Özgüvenim var ama yüzüm kızarıyor

Çevremde hep özgüvenli olarak tanınırım. İnsanlarla hoş sohbet, sosyal diye gösterilirim. Ama son zamanlarda benim de anlam veremediğim bir yüz kızarmasıyla karşı karşıyayım. Şimdi soracaksınız bir şey mi oldu psikolojini bozan; hayır her şey gayet normal. Nedenini çözemedim. Topluluk önünde konuşmak benim için sorun değil ama yüzüm kızarınca söylediklerimin etkisi kaybolur diye bazen konuşmuyorum. Yüzüm kızarmasa hiçbir sorun olmadan konuşabilirim. Kendimce kararlar aldım. Bunu yeneceğim diye. Sakız çiğnemeye başladım dershanedeyken. Sonra insanlarla doğal halimden daha rahat konuşmaya çalıştım ve oldu da.. Son derece umursamaz ve rahat konuşabiliyorum ama yüzüm bütün karizmayı çiziyor bazen. Bende ilk defa olan bir şey, hiç heyecanlanmadığım yerde kızarması beni çıldırtıyor. Heyecanlanmadığım halde neden kızarıyorsun diyorum. Eğer bu sorunumu giderirseniz gelecekte çok ünlü bir oyuncu, hatip olacağıma dair söz veriyorum.

CEVAP: KARAKTERİN ZAMANLA OTURDUKÇA, BEDENİN DE BU OTURMUŞLUĞA EŞLİK EDECEKTİR

Genç Arkadaşım, İNSAN çok acaip ve karmaşık bir varlık. Bedenimiz bizim zannediyoruz, onu istediğimiz gibi kullanabileceğimizi düşünüyoruz. Ama basit bir yüz kızarmasına bile çözüm bulamayıp bundan son derece mutsuz olabiliyoruz bazen. Bedenimizin denetleyemediğimiz o kadar çok detayı var ki! Herhalde ”yaratılmış olmak” böyle bir şey. Bu yüzden, ”insanlık hali” denilen kavramı çok iyi anlamalıyız. Öyle şeyler olur ki, insan öyle hallere girer ki, kendisi bile anlamaz ne olduğunu çoğu zaman. Sanırım, burada biraz hepimizin yaratılmış olduğumuzu ve nasıl yaratıldıysak o şekilde bir parça kendimizi kabul etmemiz gerektiğini hatırlamamız yerinde olur kanaatindeyim. Anlattıklarına gelince: Yüzünün kızarmaması senin için çok önemli. Çünkü neredeyse bütün hayat planların veya hayallerin buna bağlı gibi görünüyor. (Ama burada hayallerin ile yüz kızarması arasında hakikaten birebir etkileşim söz konusu mu? Buna sonra değineceğim.) Üstelik, çevrenin seni kendine güvenli olarak tanıdığını söylüyorsun. Sen de zaten öyle olmak istiyorsun ve öyle olduğunu düşünüyorsun. Fakat şu yüz kızarması, hem senin kendine ait hislerini hem de başkalarının senin hakkında düşündüklerini ezip geçiyor. En azından görüntü olarak, yüzü kızaran biri olarak, kendine güvenen birisi değilmişsin gibi bir imaj sergiliyorsun. Bu da iç dünyanda ciddi bir çatışma ortaya çıkarıyor. Hatta belki de bu çatışma yüzünden, yüzün daha fazla kızarıyor. Bana göre ”insanlarla konuşurken rahat davranma” isteğin de ayrı bir sıkıntı kaynağı. Çünkü bunu hiç kimse her zaman başaramaz. Sana ters gelebilir ama bazen kişi içindeki rahatsızlığıyla da barışık olmalıdır. Örneğin, o sırada rahat hareket edemiyorsun. O zaman rahat hareket etme. Zaten istesen de rahat hareket edemeyeceksin. Neden o sırada bu ”insanlık hali”ni kabul etmeyi denemiyorsun bir kere de? Acaba başkalarının gözünde ve kendi hayallerinde kendine ”yüksek bir pozisyon” belirlemenin bu olanlara katkısı yüzde kaç? Bunu hiç düşündün mü? İstediğin pozisyonda olamadığın her seferinde rahatlığın kaybolup gitmeyecek mi? Ne dersin? Unutma, gerçek rahatlık ve huzur, insanın kendisini olduğu gibi kabul edebilmesindedir. Sonuçlar üzerinde ipotek koymaya çalışmasında değil! Kişi kendisindeki yüksek meziyetleri görebildiği gibi, zaaflarıyla da barışık olabilmelidir.

