Bulut: ‘Can boğazdan çıkar, çünkü…’ (video)

Gazeteci-Yazar Mehmet Ali Bulut, Can Boğazdan Çıkar kitabının Bediüzzaman Said Nursi’nin Şükür ve İktisat Risalesinin tam bir Türkçe tefsiri olduğunu söyledi. Bulut, “Tabii ki Üstad konuya Rahmaniyet, ubudiyet ve kulluk noktasından baktığı için muazzam bir şekilde anlatıyor. Ama bu kitap da Şükür ve İktisat Risalesinin Türkçe tefsiridir.” dedi.

Mehmet Ali Bulut, Moral FM Av. Bekir Berk Toplantı Salonunda, Nur İlim ve Eğitim Vakfı ile Nesil Yayınları Grubunun ortaklaşa düzenlediği aylık seminer dizisinde İktisat ve Şükür Risaleleri bağlamında sağlıklı beslenme konusunu anlattı. Seminerin moderatörlüğünü Moral Medya Genel Müdürü Haluk İmamoğlu yaptı. Bulut, konuşmasında “Şükür hasta olmamak ve senden beklenen ibadeti hakkı ile yapmaktır.” diyerek “Hasta olmak (Dinde vâcib ve sünnet-i müekkede olan emirleri kasten, bilerek ve özürsüz terk etmek olan) bir tür tahrimen mekruhtur.” uyarısında bulundu.

Her insanın nasıl kanı, DNA’sı ve parmak izi kendine özel ise sindirim sistemi ve kanı da tekildir.” ifadesini kullanarak kan gruplarının insanların beslenmelerindeki önemine dikkat çekti: “Bütün dünyada kişilerin kan (mizaçlarına) gruplarına uygun beslenmeleri halinde şişmanlık ve hastalık problemlerinden kurtulacakları savunulmaktadır. Geleneksel tıp daha da ileri giderek her insanın kendine özgü sindirim sistemi ve enzimleri olduğu bilgisinden hareketle kişiye özel beslenme programları önermektedir. Bende bu kitapta kan gruplarına göre insanların neleri yiyip neleri yememeleri konusunu işledim. Yazılanların yüzde 90’ına yakının bizzat kendim denedim.

Beslenme, besin maddelerinin mizaç olarak, vücut yapısına benzer hale gelmesi ve böylece dokulardaki günlük yıpranma ve yırtılmaların, tamire uygun hale gelecek ve düzeltilecek şekilde değişmesidir.” diyen Bulut, bu konunun Kur’an’da da çok geçtiğini vurgulayarak “Kur’an’ı Kerim’e yiyecekler içecekler açısından bakıldığında, görülecektir ki iman dahil insanın tüm saadet ve şekavetleri, iyilik ve kötülükleri, daha doğrusu hak edişleri yedikleri içtikleri üzerinden aktarılıyor.” dedi.

İNSAN BAŞINA GELENLER HAKKINDA YEDİKLERİNE BAKSIN

Bulut, sözlerine şöyle devam etti: “İnsan bedendeki gıda ve faaliyet, zikir, fikir, huzur veya huzursuzluk ilişkilerini anladığında, Kur’an’ın helal ve haram yiyecekler konusunda neden bu kadar vurgu yaptığını da çözebiliyor. Hemen hemen her surede mutlak manada Allah sözü getirip gıdaya ve onun neticelerine dayandırıyor. Çünkü bugünün inanan insanları bu ayetleri daha çok helal-haramlar boyutuyla değerlendirse de kastedilen mana, helaller haramlar konusundan çok daha kapsamlıdır. Çünkü yediklerimiz ve içtiklerimiz bizden doğacak eylem ve fikirleri de etkiliyor. O fikir ve eylemler ya bizi cennete layık (huzurlu, sağlıklı, başarılı, yaşamından lezzet alan ve böylece Allah’ından razı) bir kul veya cehenneme layık (hastalıklar, sıkıntılar, inançsızlıklar ve müptelalıklarla vücudunu içinde yaşanılmaz bir hale getirmiş, ömrü kahırla geçen, bezgin, huzursuz ve adeta ölmeden cehennemi yaşayan, içten içe yanan) bir odun haline getiriyor. Bu yüzden insan başına gelenler konusunda sık sık dönüp yediklerine, içtiklerine bakmalı ki bunların keyfi bir takdir değil, bir hak ediş meselesi olduğunu da kavrayabilsin.

