Kâinatın Yaratıcısı’nı Tanıma

Bir varlığın veya bir şeyin bilinmesi tanımıyla mümkündür.  Bütün bilimlerin temelini tanımlar teşkil eder.  Tanımlar bir takım kurallara göre yapılır.  Matematikte de doğruluğu sorgulanmadan kabul edilen bazı gerçekler vardır ve bunlara “aksiyom” adı verilir.  Aksiyomların doğruluğu tartışılmaz ve olduğu gibi kabul edilir.  Mesela, “sonsuz “ ve  “sıfır” matematikte birer kabuldür.  Matematikte bütün tanım ve problemler bu kabuller üzerine bina edilir. Eğer bunlar sorgulanır ve olduğu gibi kabul edilmezlerse,  o zaman matematikte işlem yapmak mümkün olmaz.

İşte en yüksek ve en dakik ilim iman ilmidir ve en geniş ve nurani fen ise, Marifetullah’tır. Yani, her şeyin yaratıcısı, ilim, irade ve kudret gibi sonsuz sıfatları olan Allah’ın bilinmesidir.

Her şeyin bir tanımı olduğu gibi, elbette Allah’ın da bir tanımı olmalıdır. Bu tanımlama öyle doğru bir şekilde yapılmalıdır ki, “Efradına cami, ağyarına mani” olmalıdır. Yani, bu yapılan tarif ile tanımlanan zatın, diğer bütün varlıklardan ayrı, kendisine has özellikleri ve sıfatlarının yanında, başka varlıkların sıfatlarıyla karıştırılmayacak şekilde ortaya konması gerekir.

Allah Kendisini Kur’an’da Tarif Etmektedir.

Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de kendisini bize şöyle tanıtmaktadır:

Cenabı hak ezelidir, ebedidir, evvel ve ahirdir. Hiçbir cihet ne zatında, ne sıfatında, ne işlerinde benzeri, dengi, şebihi, misli, misali, yoktur.  Sıfatları zatındandır. Her şeyi O yaratmıştır. Kendisi yaratılmamıştır.  Doğurmamış ve doğrulmamıştır. Mekândan münezzehtir. Yani bir yerle kayıtlı değildir. Her yerdedir. Her şeye, her şeyden daha yakındır, her şey ondan sonsuz uzaktır. Allah’ın sıfatlarını biraz daha yakından tanımaya çalışalım.

1-Allah Ezelî’dir

Her şeyden önce Allah(c.c.) ezelidir, kadimdir, varlığının başlangıcı yoktur. Evveli olmayana ezelî, kadim, sonradan meydana gelene de hâdis denir.

Allah kadim’dir, sonradan var olan şeyler İlâh olamaz. Yüce Allah’tan başka ne varsa, bunların hepsi hâdistir, yani sonradan olmuşlardır. Bunlar Allah’ın kudreti ile yaratılmışlardır. Artık şüphe yoktur ki, yaratılanlar yaratana mahsus ezeli sıfatını taşıyamazlar. O’nun ezeli varlığı ile beraber hiçbir şey yoktur. Âlemler sonradan yaratılmıştır. Öyle ise yaratıcı yaratılmış olamaz. Allah’ı (hâşâ) kimin yarattığını sormak da Allah’ı bilmemekten ileri geliyor. Çünkü yaratılmış olarak ne düşünülürse, o mahlûktur, İlâh olamaz .

Allah’ın ezeliyetini kabul etmeyen veya aklına sığıştıramayanlar, maddeye ezeliyet vererek, atomlar adedince İlâhları kabul etmeye mecbur kalıyorlar.

2-Allah Bâki’dir

Allah ebedîdir, sermedidir. Ebediyet sonu bulunmamak sıfatıdır. Sonu olana “fani’’ sonu olmayana da “bâki’’ denir.

