Yaratılışın en yüce gayesi

Yaratılışın en yüce gayesi Allah’ı tanımak ve bilmektir… Bu kısa video kaçmaz…

Her cemâl ve kemâl sahibi, kendi cemâl ve kemâlini görmek ve göstermek istemesi sırrınca, o sultan-ı zîşan dahi istedi ki, bir meşher açsın, içinde sergiler dizsin; tâ nâsın enzârında saltanatının haşmetini, hem servetinin şâşaasını, hem kendi san’atının hârikalarını, hem kendi mârifetinin garîbelerini izhâr edip, göstersin. Tâ, cemâl ve kemâl-i mânevîsini iki vecihle müşâhede etsin…

Video:

Evlilikte mantık mı, yoksa duygular mı öne çıkmalı?

Hayatın dönüm noktalarından biri de evlilik. Gençler eş adayıyla ilgili değerlendirmelerini ince eleyip sık dokuyarak yapmaya çalışıyor. Karar aşamasında ‘Mantık mı yoksa duygular mı?’ sorusu ise kafaları kurcalıyor.

Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. H. İbrahim Acar, “Evlilik gibi önemli bir karar verilirken duyguların tek başına yeterli olmadığı bilinmeli ve mantık devre dışı bırakılmamalı. Çünkü mutluluk duygularla yoğrulmuş mantıklı bir kararla yakalanabilir.” diyor.

Evlilik kişinin geleceğinin yanı sıra ahiret hayatını da etkileyecek önemli bir karar. Bu bakımdan evlenecek gençlerin hayat görüşü ve ideallerinin de benzer olması önem arz ediyor. İslam dininde eşler arasında denkliğin önemli olduğunu söyleyen Acar, “Sevgi ve şefkatin eşlerin kalplerine hâkim olduğu yuvalar, ancak birbirlerine denk kimselerle kurulur. Ailelerin sosyal yapıları, kültür seviyeleri, dinî anlayışları, idealleri ve yaşam düzeylerinin belli ölçüler dâhilinde de olsa benzerlik arz etmesi, mutluluk ve huzurlarının vesileleridir.” diye konuşuyor.

Önce kendinizi tanıyın ‘Karşımdaki kişi benim için uygun bir eş mi?‘ sorusunun doğru cevaplanması için kişinin kendini iyi tanıması gerektiğini belirten Acar, kendini fark etmemiş, çözümleyememiş birinin eş adayını tanımasının ve sağlıklı değerlendirmesinin mümkün olmadığını söylüyor. Acar, “Gençler evlenmeyi düşündüklerinde önce kendilerine ‘Nasıl bir kişiliğe sahibim? Hoşlandığım hoşlanmadığım şeyler neler? Hayattan ve evlilikten ne bekliyorum? Nasıl bir insanla mutlu olurum?‘ sorularını sorup cevaplarını vermeli. Sonra da eş adayını beklentilerinin süzgecinden geçirerek tercihte bulunmalı.” şeklinde konuşuyor.

Aile ilişkileri nasıl, onu sorgulayın

Eş adaylarını aile ilişkileriyle de değerlendirmelerini tavsiye eden İbrahim Acar, “Annesine, kız kardeşine, anneanne veya babaannesine, hala, teyze gibi akrabalarına saygılı davranan, destek olan bir gencin evlendiğinde eşine de saygılı davranması ve ona destek olması kuvvetle muhtemeldir.” diyor. Acar, gençlerin evlenmeden önce aile başta olmak üzere çevresinde güvendiği insanlarla istişare etmesinin ve onların onayını almasının evliliğin devamı için önemli olduğunun altını çiziyor. Acar, güzelliğin sadece mutluluk için yetmeyeceğini ifade ediyor.