Bununla birlikte, ben şahsen ”yüz kızarması”nın ciddi bir zaaf olduğu kanaatinde de değilim. Mesela, hatip olma isteğini ele alalım. İyi bir hatibin özellikleri nelerdir? Yüzünün kızarmaması mı, yoksa söyleyecek bir şeyi olup bunu samimiyetle ve etkileyici biçimde söyleyebilmesi mi? Ve karşısında oturan insanların bu söylenenlere ihtiyacı olması mı? Üniversitede Amerikalı bir hocamız vardı. Politics 301 kodlu derste, ne yüz kızarması, adam sucuk gibi terlerdi. Arkasını döndüğünde gömleğinin terden ıpıslak olduğunu görürdük. Her derste bir selpak bitirirdi. Ama Eflatunun metinlerini sanki kutsal bir metinmiş gibi o kadar aşkla okur ve sınıfa anlatırdı ki, etkilenmemek mümkün değildi. Hatta o hocanın terlemesini, biz bir zaaf olarak değil, samimiyetinin bir parçası olarak değerlendirirdik. İnan, ben öğrencilik hayatım boyunca onun kadar iyi bir hatip öğretmen hatırlamıyorum. Demek, hatip olmanın başka esaslı ilkeleri var. öyle değil mi? Biliyorum, epey aykırı bir yerden cevap veriyorum anlattıklarına. Ama insanların bu tarz meselelere bu açıdan da bakabilmelerinin önemli olduğunu düşünüyorum. Aksi takdirde, fiziksel özelliklerimize veya ”zaaflarımıza” çok fazla mahkum olup soluğu ya kozmetikte ya hekimde alıyoruz. Onlar da zaten reklamlar sayesinde bu yaraları durmadan kaşıyıp duruyorlar. Buna da direnç göstermemiz gerekmez mi? Son olarak, bu tarz sorunların genelde gençlikle ilgili olduğunu da bilmemiz lazım. İlerleyen yıllarda, duyguların ve düşüncelerin oturdukça, bedeninin de bu oturmuşluğa eşlik edeceğini ve belki de istesen de yüzünün kızarmayabileceğini bilmeni isterim. öyle bir çağdayız ki, insanın yüzünün kızarması belki de bir meziyet olacak.

DOKTOR ŞİFA

Zafer dergisi / Nisan 2009

Müslüman’ın aile hayatında ideal ortam nasıl oluşur?..

Müslüman’ın aile hayatında beklenen odur ki, hanımla bey ortak inançta ve uygulamada olsunlar, verecekleri kararlarını birlikte istişare ile versinler, ‘evet’lerini, ‘hayır’larını ortaklaşa takdir ve tespit etsinler.

Biri ötekini zorlamasın, baskıya maruz bırakmasın, ezip üzmesin. Birlikte ideal bir aile hayatı yaşasınlar. Aile reisi olan beyin haklı isteklerine itaatte hanımın ihmali söz konusu olmasın.

Ne yazık ki, idealler her zaman gerçekleşmemektedir. Ya bey ya da hanım tarafında bazen farklı kültür, farklı mizaç, farklı alışkanlıklar ağır basıyor, bu defa birinin isteğine ötekinin sabırla tabi olma mecburiyeti doğuyor. Böylece aileyi ayakta tutacak sabır kahramanlarına ihtiyaç hasıl oluyor aile içinde…

İşte bu da aile hayatının bir gerçeği olarak çıkıyor karşımıza…

Bundan dolayı alimler diyorlar ki:

– Sabırsız aile hayatı olmaz. Sabır olmazsa karşılıklı tepkilerin ortamı gerginleştirmesi söz konusu olabilir. Bu da aile hayatını zorlaştırır, gergin ve dargın bir ortamın oluşmasına sebep olur.

