Kâinat İlahi Gösteri Merkezi

Allah’ın  icraatını insanın beş duyusuna açmasının Bediüzzaman’ın tevhid eğitiminde çok yönlü bir dağılımı vardır. Tanıttırmanın yanında göstermek  de önemli bir icraattır.

Allah atom zerratını kullanarak insanlara yeni yeni kâinatlar gösterir:

Şu zemin yüzündeki tarlasında, zerratı hizmetle tahrik ederek  intizam dairesinde tavzif edip, her asırda her fasılda, her ayda, belki her günde belki her saatte mucizat-ı kudretinden yeni yeni birer kâinat  gösterir.” (Sözler, 598)

Yeryüzü onun bir gösteri merkezi gibidir, orada sürekli aktörleri olan zerreleri, atomları değiştirerek yeni yeni gösteriler ortaya koyar.
İsimlerinin tecellilerinin nakışlarını göstererek, mahdut ve sınırlı bir sahnede, zeminde hadsiz nakışlar göstermektedir. Zemin sınırlı ama gösterilmesi gereken şeyler sürekli değişmektedir. Allah’ın gösterisinde süreklilik esastır: “Nihayetsiz tecelliyat-ı Esma-ı ilahiyenin nakışlarını göstermekle, o esmanın cilvelerini ifade için mahdut bir zeminde hadsiz nukuş göstermek, küçük bir sahifede nihayetsiz manileri ifade edecek olan hadsiz ayatları yazmak için Nakkaş-ı Ezeli zerratı, kemal-i hikmetle tahrik edip kemal-i intizamla tavzif etmiştir.” (Sözler, 598)

KEMAL, CEMAL VE CELALİN GÖRÜLMESİ

Elbette bu gösterinin iki seyircisi vardır, biri kendi sanatını gören Allah, diğeri de insandır. Allah hem kendi sanatını görür, insan da Allah’ın sanatını görür, Allah ikinci bir yön olarak kendi sanatı karşısında insanın nasıl bir tavır aldığını görür ve kaydeder, değerlendirir. Tıpkı bir rejisörün ürettiği sinemasını hem kendi gözü ile hem de seyircilerin seyrederken aldığı tavırlara göre değerlendirmesi gibi.

G ö s t e r i n i n   ana teması  cemal, kemal ve celalini göstermektir. Tanrısal sinema her an cereyan etmekte seyirciler ise kendilerine verilen algı araçları ile sinemayı yorumlamaktadırlar.
Kemalat yaptığı her şeyi en ideal yapması,

Cemal yaptığı her şeyden güzellikler göstermesi,

Celal ise insanı aşan azametli görüntüler demektir.

Demek bu kâinat sinemasında Allah kendi güzelliklerini, haşmetini ve  yaptığı olgun eserlerini gösterir. Bu rolleri yapanlar da atom zerratıdır:

Nihayetsiz ilahi kemalatı ve hadsiz cemalinin cilveleri ve gayetsiz celalinin görüntülerini, sonsuz Rabbani tesbihatı şu dar ve mahdut zeminde ve sonlu ve az bir zamanda  g ö s t e r m e k  için zerratı tam bir düzenle hikmetle, kudretiyle harekete geçirip tam bir intizamla vazifelendirerek, sınırlı bir zamanda, mahdut bir zeminde, sonsuz hesab edilmez tesbihat yaptırıyor. Sınırsız cemal tecellileri  ve celal tecellileri  ve kemal tecellilerini gösteriyor.” (Sözler, 599)

Sonra da bu celal,  cemal ve kemal görüntülerine seyircileri olan insanları çağırıyor bakın ve bu görüntülere tavırlarınızı koyun ve ibadet edin:

Namazın manası Cenab-ı Hakk’ı tespih, tazim ve şükürdür.

 Yani Celaline karşı  kavlen ve fiilen (dille ve davranışla) Sübhanallah deyip takdis etmek.. Hem kemaline karşı lafzen ve amelen Allahuekber deyip tazim etmek.. Hem cemaline karşı kalben ve lisanen ve bedenen Elhamdülillah deyip şükretmektir.” (Sözler, 44)

MEVLEVİLER GİBİ ZİKREDEN ZERRELER

Akılsız feylesoflar bu gösteriyi bir oyun olarak değerlendirmişler ve kötü bir kanaat ortaya koymuşlardır:

Beş bin hikmetle tahrik olunan zerratın tahavvülatını o akılsız feylesoflar hikmetsiz zannetmişler ve hakikatta biri enfüsi, diğeri afakî iki harekât-ı cezbekaranede zikir ve tesbih-i ilahi ile Mevlevi gibi zikreden ve deverana kalkan o zerreleri  kendi kendine sersem gibi dönüp oynuyorlar zu’metmişler.

    İşte bundan anlaşılıyor ki, onların ilimleri ilim değil, cehildir. Hikmetleri hikmetsizliktir.” (Sözler, 599)

O akılsız feylesofların başında atom konusunu doktora tezi olarak yapan Marks ve bunu ilk ortaya atan Demokritos gelmektedir.

Sonuncusu milattan önce beş yüzlerde, ikincisi ise bu  doktora tezini Ondokuzuncu yüzyılda Almanya’da bir üniversitede yapmıştır. Bu yüzden papazların baskısı ile üniversiteden atılmıştır.

