Cumanız Mübarek Olsun! (Cuma Duası)
İhlâslı kullarının yakiniyle bizi destekle. Senin seçtiğini anlayamama aczine düşürme bizi. Yoksa, takdirini küçümser; hoşnutluğunun bulunduğu şeylerden hoşlanmaz; güzel sonucu olmayanı, selâmete aykırı olanı seçeriz. Hoşlanmadığımız yargını sevdir bize. Güç bulduğumuz hükmünü kolaylaştır bize. Hakkımızda geçerli olan iradene teslimiyeti bize ilham et.
Böylece öne aldığının gecikmesini, geciktirdiğinin öne alınmasını istemeyelim; sevdiğinden hoşlanalım; sevmediğini seçmeyelim. İşimizi sonuç olarak en övgün, dönüş olarak en saygın olan ile bitir. Hiç kuşku yok, sen, büyük ve değerli nimetler verir, dilediğini yaparsın; sen, her şeye kadirsin.
İmam Zeynelabidin Hz(RA)’ın Sahife-i Seccadiye Mecmuasından
ehli-beyt.org
Kanuni Sultân Süleyman’ın, Oğlu Şehzâde Mustafa’yı Öldürttü Mü?
Kanuni Sultân Süleyman’ın, oğlu Şehzâde Mustafa’yı, Hürrem Sultân’ın tahrikiyle haksız olarak öldürdüğü ve bunun Osmanlı Devleti’nin tarihinde kötü bir dönüm noktası olduğu söylenmektedir. Bu meseleyi özetler misiniz?
“Kader hükmünü icrâ edince, insanların basar ve basireti bağlanıyor” kaidesi burada da geçerlidir. Meseleyi hemen hükme bağlamak doğru değildir. Ancak bu olayın tasvip edilecek bir yönü de yoktur. Osmanlı tarihçilerinin beyanına göre, Şehzâde Mustafa hayatta iken onunla beraber hayatta olan üç şehzâde daha vardır: Şehzâde Bâyezid, Şehzâde Cihângir ve Şehzâde Selim. Sadrazam Rüstem Paşa ve Hürrem Sultân’ın ve hatta bazı tarihçilere göre Kanuni’nin meyli Şehzâde Bâyezid’e; Padişah, askerler, âlimler ve meşâyıhın meyli Şehzâde Mustafa’ya; harem halkının meyli ise babasıyla Saray’da beraber oturan ve sancağa çıkmayan Şehzâde Cihangir’e idi. Şehzâde Selim hiç kimsenin aklından bile geçmiyordu. Zira kendi sancağında, çevresine toplanan musâhiplerle eğlenceli bir hayat yaşıyordu. Taht işleri gündeme gelince de, “Bakalım Mevlâ neyler?” diye lakayt kalıyordu.
Ancak Kanuni’nin hanımı Hürrem Haseki’nin Şehzâde Bâyezid, Şehzâde Selim ve Şehzâde Cihangir’in annesi olması; Şehzâde Mustafa’nın ise Mah-i Devrân Haseki’nin oğlu olması fitneyi ateşlemeye yeterli bir sebepti. Hürrem Haseki’nin ve Kanuni’nin biricik kızı Mihrimah Sultân ile evlenen ve 1544 yılında Sadrazamlık makamına gelen Rüstem Paşa, fitne ateşini körüklemeye başladı. Asıl arzusu Şehzâde Bâyezid’in tahta çıkmasıydı. Bunun için Şehzâde Mustafa’nın tasfiyesi gerekiyordu. Bu gayeye ulaşmak üzere Damad, Kayınvalide ve kız bir plan hazırladılar. Osmanlı Devleti’ni en çok ürküten politik bir mevzu olan Anadolu’nun Şî’alaşmasını vesile ettiler.