TESPİT EDİLEN EN ESKİ KAN GRUBU 0 (SIFIR)’DIR

Kanda anne sütü gibi insanın genetik yapısını bozuyor. Kanın kendisini tanımlanmasını gerektiren özel birimler var. Allah her bir insana taklit edilemez bir yapı vermiştir. Her kanın kendine ait bir kimlik tanımlaması vardır. O yüzden kan gruplarına göre beslenmek çok önemlidir” uyarısında bulunan Bulut, kan gruplarının tarihi hakkında şunları kaydetti: “Tespit edilen en eski kan grubu 0’dır. Tarım toplumuna geçildikten sonra A grubu çıkmıştır. İnsanlar soğuk memleketlere gidip baskı altına alınınca B grubu ortaya çıkmıştır. Bu kişiler soğuk memleketlerden geri dönüp diğer insanlarla tekrar temasa geçince bu sefer AB grubu ortaya çıkmıştır. AB kan grubunun geçmişine bakıldığında 1500 yıllık bir tarihi vardır.

ANNE SÜTÜ ÇOK ÖNEMLİ

Bulut, beslenme konusunda anneleri uyarak çocuklara hazır mama yedirmenin çok zararlı olduğunu belirterek “Bir erkek çocuğun 24 ay, kız çocuğunun da 20 ay annesi emmesi gerekiyor. Eğer gerektiği gibi anne sütü emmez ve hazır mama yerse bu çocuk da eczane sistemine üye olur. O yüzden anne sütü çok önemli. Günümüzde bulunan birçok hastalığın sebebi anne sütünü çocukların yeterince emmesidir.” diye konuştu.

Dursun Kabaktepe / Moral Haber

Günümüz Kadınları Neden Mutsuzlar?

Kadın kalbi “Mezar” gibidir. Giren bir daha dışarı çıkamaz.

Erkek kalbi “Bakkal” gibidir. Giren çıkanın hesabı olmaz!

Günümüz modern(!) kadınları, bu kadar teknolojik ilerlemeye rağmen, aşırı stres altında ve genel olarak desteksiz kalmalarının sıkıntısını çekiyorlar. Günümüzün modern kadınları aynı anda hem iyi bir anne, hem iyi bir eş, hem iyi bir ev hanımı, hem de iyi bir çalışan olmak zorundalar.  Ayrıca haftada beş gün en az sekiz saat dışarıda çalışan bir kadın eve döndüğünde evi temizlemek, yemek hazırlamak, çamaşır yıkamak, çocuklarını sevip onlarla ilgilenmek, eşlerine karşı sevecen ve romantik olmak zorundalar. Onlardan bu kadar çok şey beklendiğinde ise kendi içlerinde çatışma yaşamaları ve bunun dış çevreye yansıması kaçınılmaz oluyor.

Ev dışında çalışmanın baskıları, kadınların yüklerini iki kat arttırdığı için kadınlar iş hayatının stresinden erkeklerden daha çok etkileniyorlar. İş yerinde erkekler kadar verici olan kadınlar evlerine döndüklerinde içgüdülerinin hâkim olması nedeniyle vermeye devam ediyorlar. Kadınların evlerine geldiğinde günün sorunlarını unutup dinlenmesi pek mümkün değil, çünkü bilinçaltlarında “daha çok yemek pişir, daha çok temizlik yap, daha çok sev, daha çok paylaş, daha çok çalış ve daha çok ver” komutları yer almaktadır. Normalde bir kadının tüm gününü alan ev işlerini, çalışan bir kadın birkaç saat içinde bitirmek zorunda. Buda onda stres unsuru oluyor. Maalesef çalışma dünyası kadın ruhunu beslemiyor ve kadınların yakın ilişkilerinin kalitesini kötü biçimde etkiliyor.

Geçmişte, bir kadın tam gün eş ve anne olmakla kısaca ev hanımı olmakla övünürdü. Günümüzdeyse kadınlara “Siz ne iş yapıyorsunuz?” diye sorulduğunda “Ev hanımıyım” yanıtını vermekten utanç duyabiliyorlar.  Gerçi bu utancın arkasında erkeklerinde payı az değil. Erkeklerin birçoğu; ev hanımlığını vasıfsız işçi statüsünde gördüğü için, günümüzde ev hanımlığı geçer akçe değil.