Bundan dolayı maneviyat büyükleri, aile bireylerini şöyle uyarmaktalar:

Sabır her yerde güzeldir ama aile hayatında daha güzeldir. Çünkü aile hayatındaki sabır, sadece kendisi için değil, ailenin tüm fertlerini korumaya yönelik sabırdır. Aileyi korumaya yönelik sabır ise sahibini, cennetin en yüksek makamlarına layık hale getirebilir. Nitekim sabreden hanımın cennet hanımlarının ablası makamına yükselebileceği gibi, sabreden beyin ise cennet gençlerinin ağabeyi makamına yükselebileceği bildirilmiştir.

Gazali Hazretleri, aile içindeki sabrın bu yüksek değerini şöyle anlatır:

– Hangi hanım beyinin gösterdiği uyumsuzluğa sabrederse, Allah o hanıma, Fir’avn’ın zulmüne sabreden Asiye validemize verdiği gibi sevap verebilir. Hangi bey de hanımının uyumsuzluğuna sabrederse Allah o beye de, Eyyub Peygamber’e verdiği sevap gibi sevap verebilir!..

Evet, İslam kültüründe aile hayatında sabır, böylesine yüce sevaba sebeptir. Çünkü bu sabır, (Batı’daki gibi) içi boşaltılmış sinir bozan sabır değil, tam aksine içi cennet nimetleriyle doldurulmuş müjdeli sabırdır. Bundan dolayı imanı kuvvetli bir ailede içi sevap dolu sabır, çok zorlanmadan yaşanabilir. Çünkü aile içinde İslami hayatın yaşanıp, imanlı bir neslin yetişmesi için göze alınmaktadır bu sabır. Bu sabrın ise sevabına sınır yoktur.

Nitekim Gazali Hazretleri, ailedeki sabır sevabının neden bu kadar yüceldiğine dikkatimizi çekerken şöyle der:

– Allah-u azimüşşan, Müslüman bir nesil yetişecek yuvanın dağıtılmasına razı değildir. O yüzden yuvanın mutlulukla devamını sağlayacak sabırlı hanımlara Asiye validemizin sabrı sevabını vaat ettiği gibi, sabırlı beylere de Hazreti Eyyub’un sabrı sevabını vaat etmektedir. İmanlı bir neslin korunması söz konusudur çünkü…

Aile içi sabrın değerine böylece dikkat çektikten sonra, gelelim sabra zorlayanla, sabredenin Allah yanındaki durumlarına…

– Biri hep baskı yapıyor sabra zorluyor; diğeri de hep baskıyı sinesine çekip sabretmeyi tercih ediyor, yuvada huzurun bozulmaması için. Sonunda bunların ikisi de bir olur mu mutlak adalet sahibi Rabb’imizin yanında? Siz ne dersiniz bu soruya? İsterseniz bir bakalım sabra zorlayanla sabredenin Allah yanındaki durumlarına:

– Aile içinde sabra zorlayan zalim, sabreden de mazlum adını alır. Adalet sahibi Allah, zalimle mazlumu eşit tutmaz elbette. Zalimin karşısında, mazlumun da yanında olur. Öyle ise sabra zorlayan iyi düşünmelidir. Çünkü eninde sonunda İlahi adaleti karşısında bulacaktır. Sabreden de iyi düşünmelidir. Çünkü o da eninde sonunda gösterdiği sabrının mükâfatına kavuşacaktır sonunda..

Sonuç böle olunca diyoruz ki:

– Gelin, ne birimiz zalim ne de ötekimiz mazlum olalım şu fani hayatta… Birbirimizi ezmeden, üzmeden, kırmadan mutlu şekilde sürdürelim şu imanlı bir nesil yetiştireceğimiz aile hayatımızı… Bilmem siz ne dersiniz bu örneklerimize ve hatırlatmalarımıza?..

Ahmed Şahin / Zaman

Latin Amerika Şili : “Şimdiye Kadar Nerdeydiniz Be Kardeşim! “

Esselamu aleykum verahmetullahi ve beraketuhu,

Aziz Ağabeylerimiz,

Sizlere Latin Amerika’nın en batısından Şili’den selam ve hürmetlerimizi iletiyoruz.

