Mutlu Bir Evlilik Mi İstiyorsunuz?

Kenan, avucunu açmış kendisine doğru elini uzatan adama ters ters baktı. Elli yaşlarında gösteren adam, görmeye alıştığı hırpani kıyafetli dilencilere benzemiyordu. Üzerindeki giysiler eski fakat temizdi. Eli yüzü temiz ve sağlıklı görünüyordu.

Sapa sağlam adam gidip çalışacağına dileniyor, belki benden daha zengindir” diye düşündü. Zaten canı çok sıkkındı, birde sinirlenmişti.

Alaycı bir ses tonuyla:

“Ekmek parası mı istiyorsun?” diye sordu.
Hayır, çikolata parası lazım!

Kenan’ın kızgınlığı şaşkınlığa döndü. Espri yeteneği olan dilencinin hali de başka oluyor, diye düşündü.

“Niye siz ekmek bulamayınca çikolata mı yiyorsunuz?
“Hayır. Ekmek bulamadığımız günler genellikle bulgur pilavı yeriz, onu da bulamadıysak aç yatarız.”

Kenan adamın ciddi mi konuştuğunu yoksa dalga mı geçtiğini anlayamamıştı.

“Bu gün karnınız doydu üstüne tatlı mı istedi canınız?”
“Fakirin canı mı olur ki, tatlı istesin beyim.”

“Bu bir kamera şakası mı yoksa sen iş bulamamış stendapçı mısın?”

“Hiçbiri değil. Sadece fakirim. Bugün karımın doğum günü, ona çikolata götürmek istiyorum.”

“Doğum gününde yaş pasta alınır bildiğim kadarıyla.”

“O bizim için değil zenginler için. Otuz yıllık evliliğimiz boyunca ona bir kez bile yaş pasta alamadım. Ama her doğum gününde mutlaka çikolata götürdüm. Çikolatayı çok sever.”

Adamın söyledikleri Kenan’ın dikkatini çekmişti. O akşam karısıyla kavga etmiş, kapıyı çarpıp kendini sokağa atmıştı. Arabasına da binmemiş sahile kadar yürümüştü. Denizi seyretmek de onu rahatlatmamıştı. Oysa eskiden denizi seyrederken çok rahatlardı.

Dalgalar sıkıntısını alıp götürürdü. Fakat karısının evde ağlıyor olduğunu bildiği için olsa gerek, hiçbir şey onu rahatlatmıyordu. Dilenciyle konuşurken biraz kafası dağılmıştı.

“Acaba söyledikleri gerçek mi, yoksa uyduruyor mu” diye düşündü.

“Cebinde bir çikolata alacak para yok mu şimdi?”

Kenan’ın sorusu üzerine adam ceplerini boşalttı, bir nüfus cüzdanından başka bir şey çıkmadı.

Ben dilenci değilim. İşim yok. Günlük çalışırım, ne iş bulursam yaparım. Fakat bu gün bütün gün iş aradım, aksilik bu ya, hiçbir iş bulamadım.

Kenan oturduğu bankı işaret ederek yer gösterdi.

