Alevilik Konusundaki Kırmızı Çizgilerimiz

alevilik-konusundaki-kirmizi-cizgilerimizBugünlerde Alevilik ve Cemevleri tartışması yine alevlendi. Önce birileri Diyanet İşleri Başkanlığı adına bazı teklifler var diye uydurmalarla ortaya çıktı. Daha sonra finansmanını Hoca Efendi Hizmetinin karşılayacağı ve hatta bugünlerde temeli atılacak olan Cami-Cemevi-Aşevi Kompleksi gündeme getirildi. İster gerçek manadaki Aleviler ve isterse Hoca Efendi Hizmeti işin içinde olduğu için bütün Ehl-i Sünnet konuyla alakalı soru işaretleri taşıyor ve belli kesimler de bunu kullanıyorlar. Bu sebeple konuyla alakalı kırmızı çizgilerimizi tekrar hatırlatmak icabetmektedir.

Evvela şunu belirtmek istiyorum ki, alevî-sünnî diyalogunun yapılabilmesi için, her ikisinin de ehl-i tevhîd manasında ve İslâmın gölgesi altında düşünülmesi gerekir. Aksi takdirde, bugün Alevîliğe, özellikle belli çevreler tarafından öyle manalar verilmektedir ki, bu manaları, ne Alevîliğin ileri gelenleri ve ne de din mensubu bir insanın kabul etmesi mümkün değildir. Mesela “Alevîlik bir inanç sisteminden ziyâde hayât tarzıdır. Alevîlik öte dünya üzerinde değil bu dünya üzerine; efsâne üzerine değil insan üzerine kuruludur. Osmanlı değil ve Arap hiç değildir. Çoğunlukla Türk, biraz Kürt’tür. Orta Anadolu insanının yaşam tarzıdır. İslâmdan etkilenmiştir; ama Şamanist karakter taşır. Kısmen Budizm ve Hıristiyanlığın etkisi altında kalmıştır. Şi`î hareketiyle çok az ilgilidir ve soyut bir Ali sevgisi vardır.”[1]. Dikkat edilirse, bu sözleri söyleyen insan, başta âhireti inkâr etmektedir; İslâmiyetle olan bağını, sadece. Şamanizm kadar görmektedir. Hz. Peygamber’ e uymayı Arap olmak gibi takdim etmektedir. Bu grup ile, adları ne olursa olsun, bizim diyalogumu olamaz; kestikleri yenmez ve kız alınıp verilemez. Buna tarih boyu karşımız çıkan Dürziler, Nusayriler ve kısaca imanın altı esasını ve İslamın beş şartını kabul etmeyen herkes dahildir. Ben Aleviyim dese de farketmez.

İkinci olarak ise, burada şunun tesbit edilmesi gerekir: Tarih boyu, başta Alevîlerin ve biz sünnîlerin hürmet gösterdiği on iki imam olmak üzere, alevîsi ve sünnîsiyle bütün Müslümanlar, Kur’an ve Sünnet’in temel esasları olan Allah’ı bir bilmekte; Hz. Muhammed’i O’nun hak peygamberi olarak kabul etmekte ve Kur’an’ın Allah’ın kelâmı olduğuna iman etmekte ittifâk halindedirler. Bu üçünden taviz verenin, adı ister sünnî olsun ister alevî olsun, müslüman olarak karşımıza diyalog için çıkması mümkün değildir. Ancak başka bir dinin mensubu olarak onunla mu`â-mele edilir. Zann ediyorum ki, bu noktada, hakiki alevilerden hiçbirinin itirâzı yoktur. Ayrıca başta İmam Ca`fer-i Sâdık olarak bütün imamlar ve İslâm âlimleri, zarûriyât-ı diniye olarak adlandırdıkları namaz, oruç ve zekât gibi farzları; içki içmemek, fuhuş yapmamak ve kumar oynamamak gibi yasakları, dinin tabi`î parçaları görmede ittifâk halindedirler. Bizim tesbitlerimize göre, bunları yapmamak ayrıdır; reddetmek ayrıdır. Alevî veya sünnî bir insan, bu saydıklarımızı yerine getirmeyebilir; ancak dinde yoktur demeleri mümkün değildir. Böyle bir inkâr karşısında, alevî sünnî diyalogunun da manası yoktur. Bu grup ile diyalog mümkündür; kestikleri yenilir ve kız alınıp verilebilir. Yeter ki, imanın altı esasını ve İslamın beş şartını kabul etsin. Bize göre, Alevilerle diyalog, İslamın hükümleri çerçevesinde ve daha müşahhas olarak Bediüzzaman’ın telif ettiğ Dördüncü Lem’anın prensipleri ışığında yapılmalıdır. Aksi takdirde hatalar zincirleme birbirini takip edecektir.