Şili Büyük Okyanus ile And Dağları arasında kalan, 4300 km okyanus sahili olan, kuzeyinde çöl güneyinde buzullarla kaplı orta kısmıyla ise yeşili bol olan bir ülke.

Şili kelimesi “Dünyanın son bulduğu diyar“ anlamına gelmekte. Türkiye’ye 16 bin km uzaklıkta bu ülkenin dili, Latin Amerika ülkelerinde olduğu gibi: İspanyolca.

Şili’yi daha çok Türkiye’den depremleriyle duyuyoruz ve tanıyoruz. Burada ki insanların yaşantısını gördüğünüzde depremlerin hiç de hikmetsiz olmadığı anlıyorsunuz. Çünkü insanlardaki ahlaki çöküntü, farkında olmayan bu insanların üzerinde gerçek depremden çok daha tahrip edici, yıkıcı bir vaziyet almış.

Şili’nin başkenti Santiago. Yaklaşık 6 milyon nüfusu var. İnsanlar sözde Katolik ama kendi tabirleriyle “pratik yok”. İnsanlarla konuştuğunuzda bir çoğu Allah’a inandıklarını ama herhangi bir dini kabul etmediklerini söylüyorlar. Adeta hakiki bir din arayışı içindeler. Etrafımızda bazı kişilerin “Müslümanlığı ve dininizi anlatır mısınız” veya Risale Nur verdiğimiz kişilerde “bu din çok hoşuma gitti.” cümlelerini duyuyorsunuz.

Mesela onlardan bir tanesi İspanyolca Ramazan İktisat Şükür risalesini okuduktan sonra : “ne kadar güzel izah ediyor şükrü, kanaat etmeyi, o kadar beğendim ki yakında sizin dininize girebilirim” diyor. Rabbim iman nasip etsin İnşaallah.

Şili’de ticaretle uğraşan ve Santiago şehrinde çoğunluğu bir arada yaşayan çok Türk var. Onlarla hep Risale-i Nur’dan okuduk. Türklerin aynı zamanda Santiago da mescitleri var. İmam Hatip mezunu Kayserili bir esnaf abimiz namazları kıldırıyor. Kendisiyle bir ortamda kısa bir ders okuduk 9.sözden ve Na’büdü nüktesinden bahsettik. Ertesi gün diğer esnaf arkadaşlarına bahsediyor dünkü dersi: “Benim daha önce hayatım boyunca hiç duymağım konular bunlar. Risale i Nur’un 5 satırında bile ne manalar varmış, tekrar aynı yeri arkadaşlara da okuyuverir misin“ diyerek Risale-i Nur’ları kendisi alıp bize uzatıyor.

Şili’ye geldiğimizde bir Tevafuk eseri, ilk olarak menzil tarikatının buradaki vekiliyle görüştük. Kendisine Risale i Nurlardan bahsedince bize bir gün önceki izlediği videoyu anlatmaya başladı. Osman ismindeki bu zatın şeyhi, Mehmet Yarbay Efendi tarikat aldığından kısa bir zaman sonra kendi şeyhi olan Gavs-i kasravi, Mehmed Efendiye hitaben :

”Mehmet! Tarikat ilimsiz olmaz. Senin ilmin yok. Bunun için sen Risale-i Nur oku. Risale-i nur okumazsan tarikatın hakikati inkişaf etmez. Çünkü Tarikatın hakikatını anlaman için Risale-i nur okuman lazım. Sen Risale-i nur oku, ta ki imanın kale gibi parlak olsun.” diyor.