Neşe Polat / Zaman Gazetesi

Risâle-i Nûr’un Esasları

Risâletü’n-Nûr, gerçi umûma teşmil sûretiyle değil, fakat herhalde hakîkat-i İslâmiyyenin içinde cereyân edip gelen esâs-ı velâyet ve esâs-ı takvâ ve esâs-ı azîmet ve esâsât-ı Sünnet-i Seniyye gibi ince, fakat ehemmiyetli esasları muhâfaza etmek bir vazife-i asliyyesidir. Sevk-i zarûretle, hâdisatın fetvalarıyla onlar terk edilmez. (1)

Bediüzzaman Hazretlerine ait yukarıdaki cümlede, Risale-i Nur’un bir takım esasları ifade edilmiştir.

Bir bütün olarak baktığımızda görülecektir ki, altı erkân-ı imâniyye, beş esâsât-ı İslâmiyye, Kur’ân ve mütevâtir hadîsin nassıyla sabit olan İlâhî hükümlerden tut, tâ en fer’î (2) meselelere kadar üzerinde ittifak edilmiş olan meseleler, Risale-i Nur’un ders konusudur.

Risale-i Nur’un ders verdiği bu yüksek hakîkatlardan/yüce esaslardan dördünü, yukarıdaki cümle içinde görmekteyiz. Onlar da:

1.Esâs-ı velâyet: Farzları yerine getirmek, kebâiri (3)  terk etmek, küçük günahlarda ısrar etmemek ve sünnet-i seniyyeye ittiba’ etmek sûretiyle Allah’a yaklaşmak.

Nur’un has talebeleri, hakîkat-ı İslâmiyyenin içinde cereyan edip gelen velâyetin esasına, yani nübüvvet verasetinin sırrına mazhar olur. Yani farzları ifa, kebîreleri terk etmek, sağâirde (küçük günahlarda) ısrar etmemek ve Sünnet-i seniyyeye uymak sûretiyle Allah’a yaklaşmış olur.

Risale-i Nur mesleğinde, nâfilelerle değil, farz ve sünnetlerle Allah’a yaklaşmak prensibi esastır. Bir başka ifade ile, kurb-i nevâfil değil, kurb-i ferâiz esastır.

Çünkü Risâle-i Nur, müstakil bir tarikat ve müstakil bir meslek olmadığından, doğrudan doğruya şerîatın ve sünnet-i seniyyenin içindeki velâyet-i Ahmediyyenin cilvesini göstermektedir. Kısaca ifade etmek gerekirse; “Tarîkat-ı Muhammediyye” dir.

Bu bakımdan, sünnetin esaslarına riâyet ve ehl-i sünnet âlimlerinin tesbit ettiği o nurlu esasları/prensipleri/ilkeleri bid’alara karşı koruyup muhâfaza etmek ve ehl-i imânın gönüllerinde yerleşmesine, ihyâ ve intişarına vesîle olmak gibi bir misyonun  asrımızdaki sözcüsü/dellâlı/temsilcisidir.

Bu mesele üzerinde o kadar yoğunlaşmıştır ki, sahâbe ve müçtehidlerin icmâıyla ittifak edilmiş tek bir sünnetin tezyîf, tahkîr ve inkârına yol açabilecek her türlü teşebbüs ve davranışların karşısında şiddetle nûrâni bir set oluşturmuştur.

“Bahtiyar odur ki, bu ittibâ-ı sünnette hissesi ziyâde ola. Sünnete ittiba’ etmeyen, tenbellik eder ise, hasâret-i azîme; ehemmiyetsiz görür ise, cinâyet-i azîme; tekzîbini işmâm eden tenkîd ise, dalâlet-i azîmedir.” (4)  ifadeleri, yukarıdaki açıklamalarımıza en veciz bir mesnet teşkil etmektedir.

2. Esâs-ı takvâ: Nehyedilen her türlü günahtan kaçınmak (menhiyyattan içtinâb).

3. Esâs-ı azîmet: İmkân ölçüsünde azîmeti esâs tutmak, ruhsatlarla amel etmemek.

4. Esâsât-ı Sünnet-i Seniyye: Başta imânî hakîkatler ve İslâmî esaslar olmak üzere Sünnet-i Seniyyenin bütün merâtibini öncelikle kalben tasdîk etmek, nafile ve âdab kısmında ise mümkün olduğu kadar ittibâya çalışmak.

