İlahiyatın yeni müfredatında felsefî dersler

felsefeRomanda felsefeyi anlatan Rus yazar İvan Gonçarov’un felsefe ile ilgili güzel bir sözü var. Demiş ki: “Felsefe Dinin huzursuz kardeşidir. Din kendi gerçeğini bulur ve huzura kavuşur. Felsefe hiçbir zaman huzura kavuşmaz. Çünkü bulduğu her gerçekten sonra bir soru daha sorar.”

Bir söz de ben söylemek isterim. Hep adı yabancı olanlar mı böyle garip sözler söyleyecekler. Söylesem ne olur? Belki beni de kimse anlamayacaktır. Himmet bey boşuna gamlanmasın bizi anlamıyorlar, anlamayacaklar diye. Çünkü biz yerliyiz aslanım yerli.

Hey gidi Himmet bey hey! Biz kim oluyoruz ki anlaşılmamaktan ah vah edelim? Adamlar, şarkı-garbı velveleye veren, bir asır önce bu günü gören, sanki bu gün kaleme alınmış gibi eserler, tesbitler, çözümler, çareler, reçeteler ortaya koyan, bu milletin saadeti için seksen küsur senelik hayatında dünya zevkı adına bir şey tatmayan, tanımayan bir Bediüzzaman’ı bile anlamadılar.

Anlasaydılar Bediüzzaman:

“Risale-i Nur’u anlamıyorlar, yahut anlamak istemiyorlar. Beni skolastik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müsbet ilimlerle, asr-ı hâzır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hattâ bu hususta da bâzı eserler telif eyledim. Fakat, ben öyle mantık oyunları bilmiyorum, felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem. Ben, cemiyetin iç hayatını, mânevî varlığını, vicdan ve îmânını terennüm ediyorum, yalnız Kur’ân’ın tesis ettiği Tevhid ve îman esâsı üzerinde işliyorum ki; İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur.[1] der miydi? Bu sözleri ve bu sözlerin sahibini anlaması gerekenler anlasa ve gereğini yapabilselerdi, yıllarca biz anarşi ve terörle boğuşmayacaktık. Türkiye’de ihtilaller, darbeler yaşanmayacak, Filistin, Irak, Suriye, Mısır, Afganistan kan ağlamayacaktı. İslam âlemi derbeder ve sefil olmayacaktı.

Bütün anlaşılmamazlıklara rağmen, Türkiye bu gün Mısır olmaktan kurtuldu ise, Irak ve Suriye benzeri ülkelerden biri olmadıysa bunda Bediüzzaman’ın payı yüzde doksan-doksan beş civarlarındadır.

Yukarda bir sözde ben söyleyeyim, demiştim. Araya işte böyle başka sözler girdi. Şimdi sıra benim filozofça söyleyeceğim söze geldi. Arz ediyorum:

Felsefe, hikmetin nefs-i emmaresidir. Onsuz olunmaz ama, sadece onunla da olunmaz. Her insanda nefs-i emmare vardır. Nefs-i emmare bize kâmil insan olmamız için verilmiştir. Nefs-i emmare idam edilmemeli, ıslah edilmelidir. Kur’an’la ve Nebevî öğütlerle ıslah edilirse insan, kâmil insan olur, meleklerden daha üstün bir varlık haline gelir. Islah edilmezse hayvandan ve şeytandan aşağı düşer.

İlahiyatlarda ise felsefe idam edilmemeli, ıslah edilmelidir. Kur’an’la barışık hale getirilmelidir. Tabiî felsefeyi okutanlar da.

FELSEFE VE HİKMET

Arapçada felsefeye en yakın kelime hikmettir. Bize göre felsefe, insan düşüncesi, hikmet de Allah düşüncesidir. İnsan, yanılabilir. Allah yanılmaz. Öyleyse felsefe, hikmete tabi olmalıdır. Olursa, dizginlerini hikmetin eline verirse huzur olur, huzur verir. Vermezse, zarar olur, zarar verir.