Yüce Allah Beka sıfatı ile vasıflanmıştır. Çünkü ebedîdir, bakidir, varlığının sonu yoktur. O’nun yok olacağı hiçbir zaman düşünülemez. Sonradan meydana gelen bütün varlıklar, Allah’ın kudreti ile meydana gelmişlerdir. Yine Allah’ın kudreti ile yok olurlar, yine var olurlar ve binlerce değişikliklere uğrayabilirler. Fakat yüce Allah, Bâkidir, değişiklikten ve yok olmaktan uzaktır.  Çünkü O, başkasının kudret eseri değildir ki, onun kudret eseri ile yokluğa gitsin veya değişikliğe uğrasın. Aksine bütün varlıklar O’nun kudretinin birer eseridir. Her şey yok olmaya mahkûmdur, ancak azmet ve ikram sahibi Allah’ın varlığı kalıcı ve süreklidir. Öyle ise değişime uğrayan İlâh olamaz. Değişmezlik gerçek yaratıcının en önemli bir özelliğidir.

3- Allah Yaratılmış Şeylerin Hiçbirine, Hiçbir Yönden Benzemez

Allah’ın sıfatlarından birisi de her cihetçe sonuz mükemmellikte olmasıdır. Sonradan yaratılan hiçbir şeye benzerliği olmamasıdır.  O hatırlara gelen her şeyden başkadır.

Şu kâinatta mümkinat, yani yaratılan ve yaratılabilen dediğimiz her şey değişir, başkalaşır, birbirine benzeyebilir, doğar, doğrulur, büyür, sonunda ölür ve yok olur. Bütün bunlar bir ihtiyaçtan gelir. Allah ise,  ne bunlara ne başka şeylere hiçbir şeye muhtaç değildir.

İnsanların ve diğer yaratıkların birçok ihtiyaçları vardır. Bunlar mekâna, zamana, yiyip içmeye, gezip dolaşmaya, yaratılmaya, doğmaya, doğurmaya ve benzeri hallere muhtaçtırlar. Allah ise, bunlardan hiçbirine muhtaç değildir. Bunlar yok iken,  o yine vardı. Her şeyi yoktan O var etti. O madde dediğimiz nesnelerin hiçbir özelliği ile mukayese edilemez. O’nu, bilinen mümkinat dediğimiz yaratılmış varlıklarla karşılaştırmaya çalışan çok büyük hata eder. Çünkü O “leyse kemuslihi şeyün’’ dür. Yani ne zatında, ne sıfatında ne işlerinde benzeri yoktur. Misli olamaz, ortağı bulunmaz.

Evet, bütün kainatı, bütün şuunatıyla ve keyfiyatıyla kabza-i  Rububiyetinde tutup, bir hane ve bir saray hükmünde, kemal-i intizam ile tedbir, idare ve terbiye  eden bir Zat-ı Akdes’e, misil ve mesil ve şerik ve şebih olmaz, muhaldir.

Evet,  O öyle bir Zattır ki, O’na yıldızların icadı zerreler kadar kolay gelir.. O’nun kudreti karşısında, en büyük şey ile en küçük şey birdir.  Hiçbir şey hiçbir şeye, hiçbir fiil hiçbir fiile mani olmaz.  Hadsiz fertler, bir fert gibi nazarında hazırdır.  Bütün sesleri birden işitir.  Umumun hadsiz ihtiyaçlarını birden yapabilir.  Kâinattaki bütün varlıkların intizamlı ve ölçülü yaratılışları,  hiçbir şeyin O’nun idare ve tedbirinin ve dilemesinin haricinde olmadığını gösterir. Hiçbir mekânda olmadığı halde, her bir yerde ve her bir mekânda kudretiyle, ilmiyle hazırdır. Her şey O’ndan nihayet derecede uzak olduğu halde, O ise her şeye nihayet derecede yakındır. İşte böyle bir Zat-ı Hayy-ı Kayyum-u Zülcelalin elbette hiçbir cihetle misli, naziri, şeriki, veziri, zıddı, niddi olmaz ve olması muhaldir .