Kanuni Sadrazam Rüstem Paşa’nın komutasında İran Seferine çıkmak üzere bir ordu çıkarmıştı. Bu olaydan sonrasını Solak-zâde’den özetleyelim:
“Şaşılacak iştir ki, askerin dilinde hiç hoş olmayan sözler dolaşıyordu. Bazı gayr-ı makul sözler ile çadırlar dolup gizli ve âşikâr söyleniyordu ki, ‘Padişah gâyet kocaldı, yaşlılık vücudunu yıprattı. Bu günden sonra sefere çıkamaz. Onun için yerine Rüstem Paşa’yı Anadolu’ya serdar tayin etti. İnsaf o ki, Şehzâde Mustafa yerlerine tahta geçmek istiyormuş; ancak Rüstem Paşa engel imiş’. Bu tür dedikodular tevâtür derecesine geldi. ‘Söz yalan olmaz; yanlış olur’ dedikleri gibi, aslında Şehzâde Mustafa yaşı kırkı geçmiş, ilim ve kahramanlık itibariyle şehzâdeler arasından biricik idi. Ayrıca asker ve halk onu seviyor ve istiyordu. Maalesef bazı ahmaklar iyi niyetle ve bazıları ise kötü niyetle Şehzâde Mustafa’ya bu sözleri ulaştırdılar ve onu isyan edecek merhaleye getirmeye çalıştılar”.
İşte bu dedikodular üzerine, fesad şebekeleri, Şehzâde Mustafa’nın İran Şah’ı Tahmasb ile gizlice ittifak yaptığına ve onun damadı olup babasını devireceğine Kanuni’yi ikna ettiler. Her ne kadar Kanuni, kendisine ilk olarak bu mevzu açıldığında, “Hâşâ Mustafa Hânım bu küstahlığa cür’et ede. Bazı müfsidler kendi arzularını mülk ve saltanat ona kalmasun deyü iftira ederler” diye sert cevap vermesine rağmen, sahte mektuplar ve benzeri desiselerle onun isyan edeceğine ve hıyanet ettiğine inandı. Hatta 3. İran Seferi için yaptığı hazırlığa, Şehzâde Mustafa’nın Konya Ereğlisi yakınlarında 30.000 kişilik bir orduyla katılmasını, ona isyan için geliyor zannetti. Rüstem Paşa’nın tahrikleri kötü amacına ulaşmış ve maalesef Şeyhülislâm Ebüssuud Efendi’den de devlete isyan ettiğinden dolayı idam fetvâsı kamufleli bir şekilde alınmıştı. Bu fetvâ bile usulüne uygun alınmamıştır. Böylece araya giren müfsidlerin tahriki ile, Osmanlı tarihinin en acı ve haksız bir idamı gerçekleştirilmiş ve 960/1553 yılının Şevval ayında Sultân Mustafa babası ile görüşmek üzere geldiği çadırda boğdurulmuştur. Katli, devlete isyan suçundan dolayıdır; ancak deliller yanlış ve şahitler yalancıdır.
Şehzâde Mustafa’nın idam edilmesi, her ne kadar kanununa uydurulmuş ve sahte delillerle insanlar kandırılmış dahi olsa, memleket içinde büyük sıkıntılar meydana getirmiştir. Hadiseye üzülen Şehzâde Cihangir, aynı yıl üzüntüsünden vefat etmiştir. Asker çok ciddi manada rahatsız olmuş ve ısrarla Sadrazam Rüstem Paşa’nın azli istenmiş ve mecburen azledilmiştir. En acısı da İran Seferinden vazgeçilmiştir; zira askerin önemli bir kısmı karşı tarafa meyletmeye başlamıştır. Halk arasında Şehzâde Mustafa destanlaşmış ve adına çok önemli mersiyeler yazılmıştır. Hatta Düzmece Mustafa adıyla ortaya çıkan birisi, binlerce insanı çevresine onun adıyla toplayabilmiştir.
Bu sefer de Lala Mustafa Paşa, bazı şahsî menfaatleri yüzünden iki öz kardeşin arasını açmaya başlamış ve Şehzâde Bâyezid ile Şehzâde Selim’in aralarına buz dağlarını sokmaya çalışmıştır. 1558 yılında Şehzâde Bâyezid Kütahya’dan Amasya’ya ve Şehzâde Selim ise Manisa’dan Konya’ya sancakbeyi olarak tayin edilmişlerdir. Maalesef Şehzâde Bâyezid, bazı tahriklere aldanarak gelen bu fermanı dinlememiştir. Padişah’ın emriyle üzerine gelen orduya Konya’da mağlup düşen Bâyezid, İran’ın başşehri Kazvin’e sığınmış ve âsi hale gelmiştir. Sonunda Şah, bazı dedikoduların da etkisiyle âsi oğlunu babası Kanuni’ye teslim edince, 4 oğlu ile birlikte Şehzâde Bâyezid 1562 yılında idam edilmişlerdir. İdam fetvâsını veren ise, Şeyhülislâm Ebüssuud Efendi’dir ve bu fetvâda bir aykırılık bulunmamaktadır. Yani Şehzâde Bâyezid’in katli tamamen devlete isyan suçundan dolayıdır ve bağy suçunun cezasıdır.