MİRACIN ULVİ  HİKMETİ

Namaz celal, cemal ve kemal tecellilerinden doğduğu gibi, Miraç da bu büyük kelimelerin insanlara açılması için bir seyahattir:

“Aynen öyle de, Nakkaş-ı Ezelî, şu kâinatı, kemâlâtını ve cemalini ve hakàik-ı esmâsını göstermek için, öyle bir tarzda yazmıştır ki; bütün mevcudat, hadsiz cihetlerle nihayetsiz kemâlâtını ve esmâ ve sıfâtını bildirir, ifade eder. Elbette bir kitabın mânâsı bilinmezse hiçe sukut eder. Bâhusus, böyle her bir harfi binler mânâyı tazammun eden bir kitap, sukut edemez ve ettirilmez. Öyle ise, o kitabı yazan, elbette onu bildirecektir, her tâifenin istidadına göre, bir kısmını anlattıracaktır. Hem, umumunu en âmm nazarlı, en küllî şuurlu, en mümtaz istidatlı bir ferde ders verecektir. Öyle bir kitabın umumunu ve küllî hakàikını ders vermek için, gayet yüksek bir seyr ü sülûk ettirmek hikmeten lâzımdır. Yani, birinci sayfası olan tabakàt-ı kesretin en nihayetinden tut, tâ müntehâ sayfası olan daire-i ehadiyete kadar bir seyerân ettirmek lâzım geliyor. İşte şu temsil ile Mi’racın ulvî hikmetlerine bir derece bakabilirsin.” (Sözler, 528)

GÖRMEK  VE  GÖSTERMEK

Celal, kemal ve cemalden oluşan böyle bir kitabı insanların okuması gerekir, manaları, sırları bilmesi gerekir. Her varlık kendine göre bir okuma ve görme gerçekleştirecektir. Ama o manalar ise büyük bir öğretmene ders verilecek o da manaları diğer insanlara ders verecektir.

İşte Mirac’ın yüksek hikmetleri de yine  g ö s t e r m e k  ama gösterinin manalarını insanlara ders vermek gerektiğindendir, o manaları en  büyük gösterici ve tarif edici Resulullah yapacaktır:

Hem hiç mümkün olur mu ki nihayet derecede  bir hüsn-i zati sahibi, cemalinin  mehasinini  ve hüsnünün letaifini ayinelerde görmek ve göstermek istemesin.” (Sözler, 67)

Demek Resulullah gösterinin anlamlarını anlatandır. Bu gösteri kelimesi bir mana okyanusudur, devam edeceğiz İnşaallah

Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer

Sorularla Ermeni Meselesi

Ermeni Meselesi, neredeyse bir buçuk asır önce kucağımızda bulduğumuz, bugüne kadar da taşımak zorunda olduğumuz bir meseledir. Muhataplarının dışında pişirilen ve geliştirilen bu mesele, bin yıldır birbirine el kaldırmamış iki milleti bıçak sırtı gibi ikiye ayırmış, sönmeyen bir kin ve düşmanlık ateşini yakmıştır. Bu eserin telif edilmesi, çok önemli sebeplere dayanmaktadır.

En önemlisi ve birincisi. Ermeni meselesinin bir Müslüman Devlet olan Osmanlı devletindeki hukuk sistemi yani İslam Hukuku açısından değerlendirilmesidir.

İkincisi, olayların ve problemlerin soru ve cevap şeklinde takdim edilmesidir.

Üçüncüsü, sadece Batı kaynakları değil, sadece bizim arşiv kaynakları da değil, her ikisinin de nazara alınarak ve İslâmî ilimlere dair kaynaklar da ihmal edilmeyerek tahlili bir metot izlenmesidir.

Teshillerimize göre, Ermeni meselesi, İslam âleminde ve Gayr-i Müslim dünyada yeterince bilinmemekte veya yanlış bilinmektedir; Avrupa ve Amerika’daki Türk nesilleri tarafından maalesef bilinmemektedir, Türkiye’de ise özellikle İslâmî yönü itibariyle ele alınmamıştır ve nihayet bilim adamlarının birçoğu dahi hukuki ve islami tahlilleri açısından bilmemektedirler.

Bu eserin telifi bütün bu bilinmezliklere ışık tutmak amacını taşımaktadır. Bu eser, Ermeniler ve Ermeni Meselesi hakkında soru-cevap tarzında hazırlanmıştır. Ermenilerin tarihleri, kökenleri, Bizans, İlk dönem Müslümanlar ve Selçuklularla ilişkiler ve daha sonra da geniş bir şekilde Osmanlı döneminde Ermenilerin siyasi, kültürel, ekonomik hayatları anlatılmaktadır. Eserde tehcir meselesi üzerinde genişçe durulmuş, tehcirin İslam Hukukunda yeri ve Hz. Peygamberin Yahudileri tehcirine yer verilmiştir. Eser 17 bölümde 181 sorunun cevabını vermektedir.”

