Puthanede Devrim

ÇAĞRI VE Ömer Muhtar filmlerinin senaristlerinden biri olan H.A.L. Craig, Hz Bilal’in öyküsünü anlattığı o harika kitabında ‘Üç yüz altmış ilah vardı, hepsi kar içindi’ der, Hz Bilal’in ağzından. Sonra yine Bilal’in öyküsüyle aktarır Ebu Süfyan’ın sözlerini; “Mekke nerede olacak o zaman, ilah evlerindeyken kim gelecek buraya?”

Bu durumda kimse Ebu Süfyan’ın bildiğimiz anlamda bir putperest olduğunu söyleyemez. Yani o taşlara tapmıyordur, ya da tahtadan oyulmuş olanlarına. Maddesi ne olursa ne olsun put denilince zihnimizde beliren ve tümünün tüm varlıklarını cahiliye dönemine yığıverdiğimiz o putlar umurunda bile değildir küfrün azılı temsilcisinin. Onun asıl taptığı, yolculuklara çıkarken yanına aldığı ve acıktığı zaman da yediği putudur. Yani menfaati.

Bu durumda tarih boyunca ortaya çıkan tüm putperestliklerin menfaate dayalı olduğunu söyleyebiliriz. Zira ortada “babalarının dini, atalarının dini” diye bir şey yoktur. ‘Neydi o’ diye sorsanız verecek cevapları da yoktur. Bu sadece bir bahaneden ibarettir. Onlar, Kuran-ı Kerim’in belirttiği üzere Allah’ı inkâr ediyor da değillerdir. Ve babalarına isnat ettikleri dinin o Allah tarafından gönderilmediğini gayet iyi biliyorlardır. Son peygamberi, Efendiler Efendisini, oğullarını bildiklerinden farksız şekilde bildikleri gibi.

Ama bu düzen bir şekilde kurulmuştur. Büyük putlar zenginlerindir. Kim kuvvetliyse onun putu kudretlidir. Hevâlarına göre yerine göre dil verdikleri, yerine göre gazap isnat ettikleri putları hep devletlüler idare etmiştir. Oysa kendileri de bilirdir ki, kendi varlığı bir başkasının yapımına muhtaç olan bir varlık yaratıcı değildir. Büyük put düşmanı küçük İbrahim kadar onlar da bilir, batıp gidenlerin kendilerine bir hayrının dokunmayacağını. Ama kurallarını kendilerinin koymadıkları bir dini kabul edemezler elbette. Adına geçmişlerimizin dini dedikleri bir şey üretir ve çeşitli suretler vererek sadece ve sadece menfaat putu üretirler. Peki ya diğerleri, ezilenler yani. Putların asla kendi ağızlarından konuşamayacağı zavallı halk kesimi. Onların da çoğunu tutan yine menfaatti. Oturmuş düzene karşı çıkarlarsa düzenleri bozulur, hayatları tehlikeye girerdi. Susmak daha menfaatliydi. Öyle de oldu.

Böyle bir menfaat arenasında ‘kral çıplak’ dillendirmesini yapacak biri menfaatler üstü biri olmalıydı. Ücretini sadece yoktan var edeninden bekleyen biri. Ölümün sadece ama sadece onun izniyle geleceğini, eğer O istemezse kendisine yığınlarca düşmanın asla zarar veremeyeceğine inanmış biri. Tek başına bile olsa, O isterse başaracağına iman edebilmiş biri. Devrimci biri. Evet devrimci, Seyyid Kutub’un belirttiği gibi; “Dünyanın En Büyük Devrimi, Lâ İlâhe İllallah’tır.” Ve bu durumda tüm peygamberler nefsin türlü hallerinden türemiş yığınla canlı ve cansız puta karşı durarak devrim yapmıştır. Firavun sarayında Musa, Nemrut karşısında İbrahim, cahiliye karanlığında Muhammed Mustafa (s.as.). İla ahirih..