Üçüncü olarak, ister Sünni ve isterse her iki gruptan Aleviler iddia etsinler; Cemevleri dini ıstılah olarak mabed yahut kanunlarda geçtiği şeklinde ibadethane kabul edilemez. Zira Cemevi, Osmanlı Devleti’nin 600 yıllık tarihi boyunca zaviyedir ve tekyedir. Tarikatların zikir merkezidir. Resulüllah’ı diğer peygamberlerden ayıran beş imtiyazdan biri, bütün yeryüzünün ona mescid kılınmasıdır. Bu manada, her yer ibadet yeridir. Cemevlerinde de namaz kılınabilir; ancak mabed statüsü verilemez. Bu manada Hoca Efendi Hizmetinin tavrını, asla doğru ve dini bulmuyorum. Diyalog adına dinden taviz verilmez. Her ne kadar, kültür merkezi kasdediliyor dense de, özellikle konuyu suiistimal etmek isteyenler, bunu kullanacaklardır.

O halde bizim diyalogumuz, Allah’a iman eden, Hz. Peygamber’i hak Peygamber kabul eyleyen ve Kur’an ile onun getirdiği emir ve yasakları yaşayamasa bile, reddetmeyen hakiki alevîlerle olacaktır. Aksi takdirde biraz sonra arz edeceğimiz gibi, İslâmın tasavvufî ve itikâdî bir kolunun Anadolu âdetleriyle yoğrulmuş şekli demek olan alevîlikle, bahsi edilen ve alevîliği yeni bir din gibi kabul eden anlayışı bağdaştırmak mümkün olmayacaktır.

Bu sebeple Alevilik konusundaki baz kırmızı çizgileri tekrar hatırlatmakta fayda vardır:

1.     Alevilik ve Bektaşilik Anadolu’da bir tarikat şeklinde yürümüştür ve bu sebeple de Bektaşi ve Alevi tekkelerine veya dergâhlarına son zamanlarda ve özellikle de 28 Şubattan sonra Cem Evi denmeye başlanmıştır. Eskiden beri cem âyinleri vardır. Bu manada Cem Evleri tekye veya dergahtır; asla mabed değildir. Eğer mabed kabul edilirse, Aleviliği müstakil bir din kabul edenlerin görüşü desteklenir ki, hükümet bu günahın ardından kıyamete kadar kalkamaz. Batılıların isteği de budur. Aleviliği elen batılı İslamologlar onları müstakil bir din mensubu olarak göstermeye çalışmaktadırlar.[2]

2.     Avrupa’da yıllardır Türkiye aleyhine iki oyun oynanıyor: Birisi, Kürtler üzerinden ve diğeri de Aleviler üzerinden. Türkiye’yi dışarıdan vurmaya çalışanlar, tıpkı Bahailik gibi, Aleviliği de bağımsız bir din gibi takdim etmeye çalışıyorlar. Bunu şırıngalayan da, bizim Ali ve Muhammed ile alakamız yok; biz Aleviyiz diyen dinsiz grup. Gerçek Aleviler de bundan rahatsızdır kanaatindeyim ve zaten rahatsız olmalılar. Siz eğer, Cem evleri ibadethane mi değil mi sorusunu bu dinsizliği Alevilik kabul edenlere bıraktınız zaman, iş tamamen çığırından çıkacaktır.