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz – Prof. Dr. Said Öztürk, OSAV

Menderes ve Bediüzzaman

MİLLETİN VE DİNİN MENFAATLARI

Bediüzzaman yaşadığı her dönemin siyasi düşüncesinde vazgeçilmez roller ifa etmiş, yine yaşadığı her dönemde  siyasi liderlerin her zaman duruşuna ve yorumuna saygı duyduğu ve her zaman hiçbir dünyevi beklentisi olmadan, sadece ülkede dini hayatın gerektiği gibi  yaşanması ve din ve vicdan hürriyetine saygı duyulması için ikazlarda, yönlendirmelerde bulunan bir büyük gözlemci ve siyasi pratikleri yönlendiren, hiçbir dünyevi parıltıya bakmayan  öyle bir endişesi olmayan uhrevi dini bir projektördür.

Ta padişahlık döneminde Trakya’ya yapılan bir seyahate şark bölgelerini temsilen padişah tarafından çağrılan vazgeçilmez bir bakış açısıdır. O hiçbir zaman devlet ricalinin himmeti ile onların yanında yer almanın cazibesine kapılmamış, böyle suni ve değersiz bir pozisyona girmemiş, girdiği her işte de milletin ve dinin menfaatleri adına durmuş ve ikaz etmiş, yönlendirmiştir.

ŞARK VE GARBIN ORTASINDAKİ BİR MİLLETE SENTEZ

Türk siyasi tarihini okudum, batının siyaset teorisyenlerinin bizim toplumumuza uymayan fikirleri her zaman uyumsuzluklara neden olmuştur. Namık Kemal Russo, Monteskiyo, Volter, Hugo’nun fikirlerinin hayranı idi. Onlara  göre kendini ayarladı, onlar gibi olmayı arzuladı. “Türk halkı Paris halkı gibi olsaydı ben bir Ruso, Monteskiyo olabilirdim” demiştir. Kafasındaki edebiyat adamları da batının adamları idi, büyük adamdı. Ama o Bediüzzaman gibi şarkla garbın ortasında bir haritada yer alan millete göre bir sentez yapma iktidarından mahrumdu,  batılı edebiyat ve siyaset adamlarının parıltısına koşan bir kelebek gibi onların ateşinde yandı, garip ve kimsesiz bir adada hayata veda etti.

İstanbul işgal altındayken bizim büyük üdebamız aşk şiirleri söylüyordu, Bediüzzaman ise İngiliz işgalinin tesirini yıkmak ve kamuoyunu aldatan İngiliz sahteciliğini devirmek için eser neşrediyor, kefeni boynunda işgal askerlerinin dolaştığı İstanbul’da iki talebesi ile eserini dağıtıyordu.

Ne bizim acemi bahçıvanlara, ne de yaşlı çınarlara hissettiğim şu adamı tanıtamama ızdırabına ortak edemedim. Bu toplumun normlarına göre onu anlatmak için çok teçhizatlı adamlar lazım, bunu kimse anlamıyor veya anlamak istemiyor.

DOĞUDA ÜNİVERSİTE AÇMAK

Sultan Abdülhamit döneminde garip kıyafetli bir şarklı İstanbul’da nefes aldığında padişaha ilim dersi verir, bir sarayı Darülfünun yapmaya çağırır, doğuda üniversite açmak için en büyük kültür siyasetini uygular.

İşgal yıllarında işgal güçlerine, meşrutiyet döneminde meşruti düşüncenin batı kaynaklı değil Cihar-ı Yar-ı Güzin ve Nebiyy-i Zişanın ahvalinde münderiç olduğunu söylüyordu.

Cumhuriyet gelince kendi azametinde kaybolmuş devlet adamlarına ve onların başına nasıl bir cumhuriyet olmalı konusunda nasihatler etti. Anlamadılar, sonra Barla’nın dağlarına sürüldü, orada ta1956’ya kadar geçen yıllarda boş durmadı yine Türkiye’de kültürün ve siyasetin hatta sanatın yönlendirilmesi için eserler yazdı, hapishanelerin zulüm atmosferinde o yine devlet adamlarına mektuplar yazdı, onları ikaz etti. Bu tükenmez enerji adamı inanılmaz zor şartlarda görevini yaptı, velveleli ama mutlu bir ölümde sabikun kervanına katıldı.

Türk siyasi tarihinde bir büyük adam idam sehpasında arkadaşları ile hayata veda etti. O asıldığında ben küçücüktüm, babam rahmetli onların asıldıklarını gösteren bir hayat mecmuası almış eve getirmişti, annem rahmetli ben kardeşlerim hem okuduk, hem ağladık, valide o mecmuayı çeyiz sandığında bir hazine gibi bekletti, her açtığında beni yanına çağırır, biz yine ağlayarak o zulüm sahifelerine bakardık. O ezanı Arapça okutan adamdı, ellerinde bıçaklarla Anadolu’nun her yerinde insanlar ezanın tekrar Arapça okunmasını beklerken ağlaşarak kurbanlarını kestiler, o gün bir büyük bayramdı. Bu mutluluğu bu millete o adam yaşattı, o masumiyeti ve apolitik karakteri yüzünde okunan  M e n d e  r e s  denen adam.