Kadının tam gün evinde olması eşi-çocukları için çalışması, toplum tarafından küçümsenir bir hal almaya başlanınca kadınlarda önemsenmenin ve tatmin olmanın yolunu ev dışında çalışmayla gidermeye başladılar.

Evinde sadece çocuklarını değil içinde bulunduğu toplumu da yetiştiren kadınlara, “Sen zaten bütün gün evde ne iş yapıyorsun ki?” gibi haksız yakıştırmalar yapılmış ve onların emekleri görmezlikten gelinmiştir. Bunun sonucu olarak da evinde ailesi ve çocukları için çalışan, en az eşleri kadar yorulan elleri öpülesi eşlerimiz-annelerimiz mutluluğu ev dışında arayarak asli mekânlarını terk etmek zorunda kalmışlardır.

Günümüzde toplumun hızla dejenere olmasına şaşmamak lazım; evlerine sadece çocuklarını değil toplumu da yetiştiren bu cefakâr insanların emekleri görmemezlikten gelindiği için tali görevlere talip olmuşlar ve bu da asli görevlerinde aksaklıklara neden olmuştur. Bunun sonucunda nelerin olduğu malum…

Uzm. Dr. Kenan Taştan / NurNet.Org / Evliliğinizin Kaçıncı Kilometresindesiniz Kitabından Alıntıdır…

Erkeğin hayatında üç önemli kadın!

Erkeğin hayatında üç önemli kadın vardır: Karısı, kayınvalidesi ve annesi. Erkeğin bu üç kadını idare etmeyi bilmesi gerekir.

İlk önemli kadın: Karısıdır. Erkek karısı ile ilişkilerini çok iyi düzenlemeli ne karısını ezmeli ne de karısına kendini ezdirmeli. Medya baskısı ile kibar olayım derken ezik olmamalı, romantik olayım derken kılıbık olmamalı, karımla sorunsuz bir hayat yaşayayım diye yöneticilik görevini karısına bırakmamalı. Yoksa esas sorunlar o zaman başlar. Erkek şefkat ve adaletle ailesini idare etmeye çalışmalı.

Erkeğin idare etmesi gereken ikinci kadın: Kayınvalidesidir. Erkeklerin hayatına kayınvalideler son yıllarda dahil oldu. Eskiden anneler, kızlarını evlendirdikleri zaman onun hayatına müdahil olmazlardı. Kızlarda gider, kendi evini ve kocasının ailesini benimserlerdi. Artık öyle değil. Kızlar annelerinden bir türlü kopamıyorlar. Bu yüzden ne kendi evini ne de eşinin ailesini benimseyemiyorlar.

Genç kızlar gelin olana kadar genellikle anne ile çatışma halindedirler. Pek çok anne “Bir gelin olsaydın da kurtulsaydım” diye yaka sirkeler; fakat ne hikmetse kız evlendiği gün, anne-kız yağ bal börek olurlar, aralarında büyük bir aşk başlar. “Evlenince bir daha bu eve adım atmayacağım.” diyen kızların bile, “anne” diye gözü düşmeye başlar.

Yeni evli kadın, mümkün olsa her gün annesini görmek ister, göremediyse elinde telefon, akşam yapacağı yemeğe kadar annesine sorar. Kızın işi olur; anne gelir yapar, misafiri gelir; pastasını böreğini annesi yapar, çocuğu olur; annesi bakar. Bu arada mümkün olduğu kadar kadının kayınvalidesine yakın olmamaya çalışılır. Yakın olmamak için de bir şekilde kusur bulunur. Bu arada damat sürekli kayınvalide evine davet edilir, yedirilir içirilir, ikramlara boğulur.

Kadın, annesi ile bu kadar hemhal olunca annenin de kızını, ailesi ile ilgili konularda etkilememesi mümkün değildir. Burada kızını olumlu etkileyen, nasihat eden annelerin hakkını yemeyelim öyleleri de var; ama genellikle kız anneleri; kızlarından taraftırlar ve kızlarının üzülmesine dayanamadıkları için kızlarını yanlış yönlendirebiliyorlar.