3.     Eğer Cem evleri ibadethane sayılır ve bunlara camiler gibi bazı muafiyetler ve tahsisatlar yapılırsa, ben de Akgündüz Hoca olarak bir Nakşibendi Dergahı açacak ve buna mabed dedirteceğim.

4.     Diyanet İşleri Başkanlığının kaldırılması ve Din Derslerini Anayasadan çıkarılması gibi istekler, Aleviliği yeni bir din olarak sunanların isteğidir.

5.     Eğer Cem Evlerine bütçeden maddi bir destek verilirse, Türkiye’de mevcut bütün tarikatların da Bütçeden tahsisat isteme hakkı vardır.

6.     AK Parti hükümeti Kilise ve Havra açma konusundaki hatasını burada tekrarlamamalıdır. Cumhuriyet döneminde Ecevit Hükümeti bile bu tavizi vermemiş ve daha doğrusu verememiştir.

Bilindiği gibi, Erdebil Şeyhlerinden Şeyh Cüneyd şeyhliğine şahlık katmak istemiş ve ancak muvaffak olamayarak 1460 yılında katl edilmiştir. Yerine geçen oğlu Şeyh Haydar da aynı gayeyi devam ettirmiş ve Anadolu’yu Şî’alaştırmak metodunu kullanarak şahlığını pekiştirmek istemiştir. Kucaklarında büyüdüğü Akkoyunlu Devletine de hıyânet edince, Yakub Bey tarafından 1488 yılında o da öldürülmüştür. Yerine geçen Şah İsmail ise, Erdebil Sofuları veya Halifelerini Anadolu’ya göndererek, hem Anadolu’yu Şî’alaştırmayı ve hem de böylece Anadolu’yu hâkimiyeti altına almayı hayatının gayesi edinmiştir. Nitekim temkinli davranmayan Akkoyunlu Devleti, torunları olan Şah İsmail tarafından ortadan kaldırılmıştır.

Akkoyunlu Devletini ortadan kaldıran ve hem şeyhliği ve hem de şahlığıyla Anadolu üzerine yürüyen Şah İsmail, halifeleri vasıtasıyla Anadolu’yu tam bir anarşiye sürüklemekte maalesef muvaffak olmuştur. 1507 yılında üzerine yürüdüğü Alâüddevle Bey’in mağlubiyeti üzerine Elbistan, Harput ve Diyarbekir’i yakmış ve yıkmıştır. Bu arada Erdebil Sofuları da Anadolu’da anarşi çıkarmaya başlamışlardır. Şah İsmail’in taraftarları olan askerler, kırmızı çuhadan taclar giydiklerinden dolayı onun taraftarı olan herkese Sürhser yani Kızılbaş denmiştir. Şah İsmail’in halifelerinden olan Rumiyeli Nur Ali Halife başkanlığındaki Erdebil sofu ve müritleri, Tokat’a saldırmışlar ve yüzlerce insanı kılıçtan geçirmişlerdir. Maalesef Şehzâde Ahmed üzerlerine ordu göndermişse de muvaffak olamamıştır. Bu arada Antalyalı Hasan Halife ve oğlu Şahkulu veya Osmanlı tarihçilerinin ifadesiyle Şeytan Kulu (Şahkulu Baba Tekeli veya Karabıyıkoğlu da denmektedir) eliyle Anadolu’daki Alevîleri Osmanlı Devleti aleyhinde teşkilâtlandırmaya başlamıştır.

Bunları bertaraf eden Yavuz Sultan Selim’i soykırım yapmakla suçlamak ve hatta Alevi Çalıştaylarında onun isminin mahallelerden ve diğer mekân isimlerinden kaldırılmasını teklif etmek, tarihin ters çevrildiğinin delilidir. Ak Parti hükümeti açılım uğruna kendisi ile milleti arasında uçurumlar meydana getirecek açılımları kabul etmemesi gerekir.