Tek Allah’ın yüce öğretilerini yüklediği bu yüce öğreticiler, hep aynı davanın neferi olmuş, karşılarına çıkanların hepsi de aynı tepkileri vermek suretiyle aynı akıbete uğramıştır. Bizim zamanımıza, ne saadettir ki bizim payımıza düşen son elçi sayesinde ehl-i tevhid olmuşuzdur bizse. Ehl-i İslam, ehl-i İman. Şirki reddederek girmişizdir bu dine. Dünyanın en büyük devrimi olan cümleyi söylemek şartıyla girmişizdir hem de. Ama gelin görün ki, ne insanoğlu değişmiştir, ne nefis. Ne de menfaat şemsiyesine giren hırslar. Bu durumda şekli değişen tek şey putlardır. Şirk koşmanın 1400 yıl öncesinde kaldığına inanan insan algısı büyük bir devrime muhtaçtır.

Zira putperestlerin yaptığı inkâr değildir, şirktir. En basit tabiriyle ortak koşma. Yani ‘tek’ten bir başkasına pay ayırma… Devrim yeryüzüne yalın bir bakış demektir, der Nuri Pakdil. Sahte ilahların yansımalarında boğulmamış bir bakış ancak müminlere has olabilir. Görmediğine iman edenlere, gözünün görüp, elinin tuttuğu ve kendisinden menfaat umduğu her şeyi kalp hanesinde betonlaştıranlara değil.

İbrahim Paşalı’ya göre ‘Put abartılan her şeydir’. Bence de kesinlikle öyledir. Ve abartmanın ölçüsü hep Rabbe göredir. Onun vermeni istediğinden çok değer verdiğin her şey, O’nunla senin arana giren, O’nu senden seni O’ndan uzak kılan her şey… Molla Camii’nin Nefahatü´l-üns min hadarati´l-kuds ismini verdiği evliya menkıbelerinin anlatıldığı kitapta bir dervişten bahsedilir. Derviş dünyadan el etek çekmiş, kendi köşesinde münzevi bir halde yaşarken hem ihtiyaçtan, hem el yatkınlığından yama dikmeye başlar. Gerçekten de güzel dikmektedir. Ve sevdiği de bir gömleği vardır. Söker söker tekrar diker.. Ve bu uzun süre böylece devam eder. Durumu gören şeyhi ona şöyle seslenir, “Şimdi o gömlek senin putundur.” Böyle bir tekdiri getiren şey ne dikiş dikmektir, ne de gömleğin kendisi. Sadece o eyleme atfedilen değerdir.

Mesela zekatını vermeye kıyamadığın, daha çok daha çok hırslarıyla harama bulaştığın, seni dünya işlerine boğduran para, pekala bir şirk aleti olabilir. O para putun olup seni eksiksiz şekilde batırabilir. Ama aynı para, hatta çok daha fazla para kılını bile kıpırdattırmaz kürsüdeki İmam-ı Azam’a.

Artık beynimizdeki put suretlerini bir kenara atmamızın tam zamanı. Bir zamanların ilkel putlarına kahkahalarla gülerken, tam otomatik, son derece teknolojik putlara kucak açmak ahmaklıktır. Putperestliği tarih sayfalarına gömüp müntesiplerini Ebu Süfyan ve tayfasından ibaret sanmak sadece kendini kandırmaktır. Mevlana hazretlerinin dediği gibi, içinde put olmaya aday sayısız ‘şey’ barındıran bu dünya bir su’dur. Eğer üzerine çıkmayı başarırsan seni yüzdürür, eğer içine alırsan seni batırır. Bediüzzaman’ın dediği gibi pencerelerden seyredip içlerine girmemek lazımdır. Helal dairesine kanaat etmek, harama meyl etmemek, helali de şirk unsuru olabilecek hale getirip haramlaştırmamak lazımdır. Zira putların hiç biri haram maddeden imal edilmemiştir. Onları put eyleyen hammaddeleri değil kendilerine atfedilen değerdir.