Risale-i Nur, Kur’ân ve hadîste açıkça izah edilen ve dört mezhebin, belki de on iki hak mezhebin üzerinde ittifak ettiği sünnetin esaslarını isbat ederek hikmetlerini, güzelliklerini göstermiş, bid’aların, dinde olmayan ve sonradan dine sokulan fikir/düşünce ve hayat tarzlarının çirkinliklerini ümmetin nazarına vererek güçlü delillerle ayrıntılı bir biçimde ortaya koymuştur.

“On Birinci Lem’a” olan Mirkatüs-Sünne ve Tiryâk-ı Marazi’l-Bid’a Risâlesinde ve “Yirmidokuzuncu Mektub”un Altıncı ve Yedinci kısımlarında sözünü ettiğimiz konular, ikna edici delillerle izah ve isbat edilmiştir.

Özellikle Tesettür Risâlesinde kadınların tesettür ve giyim tarzı,  müfessirlerin ve müçtehidlerin görüşleri istikametinde Kur’ânî bir bakışla bid’alara karşı müdafaa edilmiştir.

“İktisâd Risâlesi” nde, yine sünnetin en önemli temel taşlarından olan iktisat meselesinde emirler zikredilmiş, isrâfın zararları üzerinde durulmuştur.

“Hikmetü’l-İstiâze Risâlesi”nde, bid’at ehlinin bâtıl fikirleri çürütülerek reddedilmiş, Sünnetin düstularındaki hakkâniyet vurgulanarak imân ehlinin en sağlam kal’ası olan Sünnet kal’asına sığınmaları, ahir zamanın fesat ve bozgunculuklarından ancak bu yolla selâmette kalınacağı delillerle ortaya konmuştur.

Ayrıca Risale-i Nur’da, “Arabî ezân, kamet ve hutbe” (5)  gibi İslâmî şeâir isbat edilerek, onların yerine ikame edilmek istenen bid’alar, şiddetle reddedilmiş, şeâirden olan Kur’ân hattı müdâfaa edilmiş, Kur’ân yerine tercümelerinin geçerli olmadığı isbat edilmiştir.

“Haşr-i cismânî, tevhîd-i hakîkî “ gibi pek çok esasları reddeden ehl-i dalâlet ve ehl-i felsefenin fikirlerini de çürütmüştür.

Ve daha bunun gibi, sünnetin müdâfaası, bid’aların reddi hususlarında pek çok izah ve isbatlar,  bu eserlerde şerefle yerlerini almıştır.

“Sevk-i zarûretle, hâdisatın fetvâlarıyla onlar terk edilmez” diyerek bir kısım şer’î ruhsatları bahane edip, “ Zaman değişti, olaylar böyle gerektiriyor, eski müçtehidlerin fetvalarıyla hareket edemeyiz, v.s..” bahanelere sığınarak Sünneti tahrîb, tahrîf etmek isteyenlere karşı, azîmet ve takvâyı tavsiye etmiştir.

Bilinmelidir ki, zarûret meşrû’ yoldan kaynaklanırsa haramı helâl kılar. Halbu ki bu zamanda zarûret denilen şey, beşerin sû-i ihtiyarından ve gayr-ı meşrû’ yoldan gelmektedir. Şerîatteki ölçü ise; ölüm, şiddetli darp veya bir uzvun kesilmesi gibi zarûretler söz konusudur. Bu zamanda ise, dünyayı ahirete tercihle zarûret bahanesiyle en küçük bir dünya menfaati, dinin en büyük meselelerine tercih edilerek bu ruhsatlar sû-i isti’mal edilmektedir.