Felsefeye “hikmet ilmi”, filozofa da hakîm denmiştir. Hamdi Yazır, “Hikmet, ilim ve onunla ameldir. Hakîm ise her ikisini toplayan adamdır. Bilgisi olup ameli olmayana hakîm denmez.”demiştir.

EVVELKİLERİN VE SONRAKİLERİN İLMİ KUR’AN’DA

İlahiyat fakültesinde birçok dersin hocası oldum. Halkla İlişkiler dersine girdim. Din ve iletişimdersine girdim, Dini Danışmalık ve Rehberlik dersine girdim, Çevre ve Din dersine girdim, Meslekî Uygulama ve Hitabet dersine girdim… Bu derslerin hepsi Fakültemizde Felsefe ve Din Bilimleri bölümünün dersleridir.

Baktım ki bu adını saydığım derslerin hepsi en muhteşem ve mükemmel şekliyle Kur’an’da var. Bu sefer halkla ilişkiler dersi olarak Kur’an’ı, Çevre dersi olarak Kur’an’ı, bir iletişim dersi olarak Kur’an’ı talebenin dikkatine vermeye başladım. Felsefe dersine girseydim, felsefenin yanında Kur’an’ın hikmetini takdim edecektim. Çünkü -Felsefeyi düşünce bazında ele alırsak- en güzel felsefe Kur’an’da. Kur’an düşüncelerin en güzelidir. Sözlerin en güzeli[2] olduğu gibi. Çünkü Kur’an, Allah’cadır. Çünkü o Allah düşüncesidir.

KUR’AN FİKİRLERİ DONDURMAMIŞ

Kur’an fikirleri dondurmamıştır. Tam tersi düşünmeye, araştırmaya teşvik etmiştir. Aykırı fikirlere de hayat hakkı tanımıştır. “Dileyen inkâr etsin, dileyen küfretsin.”[3] der Kur’an. Bunu der ama,insanın da başıboş olmadığını,[4] herkese, gerek imanının ve gerekse küfrünün karşılığını bulacağı bir âleme, ahirete doğru gittiğini,[5] sözlerinden[6] ve amellerinden[7] sorguya çekileceğini söyler.

Yeni yeni ilim dallarının çıkması eskiden o ilimlerin olmadığı anlamına gelmez. İletişim dersi yeni çıktı. Halkla ilişkiler dersi yeni çıktı. Bu dersler yokken iletişim dersi yok muydu? Halkla ilişkiler yok muydu?Felsefe dersi yokken, felsefe yok muydu? Vardı. Hem de Kur’anî felsefe vardı. İnsanların felsefesi Kur’an’dı. Onunla oturur, onunla kalkarlardı. Huzur tamdı, adalet kaimdi, emniyet ve barış hâkimdi. Sevgi-saygı, şefkat-fazilet, güzel ahlak doruk noktadaydı. İlimler dallandıkça dertler, problemler de arttı.

NE DEMEK İSTİYORUM?

Öyleyse ne demek istiyorsun? Demek istiyorum ki Kur’an, her türlü iyiliği ve güzelliği müminlerine veriyor. Öyleyse herkes otursun, zaman kaybetmeden Kur’an’ı anlamaya koyulsun.

Pekiyi. Kur’an varken bu derslerin hiç biri olmasın mı? Olsun. Ama Kur’an’ın yerine geçmesin. Kur’an’a dayalı iletişim dersi, Kur’an’a dayalı halkla ilişkiler dersi, Kur’an’a dayalı rehberlik dersi, Kur’an’a dayalı felsefe dersi, Kur’an’a dayalı psikoloji, sosyoloji dersi olsun. Dikkat edilirse zaten bunların hepsi Kur’an’da var. Her dersin uzmanına düşen bunları sistematize etmek olacaktır.

İnsanın dünyaya geliş gayesi biri birini inkâr eden tutarsız fikirlerle dolu kitapları okumak, okutmak değildir. İnsanın dünyaya geliş gayesi, Âlemlerin Rabbinin mesajı olan Kur’an’ı okumak, anlamak ve gereğince amel etmektir.