“Oturun biraz dertleşelim bari dedi. Adam çekingen çekingen oturdu yanına.”
“Yok, mu eşin dostun, borç alacak akraban?”
“Fakirin akrabaları da fakir olur beyim. Bulurlarsa kendi karınlarını doyururlar.”
“Dilenecek kadar çok mu seviyorsun karını?”
“Hem de çoook. Otuz yılımı aydınlattı o benim.”
“Hımmmm. Aşk hem de otuz yıl süren aşk. Hayret doğrusu! Aşkın ömrü en fazla üç yıl diyorlar oysa. Sen otuz yıldan bahsediyorsun.”
“Evet. Geçen yıllar sevgimi azaltmadığı gibi artırdı.”
“Söyle o zaman nedir evlilikte mutluluğun sırrı? Söylediklerine bakılırsa sen mutluluğun formülünü bulmuş gibisin.”
“Ben ilkokulu bile bitirmedim. Öyle formül falan bilmem beyim!”
Formül dediysem kimya formülü sormuyorum canım. Bende altı yıllık evliyim. Sevdiğim kadınla evlendim, fakat mutlu değilim. Sürekli kavga ediyoruz. Daha iki saat önce kapıyı çarptım çıktım. Evimiz, arabamız, işimiz, gücümüz, her şeyimiz var, ama mutlu değiliz. Senin hiçbir şeyin yok, ama mutlusun. Para mı acaba bizi mutsuz eden?
Hiçbir şeyim yok mu? Hayır, benim her şeyim var. Benim karım her şeyim, eşim, arkadaşım, hayat yoldaşım. Hayatımı paylaştığım insandan daha değerli ve daha önemli ne olabilir ki dünyada? Sizin ev, araba, iş diye her şey dediğiniz şeylerdir aslında hiçbir şey olan.
“Öyle deme, şu kadar varlığın içinde bile karım her şeyden şikâyet ediyor. Bir de fakir olsam kim bilir ne olur?”
Altın tasın, kan kusana faydası yoktur beyim. Sen kadın ruhunu hiç anlamamışsın. Hiçbir kadın iyi bir evde oturduğu, her gün çeşit çeşit yiyecekler yediği için mutlu olmaz. Bir kadın, kocasının her şeyi olduğunu bildiğinde ancak mutlu olur.
“Sizin mutluluğunuzun sırrı bu mu?”
“Olabilir. Ben karıma değerli şeyler alamıyorum ama ona benim için ne kadar değerli oldu unu hissettiriyorum. O da çok mutlu oluyor.”
“Bir kadına değerli olduğunu nasıl hissettirilir?”
“Küçük kızı severek.”
“Küçük kız mı? Hangi küçük kız?”
Yaşı kaç olursa olsun her kadının içinde hiç büyümeyen bir küçük kız vardır. O kızı ne kadar çok sever, ne kadar çok mutu edersen, o kadını da o kadar mutlu edersin.
“Nasıl yani?”
Küçük kız neleri sever, nelerden hoşlanır bir düşünün. Küçük kızlar hep beğenilmek, ilgi görmek isterler. Güzel olduklarını duymaya bayılırlar. Kendilerine prensesmiş gibi davranılmasını beklerler. Küçük kızlar hep prenses olmayı hayal ederler. Sürprizlerden hoşlanırlar. Biraz şımartılmak isterler. Sevilmek ve sevildiklerini hep duymak isterler. İltifata doymaz küçük kızlar. Öyle değil mi?
“ Haklısın. Benim dört yaşımda bir kızım var. Adı Aylin. Her akşam boynuma sarılır “babacığım beni ne kadar seviyorsun?” diye sorar. Giysisini değiştirdiği zaman etrafımda “Baba güzel olmuş muyum?” diye sorar durur.
“Güzelsin demem de yetmez ona. Harikasın prenses gibi olmuşsun” demeliyim. “Dünyanın en güzel kızı” demeliyim.
İşte kadınlar bir ömür boyu bunu duymak isterler. Ben elli yaşındaki karıma böyle davranıyorum. Ömrümüz olurda seksen, doksan yıl da yaşarsak ben ona böyle davranmaya devam edeceğim.” Ona “bebeğim” diye hitap ediyorum çok hoşuna gidiyor. “Bebeğim bana bir çay yapar mısın?” dediğimde çay yapmak için nasıl koşturduğunu görmelisiniz.
“Hiç kavga etmez misiniz siz?”
“Kavga evliliğin tadı tuzudur. Arada biz de tartışırız. Küsüp barışmanın tadı ayrıdır. Benim karım bir keçi kadar inatçıdır. Onunla barışmak için uğraşmak ayrı bir keyif verir bana.”
“Benim eşim çok ciddi kadındır. Hiç küçük kız havası yok onda.”
“Küçük kızlar büyüdükleri zaman artık sevgi, ilgi istemeye utanırlar. En ciddi ya da en yaşlı kadının bile o küçük kız mutlaka vardır. Yeter ki sen o tatlı kızı sevindirmeyi, mutlu etmeyi bil. Ve o küçük kızı asla aldatma. Yoksa bir daha sana güvenmez ve ne yaparsan yap hep kuşkuyla bakar. Küçük kızlar hem çabuk mutlu olurlar hem de çabuk kırılırlar. Çok narindir onlar. Hoyrat elleri sevmezler. Yumuşak dokunuşları severler.”
“Bu tavsiyeni deneyeceğim. Fakat her zaman yapabilir miyim bilmiyorum. Bazen işlerim çok yoğun oluyor o zaman eve çok yorgun gidiyorum.”
“Bu sadece bir bahane. O küçük kızı mutlu etmek dünyanın en kolay işi. Çoğu zaman birkaç tatlı söz yeterli olur. Sen o küçük kızı mutlu ettiğinde karşılığını fazlasıyla alırsın. Artık o seni rahat ettirmek için elinden gelen gayreti gösterir. Karısı mutlu olmayan erkek mutlu olamaz. Mutlu olmak isteyen erkek önce hayat arkadaşını mutlu etmelidir. Düşünsene somurtkan, mutsuz, sürekli söylenen biriyle yolculuğa çıksan ne kadar mutlu olabilirsin.”
“Haklısın da bende bütün gün ailem için çalışıp yoruluyorum.”
Yine para, yine dış sebepler. Evet, para önemli ve gerekli ama kadınlar para için erkekleri sevmezler. Para geçici mutluluklar verir. Kadınlar hediye almayı severler. Paran varsa hediye al tabi. Ama hediyeyle mutlu olmasını bekleme. Hediyenin yanına sevgini katmazsan hediyenin bir anlamı yoktur. Benim hiçbir zaman çok param olmadı. Günlük kazandım günlük yedik. Bazen aç kaldığımız günler oldu. Hiçbir zaman karımın kulaklarına altın küpe takamadım ama her zaman aşk sözleri fısıldadım. Hiçbir zaman boynuna pırlanta gerdanlık alamadım ama hep öpücüklerle sevdim boynunu. Hiçbir zaman ona ipek elbiseler giydiremedim ama kendi bedenimle ipek elbise gibi yumuşacık sardım bedenini ve mutlu ettim onu.