‘ibrâhîm
içimdeki putları devir
elindeki baltayla
kırılan putların yerine
yenilerini koyan kim’
Asaf Halet Çelebi

 

*Bu yazı ilk olarak Kur’ani Hayat Dergisinde yayınlanmıştır.

 

14/01/2012

© 2010 karakalem.net, Nuriye Çakmak

Hakkı Dede, israfı önlemek için devleti seferber etti

Her gün milyonlarca ekmeğin çöpe atıldığı Türkiye’de, israfı önlemek için çırpınan insanlar da var.

79 yaşındaki Hakkı Gökbulut, günde 2 çuval ekmeği sokaklardan toplayarak hayvanlara yediriyor. Bununla yetinmeyen Hakkı Dede, Cumhurbaşkanlığı’na, Başbakanlık’a, TBMM’ye ve Diyanet İşleri Başkanlığı’na duygusal bir mektup yazarak ekmek israfının önüne geçilmesini istedi. Mektup üzerine bütün kurumlar harekete geçti.

Hakkı Gökbulut, Ankara’nın Mamak ilçesinde kızı ve bir torunu ile mütevazı bir hayat sürüyor. Emekli olduktan sonra bir yandan gönüllü olarak mahalledeki caminin işlerine bakmayı, diğer yandan çöpe atılmış ekmekleri toplayıp hayvanlara yedirmeyi kendine görev saydı. Her gün sadece 3 sokaktan 2 çuval ekmek toplayan Hakkı Dede, yaşanan israfın boyutlarına şaşırdı. Sokaklardan ekmek toplayarak israfın önüne geçilemeyeceğini anlayıp devleti harekete geçirmeye karar verdi. 10 Ocak 2012 tarihinde postaya verdiği mektubuna Diyanet İşleri Başkanlığı, “Çok büyük bir sevap işlemektesiniz. Yaptığınız iş takdire şayandır.” şeklinde bir cevap yazdı. Başbakanlık ve TBMM, mektubu işleme aldı, çalışmalara başladı. Meclis Dilekçe Komisyonu, bir grup milletvekilinin çarşamba günü Mamak’a giderek Hakkı Dede’yle görüşmesi kararlaştırdı. Sokakta ekmek görünce 1940’lı yılların aklına geldiğini söyleyen Hakkı Dede, ne zaman çöpe atılmış bir ekmek görse içinin sızladığını belirtti.

Habib Güler / Zaman Gazetesi

Çocuğumla anlaşamıyorum!..

Çocuğumla anlaşamıyorum, diyor anne-baba… Çocukla anlaşma yapılamaz. Çünkü o henüz olgunlaşmamış, iradesi yok denecek kadar azdır. Hayatı beslenmek ve eğlenmekten ibarettir. Anne-babanın karşısında muhatap yok, Allah’ın emaneti bir çocuk var. Çocuklarından şikâyet edenler, acaba o çocuğa milyonlarca lira verilse onu verirler mi? O kadar da kıymetli…

Anne-baba çocuğuyla anlaşmak istiyorsa evvela şu gerçeği kabul edecek. Ebeveyn, çocuğunun hizmetkârıdır. Yani “ben bu çocuğa şöyle baktım, o da bana şöyle davranmalı” diyemeyiz. Böyle bir şey yok. Allah, canavarları, yavrularına hizmetkâr etmiştir. Hiçbir kurt yavrusunu yememiştir. Hiçbir yılan yavrusunu zehirlememiştir. Aslanlar yavrularına köledir. Cinsi ne olursa olsun, ebeveyn yavrusunun kölesidir. Mesela anne kuş, yuvasını yapar, yumurtayı oraya bırakır. Yavru kuş yumurtan çıkınca o kadar cılızdır ki bazen yuvada ayağa kalkamaz. Anne kuş dünyayı dolaşır, yediği gıdaları kursağında getirir, yavrusunun ağzına döker. Belki kendisi açtır amma uçarak gezerek, yorularak bazı tehlikelerle karşı karşıya kalarak bulduğu gıdaları, getirir yavrusuna verir. İşte ebeveyn budur. Yani adetullah budur…