Güneş misali ile bunları akla bir derece yakınlaştırabiliriz. Mesela güneş ışığı, ısısı ve yedi rengi ile bütün eşyaya yakındır.  Bütün varlıklar ondan kilometrelerce uzaktır.  Bir an için güneş akıllı ve şuurlu kabul edilse, onun yedi renginin her birisini de bir sıfatı olarak dikkate alınsa, mesela yeşil rengi görmesi, sarı rengi işitmesi, mavi rengi konuşması gibi farz edilse, yeryüzündeki bütün varlıklarla bir anda görüşebilir. Bütün mahlûkatın sesinin bir anda işitir. Biri diğerine mani olmazdı. Hem her varlığın yanında olduğu halde, onlardan kilometrelerce uzak bulunurdu. İşte Cenab-ı Hak da, sonsuz nuraniyete sahip olduğundan bir anda her yerde bulunabilir, her şeyi bizzat kendisi idare eder, bir iş bir işe mani olmaz.

4-Allah’ın Varlığı Kendi Zatındandır

Allah’ın ezeli ve ebedî olan varlığı kendi zatıyla kaimdir. Kendi varlığı mukaddes zatının gereğidir, asla başkasından değildir. Bunun için Allah Teala’ya Vacib’ul vucud, yani, varlığı kendinden dolayı gerekli denilir. O’nun varlığı, başka bir var edene muhtaç olmaktan uzaktır.  Yaratılmış olarak düşünülen şey, ilah olamaz. Bunun için; “Allah’ı kim yarattı? Diye soru sorulmaz. Çünkü böyle bir soru, başlangıçtaki İlâh tarifindeki kabule aykırıdır.  Allah’ı tarif ederken, her şeyi O‘nun yarattığı, fakat kendisinin yaratılmadığı kabul edilmişti.

O, kendiliğinden vardır, kadimdir. O ilahi kitabında bildirdiği gibi doğmamıştır, doğrulmamıştır. Başkasının var etmesine muhtaç değildir. Eğer böyle olmasaydı, ne kâinat bulunurdu, ne de başka bir şey.

Bu gerçek kabul edilmeyince, içinde yaşadığımız âlemin varlığını izah etmeye imkân kalmaz. Allah’tan başka var olan ve mümkünat dediğimiz şeyler ise, hem var olmaya hem de yok olmaya bağlı oldukları için, bir var ediciye muhtaçtırlar .

Allah’ın Kudreti Zatındandır

Allah’ın sıfatları zatındandır. Yani O’nun varlığının gereğidir.  Bizim sıfatlarımız varlığımızın gereği değildir. Nefis Allah’ın sıfatlarını anlamada kendine kıyas yaptığı için, nefsin bunu anlaması biraz zordur.  Mesela, Allah’ın görme sıfatı zatındandır.  Yani, görmesi olmayan veya sınırlı olan İlâh olamaz.  Ama görmesi olmayan veya sınırlı olan yine insan tarifine dâhildir.  Aynı şekilde, kudreti olmayan veya sınırlı olan İlâh değildir.  İşitmesi sonsuz olmayan İlâh olamaz.

Allah’ın sıfatlar zatındandır. Sıfatlar zatından olunca, o sıfatın zıddı oraya giremez. Girdiği farz edilse, o zaman iki zıddın bir anda bulunması gerekir ki,  bu da mantıken mümkün değildir. Mesela, ilmin zıddı cehalettir.  Allah âlimdir. Yani sonsuz ilim sahibidir.  Aynı anda Allah hem sonsuz ilim sahibi ve hem (haşa) hiçbir şeyi bilmeyen cahil olamaz.  Aynı şekilde, hem her şeye gücü yeten sonsuz kudret sahibi olması ve hem de (haşa) hiçbir şeye gücü yetmeyen bir acziyet içinde bulunması mantıken mümkün değildir.

Bir sıfatın zıddı olmayınca, orada derecelenme ve mertebe olmaz. Çünkü her şeyin derecelenmesi, zıtlarının varlığı sebebiyledir. Mesela, güzelliğin derecelenmesi çirkinliğin mevcudiyeti sebebiyledir. Mahlûkatta, yani yaratılan varlıklarda bu derecelenme olur. Çünkü onların var olmaları için,  sıfatları varlıklarının gereğinden değildir.  Bazı sıfatların sınırlı olması veya hiç bulunmaması, o varlıkların meydana gelmesine engel değildir. Ama Allah öyle değildir. O’nun bütün sıfatları sonsuz olmak ve mutlaka bulunmak durumundadır.