Adam ayağa kalktı.

“Bana müsaade, artık gitmeliyim, karım merak eder. Sende git evine küçük kızın gönlünü al, belki o küçük kız şimdi evde ağlayıp duruyordur.”

Kenan de ayağa kalktı. Kuvvetlice elini sıktı.

“Sizi tanıdığıma çok memnun oldum.”

Elini bıraktı koluna girdi. Yolun karşısındaki pastaneyi gösterdi.

“Hadi gel eşin için şuradan çikolatalı pasta alalım” dedi.

Pastayı aldılar. Adam hayatında ilk defa karısına yaş pasta götürmenin mutluluğuyla, bin bir teşekkür ederek evinin yolunu tuttu.

Kenan de pastanenin yanındaki manavdan karısının en sevdiği meyvelerden aldı.

Evine geldiğinde karısı şişmiş gözlerle mutfak masasında oturmuş su içiyordu. Kenan hiç konuşmadan meyveleri büyükçe bir tabağa döküp yıkadı, sonra eşinin önüne koydu.

“Bunlar dünyanın en şanslı meyveleri” dedi. Belma hiç konuşmadı.
“Sorsana, niye diye.

Belma kızgın:
“Niye?” diye sordu.
Çünkü dünyanın en güzel ve en tatlı kadının midesine gidecek” dedi gayet ciddi bir ses tonuyla. Belma şaşırmıştı. Bir anda yüzünün ifadesi yumuşamıştı.
“Bunlar senin sevdiğin meyveler, senin için aldım.”
“Hayret bir şey! Her zaman kendi sevdiğin meyveleri alırdın. Benim hangi meyveleri sevdiğimi iyi hatırlamışsın. Aslında bu her zaman beklediğim, istediğim bir şeydi. Ama şimdi kıymeti yok. Çünkü sana çok kırgınım, meyve alarak gönlümü alamazsın.
“Özür dilerim seni kırdığım için.”
Sonra Kenan yere diz çöktü.
“Cezam neyse razıyım. Ama bir tek şey istiyorum senden. Seni delice seven bu adamı senden mahrum etme.”
Kenan yere çömelmiş, boynu bükük bir vaziyette çok komik görünüyordu.