Ayrıca varsa kızın; kız kardeşleri, ablaları da anne gibi çok gelip gidip, yanlış yol göstermelerle olumsuz etkileyebiliyorlar. Anne kızının hayatında bu kadar yer alınca haliyle dolaylı ya da dolaysız yoldan damadının evini yönetmeye başlıyor. “Onu alın bunu almayın, şunu yapın bunu yapmayın” derken çoğu zaman evin reisi olan erkeğin sözü çiğneniyor. Burada da erkeğin kendini ezdirmeden durumu iyi idare etmesi lâzım.

Erkeğin idare etmesi gereken üçüncü kadın: Annesidir. Özellikle kocası ile sorunu olan, muhabbetli bir evlilik hayatı yaşayamamış anneler, bütün sevgilerini ve ümitlerini oğullarına yüklerler. Bu yüzden erkek annesi, oğlunun bir “el kızını” çok sevmesini ve ona değer vermesini istemez. “Sevsin; fakat beni sevdiği kadar değil. Onun sözüne karşı benim sözüm geldiğinde benim sözüm tutulsun. Hatta oğlumun evinde kararları ben alayım.

Kadınların “en çok sevilen ben olayım” arzularını kontrol etmeleri gerek. Eş olduklarında da anne olduklarında da ölçüsü kaçabiliyor: “Oğlum elbette beni çok sevecek, benim sözümü tutacak, o el kızı da kim oluyormuş. Ben oğlumu ne fedakarlıklarla büyüttüm, yemedim yedirdim, içmedim içirdim.

Dikkat edin erkek evlendikten sonra, annesi, oğluna ve gelinine sık sık oğlunu nasıl zorluklarla büyüttüğünü anlatır: “Hamileliği zor geçmiştir, zor doğurmuştur, bebekken çok ağlamıştır, çocukken çok yaramazdır, cebinde kalan son parasını oğluna defter parası yapmıştır.” Bunlar sık sık hatırlatılır. Oğlana şu mesaj verilir: “Bak bu kadar iyiliğimiz var, sakın karını görüp vefasızlık etme.” Geline de şu mesaj verilir: “O bizim oğlumuz, çok hakkımız var üstünde, sana bırakmayız.” Belki bu yüzdendir, erkekler annelerinden çok etkilenirler. Annesini hiç dinlemiyor gibi görünen erkekler üzerinde bile anneleri oldukça etkilidir.

Anne, oğlunun evi ve ailesi ile ilgili alacağı bütün kararlardan haberdar olmak ister, haberi olmadıysa sitem eder, surat asar. Oğlunu ve gelinini yönetmeye çalışır. Onun onaylamadığı bir kararı oğlunun istemiş olacağına inanmaz, el kızının oğlunu kandırıp öyle yaptırdığına inanır.

Bazı erkek anneleri, oğlu karısını çok sevmesin diye ufak ufak (bazıları büyük de konuşur) gelinin arkasından konuşurlar. Mesela “Karın iyi hoş da pek temiz değil.” O güne kadar evin temizliğine pek dikkat etmemiş olan erkek (algıda seçicilik) her şeye dikkat etmeye başlar. Dikkat edince kusur bulmak zor değildir, bulur ve annesinin haklı olduğuna inanır. “Karın çok geziyor.” “Karın çok para harcıyor.” gibi pek çok konuda erkeği etkileyebilir.

Bunların yanında alınacak satılacak ne varsa, anne oğlunun evinde kendi sözü geçsin ister. Eğer erkeğin ablaları ya da kız kardeşleri varsa onlar da anne gibi etkili olabiliyorlar. İstisnalar hariç, işleri ortak değilse, erkeğin babası, oğlunun evinin düzenine en az karışan kişi oluyor.

Annesinin sözüne bakarak karısını üzmüş; ona haksızlık etmiş çok erkek vardır. Ya da karısının sözüne bakarak annesine haksızlık eden. Oysa kavvamlığın en önemli şartı adaletli olmaktır. Bu yüzden erkeğin iyi bir gözlemci olması, haksızlık etmeden üç kadını iyi idare etmesi lâzım. Bunun için de erkeğin kadınlarla ilgili bazı bilgilere ihtiyacı var.