Bu konuda sözün özünü Bediüzzaman söylemiştir:

Ey ehl-i hak olan ehl-i sünnet vel-cemâ`at! Ve ey âl-i beytin muhabbetini kendilerine meslek edinen alevîler! Çabuk bu manasız ve hakikatsiz, haksız ve zararlı olan tartışmaları aranızdan kaldırınız. Yoksa geçmişte komünizm ve dinsizlik cereyânı, birinizi diğeri aleyhinde kullandığı gibi, bugün de vatan ve millet düşmanları, vatanımızı ve milletimizi bölmek için, birimizi diğeri aleyhine kullanabilirler. Hepimiz de ehl-i tevhîd olduğumuzdan, kardeşliği ve birliği emreden yüzlerce kudsî bağ aramızda varken, ayrılığı gerektiren cüz`î meseleleri bırakmak elzemdir

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

Rotterdam İslam Üniversitesi Rektörü

www.iurtv.nl

Bediüzzaman’ın Fedakârlığı (Şiir)

Üstad Bediüzzaman’ın vefat anına kadar

Ömrü boyunca bir çeyrek asır sürgünde yaşar

 

Birçok hapishanelerde ömrünü tüketiyor

Mahkemelerin sonucu beraatla bitiyor

 

Hayatında tam on dokuz defa zehirleniyor

O’nun hakkında yedi yüz dava da açılıyor

 

En son Urfa’da bir otel odasında kalıyor

Orda Hakkın rahmetine nihayet kavuşuyor

 

Seksen küsur  yıl hayatı doludur ibretlerle

Ömür boyu karşılaştı birçok hadiselerle

 

Bediüzzaman diyor ki: ”Beni ne sanıyorlar

Nefsini düşünen hodgam bir adam biliyorlar

 

Cemiyetin imanını kurtarmak yollarında

Kendi ahiretimi ve dünyamı ettim feda

 

Seksen yıldan fazla olan bütün ömrüm boyunca

Bu dünya zevkinden bir şey bilmiyorum doyunca

 

Tamamıyla ömrüm geçti savaş meydanlarında

Mahkeme ve hapishane, esir zindanlarında

 

Görmediğim eziyetler bu dünyada kalmadı

Ama imânî hizmetim çoğaldı azalmadı

 

Mahkemede cani gibi muameleler gördüm

Memleketten memlekete zalimane sürüldüm

 

Memleket zindanlarında her şeyden menedildim

Her türlü hakaret gördüm birçok kez zehirlendim

 

Bazen hayattan ziyade ölümü istiyordum

Onu kurtuluş biliyor ve tercih ediyordum

 

Dinim beni intihardan uzak ve men etmişti

Yoksa belki bugün Said toprak olup gitmişti

 

Benim hayatım meşakkat, musibetlerle geçti

Mahkemeler ve sürgünler çok kötü bir süreçti

 

İman selameti için dünyamı feda ettim

Beddua da etmiyorum hakkımı helal ettim

 

Çünkü milyonlarca insan bu nurları okudu

Bu sayede insanların imanları kurtuldu

 

Ölmekle yalnız kendimi belki kurtaracaktım

Rabbin affına sığınıp O’na kavuşacaktım

 

Hamdolsun hayatta kalıp çok meşakkatler çektim

İmanların kurtuluşu için hizmetler ettim

 

Bir kimsenin imanını kurtarabilir isem

O zaman bana gülistan–güllük olur, cehennem”

 

Ahmet TANYERİ – DİYARBAKIR

www.NurNet.org

Bu Memleket Bizim! (Şiir)

Türk, Kürt, Laz, Çerkez ve diğerleri

Sünni, Alevi… bin yıldan beri

Anadolu’nun on parmaklı elleri…

Türkçedir bu milletin yıllardır resmi dili

Kürtçe, Lazca, Çerkezce de konuşulan ana dilleri

 kalkınmak, ileriye gitmek istiyorsak

 bir dil yetmez ki insana

 bize gerek, bilim ve teknoloji dili

Kardeşçe yaşatmıştı asırlarca bizi bu Din

şehitler verdik, gazi olduk yıkılmadı bu Devlet

Kurtuluş Savaşı’nı kazanmadı mı aynı Millet?

bırakmadı yakamızı ah!, niye

 otuz yıldır şu bölücü illet!