Belma kıkır kıkır gülmeye başladı.

“Affetmek o kadar kolay değil. Bakalım hangi cezalara katlanabileceksin” dedi.

Kenan işte o zaman ona muzip muzip bakan eşinin içinde sakladığı küçük kızı gördü. Bundan sonra her şey daha farklı olacak diye düşündü.

Altın ne oluyor, can ne oluyor,
İnci mercan da nedir?
Bir sevgiye harcanmadıktan
Bir sevgiliye harcanmadıktan sonra…

Mevlana

Uzm. Dr. Kenan Taştan / NurNet.Org / Evliliğinizin Kaçıncı Kilometresindesiniz Kitabından Alıntıdır…

Profesyonel çocuklar

BUNDAN YAKLAŞIK yirmi sene önceydi. Eski tâbirle ortaokul üçüncü sınıftaydım. Henüz öğrencilerin at gibi o sınavdan bu sınava koşturdukları, anne babaların da kendilerini çocukları üzerinden gerçekleştirmeye ve ispatlamaya çalıştıkları bir dönem gelmemişti, ama ayak sesleri hissediliyordu.

Birgün babamın beni hafta sonları Fen Lisesi sınavına hazırlık için dershaneye kaydettiğini öğrendim. İki hafta kadar devam ettim dershaneye. Ancak hafta içi okul için erken kalkmanın üstüne hafta sonları da dershane için kalkmak eklenince, kendime ait hiçbir günüm kalmamıştı. Babama ‘Ben dershaneye gitmek istemiyorum’ dedim. Sağ olsun babam da beni hiç zorlamadı. ‘Sen bilirsin’ dedi. Ben de bildiğimi yaptım ve sene sonunda Fen Lisesi’ni kazanamadım, ama hiçbir zaman bu tercihimden ötürü pişman olmadım. Fen Lisesi uğruna geride yaşanmamış bir çocukluğum kalsaydı eminim şimdi çok mutsuz olurdum.

Şimdiki nesiller benim kadar şanslı değiller. Onlara baktığımda gerçekten üzülüyorum. Benim sekizinci sınıfta kaldıramadığım tempoyu şimdi dördüncü beşinci sınıfta kaldırmak zorundalar. Üstelik, bundan bir iki nesil önce neredeyse bütün anneler evlerinin hanımıyken, şimdiki annelerin büyük çoğunluğu başkalarının işlerinde çalışmaktalar. Yani çocuklar, bu temponun üzerine bir de annesiz büyümeyi kaldırmak zorundalar.

Bu nesle kayıp kuşak da deniyor, ama ben “profesyonel çocuklar” demeyi tercih ediyorum. Kusura bakmayın çocuklar… Daha bir yaşınızı bile bulmadan annelerinizden ayrılmanız gerekiyor. Şanslıysanız âhir ömürlerinde torun sevmek yerine torun bakmak zorunda kalan anneanne veya babaannelerinizle büyüyeceksiniz. Ya da bakıcı diye biri olacak hayatınızda. Belki ona da anne diyeceksiniz, ama olsun. Gerçek anneleriniz sizin için(!) çalışmak zorundalar. Biraz büyüyünce kreşlerle tanışacaksınız. Bütün gün yine orada olmak zorundasınız. Anneniz kreş parası kazanmak için başka kapılarda olacak. Sonraları yine hep bir yerlere emanet yaşayacaksınız. Aynı zamanda bir sürü sınav ve hedef peşinde koşturacaksınız. Profesyonel çocuk olmak zorundasınız yani.