Şehzâde Bâyezid ile babasının karşılıklı olarak birbirine yazdıkları şu şiir, meselenin künhünü anlatması açısından çok manidardır. Sadece birer dörtlüklerini alıyoruz:
Şehzâde Bâyezid (Şâhî):
Ey serâser âleme Sultân Süleyman’ım baba
Tende cânım cânımın içinde cânım baba
Bâyezid’ine kıyar mısın benim cânım baba
Bî günahım Hak bilir devletlü Sultânım baba.
Kanuni (Muhibbî):
Ey demâdem mazhar-ı tuğyân-ı isyânım oğul
Takmayayım boynuna herkiz tavk-ı fermanım oğul
Ben kıyar mıydım sana ey Bâyezid Hânım oğul
Bî günahım deme bârî tevbe kıl cânım oğul[1].
Prof. Dr. Ahmed Akgündüz
www.NurNet.org
Kelamullah (Şiir)
Rabbimin yardımıyla, hatmettiğim bu kitap!
Allah’tan İnsanları kurtarıcı son hitap.
Kâinatı baştan başa aydınlatan O nur,
Katılaşmış gönülleri yumuşatan Odur.
Kêlamullah, gökten inmiş kurtarıcidir bize,
Habibin, da’vetine ebedi bir mu’cize,
Hayat dini, birlik dini, hakikatin temeli,
Ancak Kur’an, mutluluğun önderidir, bilmeli.
O Kitaptır ki, şirkê tapanlara, bağırdı,
Üçlü inançtan, Allahın birliğine çağırdı.
Yücelikle, doğruluğu, beşere bildirdi,
İnsanların kalplerinden, pasları sildirdi.
Şeref ve haysiyetin, manasını anlattı,
Doğruluk la hakikatin, tarihini şanlattı.
Çöllerde ki çobanları, hakan eden bu kitap,
Vahşete boğulanları, insan eden bu kitap.
Cahilleri irfan ile, üstad eden Kur’andır,
Kapkara gönülleri, nurlandıran Furkandır.
Medenilikle ahlakın özü, O kitaptadır.
Necatla mutluluğun, esası Kur’andadır
Sıddıklerin, doğruluğu, Farukların unvanı,
Zinnurey nin kâğıdı Haydarların irfanı.
Arar isen bu kitaptır, her şeyin önderi,
Bu sebepten, odur bize Allahın bir serveri.
Bu kitabın nurundan, yeter hisse almalı,
Hak arayan, bu kitabın derinine dalmalı.
Bu kitabın bir feyzidir, bu kitabın eseri,
Ancak odur yetiştiren, bunca yüce erleri.
Tarikleri, Halidleri, Yavuzları, Orhan’ı,
Bunu bil ki, bu kitaptır cümlesinin burhanı.
Bu Furkandan ayrılanlar, hakikatten uzaktır,
Kur’an Kur’an, başka herşey felakete tuzaktır.
Sahralarda, sarayları, yapabildi bu kitap,
Bundan sonra nazil olmaz, bu Allahtan son hitap.
Abdülkadir HAKTANIR
www.NurNet.org
Namazdan Sonra Yapılan Tesbihatın Delili Var mı?
NAMAZ TESBİHATI İLE İLGİLİ BAZI AYET VE HADİSLER:
“En güzel isimler Allah’ındır. O isimlerle ona dua edin.” (Âraf Suresi, 7:180)
Tesbihat, Üstadımızın çok ehemmiyet verdiği dua, zikir ve tesbihlerden ibaret, kaynağını Peygamberimiz (A.S.M) ve İslam âlimlerinden alan çok sevaplı bir ibadettir. Nisa suresinin yüz üçüncü ayetinde Cenab-ı Allah şöyle buyurmaktadır. “Namazı kıldıktan sonra; ayaktayken, otururken ve yan yatarken Allâh’ı anın.”