Allah’ın sıfatlarında derecelenme ve mertebe olmadığı için, az-çok, büyük-küçük O’na göre birdir.  Allah’ın bir atomu yaratmada harcadığı kudret ne ise, Cennet ve Cehennem de dâhil, bütün kâinatı yaratmada harcadığı kudret aynıdır. Hatta Allah, mevcut kâinatın sonsuz katı kadar daha kâinatları yaratacak olsa, yine bir atomu yaratmada harcadığı kudretten fazla bir kudret harcamayacaktır.

Kısaca,  büyüklük ve küçüklük, zorluk ve kolaylık insana göredir. Allah’ın sonsuz kudreti karşında az-çok, büyük-küçük birdir, fark etmez. İnsanı yanıltan da bu sırrın anlaşılamamasıdır.

Dr. İdris Görmez / NurNet.Org

Nihayetsiz Özgürlük

Evet hadisat-ı alem 6 cihetten tazyik ediyor, dünya bazı kişisel gelişimcilerin dediği gibi toz pembe değil. Ama bu nefsin gördüğü zahir ve maddesel, dünyevi tarafta böyle. Yoksa kalp ve ruh cihetinde hiçbir hadise özgürlüğümüzü elimizden alamıyor; çünkü ruh ve kalbin cevelan sahası Allah’a intisap yani o intisabın(iman bağının) kavileşmesi, derinleşmesi, farklı manalarda kurulması olduğu için dış tazyik ancak buna vesile oluyor, kolaylaştırıyor, belki insanı mecburen o intisabı kuvvetlendirmeye itiyor; işte o cihette insan denen mahluk NİHAYETSİZ özgür.. Zaten manevi terbiyelerin gayesi de insanı bazı meşakkatlere mecbur ederek o içerdeki vicdan, kalp, ruh gibi mekanizmaları tetiklemek.

Biz bilinçli olarak böyle bir terbiyeye girsek de girmesek de Rububiyet-i ilahiye bizi evirip çevirip iç alemimizi çalıştırmaya sevk ediyor. Dünya hayatı ve hadisatı bu manada istihdam ediliyorlar şeklinde değerlendirmek kader risalesinden çıkan bir netice diye anlıyoruz.

Yani özgürüz.. Kendimizi sıkıştırılmış hissettiğimiz noktalar nefsimizin Rububiyet iddia etmek isteyip de eline geçmeyen varlık yanılgıları.. Herşeyin sahibi olan Zatı, Malik-ül Mülkü bulmamız, mevhum varlık iddiamızdan kurtulmamız için sıkıştırılıyoruz.Çok bunaldığım, ağır bir imtihandaydım, bir kardeşim söylemişti : “at seccadeni, istediğin kadar namaz kıl, kim tutar seni..” demişti. İstediğimiz kadar yana yana Allah diyelim, kim tutar bizi..

Aliye Yüksel

Hesabını verebileceğimiz bir hayat yaşadığımızdan emin miyiz?

Yılbaşından geriye dönüp baktığımızda nice yılları tüketip arkaya attığımızı görmekteyiz.

Ancak, israf edip de arkaya attığımız o yılların hesabının bizi beklediğinin de farkında mıyız? Ne kadarını değerlendirmiş, ne kadarını israf ederek atmışız geriye düşünüyor muyuz?.. Yani hesabını verebileceğimiz bir hayat yaşadığımızdan emin miyiz?

İsterseniz gelin bu hesap verme meselesini, Bağdat’ın büyük mutasavvıfı Şibli Hazretleri nasıl anlayıp anlatmış bir ona bakalım, hayatımızı bir de onun hesap anlayışıyla incelemiş olalım.