Bu gün yeni yeni adla ortaya çıkan ilim dalları buna hizmet etmelidir. Her ilim dalı, Kur’an’ın bir başka yönünün tefsiri olmalı, Kur’an’a alternatif dersler olmamalı, Kur’an’dan bağımsız işlenmemelidirler.

Diyorlar ki, ilahiyat öğrencisi bilimselliğe alışması ve cesur olabilmesi için felsefî dersler alması lazım. Buna katılıyorum. Ben de buna bir şey eklemek istiyorum: İlahiyat öğrencisi ve hocası aynı zamanda Kur’an’ın orijinaline yabancı olmamalı, Kur’anî ilimleri çok iyi hazmetmiş biri olmalı, Kur’an’ın ayetlerini okumaktan aciz olmamalı, korkmamalı ve utanmamalıdır.

İlahiyatlarda Felsefe derslerinin kaldırılmasına Himmet bey, karşı çıkmış. Aslında Himmet bey, Kur’an’la barışık olan felsefe derslerinin kaldırılmasına karşı çıkmıştır.  Çünkü o felsefe derslerinin böyle verildiğini bilmektedir. Çünkü kendisi de bu dersleri böyle veriyordur kanaatindeyim. Ne de olsa kendisi de Kur’an’la barışık bir edip ve filozoftur. Eğer böyle olmasaydı, Himmet’e de yazık olur, devlete de yazık olur, millete de yazık olurdu.

Himmet beyin böyle bir edip ve filozof olmasının başlıca sebebi Bediüzzaman’ın Risalelerini  tanımış biri olmasıdır. Himmet bey, felsefe deryasında batmadan ve öğrencilerini batırmadan yüzebiliyorsa bunu Allah’ın lütfu inayetiyle okuduğu Risale-i Nur’a borçludur.  Âferin Himmet’in himmet-i merdanesine ki, kabına sığmazlığını, ifrat ve tefritlerini Risale-i Nur’la zabt u rabt altına almıştır. Darısı diğer diğer ilim erbabının başına!

Bu gün bir kısım medyatik simaların milletin aklını ve midesini bulandıran yamuk duruşlarına ve yamuk fetvalarına, dengesiz konuşmalarına ve ölçüsüz davranışlarına rastlıyorsak bunun sebebi bu medyatiklerin elinde ve önünde Bediüzzaman gibi bir kıstasın, bir pişdarın olmamasındandır.

İster kabul etsinler, ister etmesinler, şurası bir gerçek ki Türkiye bu gün ılımlı ve olumlu bir noktada ise, huzuru ve istikrarı yakalamışsa bunda Bediüzzaman’ın açtığı çığırın, ılımlı ve olumlu iman ve ıslah hareketinin önemi büyüktür. Aklı başında olan insanlar bunun farkındadır.

Öyleyse Risale-i Nur, İlahiyatlarda ve bütün okullarda, diyanet teşkilatında okunmalı ve okutulmalıdır. Ta ki Kur’an’la barışık, devletiyle barışık, milletiyle barışık ahlaklı nesiller, filozoflar, bilim adamları, amirler, memurlar yetişsin. Bediüzzaman’ın bu millet ve bu devlet üzerinde en büyük hakkı budur.

İLAHİYAT ÖĞRENCİSİ NEYİ BİLMELİ?

Yeri gelmişken bir düşüncemi de arz etmek isterim. Bir ilahiyat öğrencisinin felsefe ve din bilimlerini iyi bilmenin yanında Arapça ve Kur’an’ı ve ulumü’l-Kur’an’ı da çok iyi öğrenmiş bir şekilde mezun olmasından yanayım. Şu an derslerin çokluğundan mıdır, imam-hatip liseleri ve Kur’an kurslarından kaliteli öğrenci gelmeyişinden midir bilmem, bu mükemmel sonucu ilahiyatlar henüz yakalamış değil.Arkasında namaz kılamayacağımız kadar Kur’an’ı yanlış okuyan, ilmi donanımı yeterli olmayan görevlilerimiz var. Bunları da unutmamamız ve buna da bir çare bulmamız lazım. Felsefe derslerini azaltmak isteyenlerin de hedefi her halde bu olsa gerek. Tam bilemiyorum. Bu meseleyi otoriteler tartışa dursun.  Biz isteriz ki her caminin imam ve hatibi, hem kurra, hem alim, hem filozof, ve hem de mütteki ve muhlis bir zat olsun.