Ülkemizi sardı emperyalist dış güçler

tarih boyu hep oldu, bölücü hevesler

buldu içimizden, bazı aldatılmış nefisler

Geçmişten günümüze, kalmadı ülkemizde

 ne Padişahlık, ne Meşrutiyet ne de

 tek Partili Cumhuriyet…

göründü ufuktan bir sessiz gemi

duyuldu ardından kurtarıcı sesi

daha çok Demokrasi, daha çok Demokrasi…

Bilelim artık kıymetini Anadolu’nun

Dörtnala gelip uzak Asya’dan

Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan

bu memleket bizim

olamaz bize yar, hiçbir —–izim

Dr.Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org

Bir Karadelik: “Keşke”

GEÇMİŞ, GEÇMİŞTİR bazılarına göre. Sadece zamandan bir parça olması yönüyle geçmiş, geçmiştir doğru. Bir daha geri gelmesi, getirilmesi mümkün değil. Fakat içinden insan geçmişse geçmişin, geçmemiştir. Beden anla mukayyed olsa da ruh ve hayal, zamana ait hiçbir kayda tâbi olmak istemez, olamaz. İnsan, bulunduğu anla geçmişi hep bir arada tutarak şahsiyet sahibi olur çünkü. İnsan geçmişiyle insandır.

Muhayyile, zamanın geçmiş ve gelecek kollarının şimdinin gövdesinde aynı anda kanat çırptığı geniş bir meydan. Belki gelecekten çok geçmişin tüm ayrıntılarıyla yeniden sahnelendiği bir meşher.

Hemen her insanın bir ukdesi kalır geçmişin dehlizlerinde. Çözülememiş, doğru dürüst de bağlanamamış, bir köşede unutulmuş görünse de hafızanın gördüğü ilk aynaya tekrar yansıttığı ukdeler. Ya bir vicdan azabının, ya bir incitmişliğin ya da bir incinmişliğin ama hep bir teessüfün unutmaya izin vermediği eksik yaşanmışlıklar.

Ruh, muhayyilenin geniş meydanında geçmişin bu ukdelerini tekrar tekrar çözmeye çalışır kendince. Çözüm için üretilen her cümlenin başına bir “keşke” konur, bazen de bir “eğer”. “Keşke şöyle yapsaydım”, “eğer böyle yapmasaydım” kalıplarıyla başlayan cümlelerle olmuş olan olmamış, olmamış olan olmuş hale getirilmeye çalışılır. Ukdeleri bir türlü çözemeyen keşkeler, koca bir karadelik olur, insanın şimdiye ait tüm yaşam enerjisini yutar. Geleceğe ait ümitlerini geçmişin karanlığında boğar.

Neden böyle olur? Neden insan, geçmişini, şahsiyetinin bir parçası olmaktan öteye taşır da şimdisini cehenneme çeviren bir hale getirir?

İnsan, iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, güzel ile çirkini ayırt etme melekesine sahip olmaya başladığı andan itibaren önüne tercih etmesi için en az iki yol çıkıyor. Tercih edilen her yolun sonu da, tercih edilmesi gereken en az iki yeni yolun başına çıkıyor. Sonuçta insan, hayatı boyunca, tercih edebileceği dallı budaklı sayısız yollar silsilesi içinden sadece bir çizgiyi tercih ediyor. Geride ise tercih edilmemiş sayısız çizgiler kalıyor. İşte bence keşkelere esir olma hali bu nokta ile ilgili.

Kendimde ve tanıdığım başka insanlarda gözlemlediğim bir şey var. Bu şey, keşkelerle tekrar geçmişe döndüğümüz noktadaki tercih ettiğimiz ve etmediğimiz yollarla ilgili bir yanılsama. Zannediyoruz ki eğer başka türlü karar verseydik, başka bir yoldan gitseydik her şey kesinlikle olmuş olandan daha güzel olacaktı. O ilk tercihimiz başka yönde kullanılsaydı, o andan sonraki tüm hayat çizgimiz hayırlı bir istikamette ilerleyecekti. Bu bir yanılsama. Belki o an başka türlü karar verseydik hayatımızın akışında ilk başta veya bir süreliğine hayırlı olduğunu düşündüğümüz bir durum meydana gelebilirdi. Ama bunun hayatımızın sonraki tüm zamanlarına hayırlı neticeler olarak yansıyacağının bir garantisi olabilir mi? Biz olur sanıyoruz. Mu’tezile gibi sonuçları sebeplerin (burada irademizin) tekeline verip, böyle değil de şöyle yapsaydım daha iyi olurdu diyor, başka türlü davranmadığımız için kendimizi suçluyoruz. Başka türlü davransaydık bile o andaki sonucunun dahi ne olacağı meçhul olduğu halde, sonraki bütün hayatımızın akîbetini o kör noktada yaptığımız tercihe bağlıyoruz.