İlkokulda Küçük ve Büyük Menderes nehirleri ile

Aydın isimleri bana tarif edilmez bir burukluk ve inşirah verirdi. Sanki o şehir Erzurum, sanki o nehirler  bizim evin önünden akardı. Bu ülkede öyle sinsi bir ihanet var ki ellerine fırsat geçse şimdi binleri asarlar, bunlar bu ülkenin ekmeğini suyunu yemiş içmişler mi acaba? Nesebi gayr-i sahih adamlar, yaldızlı şamatalı balolarda kazanılmış herifler, bu milletin ve bu dinin sahibine avdetinin önünü alamazsınız.

Sanma bu teker kalır tümsekte

Yarın elbet bizim elbet bizimdir

Gün doğmuş gün batmış ebed bizimdir.”

Zindandan Mehmed’ine yazıyordu Büyük Üstad Necip Fazıl.

Kalmadı o teker tümsekte. Bugün bizim, yarın da bizim. Bu coğrafya bizim, kabir ötesi coğrafya da bizim.

Ben ezelden beridir hür yaşadım hür yaşarım

    Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım.”

Diyor ve milletinin mizacını anlatıyor Büyük Akif.

Necip Fazıl Menderes iktidar olduğunda hastanede yatmaktadır,

Memulün fevkinde Demokrat Parti iktidar olmuştu” der.

Hem tutuklu, hem de hastanede yatmaktadır büyük şair.

Onun Bediüzzaman’ın da dikkatini çeken bu millet Müslüman’dır şeklindeki ilk beyanatı, çölde susuz kalmış o dönemin muhitine ilaç gibi gelir, hem Bediüzzaman, hem de Necip Fazıl bu konuşmadan çok hazlanırlar.

Bediüzzaman Menderes dönemindeki tehlikeli uygulamalara ve düşüncelere dikkat çeker. Birisi Halk Partisi döneminde devlet dairelerine doldurulmuş olan memurların, adeta hükümetten intikam almak gibi, halka memuriyet adı altında zulmedenleri eleştirir.

İslâmiyetin ikinci bir kanun-u esasîsi: Şu hadîs-i şeriftir.

     ‘Seyyidü’l-kavmi hadimühüm’ hakikatiyle, memuriyet bir hizmetkârlıktır; bir hâkimiyet ve benlik için tahakküm âleti değil… Bu zamanda terbiye-i İslâmiyenin noksaniyetiyle ve ubudiyetin zafiyetiyle benlik, enaniyet kuvvet bulmuş. Memuriyeti hizmetkârlıktan çıkarıp bir hâkimiyet ve müstebidâne bir mertebe tarzına getirdiğinden, abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi, adalet, adalet olmaz, esasiyle de bozulur. Ve hukuk-u ibad da zîr ü zeber olur. Hukuk-u ibad, hukukullah hükmüne geçmiyor ki hak olabilsin. Belki nefsanî haksızlıklara vesile olur.

    “Şimdi, Adnan Menderes gibi, “İslâmiyetin ve dînin icaplarını yerine getireceğiz” diye ve mezkûr iki kanun-u esasîye karşı muhalefet edip tam zıddına olarak iki dehşetli cereyan, gayet büyük rüşvetle halkları aldatmak ve ecnebîlerin müdahalesine yol açmak vaziyetinde hücum etmek ihtimali kuvvetlidir.” (Emirdağ, 394)

Memuriyet yanında ırkçılığın bu millete olan zararlarını anlatır.

Bediüzzaman, Menderes’i ipe gönderen Komünist ve Irkçı ittifakını hissetmiştir.

Birisi: Birinci kanun-u esasîye muhalif olarak, bir câni yüzünden kırk mâsumu kesmiş, bir köyü de yakmış. Bu derecede bir istibdad-ı mutlak, her nefsin zevkine geçecek memuriyete bir hâkimiyet suretinde rüşvet vererek, dindar hürriyetperverlere hücum ediliyor.

     “İkinci hücum da:

    İslâmiyet milliyet-i kudsiyesini bırakıp, evvelkisi gibi, bir câni yüzünden yüz mâsumun hakkını çiğneyebilen, zahiren bir milliyetçilik ve hakikatte ırkçılık damarıyla

    hem hürriyetperver dindar Demokratlara,

   hem bütün bu vatandaki yüzde yetmişi sair unsurlardan bulunanlara,

    hem hükûmet aleyhine,

    hem biçare Türkler aleyhine,

    hem Demokratın takip ettiği siyaset aleyhine çalışarak ve serseri ve enaniyetli nefislere gayet zevkli bir rüşvet olarak bir ırkçılık kardeşliği veriyor.

    O zevkli kardeşliğin içinde, o zevkli faydadan bin defa daha ziyade hakikî kardeşleri düşmanlığa çevirmek gibi acip tehlikeyi, o sarhoşluğu ile hissedemiyor.