SÖZÜN ÖZÜ

Sözün özü: İlahiyat öğrencilerini mükemmelleştirmenin yolu, imam-hatip liselerini mükemmelleştirmekten, ondan önce de Kur’an kurslarını mükemmelleştirmekten geçiyor. İlahiyatın temeli Kur’an kurslarıdır. İkinci basamağı İmam-Hatip Liseleridir. Son basamağı da ilahiyatlardır.

Kur’an kurslarının albenisi artırılmalıdır. Tatil yörelerindeki faydalı aktiviteler, Kur’an’ın edebi çerçevesinde Kur’an kurslarına taşınmalıdır. Gerekirse Kur’an kurslarının isimleri değiştirilmeli, bu kurumlar yeniden ele alınmalı, daha makul, daha modern bir şekilde yeniden dizayn edilmelidir. İlahiyatlar, bu eğitim silsilesinin kemali, cemali, kubbesi ve tacı olmalıdır.

Vehbi Karakaş


[1] Nursî, Saîd, Tarihçe-i Hayat, 543

[2] Bkz. Zümer, 39/23

[3] Kehf, 18/29

[4] Bkz. Tevbe, 9/16; Kıyame, 75/36

[5] Bkz. Zilzal, 99/6-8

[6] Bkz. Kâf, 50/18

[7] Bkz. Cuma, 62/8

Zübeyir’i Kâinata Değiştirmeyen Sebep Sadakattir!

Sadakat: sıdk ve ihlâs ile dost olmak, doğru dostlukta sebat göstermek demektir. Zübeyir Ağabey, “Sadakat kelimesinin lügat karşılığı kısadır. Ancak o yaşanmakla anlaşılır” demiş. Çünkü o, sadakati hayatında tatbik eden ve yaşayandı. Şu veciz sözlerle sadakati ifade etmiş. “Bulduğu yerden hiç ayrılmamaktır. Uhud’un bekleyen okçuları gibi gerekirse taş olmaktır, yine de terk etmemektir. Camid durmaktır. Fani olmaktır. Hiç bir şeyle yer değiştirmemektir. Gidip gelmemektir.”

Keza, “Biz, iman ve İslamiyet hizmeti uğrunda zalimlerin zulmüne maruz kaldığımız vakit, hapishane köşelerinde veya darağaçlarında ölmeyi, istirahat döşeğindeki ölüme tercih ederiz. Görünüşü hürriyet, hakikati istibdad-i mutlak olan bir esaret içinde yaşamaktansa hizmet-i Kur’aniyemizden dolayı zulmen atıldığımız hapishanede şehit olmayı büyük bir luf-u ilahi biliriz.” diyen, Zübeyir ağabey davayı ve sadakati böylece özetlemiştir.

Peygamberimiz (asm) “Her peygamberin bir havarisi vardır. Benim de havarim Zübeyr ( bin Avvam)’dır.” buyurmuş.Peygamberlerin varisi, Âllame-i cihan, mücedid-ı ahir zaman Bediüzzaman da; muhafızını beyan etmiş. “Ziver, bundan sonra ismin Zübeyir olacak”  Çünkü o, asrın Bediine şakirt ve onun yaver-i Azamı olmuş, yükü ağırlamış “durduramıyorum bu kafamı. Durduramıyorum ki uyuyayım” diyen Zübeyir ağabey, İman’a, Kur’an’a, Bediüzzaman ve Risale-i Nur’a tahsis-i nazar ve ahlak-i haseneyi hayat tarzı haline getirilmişti. Bu iman abidesi için Bediüzzaman da, “Zübeyir’i kâinata değişmem” sıdk ve sadakat göstermiş.