İşte bu bakımdan bid’at ve dalâlet ehline karşı Sünnetin müdâfaası, ancak takvâ ve azîmet yolunu tercih etmekle mümkündür.

O azîz Üstad’ın mânevî vârislerinden olan başta Hacı hulûsî ağabey olmak üzere, Hoca Sabri, Hâfız Ali, Mehmet Feyzi Efendi gibi zevât-ı âliye bu tarz bir yaşantıyı tercih ettiler.

a) Üstad Bedîüzzaman Hazretleri ve mânevî vârisler, “İn ecriye illâ alallah” diyerek kimseden hediye almamışlar.

b) Siyâsete girmemişler, siyâsîlerin entrika ve ayak oyunlarına asla gelmemişler,

c) Giyim-kuşamlarına dikkat etmişler,

d) Gece (teheccüd) namazını terk etmemişler,

e) İktisatla yaşamış, zarûret miktarı yemiş-içmişler,

f) Üstad Hazretleri, hiçbir siyasîye karşı dinde ta’vîz vermemiş, yazdığı mektuplarla siyâset adamlarını ve idarecileri şerîate, ona uymaya ve İslâmî hakîkatleri hayata geçirmeye dâvet etmiştir.

g) Bedîüzzaman Hazretleri harama nazar etmemiş,

h) Üzerinde resim bulunan paraya elini sürmemiş, Hacı Hulûsî Bey de üzerinde resimli para bulunduğu halde namaz kılmamıştır.

Bu ve bunlar gibi prensiplere bakıldığında görülecektir ki, Üstad ve has talebeleri ruhsatlarla değil, azîmetle amel etmişlerdir.

Altı çizilmesi gereken husus  şudur ki; Risâle-i Nur, Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin yaşadığıdır.

Makalemizi yine O’nun konu ile alakalı sözleriyle bağlayalaım inşâallah:

“[Bu mektup gayet ehemmiyetlidir.]
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Bugünlerde, Kur’an-ı Hakimin nazarında, imandan sonra en ziyade esas tutulan takvâ ve amel-i salih esaslarını düşündüm. Takvâ, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek ve amel-i salih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def-i şer, celb-i nef’a râcih olmakla beraber, bu tahribat ve sefahet ve câzibedar hevesat zamanında bu takvâ olan def-i mefasid ve terk-i kebair üssü’l-esas olup büyük bir rüçhaniyet kesb etmiş. Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takvâ bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur. Böyle kebair-i azime içinde amel-i sâlihin ihlasla muvaffakiyeti pek azdır.
Hem, az bir amel-i sâlih, bu ağır şerait içinde çok hükmündedir.
(6)

İsmail Aksoy

Dipnotlar:

1-      Kastamonu Lâhikası, Birden İhtar Edilen Bir Mes’ele

2-    İslam hukukunda şer’î delillerin bir kısmıdır. Şer’î delillerin diğer kısmı ise aslî delillerdir. Fer’î delillerin başlıcaları yedi tanedir. Bunlar sırasıyla şöyledir:

  1. İstihsân
  2. İstishâb
  3. İstislâh (Mesâlih-i Mürsele)
  4. Örf ve Âdet (Örf, Âdet ve Teâmül)
  5. Sahabi kavli
  6. Zerâyi’
  7. Şer’ü Men Kablenâ (Geçmiş Şeriatler)

3- Bu konuda Barla Lahikasında şu cümleler geçmekedir:
“Hem mektubunuzda yedi kebâiri soruyorsunuz. Kebâir çoktur; fakat ekberü’l-kebâir ve mûbikat-ı seb’a tâbir edilen günahlar yedidir: Katl, zina, şarap, ukuk-u vâlideyn (yani kat-ı sıla-i rahim), kumar, yalancı şehadetlik,

dine zarar verecek bid’alara taraftar olmaktır.”