     “Meselâ, İslâmiyet milliyetiyle 400 milyon hakikî kardeşin her gün ‘Allahümmağfirlilmüminine vel müminat’ dua-yı umumîsiyle mânevî yardım görmek yerine, ırkçılık 400 milyon mübarek kardeşleri, dört yüz serseriye ve lâubalilere yalnız dünyevî ve pek cüz’î bir menfaati için terk ettiriyor. Bu tehlike hem bu vatana, hem hükûmete, hem de dindar Demokratlara ve Türklere büyük bir tehlikedir.” (Emirdağ, 394)

ADNAN MENDERES VE DÂHİLİYE VEKİLİ

Bediüzzaman Demokrat Parti iktidarını Nur Dershane’si hizmetlerine gösterdiği anlayıştan dolayı alkışlar, onun hayatının gayesi ve hedefi o büyük okulun devamlılığıdır. “Evvelâ: Hadsiz şükür olsun ki, şimdi Ankara içinde küçük bir medrese-i Nuriye mânâsında, küçük Said’ler ve Nurun fedakârları her gece birisi bir mecmuayı okur, ötekiler ders alır gibi dinliyorlar. Bazı vakit konferans zamanında bazı mühim adamlar da iştirak ediyorlar. Bu defa Afyon gazetecisinin iftirası münasebetiyle Başvekile ve Dâhiliye Vekâletine ve Nur talebelerine bazı meb’uslar söylemiş: Adnan Menderes ile Dâhiliye Vekili pek dostâne mukabele edip haber göndermişler ki, ‘Hiç merak etmesin ve meyus olmasın.’ Ve Afyon’daki gazeteci de, ‘Ben Emirdağ’ına geleceğim ve Üstada iki dileğim var; bunları rica edeceğim ve özür dileyeceğim’ demiş. Ve bizim aleyhimizde neşredilen o gazetelerden, talebelerim yüz altmış adedini alarak imha etmişlerdir. Daha fazla yazacaktım. Rahatsızlığım dolayısıyla yazamadım ve vakit de dar olduğundan kısa kesiyorum. Umumunuza selâm.” (Emirdağ, 302)

Onun dershanesi bin yıldır gerek Avrupa’nın gerek bizim gerçekleştiremediğimiz bir büyük uygulamadır. Bütün ilimler ve fenlere dikkat çekmekle birlikte onlardan Allah’a giden kapılar o dershanelerde sağlanmış ve  sağlanmaktadır.

Bizim siyasi tarihimizde her değişen iktidar kendinden öncekine zulmeder, iktidar değişince zulüm yine devam eder. Halk partisi zamanında çok zulme maruz kalmış olan toplum, onlar gidince partinin mensuplarına zulumkar davranırlar, Bediüzzaman bu tutumları yakışık almaz tutumlar olarak yorumlar ve kardeşliği güçlendiren yorumlar yapar.

[Risale-i Nur’un vatana, millete ve

İslâmiyet’e büyük hizmetini kabul ve

takdir eden Başvekil Adnan Menderes’e

Üstadın yazdığı bir mektup.]

Bismihi Subhanehu.

     Ben çok hasta olduğum ve siyasetle alâkasız bulunduğum halde, Adnan Menderes gibi bir İslâm kahramanı ile bir sohbet etmek isterdim. Hal ve vaziyetim görüşmeye müsaade etmediği için, o surî konuşmak yerine, bu mektup benim bedelime konuşsun diye yazdım.

     “Gayet kısa birkaç esası, İslâmiyet’in bir kahramanı olan Adnan Menderes gibi dindarlara beyan ediyorum.

    Birincisi: İslâmiyet’in pek çok kanun-u esasîsinden birisi, ‘Velateziru vaziretün vizre uhra’ âyet-i kerîmesinin hakikatıdır ki, ‘Birisinin cinayetiyle başkaları, akraba ve dostları mesul olamaz.’ Halbuki, şimdiki siyaset-i hâzırada particilik taraftarlığıyla, bir câninin yüzünden pek çok mâsumların zararına rıza gösteriliyor. Bir câninin cinayeti yüzünden taraftarları veyahut akrabaları dahi şenî gıybetler ve tezyifler edilip, bir tek cinayet yüz cinayete çevrildiğinden, gayet dehşetli bir kin ve adaveti damarlara dokundurup kin ve garaza ve mukabele-i bilmisile mecbur ediliyor. Bu ise, hayat-ı içtimaiyeyi tamamen zîr ü zeber eden bir zehirdir. Ve hariçteki düşmanların parmak karıştırmalarına tam bir zemin hazırlamaktır.

                                 TEHLİKEYE KARŞI TEK ÇARE İSLAM KARDEŞLİĞİ

    İran ve Mısır’daki hissedilen hadise ve buhranlar bu esastan ileri geldiği anlaşılıyor. Fakat onlar burası gibi değil; bize nisbeten pek hafif, yüzde bir nispetindedir. Allah etmesin, bu hal bizde olsa pek dehşetli olur. Bu tehlikeye karşı çare-i yegâne: Uhuvvet-i İslâmiyeyi ve esas İslâmiyet milliyetini o kuvvetin temel taşı yapıp, mâsumları himaye için, cânilerin cinayetlerini kendilerine münhasır bırakmak lâzımdır.

    Hem, emniyetin ve âsâyişin temel taşı yine bu kanun-u esâsîden geliyor. Meselâ, bir hanede veya bir gemide bir mâsum ile on câni bulunsa, hakikî adaletle ve emniyet ve âsâyiş düstur-u esasîsi ile o mâsumu kurtarıp tehlikeye atmamak için, gemiye ve haneye ilişmemek lâzım, tâ ki mâsum çıkıncaya kadar.