Belki kendi üzerine giyecek elbisesi yoktur. Amma evladına kıyafet alacak. Belki kendisi cahildir amma yavrusuna tahsil yaptırmaya uğraşacak. Bir arkadaş çocuğunun kolundan tutmuş, “Ben süründüm, sen sürünmeyeceksin!” diyor. Çocuğu tartaklıyor. Çocuk ağladıkça babası bağırıyor: “Ben süründüm, sen sürünmeyeceksin!” O arkadaş ırgattı. Çok zor şartlarda para kazanıyordu. Çocuğunun kendisinden üstün olmasını istiyor, başka da bir isteği yok. Çocuk bu sırrı anlamıyor, anne-baba anlatmaya uğraşıyor. Çocuğun kölesi, gelecekteki, belki yirmi sene sonraki felaketten çocuğunu korumaya uğraşıyor.

Beykoz kundura fabrikasının ayakkabısını giyerdim, ucuzluktan aldığım elbiseyle gezerdim, sade bir evde otururdum. Belki daha iyisini yapacak imkânlarım vardı fakat çoluk çocuğuma olduğumdan daha zengin görüntüsü hissettirmedim.

Elbette ki anne-babanın çocukları üzerinde otoritesi olmalı. Otoriteyi sağlamak için önce anne-baba susabildikleri kadar susmalı, sabretmeli. İkincisi de hakkaniyetli iş yapmalıdır. Evde bir hukuk olmalı. Çocuk, “Ben ne yaptım ki bu cezayı aldım?” sorusunun cevabını kendi içinde bulmalıdır. Bu çocuğa ağır gelmez. Alimler, “Çocuklarda haya, korkudan daha iyidir; zira haya akıllılığı, korku pısırıklığı gösterir.” demişlerdir.

Bugünkü eğitim çocuğa pek bir şey katmıyor. Bu sebepten anne-babaya çok iş düşüyor. Zaten okullarda eğitim yok, öğretim var. Öğretmen çocuğa namaz kılmayı anlatıyor, camiye götüremiyor. İman olmazsa, insanın hayatını zevkleri ve menfaatleri yönetir. Kazanır, harcar, çalar oynar ve hayatı biter. İman olmayınca insan haram dairede yaşamayı beğenir. Çok iyi bir hayat yaşıyorum, der, çok iyi bir hayat yaşadığını zanneder. Sonra ummadığı bir anda ölüm gelir. Amel defteri açılır, hiç sevap yok. Zaten haram dairede yaşayan, dünyasını da cehennem eder. İslami şuurun olmadığı yerde çocuk kavak ağacı gibi büyür. Çocuk nefs-i emmare ile dünyaya gelir, hakla batılı ayıramaz. Ebeveyni de aynı şekilde yaşıyorsa, ismi Müslüman, hayatı başka türlü bir insan yetişiyor demektir…

Hekimoğlu İsmail / Zaman Gazetesi

Müslüman daima kârlıdır…

Müslüman, kararlı ve cesur insan demektir. Ne yapacağını, ne iş göreceğini hangi istikamete gideceğini, hadiseler karşısında nasıl bir tavır takınacağını bilir. Ne kuru gürültülere pabuç bırakır, ne de inandığı davadan döner.

Münkir ise kararsız ve korkaktır. Hadiseler onu kısa zamanda değiştirir. Bazen devrimci, bazen sosyalist, bazen şu veya bu kılık altına girer, inanmadığı şeyleri müdafaa edecek kadar şuursuzlaşır ve sadece menfaatine tapar.

Müslüman, belli bir hayat görüşüne bağlıdır. Asırlardan beri inandığı dava uğruna güçlüklere göğüs germiş, karanlık devirlerden yılmamış, çekinmemiş, teslim olmamıştır.

Münkir ise hangi hayat görüşüne bağlıdır, bilinmez. Hiçbir davaya, sisteme fiilen bağlanmamıştır. En küçük bir baskı karşısında heyecanına mağlup olur. En ufak bir imkânı muarızının aleyhine kullanmakta tereddüt etmez. Kuvvetli olduğu zaman gaddar, zayıf olduğu zaman riyakârdır.