Üstad Hazretleri çeşitli sohbetlerinde:
“Namazın sonunda tesbihat, namazın tohumu, çekirdekleri hükmündedir.’ “Tesbihatta, ´Sübhanallah, Elhamdülillah, Allahu Ekber’ derken kalbi hüşyar bir mü’min o vakitte namaz kılan, ´tesbihat eden milyonlar mü’minler cemaatı arasına manen girer, onlarla beraber söyler. Hatta daha ileri gitse bütün zaman ve mekânlardaki mü’minlerle beraber olarak, ortada Resûl-i Ekrem (a.s.m.) sağında enbiyalar, solunda evliyalar ve bütün müminler beraber tesbihat edebilir” demiştir.
Bu kadar sevablı bir ibadeti kaçırmamak ve şirketi maneviyede yer alabilmek için farz namazlarından sonra bu tesbihatların yapılması çok önemlidir. Bu çalışmada hadislerden bir kısmı bulunmakta ve bu ibadette bulunan çoğu duaların peygamberimiz tarafından da yapıldığını görmekteyiz.
HADİSLER:
Bir gün başta Ebu Zer olmak üzere Muhacirlerin fakirleri Peygamberimize gelerek şöyle dediler:
“Ya Resulallah! Varlık sahipleri yüksek dereceleri ve daimi nimetleri alıp gittiler. Çünkü onlar da bizim gibi namaz kılıyorlar, oruç tutuyorlar. Ancak onlar sadaka veriyor biz veremiyoruz, onlar köle azâd ediyor, biz edemiyoruz.”
Peygamberimiz onlara şu müjdeyi verdi:
“Ben size bir şey öğreteyim mi? Onunla sizi geçenlere yetişir, sizden sonrakileri de geçersiniz. Hem hiçbir kimse sizden daha faziletli olamaz; meğerki sizin yaptığınız gibi yapmış olsunlar. “Her namazdan sonra otuz üç kere “Sübhânallah”, otuz üç kere “Elhamdülillah”, otuz üç kere “Allahuekber” derseniz tamamı doksan dokuz eder; yüzün tamamında da ‘Lâilâhe illallâh vahdehûlâ şerîke leh, lehü’l- mülkü velehü’l- hamdü ve hüve alâ külli şey’in kadîr’ derseniz, günahlarınız denizin köpüğü kadar da olsa bağışlanır.”(Müslim-Mesacid, 146)
“Şeytan, namazda iken her birinize gelir, “Şunu şunu hatırla” der, ve namazdan çıkıncaya kadar devam eder. (Bu hatırlatmaların neticesi olarak) kişi bu tesbihatı terk bile eder.”(Tirmizi Daavât, 25)
“İmanınızı “Lâ ilâhe illâllah” ile yenileyiniz.” (Müsned, 2:359; Hâkim, el-Müstedrek, 4:256; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 1:52)
“Resülullah buyurdular ki: “Allah’ın celalinden zikrettiğiniz tesbih (Sübhanallah), tehlil (Lâ ilahe illallah) ve tahmid (elhamdülillah) cümleleri Arş’ın etrafında dönüp dururlar. Onlar tıpkı arı oğulu uğultusu gibi uğultu çıkararak, sahiplerini andırırlar. Sizden biri, Arş’ın civarında kendisini andırtan birisinin olmasından hoşlanmaz mı?”
Resulullah Haris Et-Temimiye şöyle buyurmuştur:
“Akşam namazını kıldığın zaman yedi defa ‘Allahümme ecirnâ minen nâr’ de. Şayet bu duayı okur, o gece ölürsen, Cenab-ı Hak seni cehennemden uzak kılar. Aynı şekilde sabah namazını kıldıktan sonra okur, o gün ölürsen yine cehennemden azat edilmiş olarak yazılırsın.”