    İşte bu kanun-u esasî-i Kur’ânî hükmünce âsâyiş ve emniyet-i dahiliyeye ilişmek, on câni yüzünden doksan mâsumu tehlikeye atmak, gazab-ı İlâhînin celbine vesile olur. Madem Cenab-ı Hak, bu tehlikeli zamanda bir kısım hakikî dindarların başa geçmesine yol açmış, Kur’ân-ı Hakîmin bu kanun-u esasîsini kendilerine bir nokta-i istinad ve onlara garazkârlık edenlere karşı siper yapmak lâzım geldiğini, zaman ihtar ediyor.” (Emirdağ, 393)

ZULMÜ  KİM YAPARSA YAPSIN ZULÜMDÜR

Bediüzzaman Menderes’i İslam kahramanı, vatana ve millete büyük faydası olan bir insan olarak yorumlar. Ama zulümler yapılmaktadır, buna da bir reçete ile cevap vermiş olur. O dönemde Ahmet Kutsi Tecer Paris’te kültür ataşesidir, o görevden alınır, Galatasaray Lisesi ortaokuluna hoca yapılır. Bu ve bunun gibi zulümler de olmuştur. Bediüzzaman her zaman dengeli düşünen, hiçbir zaman tarafgirliğin suyuna akmayan bir büyük insandır. Zulüm her zaman, her yerde kim yapar yapsın  zulümdür.

Bediüzzaman ırkçıların Menderes iktidarını devirmek için yaptıklarını nazara vererek onun dikkatli olmasını ister. Partinin siyasi bağnazlıkla tarafgirliklerden ve millet arasındaki İslami uhuvveti sarsan şeylerden uzak olmasını söyler.

“Meselâ, İslâmiyet milliyetiyle 400 milyon hakikî kardeşin her gün “Allahümmağfirlil müminine velmüminat”  dua-yı umumîsiyle mânevî yardım görmek yerine, ırkçılık 400 milyon mübarek kardeşleri, dört yüz serseriye ve lâubalilere yalnız dünyevî ve pek cüz’î bir menfaati için terk ettiriyor. Bu tehlike hem bu vatana, hem hükûmete, hem de dindar Demokratlara ve Türklere büyük bir tehlikedir. Ve öyle yapanlar da hakikî Türk değillerdir. Necip Türkler böyle hatâdan çekinirler.      VATAN VE MİLLETE TELAFİ EDİLMEYECEK BİR TEHLİKE

Bu iki taife her şeyden istifadeye çalışıp dindar Demokratları devirmeye çalıştıkları ve çalıştırıldıkları, meydandaki âsar ile tahakkuk ediyor.

     Bu acip tahribata ve bu iki kuvvetli muarızlara karşı, kırk Sahabe ile dünyanın kırk devletine karşı meydan-ı muarazaya çıkan ve galebe eden ve bin dört yüz sene zarfında ve her asırda üç yüz dört yüz milyon şakirdi bulunan hakikat-i Kur’âniyenin sarsılmaz kuvvetine dayanmak

    ve onun içindeki dünyevî ve uhrevî saâdet-i ebediyenin zevklerine medar o câzibedar hakikatle beraber nokta-i istinad yapmak,

    o mezkûr muarızlarınıza ve hem dâhil ve hariçteki düşmanlarınıza karşı en lâzım ve elzem ve zarurî bir çâre-i yegânedir.

   Yoksa o insafsız dâhilî ve haricî düşmanlarınız sizin bir cinayetinizi binler yapıp ve eskilerin de cinayetlerini ilâve ederek başkaların başına yükledikleri gibi, size de yükleyecekler. Hem size, hem vatana, hem millete telâfi edilmeyecek bir tehlike olur.

    “Cenab-ı Hak sizleri İslâmiyet lehindeki hizmetlerinizde muvaffak ve mezkûr tehlikelerden muhafaza eylesin diye ben ve Nurcu kardeşlerimiz, yapacağınız hizmete ve mezkûr hakikati kabul etmenize mukabil dua etmeye karar vereceğiz.

             DAHİLDEKİ ADAVETİ UNUTMAK VE TAM TESANÜT ETMEK

Üçüncüsü: İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyeye dair bir kanun-u esasîsi dahi, bu hadis-i şerifin,”Elmüminü lilmümini kelbünyanil mersusi yeşüddü badühü baden.”  hakikatıdır. Yani, hariçteki düşmanların tecavüzlerine karşı, dâhildeki adâveti unutmak ve tam tesanüt etmektir.

Hattâ en bedevî tâifeler dahi bu kanun-u esasînin menfaatini anlamışlar ki, hariçte bir düşman çıktığı vakit, o taife birbirinin babasını, kardeşini öldürdükleri halde, o dâhildeki düşmanlığı unutup, hariçteki düşman def oluncaya kadar tesanüt ettikleri halde; binler teessüflerle deriz ki, benlikten, hodfuruşluktan, gururdan ve gaddar siyasetten gelen dâhildeki tarafgirane fikriyle, kendi tarafına şeytan yardım etse rahmet okutacak.. muhalifine melek yardım etse lânet edecek gibi hadisatlar görünüyor.