Bu bilgileri de yazacaktım; fakat yazı epeyce uzun oldu. Haftaya inşallah, erkeğin bu üç kadını küstürmeden en az hasarla idare etmesi üzerine yazacağım. Bunun yolunu bulmuş erkekler de vardır mutlaka. Karısını, kayınvalidesini ve kendi annesini üçünü birden hoş bir şekilde idare edenlerden ve edemeyenlerden; yorum ya da detaylı anlatmak isteyenlerden mail bekliyorum. Annesi ya da kayınvalide yüzünden evliliği etkilenmiş hanımların da yazmalarını bekliyorum.

Bu arada www.cocukaile.net de evlilik okulumuz devam ediyor. Dersler ücretsiz, katılmak isteyenlerin sitedeki dersleri takip etmesi yeterli.

Sema Maraşlı / Haber 7

Her sabah bizden 8 şey istendiğini biliyor muyuz?

Bana öyle geliyor ki, günler, aylar, hatta seneler sanki farkına varmadan geçiyor, olaylar kafamızı, kalbimizi o kadar istila ve işgal ediyor ki, asıl düşünmemiz gereken görevlerimizi düşünemiyor, hayatın gayesine ait konularımızı hatırlayamaz hale bile geliyoruz.

Bu durumda ister istemez İmam-ı Şafii Hazretleri’nin her sabah hayatının gayesini düşünme örneği geliyor aklımıza. Ancak o zaman hatırlıyoruz her sabah bizden de sekiz şeyin istendiğini..

Ne dersiniz, Hazret-i İmam’ın her sabah yaptığı gibi hayatının muhasebesini bugün biz de bir defa olsun hatırlayalım mı? Bakalım bizden de isteniyor mu İmam’dan istenen sekiz şey bir düşünelim mi?

Evet, diyorsanız buyurun, birlikte okuyalım İmam-ı Şafii Hazretleri’nin her sabah düşündüğü kendinden istenen sekiz şeyi..

Hayatını hep hesabını yaparak yaşayan büyük müçtehidimiz, Mısır’da bir sabah namazından sonra evine doğru tefekkür içinde yürürken yaklaşan biri:

-Efendi Hazretleri der, derin bir düşünce içinde görüyorum sizi. Zihninizi meşgul eden önemli bir meseleniz mi var yoksa? Hazret-i İmam:

– Evet der, her sabah benden istenenleri düşünüyorum da onun için dalgın şekilde yürüyorum.

Adam merak eder: Her sabah sizden istenenler mi var?

Hazret-i İmam, ‘Her sabah benden şu 8 şeyin istendiğini düşünüyorum’ diyerek saymaya başlar istenen 8 şeyi. Der ki:

1-Rabb’im, benden farzlarını istiyor.

2- Resulüllah Efendimiz, benden sünnetlerini istiyor.

3-Aile ve çocuklarım benden helal nafakalarını istiyor.

4-İmanım ve aklım benden Rabb’imin emirlerine uymamı istiyor.

5-Nefsim ve şeytanım da benden kendilerine tabi olmamı istiyor.

6- Yaptığım işleri yazan melekler ise hep sevap yazdırmamı istiyor.

7- Her doğan güneş bir gün daha yaşlandığımı hatırlamamı istiyor..

8-Her sabah Azrail de kendisine bir gün daha yaklaştığımı düşünmemi istiyor.

Hazret-i İmam:

– İşte der, her sabah bu istekleri düşünerek yürüyorum bu yollardan. Dalgın görünüşümün sebebi bunları düşünmemdir.

Soru sahibi adam bu defa şaşırır da der ki:

-Ya imam bunlar sadece sana mı soruluyor, yoksa bana da, tüm insanlara da soruluyor mu her sabah? Hazret-i İmam, tebessüm ederek cevap verir:

– Ben kendime her sabah bu soruların sorulduğunu düşünüyorum, belki başkalarına da soruluyordur bu sorular. İstersen kafanı lüzumsuz konulardan temizle de sen de düşün bu soruları! Bakalım sana da soruluyor mu her sabah bunlar?

Düşünceye dalan adam çok geçmeden başını sallayarak cevap verir:

-Evet ya İmam der, bu sorular sadece sana değil bana da, hatta her sabah günlük hayatına başlayan herkese sorulan sorulardır. Bu önemli soruların her sabah bana da sorulduğunu düşündürdüğünüz için teşekkür ederim. Meğer biz ne kadar derin gaflet içinde yaşıyormuşuz günlerimizi de haberimiz bile yokmuş?.