4- Lem’alar, 11. Lem’a, 11. Nükte, 1. Mes’ele

5- bkz. Sözler, 27. Söz; Sözler, Lemeât; Mektûbât, Hakîkat Çekirdekleri; Mesnevî-i Nûriye, Hubâb; Mektûbât, 29. Mektup; Lem’alar, 10. Lem’a, vs..

6- Kastamono Lâhikası, Daimî hizmetinde bulunan Risale-i Nur şakirtleri tarafından edilen bir suale cevaptır.

Evlilikte ‘biz’ olabilen eşler, mutluluğu yakalıyor

Evlilikler canlı bir organizma gibidir. Beslenmek, bakılmak ister. Eşinize baskı yapmadan, evde hükümranlık kurmaya çalışmadan ortak yollar bulunabilir. Evlilik ona değer vermek, saygı göstermek, ‘ben’ yolundan çıkıp ‘biz’ olmayı başarmak demektir. Aile ilişkilerinde gönül aynasını kırmayın.

Evliliğinizde mutlu olmak mı istiyorsunuz?Acaba eşime nasıl davranırsam onu mutlu ederim?” sorusunun cevabını mı arıyorsunuz? İşte size yardımcı olacak cevaplar:

Eşinize değer verin. Hayatınızdaki ilk sırayı eşinize verin ve bunu, ona hissettirin. Böyle yaparsanız eşiniz kendini değerli görür. Değerli olduğunu anlayan eş, eşinin hatalarına değer vermez. Değersiz olduğunu düşünen eşse, eşinin hatalarına değer verir. Bu da aile içindeki huzursuzluğa netice verir.

“Ben” yolundan çıkıp “biz” yoluna girin. Evlilik mutluluğunu baltalayan, mutluluk gemisini yalpalayan şey bencilliktir. Kendi doğrularını karşı tarafa kabul ettirmek için evliliği savaş alanına döndürmektir. Evlilik ‘ben’ yolundan çıkıp ‘biz’ yoluna girmektir. Ancak o zaman güzeldir. ‘Ben yine yolumdan giderim‘ denilirse o evlilikte mutluluk yakalanmaz.

Kendinizi komutan yerine koymayın. Eşinizi, komutlarınızı “emredersiniz komutanım” diye yerine getirecek bir er gibi görmeyin. Siz üs, eşiniz as değil, yol arkadaşısınız.

Eşinizin duygularına kilit vurmayın. Eşinizin duygularını ve hatta kızgınlıklarını rahatça ifade etmesine izin verin. “Acaba bunu söylersem eşim ne der? Kavga çıkar mı? İyisi mi ben içime atayım.” dedirtmeyin. Unutmayın, düdüklü tencerenin havası alınmazsa patlar. Fay hattı yavaş yavaş kırılmazsa yer kabuğu depremle çatlar.

Eşinizin hatalarına göz yumun. Kurulmuş robot gibi sizin her istek ve arzunuza boyun eğmesini istemeyin. Robotlar da bozulabilir, bilgisayarlar da virüs kapabilir.

Sözünüzü dinletmeye çalışmayın. Bu evde ben ne dersem o olmalı. Çünkü ben yanlış yapmam.” düşüncesiyle, “şunu şöyle yap, bunu böyle yap, sözümü dinle” demeyin. Onun kararlarına saygı gösterin.

İnsaf çıtanızı yükseltin. Kendi isteklerinizin olmasını eşinize dayatmayın. “Ben bunu böyle seviyorum, sen de seveceksin. Bunun böyle olmasını istiyorum, sen de kabul edeceksin. Buraya gideceğim, sen de geleceksin vb.” demeyin. Sadece kendi mutluluğunuzu düşünüp karşı tarafa hayat hakkı tanımayarak “ne yapayım, o da benim yanımda olsun; olmuyorsa cezasını çeker” düşüncesiyle vicdanınızı susturmayın. Her insafsız davranışın bir karşılığı olduğunu, İlahi adalette de yer bulacağını aklınızdan çıkarmayın.