İbnu Abbâs anlatıyor: “Resülullah teşehhüdden sonra şunu okurdu: “Allahümme inni eûzü bike min azâbi cehennem ve eûzü bike min azâbi’I-kabri ve Eûzü bike min fitneti’d-Deccâl ve eûzü bike min fitneti’I-mahyâ ve’I-memât. = AIIahım, ben cehennem azabından sana sığınırım. Kabir azabından da sana sığınırım. Deccal fitnesinden de sana sığınırım, hayat ve ölüm fitnesinden de sana sığınırım.” (Ebu Dâvud, Salât 184)
Hz. Büreyde anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), bir adamın şöyle söylediğini işittim:“Allah’ım, şehâdet ettiğim şu hususlar sebebiyle senden talep ediyorum: Sen, kendisinden başka ilah olmayan Allah’sın, birsin, Samedsin (hiçbir şeye ihtiyacın yok, her şey sana muhtaç), doğurmadın, doğmadın, bir eşin ve benzerin yoktur.” Bunun üzerine Efendimiz buyurdular: “Nefsimi kudret elinde tutan Zât’a yemin olsun, bu kimse, Allah’tan İsm-i Âzàmı adına talepte bulundu. Şunu bilin ki, kim İsm-i Âzamla dua ederse Allah ona icâbet eder, kim onunla talepte bulunursa (Allah ona dilediğini mutlaka) verir.” (Tirmizî, Daavât 65, Ebû Dâvud, Salât 358)
Kim Sabah vakti üç kere ‘Eûzü billâhi’s-semîi’l alîmi mine’ş-şeytânirra-cîm’ der ve haşir suresinin sonunda üç ayeti okursa, Allah Teâlâ o kimse için akşama kadar dua ve istiğfar etmek üzere yetmiş bin melek vazifelendirir, o gün ölürse şehit olarak vefat eder. Kim bu ayetleri akşam vakti okursa aynı mükâfat ve dereceye ulaşır” (et Tâc,4;22)
“Yüce Allah Bakara Suresine iki ayetle nihayet vermiştir. Onları okuyana mükâfatını Arş-ı Âlâdaki hazinesinden verecektir. Onları öğrenin, hanımlarınıza ve çocuklarınıza da öğretin.”
Ebû Ümâme anlatıyor: Allah Resûlüne “En ziyade dinlenmeye (ve kabule) mazhar olan dua hangisidir?” diye soruldu. “Gecenin sonunda yapılan dua ile farz namazların ardından yapılan dualardır!” diye cevap verdi.” (Tirmizî, Daavât 80.)
Fadâle İbnu Ubeyd anlatıyor: “Resûlullah dua eden bir adamın, dua sırasında Hz. Peygamber’e salat ve selam okumadığını görmüştü. “Bu kimse acele etti” buyurdu. Sonra adamı çağırıp: “Biriniz dua ederken, Allahu Teâlâ’ya hamd u senâ ederek başlasın, sonra Peygamber’e salât okusun, sonra da dilediğini istesin.” buyurdu. (Tirmizî, Daavat 66, Ebû Dâvud, Salât 358)
RİSALE-İ NUR’DA TESBİHAT VE ÖNEMİ:
Risalelerde geçen tesbihat ile ilgili kısımları istifadenize sunuyoruz.
“Ve teşrik-i mesai sırrıyla ve her has Nurcu, umum Nurcuların mânevî kazancına hissedar olmasıyla, mânen binler dille ibadet ve dua ve istiğfar ve tesbihat yapmaya hakikî uhuvvet ve ihlâs ile mazhariyetinizi rahmet-i İlâhiyeden niyaz ediyoruz ve öyle de ümit ediyoruz.” (Emirdağ Lâhikası-II)
“Kardeşlerimizden birisinin namaz tesbihatında tekâsül göstermesine binaen dedim: Namazdan sonraki tesbihatlar tarikat-ı Muhammediyedir (a.s.m.) ve Velâyet-i Ahmediyenin (a.s.m.) bir evradıdır. O noktadan ehemmiyeti büyüktür.
Sonra, bu kelimenin hakikati böyle inkişaf etti:
Nasıl ki, risalete inkılâp eden velâyet-i Ahmediye (a.s.m.) bütün velâyetlerin fevkindedir. Öyle de, o velâyetin tarikatı ve o velâyet-i kübranın evrad-ı mahsusası olan namazın akabindeki tesbihat, o derece sair tarikatların ve evradların fevkindedir.