-Ne dersiniz, kafası gönlü gereksiz olaylarla istila ve işgal edilmiş bizlerden de her sabah böyle sekiz şey istendiğini hiç düşünüyor muyuz? Mesela her sabah bizden de:

– Rabb’imiz farzlarını, Resulüllah Efendimiz sünnetlerini, aile ve çocuklarımız da helal nafakalarını istiyorlar mı?

-Akıl ve imanımız kendilerine uymamızı, nefis ve şeytanımız da asıl kendilerine tabi olmamızı telkin ediyorlar mı? Amellerimizi yazan melekler ise hep sevap yazdırmamızı bekliyorlar mı? Güneşin her doğuşu, bir gün daha yaşlandığımızı, Hazret-i Azrail’e bir gün daha yakınlaştığımızı düşünmemizi istiyorlar mı?.

Ne dersiniz, sabah ve akşam bunları düşünmek bizim de meselemiz olmalı, aklımıza gelmeli değil mi?

Yoksa malum tekerlemeyi tekrar eden gafiller kafilesine biz de katılarak:

-Ayağını sıcak tut başını serin; hayatını yaşa, düşünme derin diyerek boş ver mi demeliyiz?

Böyle demiyorsak gelin, kafamızı, kalbimizi günlük olayların istila ve işgalinden birazcık kurtaralım da Hazret-i İmam’dan istenen sekiz şeyin her sabah bizden de istendiğini düşünelim. Hiç olmazsa bu yılbaşında hayatımızın hesabını yaparak yaşamaya karar vermiş olalım.

Ne dersiniz, düşünmeye değer mi?

Ahmed Şahin / Zaman

Düştüğümüz Yerden Nasıl Kalkabiliriz?

Birbirini tamamlaması gereken kadın ve erkek, bağımsız kimlikler haline geldi.

Son günlerdeki kadın-erkek tartışmalarını izlerken, aklıma küçük bir Anadolu şehrinde dindar hanım ve erkeklerle ayrı ayrı yaptığım sohbetler geldi. Erkeklerin şikayeti ayrıydı, hanımların ayrı. Ama o günden aklımda en çok şu kısım kaldı:

Bir kadın kızına nasıl bir terbiye ve eğitim vermesi gerektiğini sordu. Kızının yaşını sordum. 14’müş. Gülümsedim ve bu yaştaki bir insanın artık terbiye çağının geçtiğini, ona ancak arkadaş olabileceğini söyledim. Ve birşeyin altını çizdim: “Kızınıza evlendiğinde kocasına itaat edebilmeyi tavsiye edin.”

Bu cümleyi sarf ettikten sonra salondaki bayanların yüzüne müstehzi bir gülümsemenin yerleştiğini fark ettim. Neden güldüklerini sorduğumda aldığım cevap aynen şu oldu: “Bu zamanda itaat edecek erkek nerede?”

Kanaat önderi sayılabilecek meşhur iki dindar [İslâmcı?] bayan yazardan iki ilginç görüş: Birisi, kadının çalışmayışının ezilmesine sebep olduğunu, diğeri ise çokeşliliğin erkeğin hedonist bir eğilimi olduğunu iddia ediyor. Üzerine çokça düşünmeye değer bir hal değil mi, sizce de?

Nasrettin Hocalık yapmak istemem ve daha önemlisi kesinlikle ontolojik bir temeli olmadığı halde konuyu sürekli kadın-erkek gerilimi içinde tartışmaktan yana değilim. Karşılıklı suçlamalar yöneltmek yerine herkesin kendi özeleştirisini yapabilmesi ve diğerini tenkitten önce kendi külâhını önüne koyup düşünmesi gerektiği kanaatindeyim.

Modern zihniyet ve hayat tarzı hem insanı hem de hayatı parçaladı. Değerler hiyerarşisinin yıkılmasının yanı sıra, kulluğun ve kutsalın zayıflatılmasının bir tezahürü de, erkeğin erkeklikten, kadının kadınlıktan uzaklaşması oldu. Birbirini tamamlaması ve kulluk çizgisinde hizaya gelmesi, görev ve sorumluluklarını kendilerinden değil aşkın bir Otorite’den alması gereken kadın ve erkek, bağımsız kimlikler haline geldi. Bugün Batı’da “gender” (sosyal bir kimlik olarak cinsiyet) sosyolojisinin en gözde disiplin haline gelmesi düşündürücü değil mi?