Eşinizi suçlamayın.Yine ne yaptın? Bir şeyi de doğru yaptığını görmedim. Senin yüzünden başım dertten kurtulmuyor.” demek yerine “Bir sıkıntın mı var? Problemini çözelim. Senin problemin benim problemim sayılır.” deyin.

Bilhassa aileniz için eşinizin gönül aynasını kırmayın. O da benim anneme-babama veya ablama-ağabeyime iyi davranmıyor.” demeyin. Çünkü böyle davranış, eşinizin hem size hem de akrabalarınıza karşı kin tutmasına sebep olur. Aralarına kin tohumu serpmek yerine sevgi köprüleri kurun. Bunun için de eşinizi herkesten çok sevdiğinizi ona hissettirin.

Mazi kitabını kapatın. Geçmişe ait kötülükleri bohça gibi açıp durmayın. Onları derleyip toplayıp çöp kutusuna atın. Nasıl olsa o sıkıntıların elemi gitmiş, lezzeti kalmıştır.

Çöpten çıkardığınız kirli şeyler nasıl evinizin havasını kirletirse geçmişe ait kötü hatıralar da mutluluğunuzun havasını bozar.

Gülay Atasoy / Zaman Gazetesi

Deux Soldats

Il était une fois que le commandant d’un détachement militaire avait chargé ses deux soldats pour aller à une garnison lointaine. Ces deux soldats, après avoir fourni les choses nécessaires pour leur campagne, les ont remplacées dans leurs sacs à dos et en ceignant leurs équipements se sont mis en route. On était à peine au point de départ de la route que celle-ci s’est séparée tout d’un coup en deux sentiers. L’un d’eux allait à droite, l’autre à gauche. Juste au moment où les soldats se discutaient le quel sentier devraient-ils prendre, un vieillard dont  tous les comportements signalait sa droiture apparut  soudain en face d’eux. Le vieillard en les instruisant sur les deux sentiers leur dit comme suit :

“ Si vous suivez le sentier droit, vous serez obligés de porter les poids au-dessus de vos épaules tout le long du chemin. Mais quand même, vous arriverez à bon port à votre objectif  sans rencontrer un péril grave pendant le passage. De plus, vous prendrez une récompense à la fin de la route. Si vous vous orientez au côté gauche, vous pouvez laisser par terre vos poids, cependant, puisque vous manquez vos armes et vos autres munitions, vous pourriez subir plusieurs dangers en route. Les deux chemins sont des mêmes longueurs. Le choix est à vous. “

Sur ces paroles, celui intelligeant et aimant l’ordre et la règle des soldats a choisi suivre le chemin droit ; et  celui ne supportant même pas la plus petite peine et préférant une vie désobéissante le chemin gauche.

Quand ils se sont rencontrés au point de l’arrivée, même s’ils ont compris en personne tous les deux le quel chemin était heureux, c’était déjà trop tard. Celui qui suit le chemin droit bien qu’il avait porté ses poids un peu gênant au-dessus de ses épaules, était arrivé à son objectif sain et sauf sans nulle peur. En plus, le commandant l’avait récompensé. Quant à celui qui suivit le chemin gauche, comme il s’est désolé en subissant plusieurs périls, a été puni et réprimandé par son commandant.

Comme ces soldats mentionnés dans ce petit récit, nous aussi, pour ainsi dire, nous sommes chargés par Notre Seigneur de parvenir à  l’au-delà  dans le monde des âmes. La vie mondiale est une étape où notre voyage se déroulera. Les poids que nous portons sont des obligations que notre religion a mises au-dessus de nos épaules. Tandis que les passagers du chemin droit qui obéissent les ordres divins  et supportent les charges d’Allah [Exalté soit-il] arrivent à l’au-delà dans la sérénité, de plus ils seront récompensés par un bonheur comme Le Paradis. Quant aux poursuivants du chemin gauche qui n’acceptent pas les charges religieuses, malgré qu’ils aient subi tant de gênes dans le monde, seront affrontés à une peine entraînant dans l’enfer.