Hazreti Ebubekir (ra)’e sormuşlar: “Muhammed (asm) Miraç’a çıktım” diyor. Sen ne diyorsun?  “O’ söylemişse, doğrudur.” demiş. İşte sadakatin tarifi bu olsa gerek.

Konu sadakat olduğu için misalleri çoğaltmakta fayda görmekteyim, şöyle ki: Gazneli Mahmud, bir gün, vezirlerini imtihandan geçirir. Elindeki kıymetli mücevherin değerini öğrenmek için vezirlerine sorar. Hepsi, “Paha biçilmez” olduğunu söyler. Bunun üzerine hepsine teker teker: “Bu mücevheri kır” diye emreder.

Onlar da: “Bu paha biçilmez bir cevherdir, onu kırarsak sana kötülük etmiş oluruz. Bu kötülüğü sana yapamayız.” mealinde cevap verirler. Sultan Mahmud hepsinin sözünü beğenir ve mükâfatlandırır. Sıra en sadık bendesi Ezar’a gelir. Ona da değerini sorar; çok değerli olduğu cevabını alır.

Bunun üzerine: “Onu kır” diye emreder. Ezar hiç tereddüt etmeden mücevheri yere atıp kırar. Herkes şaşkınlıkla ona bakar ve “Ne yaptın Ezar, bu kadar kıymetli bir cevheri nasıl kırdın?” diye sitem etmeleri üzerine şöyle der: “Evet bu mücevher çok değerliydi, ama padişahın emri daha da değerlidir. Onu kırmaktansa, bu mücevheri kırdım. Bu cevabı çok beğenen Gazneli Mahmud şöyle der: “Sadakat imtihanını Ezar kazandı ve en büyük hediyeyi hak etti” demiş.

Keza, büyük veli Ebu Osman Mağribi tövbe edip tasavvuf yoluna girme sebebini şöyle anlatır:

“Bir atım ve köpeğim vardı. Her gün avlanmak için Cezayir şehrine giderdim. Bir de ahşap bir kabım vardı, onunla da süt içerdim. Yine bir gün bu kapla süt içecekken köpeğim havlayarak üzerime geldi, sütü içmeme engel oldu. Sürekli havlıyordu. Tekrar içmek istediğimde yine engel oldu. Üçüncü defa denediğimde yine mani oldu ve sütü kendi içti. Az sonra hayvan şişmeye başladı ve çok geçmeden öldü.

Sonradan, o sütten bir yılanın içtiğini gördüğü için köpeğimin bana mani olduğunu, benim için kendisini feda ettiğini anladım. Bir köpeğin bile sahibine böyle sadakat göstermesi beni sarstı. Yüzümü sahibime dönmem gerektiğini anladım, tövbe edip tasavvuf yoluna girdim.”

Bediüzzamanın yaver-i â’zami Zübeyir Gündüzalp ta, Sultan Mahmud’un sadık bendesi olan Ezar da, gösterdikleri fedakârlık ve vefa tamamen Allah rızası için yapılan sıdk ve sadakattir. Hatta veli Ebu Osman Mağribin köpeği de, sahibine olan sadakatini göstermiştir. İnsan olsun, hayvan olsun yüzünü hakiki sahibine çevirmesi şarttır. Dolayısıyla Allah’a vasıl olan birçok tarikler vardır. Her kim Allah için hangi yolu seçerse seçsin, o inanç doğrultusunda meslek ve meşrebine bağlı olması lazımdır. Mesela Risale-i nur cemaati için de aynisi geçerlidir. İman davası olan Nur hizmetinde bulunanlar, şimdiye kadar olduğu gibi başka cereyanlara kapılmadan, hizmete devam etmeleri sıdk, sebat ve sadakattir.

Sadakatle ilgili Bediüzzaman, şöyle buyurur: “Bu şehre bir kutub, bir gavs-ı âzam gelse, seni on günde velâyet derecesine çıkaracağım dese, sen Risale-i Nur’u bırakıp onun yanına gitsen, Isparta kahramanlarına arkadaş olamazsın.”(1)

Keza Bediüzzaman, “talebelerine tahkiki iman kazandırmakla imanlarını kurtarması” ve“şirket-i manevîye ile bütün nur hizmetinden hâsıl olan yekûn sevabın her talebeye aynen verilmesi” üzerinde önemle durmuştur. Elbette bu kazanca ulaşmanın yolu da sadakat ve sebattan geçiyor.