Sonra Mehmet efendi rüyasında bir genci görüyor. Genç rüyasında: Kuran-ı Mucizü’l Beyanı göstererek, Kuranın balını da yiyin! Balını da yiyin! Balını da yiyin! Diye 3 sefer tekrar ediyor. Sonra Risale-i Nur oku emriyle Diyarbakır’ a Üstadın talebesi, yüz başılıktan ayrılmış Mehmet Kayalar abiyi ziyarete gidiyor. Mehmet kayalar abi de ders bittikten sonra içinizde rüya gören var mı diye cemaata soruyor. Bu esnada Mehmet efendi rüyasında ‘Kuranın balını da yiyin’ diyen genci sol tarafında derste goruyor.’ Aklım başımdan gitti ‘genci orada görünce, diyor. Rüyasını anlatınca, Mehmet Kayalar Abi tasdik ederek ‘’tabi Risale-i Nur Kur’anın balıdır, balsız olur mu, bal yemek lazım.’ diyor.Bu hatıradan, Mehmet Yarbay Efendi Risale-i Nurları hayatı boyunca okumuş ve talebelerine tavsiye ediyor. Başka zaman değil, görüşmemizden bir gün önce bu videoyu izleyip arkasından biz de gelip Risale-i Nur’dan bahsedince Osman efendi de çok şaşırıyor. Bu tevafuğun üzerine bizden: ’kitaplarınızdan varsa, alabilir miyim.’ diyerek hem Türkçe hem de İspanyolca eserlerden alıyor. Ve ekliyor: ’Burada bizim üzerime ne vazife düşüyorsa Risale-i nur adına yapmaya hazırız İnşallah’ diyerek bize şevk verdi.

Müslüman ve Türkleri ziyaret için Şili’nin kuzeyinde bulunan başkent Santiago’ya uçakla iki bucuk saat süren başka bir şehri İquique’ye (ikiki) gittik. Arica ve antofagasta şehirlerinin arası, dünyanın en kurak yeri. En kurak ve çöllerle kaplı bu bölgenin ortasında da İquique şehri var. Bu şehirdeki insanlar da adeta çölde susamış insanlar gibi İman ve Kur’an hakikatleri olan Risale-i Nura susamışlar. Türkleri ziyaret edip onlarla Risale-i Nurdan ders yaptıkça hayatlarına hayat olan iman dersleriyle manen susuz kalmış bu insanlara can geliyordu. İquique Şehrinde de en az Santiago’daki kadar Türk var. Büyük bir camileri var. Pakistanlı müslümanlar var. Cuma namazına gittiğimizde 3 katlı olan camisinin 3 katı da doluydu. Bir de Müslümanlara ait bir okul var burada .Ama şu an yaz tatili olduğu için okullar kapalı. Okul müdürü de yeni Müslüman olmuş ismi de; Said. Çok hoş birisi.

Şili’de, ne Santiago’da ne de İquique ‘de dersanemiz yok. Bu şehirlerde ders yaptıktan sonra Türk arkadaşlardan işin ciddiyetinin farkında olanlar burada dershanenin şart olduğunu ve en kısa zamanda açılması gerektiğini bize müteaddit defa bahsettiler. Bizimle maddi ve manevi ilgilenen bir abi : ‘Şimdiye kadar nerdeydiniz be kardeşim’ deyip buralara geldiğimiz için hem dua ediyor hem de geç kaldığımızdan dolayı sitemini belirtiyordu. Hatta bir esnaf abi :’’İşte durumu vaziyeti görüyorsunuz. Bizlere, buradaki Türklere ve diğer Müslümanlar için bir dershane olsa bütün bu bölgede ki Müslümanların muhafazası için çok önemli olur. Bize de ne düşüyorsa Allah için yapmaya hazırız.” Başka bir genç kardeşimiz: “Bizleri doğru yola iyiye güzele çağıran olmayınca dinden çok uzaklaştık” diyerek kendilerinde ki boşluğu ifade edip bir an önce bizlerin elinden tutun diye ihtiyaçlarını ifade ediyorlar. Sizler de dua edin Cenab-ı Hakk buralara en kısa zamanda imanlar kurtaracak Risale-i Nur dershaneleri nasip etsin inşallah. Çünkü hakikaten ihtiyaç çok fazla.Burada çok hoş ve güzel insanlar var ama islamiyetten uzak kaldıkça çok farklı yaşantılara kaymışlar. Rabbim bura insanlarını da Kur’anın hakikatleri olan Risale-i Nur’la şereflendirsin.