Hattâ bir sâlih âlim, fikr-i siyasîsine muhalif bir büyük sâlih âlimi tekfir derecesinde gıybet ettiği ve İslâmiyet aleyhinde bir zındığı, onun fikrine uygun ve taraftar olduğu için hararetle senâ ettiğini gördüm. Ve şeytandan kaçar gibi, otuz beş seneden beri siyaseti terk ettim.

ZULME RIZA ZULÜMDÜR

   “Hem şimdi birisi, hem Ramazan-ı Şerife, hem şeâir-i İslâmiyeye, hem bu dindar millete büyük bir cinayeti yaptığı vakit muhaliflerinin onun o vaziyeti hoşlarına gittiği görüldü. Hâlbuki küfre rıza küfür olduğu gibi; dalâlete, fıska, zulme rıza da fısktır, zulümdür, dalâlettir. Bu acip halin sırrını gördüm ki, kendilerini millet nazarında ettikleri cinayetlerinden mâzur göstermek damarıyla muhaliflerini kendilerinden daha dinsiz, daha câni görmek ve göstermek istiyorlar. İşte bu çeşit dehşetli haksızlıkların neticeleri pek tehlikeli olduğu gibi, içtimaî ahlâkı da zîr ü zeber edip bu vatan ve millete ve hâkimiyet-i İslâmiyeye büyük bir suikast hükmündedir.

   “Daha yazacaktım, fakat bu üç nokta-i esasiyeyi şimdilik dindar hürriyetperverlere beyan etmekle iktifa ediyorum.” Said Nursî (Emirdağ, 395)

Bu yorumlar her zaman değerini koruyan genel hükümler ve din kardeşliği ölçüleridir. Bediüzzaman siyasetin halkı birbirine düşüren uygulamalardan uzak olmasını temenni eder.

PAKİSTANLI BİR NUR TALEBESİNİN YORUMU

Risale-i Nur’ların basılmasının serbest olmasını Menderes iktidarının bu serbestîyi vermesini bir Pakistanlı nur talebesi yorumlar. Bugün gerçekleşen bütün âlem-i İslamda nurların okunmasının faydalarını ta o günden bu Sabir isimli talebe hissetmiştir.

“Bir habere göre, Menderes hükümeti, âlem-i İslâm’ın ve dünyanın büyük mütefekkiri olan Hazret-i Üstad Said Nursî’nin çok mühim İslâmî eserleri olan Risale-i Nur’un neşri için emir vermiş. Bu haberden, Pâkistanlı din yolunda çalışan adamlar büyük bir sevinç içinde kalmıştır. Bu neşir münâsebetiyle, Hazret-i Said Nursî’yi, talebelerini ve Türk din kardeşlerimizi rûh u cânımızla tebrik eder, milleti zulüm ve istibdat ve dinsizlikten kurtaran başta Menderes olmak üzere bütün Demokratlara teşekkür ederim.

Bu hareketten dolayı, Türk milleti aleyhinde yapılan hâricî propagandalar kırılacak ve âlem-i İslâm’ın Türkiye’ye olan eski muhabbeti yeniden vücud bulacaktır. Ben bir Pakistanlı Müslüman, Türkiye’ye hiç gitmedim, Said Nursî’yi görmedim; lâkin

   İstanbul Üniversitesi Nur Talebelerinin neşrettikleri kitaplardan bâzı parçaları mütâlâa ederek, hakîki, rûhânî bir lezzet hissettim. Ve şimdi, bu uzak diyarda Nur Şâkirdi oldum.

   “Ana dilim Urduca’da yazılmış bu gibi eserler yok. Ve Nursî gibi bir din kahramanı, Hindistan ve Pakistan’da yok. Bu bir hakîkattir. Eğer bu eserler Urduca’ya tercüme edilirse, büyük İslâmî hizmetler olacağını ümit ediyoruz. Filhakîka, komünizme karşı neşriyat yoluyla mücâdele çok zarûridir. Ve Demokratlar tüzüklerinde buna yer vermiştir. İnşaallah, bu gibi İslâmî faaliyetlerle, Türklere karşı çalışan komünistler, farmasonlar ve başkaları mahvolacak ve istikbâlde Türkiye eski makamına terakkî edecek… Âmin!” (Tarihçe, 620)

DİNİN İCAPLARINI YERİNE GETİRECEĞİZ

Demokrat Parti döneminde de Nur talebeleri büsbütün rahat bırakılmazlar. Bu yüzden Demokrat Parti’li nur talebeleri hükümete tavsiyede bulunurlar:

     “Bediüzzaman gibi mübarek ve muhterem bir zatın Demokrat Partiye yaptığı yardımı kıskanan Halk Partisi ve Millet Partisi elemanları, iktidar partisi yapıyormuşçasına, çeşit çeşit bahane ve eziyet yaparak Üstadımızı Demokrat Partiden soğutmak için var kuvvetleriyle çalıştıklarına kat’î kanaatimiz gelmiş. Sizin gibi, ‘Dinin icaplarını yerine getireceğiz, din bu memleket için hiçbir tehlike teşkil etmez’ diyen bir başvekilden; vatan, millet, İslâmiyet adına partimize maddî ve manevî büyük yardımları dokunan bu mübarek Üstadımızın kitaplarının ve kendisinin tamamen serbest bırakılarak bir daha rahatsız edilmemesinin teminini saygı ve hürmetlerimizle rica ediyoruz. Demokratlar azalarından Nur Talebeleri” (Beyanat ve Tenvirler, 208)