Truman Show filmindeki gibi, kendi hayatımızı yaşadığımızı zannederken, aslında başkalarının yazdığı filmde bir figüran olduğumuzu düşünüyorum bazen. Hayatımızın parametreleri çoğunlukla bizim tercihlerimiz dışında, bizim dışımızdaki bir dünyada belirleniyor. Neleri yiyeceğimiz, nerelere gideceğimiz, neleri giyeceğimiz, vs. Ve bu hedeflere ulaşmak uğruna çocuklar bile feda edilebiliyor. Hem de onlar için olduğu kandırmacasıyla…

Bence iyi anne baba olmak, çocuklarına çok fazla maddî imkân sağlamakla eş değer değildir. Çocuklara anne-baba olarak kaliteli zaman ayırmak, maddî imkân hazırlamanın önünde gelir. Ancak, özellikle çalışma hayatıyla birlikte çocuklarından ayrı kalan anneler, çocuklarını maddî imkânlara boğarak, yaşanmamış birlikteliklerin vicdan azabını hafifletme peşindeler. Bunun sonucu da, hayattan erken yorulmuş, şımarık ve bencil karakterde çocuklar olarak karşımıza çıkıyor. Üstelik bu çocuklar ömür boyu kendilerini çocuk zannedip, bitmeyen bir çocukluk yaşamanın peşinde koşuyor.

Bu durum gelecek nesiller adına çok ciddî bir problemdir. Zira bu hayat anlayışı, çocuklarımızı tüketiyor. Daha yolun başında yorgun düşüyor çocuklar. Yoksa henüz 17 yaşındaki bir genç ardında, “Hayata tutunamadım. Herkesten özür diliyorum” diye bir not bırakarak neden intihar etsin ki?

Bırakalım da çocuklarımız gerçekten çocuk olsunlar. Zira pek çok şeyin sahteleştiği bir dünyada, profesyonel çocuklara değil, masumiyetin ve saflığın simgesi olan gerçek çocuklara ihtiyacımız var.

Hasan Yükselten

Karakalem

Sen onları konuşma biçimlerinden tanırsın!

Mü’min demek, feraset sahibi insan demektir. O, Allah’ın verdiği nur ile bakar. Ancak bu nura kavuşmanın bir bedeli vardır; o da, Allah’ın ve Resulünün öğütlerini ciddîye alarak çalışmaktır.

Sen onları konuşma biçimlerinden tanırsın.” (Muhammed Sûresi, 47:30)

Mü’mini “feraset sahibi” olarak niteleyen bir hadis-i şerif, mü’minin ince anlayış ve seri kavrayış sahibi olduğunu, hadiselerin içyüzüne nüfuz edebilen bir bakışa sahip bulunduğunu ifade etmektedir. Ancak insanlar analarından böyle bir yetenekle doğmadıkları gibi, sadece “İman ettim” demekle de oturdukları yerden bu yeteneğe sahip olamazlar. Bu, ancak Kur’ân’ın terbiyesi altında kazanılacak olan bir beceridir ki, hadisin devamındaki “Mü’min Allah’ın nuruyla bakar” sözünde bu hakikate bir işaret bulmak mümkündür. Zira birçok âyetinde Kur’ân bizzat kendisini “nur” olarak nitelemiştir.[1]

Hayata bakışı Kur’ân’ın terbiyesi altında şekillenen bir insan, Allah’ın nuruyla bakan bir insan demektir. Bu ise, Kur’ân’ın irşadına kulak vermek ve onun derslerini ciddîye almak suretiyle mümkün olur.

Bir önceki bölümde ele aldığımız Bakara Sûresinin âyetindeki “Sen onları yüzlerinden tanırsın” hitabı, bu hakikatin bir örneğini içeriyordu. Orada söz konusu olan kişiler, kendilerini Allah yoluna vermiş yoksullar idi. Başkalarına dertlerini açmadıkları için zengin sanılan bu kişileri Peygamberin yüzlerinden tanıdığı bildirilmiş, mü’minlere de böyle bir beceriye sahip olmak hedef olarak gösterilmiştir.

Bu âyete gelince, o da münafıklardan söz etmekte ve yine Peygambere hitaben “Sen onları konuşma biçimlerinden tanırsın” buyurulmaktadır. Âyetin tamamı şöyledir:

Dileseydik Biz onları sana gösterirdik de yüzlerinden tanırdın. Ama sen onları konuşma biçimlerinden de tanırsın. Allah ise bütün işlerinizi bilir.