Peygamberimiz “Bizi aldatan bizden değildir” buyurmuş. Dolayısıyla dostluk ve kardeşlik bir sadakattir. Ahdinde durmak,  emanete riayet etmek,  aldığı görevi hakkını vererek yerine getirmek ve vazifeleri ehline vermek sadakattir, aksi ihanettir.

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

13.09.2013

www.NurNet.org

ALINTI

1- Kastamonu lahikası mek.52

İpucu

Genç adam, evinin alt katında marangozluk yapıyordu. Kapı ve pencere konusunda uzmandı. Fakat plâstik pencereler yaygınlaşınca, ahşap olanlara rağbet azaldı. Bu yüzden işler iyi gitmiyordu. Üstelik de çocukları büyümüş, biri hariç okula başlamıştı. Masrafları artınca, yanındaki kalfasına yol verdi. İşe biraz daha erken koyulur, yardımcıya ayırdığı parayı, çocukların harçlığına katardı.

Adam, bir gün çalışırken, elektrik kesildi. Ve uzun süre beklediği halde gelmedi. Aksi gibi, o akşam üzeri teslim etmesi gereken birkaç pencere vardı. Boş kalmayı sevmezdi. Planyayı yağladı, talaşları süpürdü. Biraz dinlenmek için eve çıkarken, sigortaya göz attı. Eğer yanılmıyorsa, bu iş normal değildi. Biri gelip sigortayı kapatmış olmalıydı. Şalteri kaldırınca, atölye aydınlandı. Tahminleri doğru çıkmıştı ama, bu işe bir anlam veremiyordu. Şaka dese, böyle bir şaka yapılmazdı. Kendisini kıskanacak bir düşmanı da yoktu. İşe koyulduğunda, yine aynı şey oldu. Ama bu sefer suçluyu görmüştü. Oğlu, evden atölyeye bağlanan merdiveni sessizce inmiş ve sigortayı kapattığı sırada, babasını karşısında bulmuştu.

Adam, on yaşına gelmiş bir çocuğun böyle bir haylazlığını affedemezdi. Bütün günü, onun yüzünden mahvolmuştu. Bir kere yapmış olsa, ses çıkartmazdı. Ama tekrarlaması, hangi yönden bakılırsa bakılsın, büyük hataydı. Saçlarından yakalayıp sıkı bir tokat attı. Her şey onun iyiliği içindi. Belki vurduğu tokat, serseri olmasını engellerdi. Adam, oğlunun gözyaşlarını görmezden geldi ve eve çıktıktan sonra, eşine dert yanarak:

— Bu çocuğun, okulda kimlerle düşüp kalktığını bilmemiz lazım!.. dedi. Eğer serbest bırakırsak, başımıza büyük dertler açacak!.. Adam, bir süre düşündü. Sonunda da en kolay yolu buldu. Oğlunun hiç aksatmadan tuttuğu günlüğünde, arkadaşlarına ait ip ucu olmalıydı. Eşi istemese de, ona kulak asmadı ve çocuğunun günlüğünü okumaya başladı. Oğlu, en son sayfada:

“Bu gece kötü bir rüya gördüm!..” yazmıştı. “Atölyede çalışırken, babamı elektrik çarpıyordu. Allah’ım onu koru!.. Ben elimden geleni yapacağım!..”

Cüneyd Suavi / Zafer Dergisi

Marifet

Marifet, insana makamını gösterir,

Gaflet uykusundan bizleri uyandırır.


Doğruyu gösteren marifet bir mercektir,

O hakkı batıldan ayıran bir gerçektir.

 

Sen  marifetle çok net, yolunu görürsün,

Ona sağlam tutunursan imanla ölürsün.

 

İlimlerin padişahı Marifetullahtır,

Eşyayı araştırıp Haliki bulmaktır.