Üçüncü asrın büyük muhaddis ve mutasavvıfı sohbetlerine hep şu ikazlarla başlıyor:

– Ey Müslümanlar! Günler, aylar.. derken seneler geçiyor, harcadığımız seneleri hep geriye atıyor, hesap gününe biraz daha yakınlaşıyoruz. Öyle ise orada hesaba çekilmeden önce burada kendimizi hesaba çekerek yaşamalı, hesabını veremeyeceğimiz yanlışlarla dolu hayattan yılandan, akrepten kaçar gibi kaçmalıyız.

Şibli Hazretleri’nin bu ikazlarını dikkatle dinleyen bir hürmetkârı der ki:

– Efendi Hazretleri, konuşmalarınıza hep ‘Hayatınızı hesaba çekerek yaşayın!’ ikazıyla başlıyorsunuz. Biz burada kendimizi hesaba çekerek yaşarsak sanki orada hesabımız kolay geçecek, bir sıkıntı ile karşılaşmayacak mıyız?

İmamın cevabı hem ümit verici, hem de uyarıcı olur:

– Burada der, kendini hesaba çekerek yaşayanın oradaki hesabı kolay olacak, hesabını yapmadan yaşayanların hesabı ise çok çetin geçecek, duyacağı son pişmanlık da hiç fayda vermeyecektir!..

Bu cevap üzerine soru sahibi, kendini hesaba çekerek yaşama kararı alır. Yani, ahirette hesabını veremeyeceği hiçbir işi dünyada yapmama azmine girer. Bu sıralarda bir gece rüyasında bakar ki kendisini böyle ikazlarıyla irşad eden Şibli Hazretleri beyaz bir at üzerinde bulutlara doğru uçup gidiyor. Arkasından seslenir:

– Ne olur birazcık dur da ben de geleyim seninle!. Cevap manidardır:

– Ben buradaki hesabımı bitirdim, şimdi oradaki hesabımı vermeye gidiyorum! Artık bir saniye dahi bekletmezler beni burada!..

Bu rüyanın manasını öğrenmek için sabah ilk işi üstadını ziyarete gitmek olur. Bakar ki kapısında cenaze hazırlığı var. Anlar ki burada hesabını yaparak yaşadığı hayatının son hesabını vermek üzere uçmuş bulutlara doğru…

Vasiyeti gereği cenazesini kendisi kıldırıp defnini yaptıktan sonra çok üzüldüğü üstadını rüyasında görme niyetiyle uzun dualar okuyarak girdiği gece uykusunda karşısında bulur mürşidini. İlk sorusu hesap meselesi ile ilgili olur:

– Sen der, dünyada kendini hesaba çekerek yaşar, bize de ısrarla hesabını verebileceğimiz hayat yaşamamızı tavsiye ederdin, senin hesabın nasıl oldu orada? Cevap manidardır.

– Melekler der, beni hesaba çekmek üzere karşıma geçtikleri sırada çok korktum, sıtma tutmuş gibi titremeye başladım. O sırada Rabb’imizden bir hitap geldi sorgu meleklerine:

– O kulum dünyada hesabını yaparak yaşadı, veremeyeceği hesabı yoktur burada. Şiddet değil şefkat gösterin hesabını yaparak gelenlere!

Şibli Hazretleri bundan sonra şu tembihte bulunur:

-Siz de der, hesabını verebileceğiniz bir hayatla gelin buraya. Sizin için de, ‘O kulum dünyada hesabını yaparak geldi, veremeyeceği hesabı yoktur, şefkat gösterin hesabını yaparak gelen bu kuluma da!’ desin Rabb’imiz.

– Ne dersiniz?.. Biz de nasıl bir hayat yaşadığımızı düşünsek de, hesabını verebileceğimiz bir hayatla gitme kararı alsak mı yılın bu başında? Hesap meselesinin bizim de bir numaralı meselemiz olması gerekmez mi? Başladığımız yılın başında bu önemli konumuzu düşünmeyeceksek daha ne zaman düşüneceğiz?