Üstadımızın söylediği:’’Risale-i Nur bu asrı ve gelecek asırlari tenvir eden bir mucize-i Kuraniyedir.’’ hakikatini Rabbim en kısa zamanda Şili’ye ve bütün Latin Amerika ülkelerine de nasip etsin.

Güney Amerikadan Şili Nur talebeleri

www.NurNet.org

Arapların Risale-i Nur’a Hayranlıkları

Geçen sene ilk kez tanıştılar Nurlarla. “Nedir bu kitaplar?” dediklerinde“Kur’an-ı Kerim’in tefsiridir” dedik.

Arapların Kur’an’a olan düşkünlükleri malum… Kaldırım taşlarında minikler babalarına, amcalarına Kur’an ezberi dinletirler. Okullarda her sene en az bir cüz ezber yaptırılır. En ufak müşküllerinin cevabını Kur’an’da ararlar. Kur’an’ın tefsiri deyince hemen ilgilerini çekmişti Risale-i Nur fakat zamanla durum değişti.

Önce Risale-i Nur’a bakış açılarının artık ilk duydukları gibi sadece Kur’an’ın tefsiri noktasında olmadığını ve kainata bakışlarının dahi bir tuhaf olduğunu söylüyordu her birisi… Esasında değişen bir şey yoktu elbette. Yine Risale-i Nur Kur’an tefsiri ve yine kainat eski kainattı. Fakat Kur’an’ın alıştıkları gibi tefsiri değildi bu kez okudukları.

Börtü böcek daha önce söylemediklerini söylüyordu sanki. Denizin dalgası bir yerlerden müjde getirmenin heyecanı ile kendini taşa vuruyordu… Hani dili olsa da konuşsa deriz ya, artık kainat dile gelmişti, konuşuyordu. Hatta bir mektup gibiydi. Sanki:“Oku beni! Aradığını, özlemini çektiğini öğreneceksin, O bende saklı!” diye sessiz çığlıklar atıyordu.

Bunlar benim değil, Risale-i Nur’la geçen sene tanışan Suriyeli, Yemenli, Suudi kardeşlerimin kelamları. İlk günlerde bana “Said Nursi kim?”diye sormuşlardı. Onlara kendi dillerince Üstadımızın kim olduğunu anlatan bir yazı hazırlayana kadar bulmuşlardı bile. Ertesi gün heyecanla “Şam’a da gelmiş!” diye haber veriyorlardı bana.

Kurban bayramıydı… Hem bayramlaşma hem tanışma günü olsun dedik. Türk kardeşlerimiz ile Arap kardeşlerimizin tanıştığı o gün hakikaten bayram olmuştu bizler için. Onların gözlerindeki hayran bakışları unutmak mümkün değil. Suriyeli bir teyze bir an mahzunlaşarak şöyle fısıldamıştı kulağıma:

“Siz çok iyisiniz. Keşke biz de böyle olabilsek.”

“Siz de bizimlesiniz, beraberiz…” dedik. Gözleri yaşardı.

Suudi Arabistan’da hanımlar araba kullanamaz. Bu sebeple ulaşım ciddi bir sıkıntıdır bizler için. Suriyeli bir kardeşimizi derse getirirken ihtiyar babası:

“Madem onlar Risale-i Nur için ev açmışlar. Ben de seni herşeye rağmen götürürüm”demişti. Duyunca çok duygulanmıştık.

 

Dersanemizi dersaneleri biliyorlar şimdi. Dilleri döndüğünce “We are going dırsane” diyorlar. Zaman zaman manileri çıkıp derse gelemedikleri vakit bir sonraki hafta “Bu kitapları çok özledim”diyerek hasretlerini dile getiriyorlar.

 

Şimdi onların deyimiyle “dırsanemiz”de birlikte bulaşık yıkıyor, birlikte ders yapıyoruz.

Bazen birden duruveriyor ders yapan kardeş. Gözü takılıyor dersanemizin güzel halısına ve düşünüyor bir an…

Sonra:

“Said Nursi ne kadar akıllı bir insanmış. Siyah fare ile beyaz fareyi nasıl gece ile gündüze misal vermiş… Subhanallah!” diyerek Sekizinci Sözü tefekküre dalıyorlar topluca. Onları uzaktan izlemek ise bizim için ayrı bir tefekkür oluyor.