 

Allah seni kâinata bir hulasa yaptı,

Bütün azalarını yerli yerine taktı.

 

O Halik, kâinatı küçültüp  seni yapmış,

İradeni eline vererek hür bırakmış.

 

Düşün güneşi senin için göğe O takmış,

Mumdarlık yapan ay’ı de oraya çakmış.

 

Bu insan bulmalı  hakiki Sahibini,

Mucize olan vücudunun  Banisini.

 

Düşün önüne kim serdi o nimetleri?,

Sonra kalp ile gönülden diz şükürleri.

 

O sana gözler verdi her şeyi göresin,

Sana akıl verdi cennetlere, yükselesin.

 

Buğday tanesi kadar senin dimağına,

kütüphaneleri kim sığdırıyor ona.

 

Mucize duygularını sana kim verdi?

Sonsuz nimetleri önüne kim serdi?

 

Düşün,  incele, acaba kim yaptı bunu,

Marifete sahip ol kullan şuurunu.

 

Ondan sonra sende basiret hasıl olur,

Aklın her şeyin ana sahibini bulur.

 

Bulduktan sonra o başın secdeye eğilir,

Kullukta ilerlersin tâ ki son gün gelir.

 

Abid olan kul insanlığın hakkını verir,

Sonra Allah’ına kavuşma günü gelir.

 

Allah’ı sevindirdiysen tebrikler sana,

Böylece kavuşursun Rabbin rızasına.

 

İnsan ancak onunla mutluluğu bulur,

Böylece hakiki muradına ermiş olur.

 

Sonra sonsuz mutluluklar durur önünde,

Zındandan kurtuluş başlar ölüm gününde.

 

Abdülkadir HAKTANIR

Ezher Şeyhi ve Kötü Ulema

Ezher Şeyhinin ve eski Mısır Müftüsü Ali Cuma’nın darbecilere karşı eğilmeleri ve bir İslam alimine yakışmayacak tavra girmeleri, samimi Müslümanları üzdü. Ancak ben meseleye bir başka farklı açıdan daha bakıyorum.

Hz. Peygamber’in elliye yakın Ahirzamanda sayıları çoğalacak olan Ulem-i Su’ yani ilmini kötüye kullanan alimlerle alakalı hadisler ve hatta ayet var. Bu tip insanların ortaya çıkması, Hz. Peygamber’in ve Kur’an’ın verdiği gaybi haberlerin tasdikidir ve mu’cizenin isbatıdır.

Ulema-i sû’ konusunda en çarpıcı teşbih ve tehdidin şu âyetin olduğuna inanmaktayız:

Onlara o herifin kıssasını anlat ki, ona âyetlerimizi vermiştik, ama o, onlardan sıyrılıp çıktı, derken onu, şeytan arkasına taktı da yolunu şaşırmışlardan oldu. Eğer dileseydik biz onu o âyetlerle yükseltirdik, fakat o, yere alçaklığa saplandı ve hevasının ardına düştü. Artık onun hali, o köpeğin haline benzer ki, üzerine varsan dilini sarkıtıp solur, bıraksan da yine dilini sarkıtıp solur! İşte böyledir âyetlerimizi inkâr eden o kimselerin durumu; kıssayı kendilerine bir naklet, belki de biraz düşünürler.” (A’raf, 7/175-176).

Hz. Peygamber de ulema-i sû’ ile ilgili çarpıcı beyanlarda bulunmuştur şöyle ki:

Ahirete yakın bir zamanda din ile dünyalık elde edecek bir zümre türeyecek. Onlar kuzu postundaki kurt gibidirler. Sözleri baldan tatlı, kalpleri ise kurt kalbidir. Allah Teâla onlar hakkında şöyle der: Dinimi kullanarak insanları mı aldatıyorsunuz? Bana baş kaldırmaya mı cüret ediyorsunuz? Zatıma yemin olsun ki başlarına, masum insanları bile şaşkına çevirecek bir musibet getireceğim.”

Dua ile

Prof. Dr. Ahmed Akgunduz

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version