnsanın hem şahsı, hem âlemi her zaman teceddüt ettikleri için, her zaman tecdid-i imana muhtaçtır. Zira insanın herbir ferdinin mânen çok efradı var. Ömrünün seneleri adedince, belki günleri adedince, belki saatleri adedince birer ferd-i âher sayılır. Çünkü, zaman altına girdiği için, o ferd-i vahid bir model hükmüne geçer, her gün bir ferd-i âher şeklini giyer.

Hem insanda bu taaddüt ve teceddüt olduğu gibi, tavattun ettiği âlem dahi seyyardır. O gider, başkası yerine gelir. Daima tenevvü ediyor, her gün başka bir âlem kapısını açıyor. İman ise, hem o şahıstaki her ferdin nur-u hayatıdır, hem girdiği âlemin ziyasıdır. Lâ ilâhe illâllah ise, o nuru açar bir anahtardır.

Hem insanda madem nefis, hevâ ve vehim ve şeytan hükmediyorlar; çok vakit imanını rencide etmek için, gafletinden istifade ederek, çok hileleri ederler, şüphe ve vesveselerle iman nurunu kaparlar.

Hem zâhir-i şeriate muhalif düşen ve hattâ bazı imamlar nazarında küfür derecesinde tesir eden kelimat ve harekât eksik olmuyor. Onun için, her vakit, her saat, her gün tecdid-i imana bir ihtiyaç vardır.”  (Mektubat, Yirmi Altıncı Mektup)

Sorularla Risale

 

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version