Halbuki olmuş olan artık kaderdir. Cüz’i irademizin cüz’i bir kuvvet ve cüz’i bir ilimle yaptığı tercih, külli iradenin takdiriyle mühürlenmiştir. Külli iradenin sahibi, ezelî bir ilmin de sahibidir aynı zamanda. Tercihlerimizle çizeceğimiz yolu önceden bildiği gibi tercih etmediğimiz sayısız yolların da hangi akîbetlerle sonlanacağı, tüm ihtimalleri ile birlikte O’nun ilmindedir. O nedenle ancak nokta gibi küçük bir zamanı ve mekânı kuşatabilen aklımızın kısa vadede hayır gördüklerinde, tüm zamanları ve mekânları kuşatan Rabbimiz şer görüyor olabilir. Ya da tam tersi.

Yakınlarda bir vesile ile farkına vardığım Hadîd sûresinin 22. ve 23. âyetleri, şimdisini ve geleceğini keşkelere kurban eden ruhlarımıza, “olmuş olan” hakkındaki İlahi takdire teslim olma çağrısı yaparak onulmaz görünen hüzünlerimize içimizi ferahlatan şifalar veriyor:

Yeryüzünde olan ve sizin nefislerinizde meydana gelen herhangi bir musibet yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (yazılı) olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre pek kolaydır.

Bu, kaybettiğinize üzülmemeniz ve Allah’ın size verdiği nimetlerle şımarmamanız içindir. Allah, kendini beğenip öğünen hiç kimseyi sevmez.”

 07/09/2013

© 2013 karakalem.net, Oktay Gökkoca

Nur Talebesi Şevkat Kahramanıdır

“Onlar muhabbet fedaisidir.” Risale-i Nur Talebeleri bu hizmet başlayalı beri büyük sıkıntılara ve müşkilatlara ma’ruz kalmışlar, fakat bu onların bir diğer hasletlerini de gün yüzüne çıkarmıştır: Sabır, tahammül ve şükür. Said Nursi’nin bir risalede saydığı ve bu hizmetin lazımı dediği şevk-i mutlak ve şükr-ü mutlak Nur Talebeleri için bir hayat tarzıdır.

Onlar ne olursa olsun başlarına gelen her bela ve musibet karşısında hiç kimseyi suçlamadan kadere teslim olup Cenab-ı Allah’a tevekkül ve sabır içinde şükrederler. Onlar bela, musibet ve hastalıkları günahlarına bir keffaret, nefislerine bir şevkatli sille, gafletten uyanmaları için bir ikaz bilirler ve memnun olurlar. Hakiki kulluğun, sonsuz acz ve fakrını hissetmek olduğunu bilen kadir-şinaslar da Nur Talebelerinin sabır ve şükür mesleğini tam takdir etmektedirler.

İnsanı maneviyatta terakki ettiren en mühim sıfatlardan birisi sadakattir. Bu nokta-i nazardan baktığımızda hakiki Nur Talebeleri sıddıklar zümresine dahildir. Onlar, her zamanda ve her zeminde hedef ve gayelerini unutmadan din-i mübin-i İslam’a nasıl hizmet edeceklerini düşünürler. Bütün hayat safhalarında Rablerinin hoşuna gitmeyecek her halden şiddetle kaçınırlar. Kur’an-ı Kerim’e olan bağlılıklarının kırılmaması için Cenab-ı Hakk’ın emir ve yasaklarına harfiyen uyarlar. Biricik rehberleri olan Hz. Muhammed (A.S.V.)’ın peşinden  ayrılmamak için O’nun sünnetine sımsıkı sarılırlar. Onlar devamlı okudukları ve kabul ettikleri Kur’ani, müstakim ve mu’tedil Risale-i Nur’a sadakatsizlik etmekten ürperirler.