 

Dersimiz bitip ayrılık vakti gelince ise Risale-i Nur’la tanıştıkları için ne kadar mutlu ve nasipli olduklarını vazgeçmeden her hafta paylaşıyorlar bizimle… Ve vazgeçmeden her hafta dualarla vedalaşıyorlar.

Ne büyük bir saadet!

Dünyada bundan daha keyifli bir şey var mı ola?

Ayşenur KAHVECİ-Risale Haber

Erkeklerin tefsir yazması yasaklansın

Geçen hafta Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tertip ettiği ana teması “Kadın” olan Dini Yayınlar Kongresi üzerine yazmaya başlamıştım. Kongre sonrası bildirgede bir kaç takıldığım nokta oldu.

İlki şu maddeydi: “Kur’an-ı Kerîm’in kadın ayrımcılığına mesnet olabilecek ataerkil bir öze sahip olduğu yolundaki yaklaşımlar, asla kabul edilemez…” Müslüman kadınlar ve erkekler Kur’an-ı Kerîm’i kendilerine sunulan ilahi bir hidayet ve rahmet kitabı olarak görürler ve böyle inanırlar.”

Elbette Kur’an-ı Kerîm müslüman kadın ve erkekler için bir hidayet; doğru yolu gösterici bir rehberdir. Ve gösterilen doğru yol, takip edenler için rahmettir, takip etmeyenler için azaptır.

Kur’an-ı Kerîm bize aile yaşantımızla da ilgili hidayeti “doğru yolu” göstermiştir. Nisâ sûresi 34. âyet-i kerîme de “Erkekler kadınlar üzerinde kavvamdır.” buyrulmuştur. “Kavvam” yönetici ve koruyucu, demektir. Yani Yaradan’ımız evin reisini “erkek” olarak tayin etmiştir. Böylece dindarım diyen aile, doğal olarak “ataerkildir” yani erkek yönetimindedir. Müslüman bir toplumda her ailenin reisi erkek olursa, toplumda ataerkil olur zaten. Erkekler yönetici özellikleri ile donanımlı yaratıldıkları için, toplumların bekası için ataerkil olmaları gerekir. Ben “anaerkil” yani kadınların lider olduğu bir toplumda yaşamaktan Allah’a sığınırım.

Bu yüzden Diyanetin bu itirazını anlayamadım. Kur’an-ı Kerîm ataerkil sistemi açıkça tavsiye ediyor. Aksini iddia etmek ne kadar doğrudur?

Bildirgede başka bir madde şöyle:

Modern bir ideolojik söylem olarak feminizm ile ilahi bir din olan İslam’ın ve İslami değerlerin karşılaştırılamayacağı unutulmamalıdır…” Bu çok yerinde ve doğru bir açıklama.

Fakat bildirgede son madde kafama fena halde takıldı:

Kadınla ilgili problemler bağlamında, İslam’ın temel kaynaklarının bizzat kendilerinin tartışma konusu yapılması ve bunun ısrarla sürdürülmesi anlamsızdır. Asıl yapılması gereken, sorunun gerçek temelleri üzerinde yoğunlaşmak, bu konuda sonuç alınabilir adımların atılabilmesi için uzun soluklu çalışmalara yönelmek, İslam’ın daha doğru bir şekilde anlaşılması için kalıplaşmış zihniyet yapılarını yeniden gözden geçirmek olmalıdır.

Yani “kalıplaşmış zihniyet yüzünden” İslam doğru anlaşılamıyor. Bu cümle bana bir zamanlar benim de terennüm ettiğim (utanarak hatırlıyorum) ve şimdilerde feminist olduğunu kabul etmeyen “Dindar feminist benzeri hanımlar” dan çokça duyduğumuz şu sözleri hatırlattı. “Alimler çoğunlukla erkek oldukları için âyetleri kendi işlerine geldiği gibi tefsir etmişler.