Comme l’équipement d’un soldat ne constitue pas une lourdeur pour lui et qu’il ne se retient pas de le porter, n’est-il pas nécessaire aux hommes, étant les serviteurs d’Allah, de préciser notre chemin en pensant que le poids  des responsabilités de la servitude envers Allah  ne devait pas  constituer une lourdeur et d’agir selon Ses règles divines.

Source : Collection de Risale-i Nur, 3. Parole.

yazının tercümesi:

İKİ ASKER

Evvel zaman içinde, askerî bir birliğin komutanı, iki askerini, uzak bir garnizona gitmek üzere görevlendirmiş. Bu iki asker yol için gerekli şeyleri tedarik edip sırtlarındaki çantalara koymuşlar, teçhizatlarını kuşanıp yola koyulmuşlar. Neredeyse yolun başı sayılacak bir yerde birden yol ikiye ayrılmış. Yolların biri sağ tarafa, diğeri sol tarafa gitmekteymiş. Askerler tam hangi yoldan gideceklerini tartışırlarken, her halinden dürüst olduğu anlaşılan bir ihtiyar karşılarına çıkıvermiş. İhtiyar onlara bu iki yol hakkında bilgi vererek şöyle demiş:

“ Eğer sağ yoldan giderseniz, üzerinizdeki ağırlıkları yol boyunca taşımak zorunda kalacaksınız. Ancak yolda ciddî bir tehlikeyle karşılaşmadan sağ-salim varacağınız yere ulaşırsınız. Ayrıca yolun sonunda bir de mükâfat alırsınız. Sol tarafa yönelirseniz, üzerinizdekileri bırakabilirsiniz. Ne var ki, yoldaki tehlikelere karşı silahınız ve diğer malzemeleriniz olmayacağı için birçok tehlikeye maruz kalabilirsiniz. İki yolun uzunluğu da aynıdır. Seçim sizindir. “

Bu sözler üzerine, askerlerden aklı başında olup, nizam ve intizamı seveni sağ yoldan gitmeyi; en ufak zorluğa tahammül etmeyi göze almayıp, serkeşçe bir hayatı tercih edeni ise soldan gitmeyi seçmişler. Yolun sonunda karşılaştıklarında hangi yolun hayırlı olduğunu ikisi de bizzat görse de çoktan iş işten geçmiş. Sağ yoldan giden, her ne kadar biraz ağırlık taşısa da varacağı yere sağ-salim korkusuzca varmış. Üstelik bir de komutan tarafından mükâfatlandırılmış. Sol yoldan giden ise, birçok tehlikeye maruz kalarak perişan olduğu gibi komutanından azar işitip cezalandırılmış.

Bu hikâyecikteki askerler gibi bizler de adeta, ruhlar âleminde, Rabbimiz tarafından ahirete ulaşmak için görevlendirilmişiz. Dünya hayatı, yolculuğumuzun geçeceği yerdir. Üzerimizdeki ağırlıklar ise, dinimizin bize yüklediği mükellefiyetler. Cenâb-ı Hakkın emirlerini dinleyip ibadet mükellefiyetlerine katlanan sağ yolun yolcuları, ahirete selamet içinde varırken, üstelik bir de cennet gibi bir nimetle mükâfatlandırılmaktadır. Dînî mükellefiyetleri kabul etmeyen sol yolun yolcuları ise, dünyada bin türlü sıkıntı çektikleri halde bir de cehenneme girmek gibi bir cezaya çarptırılmaktadırlar.

Bir askerin teçhizatı nasıl kendisine ağır gelmez, onu taşınmayı yüksünmezse, Allah’a] kul olmuş insanlara da bu kulluğun sorumluluklarının ağır gelmemesi gerektiğini düşünüp, yolumuzu ona göre belirlememiz gerekmez mi?

Kaynak: Risale-i Nur Külliyatı, 3. Söz.

www.NurNet.org

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version