Yusuf Ziya Arun isimli Üniversite talebesi Nur talebesi Bediüzzaman’ın bir eserinin bir iki cümle yüzünden müsadere edilmesini Halk Partisi ve Millet partisinin oyunu olarak kabul eder ve hükümeti ikaz eder. (Beyanat ve Tenvirler, 211)

Daha başka mektuplarda

Nur talebeleri Demokrat parti iktidarından gereken kolaylıkları görmediklerinden parti ile nur talebeleri arasındaki dostluğun ülke için önemli olduğu yolunda yorumlar vardır.

Bediüzzaman ve talebeleri Demokrat Parti’nin ve Menderes’in iktidarını dine ve millete faydalı olduğu için desteklemişler ama gereken yakınlığı göstermeyen yönetimi de zaman zaman ikaz etmişlerdir. Demokrat Parti’nin yıkılması da Millet Partisi ve Halk Partisinin birlikteliğinden doğmuştur.

Sayın Aydın Menderes’in dar-ı bekaya irtihali üzerine, Bediüzzaman’ın  Menderes, Demokrat Parti ilişkilerine bir göz attık. Bediüzzaman’ın dine hizmet eden siyasi liderlere verdiği önemi belirleyen bu yorumlar onun dehasının belirtileridir.

Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer

Katolik Kız O kitap ile Müslüman Oldu

Esselamu aleykum Aziz ve Muhterem Kardeşlerim

08.11.2011’de gidip 08.12.2011 de döndüğüm hizmetlerden kısaca bahsedeceğim.

35 paket kitapla gittik. Gidişim Arnavutluğa olup orada İşkodra Tirana‘da 10 paket kitap dağıttık ve çok güzel hizmetler oldu.

Kosova‘da daha önce üniversite talebesi kızlardan biri, verdiğim kitaplardan birini, bir Katolik kızına vermiş. O kitap sebep olup, o kız Müslüman olup, 5 vakit namaz kılmaya başlamış.

Bu seferki toplantımız daha şaşaalı oldu. Üniversite yurdunun bir salonunda 80 kişilik kız grubuyla 1,5 saat ders yaptık. Ardından hepsine kitap dağıttık ve bundan çok memnun oldular.

Ondan sonra Bursa’dan 1 haftalığına gelen abilerle Dyakova, Prizren,Gostivar Ve Üsküp‘ü beraber gezdik. Onlar döndükten sonra kız öğrenciler ile toplantı yapıp, dersten sonra onlara da kitap verdim. Erkekleri her zaman dershaneye getirmeye gayret ediyorum.

Sonra bir kaç paket kitapla, hizmet sahamın daha geniş olduğu doğduğum yer Sırbistan‘a bir haftalığına gittim. Arnavutluk’ta da dershane açılıyor. Kosova’da 2, Makedonya’da 3 dershane var.

Abdulkadir Haktanır

www.NurNet.Org

Filistinli Bakanın Bediüzzaman Sevgisi

Filistin Gençlik ve Spor Bakanı Dr. Muhammed El-Medhun ile, İstanbul’da Aralık 2011 ayında, Ruba Vakfını temsilen katıldığımız Uluslararası bir Kongrede tanıştık. Yanına gidip selam verdikten sonra kendisine Arapça Risale-i Nuru uzattığımızda, içten bir gülümsemeyle bize sarıldı.  ”Sizleri ve hizmetlerinizi biliyorum,  sizleri ziyaret etmek istiyorum” dedi. Çok şaşırmıştık doğrusu! Yardımcısı ile gerekli koordineyi sağladık ve ertesi akşam buluşmak üzere ayrıldık.

Ertesi akşam Hamidiye Vakfı’nın Topkapı dershanesindeki Cumartesi dersine iştirak ettik. Dershanede toplanan yüzlerce genci karşısında gören bakan bayağı memnun oldu. Yaptığı konuşmada; Ortaokul yıllarında ödev olarak  bir İslam aliminin hayatını konu alan bir makale yazmalarının söylendiğini, kendisinin de Bediüzzaman Said Nursi’yi seçtiğini söyledi. Üstadın hayatının kendisini çok etkilediğini ekledi.

Filistin ve Türk halkının islam kardeşliğine vurgular yaparak, nur cemaatinin faaliyetlerinden son derece memnun olduğunu, bu kardeşliği daha da ilerilere taşımak için gayret göstereceğini belirtti.  Dersin bitiminde son derece samimi duygularla, tekrar görüşme dilekleriyle  birbirimizden ayrıldık.

Üstada ve nurlara gösterilen bu alaka hepimizi son derece memnun etti ve şevk verdi. Yapılacak çalışmalarla, ilerleyen zamanlarda İslam kardeşliğinin inkişafı hususunda hepimizde olumlu düşünceler hasıl oldu.

Ruba Vakfı Yurtdışı Hizmet Ekibi- Aralık 2011

www.NurNet.org

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version