Bakara Sûresindeki âyet ile karşılaştırdığımızda, bir fark hemen dikkatimizi çekiyor:

Orada “Sen onları yüzlerinden tanırsın” buyurulmuştu. Burada ise yüzlerinden değil, konuşma biçimlerinden çıkarılacak bir sonuç söz konusu edilmektedir. Bunun anlamı ise şudur:

Münafıkları tanımak, yüzlerinden tanınırcasına net bir tanıma değil, ancak bir kısım belirtilerinden yola çıkarak varılacak bir neticedir. Bu ise daha fazla beceri, daha yüksek seviyede bir feraset ister.

Münafıklar konuşma biçimlerinden nasıl tanınır?

Kur’ân-ı Kerim, bazı âyetlerinde buna dair ipuçları vermiştir.[2] Bu âyetler, onların etkili bir biçimde konuştuklarını ve sözlerinin hoşa gidebileceğini bildirmektedir.

Ancak “Şunu söylerse veya şöyle söylerse münafık olduğunu anlarsın” şeklinde, herşeyi ayan beyan ortaya koyan bir formül sunulmamıştır. Bununla beraber, Kur’ân’ın münafıklardan söz eden pek çok âyeti vardır; bu âyetlerin onlar hakkında anlattığı şeyler kâfi bir ders olarak görülmüş ve gerisi mü’minin ferasetine bırakılmıştır. İşte, bu âyet-i kerime de, Peygamberin münafıkları tanıma konusundaki üstün sezgisinden söz ederken, aynı zamanda, mü’minlere de—tıpkı Bakara Sûresinin âyetinde olduğu gibi—bir hedef göstermekte ve “Düşmanlarınızı ayırt etmekte siz de Peygamberiniz gibi olun” demektedir.

Münafıklar hakkındaki ipucu olarak konuşma biçimlerinin verilmiş olması dikkat çekicidir; bu noktanın ihmal edilmemesi gerekir. Zira tuzakların ekserisi tatlı bir dilin ardında saklanır. Nice safdiller, nice cinayetleri birkaç güzel sözle unutuverir de kırk yıllık düşmanının bir anda dost oluvereceği zannına kapılır.

Nitekim, Kur’ân’ın “Sen onları konuşma biçimlerinden tanırsın” sözüyle hitap buyurduğu Peygamberimiz de âhir zamanda ortaya çıkacak “sözleri baldan tatlı, kalpleri kurt kalbinden vahşî” kimseler hakkında ümmetini uyarmıştır.[3]

Mü’min demek, feraset sahibi insan demektir. O, Allah’ın verdiği nur ile bakar. Ancak bu nura kavuşmanın bir bedeli vardır; o da, Allah’ın ve Resulünün öğütlerini ciddîye alarak çalışmak, çabalamaktır.

Eğer biz bu bedeli ödemekte gevşeklik göstermezsek, dostumuzu ve düşmanımızı ayırt etmekte de fazla zorlanmayız. Onlardan kimini yüzünden tanırız, kimini konuşma biçimlerinden. Kimini bir bakışta, kimini biraz çaba ile teşhis ederiz. Ama birini diğerine karıştırmayız. Dostumuzu ihmal etmez, düşmanımızın elinde oyuncak olmayız.

Lâkin İslâm toplumlarının bugünkü haline baktığımızda şunu da sormadan edemiyoruz:

Acaba Kur’ân’ın bizden istediği bedeli ödeyebildik mi?

Ümit ŞİMŞEK

 [1] Bkz. Nisâ Sûresi, 4:174; Mâide Sûresi, 5:15; Şûrâ Sûresi, 42:52; Tegabün Sûresi, 64:8.

[2] Bkz. Bakara Sûresi, 2:204; Münafikun Sûresi, 63:4.

[3] Tirmizî, Zühd: 60.

Bu din adamı geri bırakır mı?

Şu Müslümanlar İslamiyet’le buluşunca İslam güneşi doğacak, sabah olacaktır. Müslüman’ın Müslüman’a düşmanlığı biterse ümmet ortaya çıkacak, böylece Müslümanlar bir millet olacaktır.