Bu işi tavuk-yumurta paradoksuna dökmeden, kadınlar mı daha suçlu erkekler mi girdabında boğulmadan bazı vakıaları tespit edebilmek gerekiyor:

Vakıa bir: Bugün dindar toplumlarda da sükûnet ve huzurun, yani ailenin yuvası olması gereken evler giderek bir iktidar çatışmasının mekânı haline geliyor. Boşanmalar hızlanıyor. Ve bu yüzden, boşanmaktansa evlenmemek moda haline geliyor. Dinî duyarlılığı olmayan bir insan için “birlikte yaşamak”tan ve sıkıntı halinde diğerini kapı dışarı etmekten daha kolay ve “akılcı” ne olabilir? Batı’da tek ebeveynli aile modeli çoktan hakim oldu. Şehirleşme ve modernleşme süreciyle biz de bu modele doğru kaymaya başlıyoruz.

Evlenme durumunda bile eşler, artık bir ömür boyu ve hatta sonsuz hayatta arkadaş olunacak insanlar olarak görünmüyor, ekonomik ve sosyal statü eksenli “yatırım” mülahazaları ağır basıyor. Nikâhlanmıyor, evleniyoruz! Ve nikâhın kerametinden de mahrum kalıyoruz. Kalpleri birbirine ısındıran, iki yabancıyı en yakın eyleyen o keramet, muhabbeti yedeğine almış bir şefkat duasının sonucunda ortaya çıkabiliyor ancak. Ama dindar kesimde popüler hale getirilen “aşk arayışı,” özellikle kadınlar açısından evliliği tatmin edilmesi imkânsız, ancak filmlerde rastlanabilecek “cennetten düşme bir aşk mutluluğu” talebinin konusu kılıyor.

Vakıa iki: Her ifrat tefritini doğurur. Feminizmin çıkış noktası, Batıdaki erkek zulmüydü ve haklılık payı taşıyordu. Hak ve özgürlüklerin birey ve grupların bazen kanlı mücadeleleriyle kavuşabileceği bir kazanım olduğu Batı’da kadın hakları hareketinin ve hatta feminizmin haklı zemininden bahsedilebilir. Gelgelelim, feminizm veya başka bir seküler ideolojinin İslâmî bir bağlamda karşılığı olamaz; çünkü, İslâm’da hak ve özgürlükler bir mücadelenin değil ilâhî bir ihsanın meyvesidir. Müslüman bir toplum için olsa olsa pratiğin/amelî boyutun teoriye/naslara uygunluğu tartışması ve eleştirisi yapılabilir.

Vakıa üç: Modern duruma girdikçe, hem kadın hem erkek kulluk hizasından çıkıyor; karşıtlık ilişkisine giriyor. Feminizmin içselleştirilmesi ve kitleselleşmesiyle “eşitlik” söylemi dindar kadınlara sinmiş durumda. Kadın eşitlik talep ederken ve erkek rollerini çalarken, erkekleştiğini ve kadın doğasını kaybettiğini ne derece fark ediyor, ayrı bir konu. Ama hem sekülerleştirme veya modernleştirme projesi ne yazık ki kadınlar üzerinden yürütülüyor.

Vakıa dört: Bu kısır döngüyü bir yerinden kırmak gerekiyor. Ve ben işe “baş”ından başlamak taraftarıyım. Erkeklerin yılgın, pısırık ve sorumluluktan kaçar bir resim çizmekten, çoban/kavvam/halife olduğu ailede büyük çocuk rolüne talip olmaktan tez elden vazgeçmesi gerekiyor. Görevlerinden ve dolayısıyla aile hayatından kaçan erkeğin, erkek rolünü kadına emanet edip sonra da şikayet etmeye hakkı olabilir mi? Elhasıl, erkeğin de yuvasına dönmesi gerekiyor, hem de tez elden! Umulur ki, eski güçlü –halife- kimliğine dönen erkek, kadına da kadınlığını hatırlatır.

Murat Çiftkaya – Haber 7

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version