İsterseniz sözü daha fazla uzatmadan yazımızın başlığını bir daha okuyalım:

“Hesabını verebileceğimiz bir hayat yaşadığımızdan emin miyiz!?”

Yarın: Her sabah bizden 8 şey istendiğini biliyor muyuz?

Ahmed Şahin / Zaman

Yaratılışın en yüce gayesi

Yaratılışın en yüce gayesi Allah’ı tanımak ve bilmektir… Bu kısa video kaçmaz…

Her cemâl ve kemâl sahibi, kendi cemâl ve kemâlini görmek ve göstermek istemesi sırrınca, o sultan-ı zîşan dahi istedi ki, bir meşher açsın, içinde sergiler dizsin; tâ nâsın enzârında saltanatının haşmetini, hem servetinin şâşaasını, hem kendi san’atının hârikalarını, hem kendi mârifetinin garîbelerini izhâr edip, göstersin. Tâ, cemâl ve kemâl-i mânevîsini iki vecihle müşâhede etsin…

Video:

Evlilikte mantık mı, yoksa duygular mı öne çıkmalı?

Hayatın dönüm noktalarından biri de evlilik. Gençler eş adayıyla ilgili değerlendirmelerini ince eleyip sık dokuyarak yapmaya çalışıyor. Karar aşamasında ‘Mantık mı yoksa duygular mı?’ sorusu ise kafaları kurcalıyor.

Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. H. İbrahim Acar, “Evlilik gibi önemli bir karar verilirken duyguların tek başına yeterli olmadığı bilinmeli ve mantık devre dışı bırakılmamalı. Çünkü mutluluk duygularla yoğrulmuş mantıklı bir kararla yakalanabilir.” diyor.

Evlilik kişinin geleceğinin yanı sıra ahiret hayatını da etkileyecek önemli bir karar. Bu bakımdan evlenecek gençlerin hayat görüşü ve ideallerinin de benzer olması önem arz ediyor. İslam dininde eşler arasında denkliğin önemli olduğunu söyleyen Acar, “Sevgi ve şefkatin eşlerin kalplerine hâkim olduğu yuvalar, ancak birbirlerine denk kimselerle kurulur. Ailelerin sosyal yapıları, kültür seviyeleri, dinî anlayışları, idealleri ve yaşam düzeylerinin belli ölçüler dâhilinde de olsa benzerlik arz etmesi, mutluluk ve huzurlarının vesileleridir.” diye konuşuyor.

Önce kendinizi tanıyın ‘Karşımdaki kişi benim için uygun bir eş mi?‘ sorusunun doğru cevaplanması için kişinin kendini iyi tanıması gerektiğini belirten Acar, kendini fark etmemiş, çözümleyememiş birinin eş adayını tanımasının ve sağlıklı değerlendirmesinin mümkün olmadığını söylüyor. Acar, “Gençler evlenmeyi düşündüklerinde önce kendilerine ‘Nasıl bir kişiliğe sahibim? Hoşlandığım hoşlanmadığım şeyler neler? Hayattan ve evlilikten ne bekliyorum? Nasıl bir insanla mutlu olurum?‘ sorularını sorup cevaplarını vermeli. Sonra da eş adayını beklentilerinin süzgecinden geçirerek tercihte bulunmalı.” şeklinde konuşuyor.

Aile ilişkileri nasıl, onu sorgulayın

Eş adaylarını aile ilişkileriyle de değerlendirmelerini tavsiye eden İbrahim Acar, “Annesine, kız kardeşine, anneanne veya babaannesine, hala, teyze gibi akrabalarına saygılı davranan, destek olan bir gencin evlendiğinde eşine de saygılı davranması ve ona destek olması kuvvetle muhtemeldir.” diyor. Acar, gençlerin evlenmeden önce aile başta olmak üzere çevresinde güvendiği insanlarla istişare etmesinin ve onların onayını almasının evliliğin devamı için önemli olduğunun altını çiziyor. Acar, güzelliğin sadece mutluluk için yetmeyeceğini ifade ediyor.

Neşe Polat / Zaman Gazetesi

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version