Bana sordular: “İsrail, yardım gemisine saldırdı. Müslüman ülkelerden ciddi bir tepki görmedi. Küçücük bir İsraille başa çıkılamıyor. Bu hadiseye hangi noktadan bakıyorsun?

Şu noktadan bakıyorum: Müslümanlar musibet mektebinde tahsil yapıyor. Allah, İslam’ın şahlanması için Müslümanlara batılı musallat etti. Asr-ı saadetteki İslamiyet’e ne kadar ihtiyacımız olduğu anlaşılsın diye…

El hakku yalû, hadis-i şerifini hem Mehmed Akif, hem de Said Nursi işlemiştir. Buna bakarak 300 senedir devam eden gecenin sabahını, kışın baharını her ikisi de beklemiş ve müjdelemiştir.

Akif’in Safahat’ından anladığımız şudur:

Hakikat mutlaka galip gelecektir. Bu âtıl hal geçecek, Müslümanlar her bakımdan ilerleyecek, bu yükselişe hiçbir şey mani olamayacaktır. Işığa perde çekilse de hakikat güneşi batmayacaktır.

Hata başka, hak başkadır.

Müslüman başka, İslamiyet başkadır.

Şu Müslümanlar İslamiyet’le buluşunca İslam güneşi doğacak, sabah olacaktır. Müslüman Müslüman’a dost olup, şahsi günahlarına düşman olduğunda gaflet bulutları dağılacak, Müslüman’ın Müslüman’a düşmanlığı biterse ümmet ortaya çıkacak, Müslümanlar bir millet olacak, o zaman kurtulacaktır.

Said Nursi, bu hadis-i şerifi şöyle açıklıyor:

Mademki hak (İslamiyet) her zaman galiptir, neden kâfir, Müslüman’a galiptir?

Her Müslüman’ın her vasfı İslam’a uygun olması gerekirken her zaman böyle olmuyor.

Her kâfirin her vasfı da İslam dışı olması gerekirken, bu da olmuyor.

Demek ki, kâfirdeki İslamî prensipler, Müslüman’daki kâfir prensiplerine galebe çalmaktadır.

Mesela ilim, teknik, çalışkanlık, beceriklilik İslam’ın malıdır; bu meziyetler İsrail’deki Yahudi’de olsa…

Cehalet, tembellik, beceriksizlik gibi gavur âdetleri de Mekke-i Mükerreme’deki Müslüman’da bulunsa…

İsrail’deki İslamî prensipler, Mekke’deki gavur prensiplerine galip gelir.

Eğer İslamiyet kitapta kalmış, tatbikata çıkmamışsa, Müslümanlar hakla batılı karıştırmış, kuvvetsiz ve şaşkınsa Allah onlara bir düşmanı musallat eder ki, gaflet uykusundan uyansınlar!..

İlmin kendisi değil, neticesi mühimdir. Zafere ulaştırmayan harp ilmi, şifa vermeyen tıp ilmi, neticeyi bulamayan matematik ilmi, ibret alınmayan tarih ilmi ve yaşanmayan İslam ilmi kurtarıcı olamaz.

İlahiyat fakültesinde her ders var, ‘İslam’ın ticareti nasıl olur‘ yok. Veya ders var, tatbik eden yok. O kapı 200-300 senedir kapalı. O kapı açılmadıkça ileri gidemeyiz. Seccademizi düşman çiğner.

İslamiyet, dünyanın her yerinde üstünlüğünü devam ettirirken, Müslüman İslamiyet’le bütünleşince, Müslümanların da galip geldiği görülecektir. Bu sebeple, “İstikbalde en gür seda, İslam’ın sedası olacak, Asya’nın yeri göğü İslam’ın eline geçecektir!..

Bedir muharebesinde alınan esirlere şöyle bir teklif yapılmış: “On Müslüman’a okuma yazma öğretenler serbest kalacak.

İşte İslam ve ilim!

Bu din, adamı geri bırakır mı?

Hekimoğlu İsmail

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version