Diyanet, “kalıplaşmış zihniyet yapıları” derken bunu mu söylemiş oluyor? Eğer öyleyse; bütün ilim kitaplarını yakalım, yok edelim ve her şeye yeniden başlayalım. Ayrıca aynı tehlike ile karşı karşıya kalmamak için, erkeklerin tefsir ve meal yazmaları yasaklansın. Kur’an-ı Kerîm’in meal ve tefsirini kadınlar yapsın. Nasıl olsa erkekler kalıplaşmış, ataerkil zihniyetle yanlı bakıyorlar. Nasıl olsa modern dünyada erkekler her alandan yavaş yavaş siliniyorlar, varlık gösterdikleri bu alanda da onları silelim.

Bunları söylerken şu konu yanlış anlaşılmasın. Kadınların meal ve tefsir yapmalarına karşı değilim. Olmalı. Bu büyük bir eksiklik. Neden bir âlimenin meal ve tefsiri yok? Kadınlar bunca yıl, ilmi çalışmalardan, neden bu kadar uzak kalmışlar? Kimse kolaycılığa kaçıp “Erkekler kadınlara fırsat vermemişler.” demesin. Varsa delilleri göstersinler.

Kadınların bu alanda olmaması bir eksiklik; ama “Erkekler yanlı bakmış, işlerine geldiği gibi tefsir etmişler.” demek ise ilim yolunda gecesini gündüzünü birbirine katmış alimlere yapılmış büyük bir iftiradır.

Ne yapsalardı âlimler “kadınların hatırı kalmasın” diye onların hoşuna gidecek şekilde mi tefsir etselerdi? Yeni nesil alimler bunu yaparlarsa mı makbul olacaklar? Kadınlar o zaman mı onları alkışlayacaklar?

Diyanet “Kadınla ilgili problemler bağlamında, İslam’ın temel kaynaklarının bizzat kendilerinin tartışma konusu yapılması ve bunun ısrarla sürdürülmesi anlamsızdır.” diyor.

Müslüman olarak çözümleri dinimizden alacaksak bazı tartışmaların olması kaçınılmazdır. Öteki türlü çözümü başka yerlerde aramak lâzım. Peki o zaman çözüm için nereye bakacağız? Gelenek zaten reddediliyor. “Feminizm İslama uymaz denmiş.” güzel. Yani çözümü batıdan almayacağız demektir bu. Çünkü batı, kadın konusunda feminizmden başka bir şey üretemedi. Feminizm de kadınlara kariyer ve cinsel özgürlük dışında bir şey vermedi. Kariyer sahibi olmak, iş yerlerinde erkeklere hükmetmek kadınları mutlu etti mi? Yalnız, mutsuz ve zengin kadınlar var batıda bolca. Ve bolca da psikolog, onların sorunlarını çözsün diye… Batıda cinsel özgürlükle sömürülen kadını ise bu yazıya hiç konu etmiyorum bile.

Dinimizin çözümlerini modern çözümlerin yanında eksik ve yetersiz görenler, dinimizin gösterdiği ataerkil aile yapısını inkar etmek için bunca yıldan beri “sahih kabul edilen hadis kitaplarındaki kadınlarla ilgili hadis-i şerîfleri” yeterince modern bulmadıkları için inkar etmeye başladılar.

Kadın haklarını savunalım, kadınları yüceltelim, bu arada ayağımıza dolanan Allah Resulünün sözlerini reddedelim.” diye uğraşanlar, imanlarını kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya olduklarını unutmasınlar.

Allah (c.c) yanında kadında erkekte değerlidir. Dinimizin bize kadın ve erkek olarak biçtiği roller, insanlık ve müminlik değerimizi değil, cinsiyet rollerimizi gösterir. Cinsiyet rollerimizden kurtulmak için insanlık edebiyatı yapmayalım. Kısacası kadın ve erkek insan olarak eşitiz; ama aile içindeki rollerimiz bakımından eşit değiliz. Evde söz hakkı üstünlüğü erkeğindir ve evin reisi erkektir. Dinimiz bize bunu söylüyor. Kadın ve aile ile ilgili sorunların çoğu, ataerkil olduğumuz için değil, bizi yıkmak için, toplumu zorla anaerkil yapmaya çalışanların tuzaklarına düşenlerin çıkardığı sorunlardır.

Sema Maraşlı / Haber 7

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version