Müslüman, her şeyi Allah’tan bilir. Bütün hadiselerde kader-i ilahinin bir payı olduğunu anlar, sebeplere tam tevessül eder, sonra da Allah’a tevekkülü vazifesinin bir şartı sayar. Tebliği esas kabul etmiştir. Tesir ettirmek, halklara kabul ettirmek gibi bir iddiası yoktur. Bu bakımdan rahat ve huzur içerisindedir, daimi bir faaliyet halindedir. Müslüman, İslam gemisinde tayfadır. Geminin hareketleriyle hiç meşgul olmaz. Düşünür ki bu geminin kaptanı var. Gemiyi o yönlendirir. “Ben kendi vazifeme bakarım.” der, rahat eder.

Münkir ise kâinatta cereyan eden her şeyi tesadüf zanneder. Kevni hadiseleri, sağır tabiata, kör tesadüfe verir. Böylece en aciz, en camid mahlukları rab tanır. Daima kendisini başkalarına beğendirmek, başkalarını tesir altına almak sevdasındadır. Bunda da muvaffak olamadığı için daimi bir azap içerisinde kıvranır durur.

Müslüman, hayatı bir hizmet ve ubudiyet olarak kabul ettiği için, onu yegâne gaye ve maksat edinmez. Çünkü Müslüman Allah’ın kölesidir. Uhrevi emel için çalışır. Peşin ücretleri değil, istikbaldeki mükâfatları düşünerek hareket eder. 21. Mektup’ta denildiği gibi, “Bilir misin nereye gidiyorsun ve nereye sevk olunuyorsun? Dünyanın bin sene mesudâne hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen cennet hayatının ve o cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rüyet-i cemâline mukabil gelmeyen bir Cemîl-i Zülcelâlin daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun.

Münkir ise hayatı bir mücadele olarak gördüğü için daimi bir cidal halindedir. Her şeyin dünya ile beraber elinden gideceği kanaatine saplandığı için de, “gün bu gün” diyerek, yaşadığı süfli hayatı kâr zanneder.

Müslüman, ölümü terhis tezkeresi bilir. Kabre sevinçle bakar. Berzahı, akrabalarına, dostlarına, evliyalara kavuşmak için bir seyrangâh olarak itikad eder, öyle de muamele görür.

Münkir ise ölümü yokluk ve hiçlik olarak bilir. Mezara dehşetle bakar. Berzahı kapkaranlık zanneder. Onu, ebedi bir firak ve helak bildiği için, neticede o muameleye tabi tutulur.

Demek oluyor ki, Müslüman daima kârlıdır. Malını kaybetse sadakadır, canını kaybetse şehittir. Ayağına diken batsa günahına kefarettir. Hastalansa sevabı artar. Haramlardan kaçarak dünyasını cennet eder. İman ederek ebedi saadete nail olur.

Dünyanın hiçbir hadisesi, küfrün hiçbir tasallut ve tecavüzü, onu bu azim kârdan mahrum bırakamayacağı gibi, hizmetten de alıkoymaz. Müslüman, şu veya bu yollarla yapılan tehdit ve baskılara bakarak değil, Allah’ın emrine, Peygamber’in sünnetine göre vazifesini ikmal eder, kulluğun hazzını tadar…

Bakınız Bediüzzaman Said Nursi buyurmuş ki: “Ey zevk ve lezzete mübtelâ insan! Ben yetmiş beş yaşımda, binler tecrübelerle ve hüccetlerle ve hâdiselerle aynelyakîn bildim ki, hakiki zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imândadır ve imân hakikatleri dairesinde bulunur. Yoksa, dünyevî bir lezzette çok elemler var. Bir üzüm tanesini yedirir, on tokat vurur gibi, hayatın lezzetini kaçırır…

Hekimoğlu İsmail / Zaman Gazetesi

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version