Bu sır dahi şöyle inkişaf etti ki: Nasıl zikir dairesinde bir mecliste veyahut hatme-i Nakşiyede bir mescidde birbiriyle alâkadar heyet-i mecmuada nuranî bir vaziyet hissediliyor. Kalbi hüşyar bir zat namazdan sonra sübhânallah, sübhânallah deyip tesbihi çekerken, o daire-i zikrin reisi olan zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâmın müvacehesinde yüz milyon tesbih edenler, tesbih elinde çektiklerini mânen hisseder. O azamet ve ulviyetle sübhânallah, sübhânallah der. Sonra o serzâkirin emr-i mânevîsiyle, ona ittibaen elhamdülillâh, elhamdülillâh dediği vakit, o halka-i zikrin ve o çok geniş dâiresi bulunan hatme-i Ahmediyenin (aleyhissalâtü vesselâm) dairesinde yüz milyon müridlerin elhamdülillâh, elhamdülillâh’larından tezahür eden azametli bir hamdi düşünüp içinde elhamdülillâh ile iştirak eder, ve hâkezâ Allahu ekber, Allahu ekber ve duadan sonra lâ ilâhe illâllah, lâ ilâhe illâllah otuz üç defa o tarikat-ı Ahmediyenin Aleyhissalâtü Vesselâm halka-i zikrinde ve hatme-i kübrasında o sabık mânâyla o ihvan-ı tarikatı nazara alıp o halkanın serzâkiri olan zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâma müteveccih olup “Elfü Elfi Salatin ve Elfü Elfi Selamin aleyke yâ Rasûlallah” der, diye anladım ve hissettim ve hayalen gördüm.
Demek tesbihat-ı salâtiyenin çok ehemmiyeti var. (Kastamonu Lahikası)“Biz, onların bütün tazyik ve sıkıntı vermelerine karşı, imân-ı tahkiki kuvvetiyle ve sırrıyla kabre iman ile girmek ve şirket-i mâneviye ile her birimiz, yüzer lisanla dua ve tesbihat ve â’mâl-i saliha yapmak olan iki kudsî ve cihandeğer kıymetli ve medar-ı sürûr kazancımızla mukabele edip, geçmiş zahmetlerin sevaplarını ve mânevi lezzetlerini ve gelecek meşakkatlerin hazırda yokluğunu düşünerek, yalnız hazır saatteki musibete karşı, sabır içinde şükretmeliyiz.” (Sirâcü’n-Nûr)
“Aziz, sıddık kardeşlerim, Şimdi zuhr namazını kıldım. Tesbihat içinde siz hatırıma geldiniz ki, her biri hem kendini, hem hanesindeki akrabasını düşünmekle mahzun olur. Birden kalbe geldi ki: Madem eski zamanlarda âhiretini dünyasına tercih edenler, hayat-ı içtimaiyenin günahlarından kurtulmak ve âhiretine hâlisâne çalışmak niyetiyle mağaralarda, çilehanelerde riyazetle hayatlarını geçirenler bu zamanda olsaydılar, Risale-i Nur şakirtleri olacaktılar. Elbette şimdi, bu şerait altında, bunlar onlardan on derece daha ziyade muhtaçtır ve on derece fazla fazilet kazanıyorlar ve on derece daha rahattırlar. ” (On Üçüncü Şua)
“Ve hattâ camiime ve ibadetime tecavüz edildi. Şâfiîlerce, tesbihat içinde kelime-i tevhidin tekrarı sünnet iken, bana terk ettirilmeye çalışıldı.” (Yirmi Sekizinci Mektup)
“İ’lem eyyühe’l-aziz! Kelime-i Tevhidin tekrarla zikrine devam etmek, kalbi pek çok şeylerle bağlayan bağları, ipleri kırmak içindir. Ve nefsin tapacak derecede sanem ittihaz ettiği mahbuplardan yüzünü çevirtmektir. Maahaza, zâkir olan zatta bulunan hâsse ve lâtifelerin ayrı ayrı tevhidleri olduğuna işaret olduğu gibi, onların da, onlara münâsip şerikleriyle olan alâkalarını kesmek içindir.” (Mesnevî-i Nuriye, Hubab)
“Eğer talebe ise; her sabah mütemadiyen ismiyle bazen hayaliyle dahi yanımda hazır nazır olur,hissedar olur.