Nur Talebeleri iman ve islam hizmetinde kendilerine üstad kabul ettikleri Said Nursi’nin bizzat yaşadığı ve Risale-i Nurlarla çizdiği hizmet düsturlarından ayrılmamayı prensip edinmişlerdir .Böylelikle sadakat ve vefa duygusu bir Nur Talebesinin kalbine silinmeyecek şekilde kazınmıştır ve bu yüzdendir ki Nur Talebelerinin dostluğundan ne bir zarar ne bir vefasızlık gelir. Onların dostluğu ebede giden bitmez ve tükenmez ahiret kardeşliğidir.

Risale-i Nur Talebesini diğerlerinden ayıran taraf mühim bir fark da ilimdir. Zamanının en mühim alimi Bediüzzaman’ın ifadesi şöyledir: “Bir sene bu risaleleri anlayarak ve kabul ederek okuyan bu zamanın hakikatli bir alimi olur.” Okuyan ve anlayan her İslam aliminin tasdik ettiği gibi Risale-i Nur’dan süzülen Marifetullah yani Allah’ı bilmek ve O’nu isimleriyle, sıfatlarıyla tanımak ilmini apaçık, ikna edici bir üslubla ve herkesin anlayabileceği bir tarzda izah eden eşsiz eserlerdir. Risale-i Nurlar baştan aşağıya hususi bir Kur’an ilmini ve iman hikmetini terennüm eden mücevherat hazinesidir. İşte bu sebeple kendi tasını Risale-i Nur’dan doldurmuş her Nur Talebesi Cenab-ı Hakkı esma ve evsafı ile tanır, kainat kitabını mütalaa eder, insan simasındaki Nakkaş-ı Ezeli’nin nakışlarını görür ve Marifetullah’ın semasında seyeran eder. Bununla beraber bu marifet seyyahı karşılaştığı bir dinsizi Risale-i Nur bürhanlarıyla bir saat zarfında ikna eder ve imana getirir yahut karşısındaki münkir muannidse yani inatçıysa ilzam eder ve susturur, kaçacak hiç bir delik bırakmaz.

Nur Talebesi şevkat kahramanıdır. O; kaybolmuş evladını arayan annenin samimiyetiyle imansızlık yangınında yanan gençliğe sahib çıkar. Çünkü O bilir ki bu dalalet ve sefahet yolunun sonu ebedi bir hüsran ve hezimettir. O tertemiz fıtrata sahib her bir çocuğa Sani-i Zülcemalin kıymetdar bir sanat harikası nazarıyla bakar. Bu antikanın kaba demirciler çarşısında zayi olmaması için bütün varlığını seferber eder. Bir sanatın sahibine olan intisabıyla değer kazandığını bilen Nur Talebesi her insanın ancak yaratıcısı olan Allah’a iman ve intisabıyla büyük bir şeref ve kıymet kazandığını bilir. İman ve ubudiyet vasıtasıyla herkesin bu şeref ve kıymeti kazanması uğrunda cehenneme bile razı olan Said Nursi engin şevkatini şöyle dile getiriyor: “Eğer Kur’an’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa cenneti de istemem. Orası da bana zindan olur. Milletimin imanını selamette görürsem cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım, çünkü vücudum yanarken gönlüm gül, gülistan olur.”

Netice olarak şunu ifade edelim ki bu hasletler ve vasıflar hakiki ve hakikatdar Risale-i Nur Talebesinde bulunmakla beraber herkeste kabiliyetine göre ve Risale-i Nur’a olan intisabı nisbetinde bulunur. Şu da var ki hakiki Risale-i Nur Talebeleri bu saydığımız özelliklerin dışında Kur’an ahlakından tereşşuh eden daha zikretmediğimiz birçok güzel haslete sahipdir ve harika seciyeyle müzeyyendir.

Abdulkadir Haktanır

www.NurNet.org

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version