Eğer kardeş ise; Birkaç defa hususi ismiyle ve suretiyle dua ve kazancımda hazır olup hissedar olur. Sonra umum ihvanlar içinde dahil olup, rahmet-i İlahiyeye teslim ediyorum ki, dua vaktinde “ihvetî ve ihvanî” dediğim vakit onların içinde bulunur. Ben bilmezsem rahmet-i İlahiye onları biliyor ve görüyor.
Eğer dost ise; ve feraizi kılar, kebairi terk ederse umumiyeti ihvan itibariyle duamda dahildir.
Bu üç tabaka dahi, beni manevi dua ve kazançlarında dahil etmek şarttır. “(Mektubat, Yirmi Altıncı Mektup)
“İ’lem eyyühe’l-aziz! Zikreden adamın, feyz-i İlâhîyi celb eden muhtelif lâtifeleri vardır. Bir kısmı, kalb ve aklın şuuruna bağlıdır. Bir kısmı da şuursuz, yani şuurlara tâbi değildir. “Min haysü lâ yeş’ur” husûle gelir. Binaenaleyh, gafletle yapılan zikirler dahi feyizden hâli değildir. “ (Mesnevî-i Nuriye, Hubab)
“Namazın mânâsı, Cenâb-ı Hakkı tesbih ve tâzim ve şükürdür. Yani,
• Celâline karşı kavlen ve fiilen Sübhânallah deyip takdis etmek;
• hem, kemâline karşı lâfzen ve amelen Allahu ekber deyip tâzim etmek;
• hem, cemâline karşı kalben ve lisanen ve bedenen Elhamdü lillâh deyip şükretmektir.
Demek, tesbih ve tekbir ve hamd, namazın çekirdekleri hükmündedirler.
Ondandır ki, namazın harekât ve ezkârında, bu üç şey her tarafında bulunuyorlar. Hem ondandır ki, namazdan sonra, namazın mânâsını tekid ve takviye için, şu kelimât-ı mübareke, otuz üç defa tekrar edilir; namazın mânâsı şu mücmel hülâsalarla tekid edilir. ” (Sözler, Dokuzuncu Söz)
“DÖRDÜNCÜ MESELE: “Ceddidû îmâneküm bi Lâ ilâhe illâllah” ın hikmetini soruyorsunuz… Onun hikmeti çok Sözlerde zikredilmiştir. Bir sırr-ı hikmeti şudur ki:
İnsanın hem şahsı, hem âlemi her zaman teceddüt ettikleri için, her zaman tecdid-i imana muhtaçtır. Zira insanın herbir ferdinin mânen çok efradı var. Ömrünün seneleri adedince, belki günleri adedince, belki saatleri adedince birer ferd-i âher sayılır. Çünkü, zaman altına girdiği için, o ferd-i vahid bir model hükmüne geçer, her gün bir ferd-i âher şeklini giyer.
Hem insanda bu taaddüt ve teceddüt olduğu gibi, tavattun ettiği âlem dahi seyyardır. O gider, başkası yerine gelir. Daima tenevvü ediyor, her gün başka bir âlem kapısını açıyor. İman ise, hem o şahıstaki her ferdin nur-u hayatıdır, hem girdiği âlemin ziyasıdır. Lâ ilâhe illâllah ise, o nuru açar bir anahtardır.
Hem insanda madem nefis, hevâ ve vehim ve şeytan hükmediyorlar; çok vakit imanını rencide etmek için, gafletinden istifade ederek, çok hileleri ederler, şüphe ve vesveselerle iman nurunu kaparlar.
Hem zâhir-i şeriate muhalif düşen ve hattâ bazı imamlar nazarında küfür derecesinde tesir eden kelimat ve harekât eksik olmuyor. Onun için, her vakit, her saat, her gün tecdid-i imana bir ihtiyaç vardır.” (Mektubat, Yirmi Altıncı Mektup)
Sorularla Risale