İşte Gerçek Mü’minler!..

Günün Ayet-i Kerime meali…

Bismillahirrahmanirrahim

“Gerçek müminler ancak o müminlerdir ki yanlarında Allah zikredilince kalpleri ürperir, kendilerine O’nun âyetleri okununca bu, onların imanlarını artırır ve yalnız Rab’lerine güvenip dayanırlar.

Namazı hakkıyla ifa edip kendilerine nasib ettiğimiz mallardan hayırlı işlerde harcarlar.

İşte gerçek müminler onlardır. Onlara Rab’lerinin nezdinde, cennette yüksek dereceler, bir mağfiret ve kıymetli bir nasip vardır.

[Enfal Sûresi 8,2-4]

……….

Günün Hadis-i Şerif’i…

Bismillahirrahmanirrahim

Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Vessellem) buyurdular ki:

“Bir grup, Kitâbullah’ı okuyup ondan ders almak üzere ALLAH’ın evlerinden birinde bir araya gelecek olsalar, mutlaka üzerlerine sekinet iner ve onları ALLAH’ın rahmeti bürür.

Melekler de kanatlarıyla sararlar. ALLAH, onları, yanında bulunan yüce cemaatte anar.”

(Ebu Davud, Salât 349)

.…….

Risale-i Nur’dan;

Hem, namaz kılanın diğer mübah dünyevî amelleri (sıradan fiilleri, çalışması, yemesi, içmesi..), güzel bir niyet ile ibâdet hükmünü alır.

Bu sûrette bütün sermâye-i ömrünü âhirete mal edebilir. Fânî ömrünü bir cihette ibkâ eder.

 (4. Söz’den)

…….

Cevşen’den ;

60-

Ey her şeyden önce olan evvel,
Ey her şeyden sonra olan Ahir,
Ey varlığı apaçık görünen Zahir
Ey her şeyin içyüzünden haberdar olan Batın,
Ey her şeyi yoktan yaratan Halik,
Ey her şeyi münasip bir sekilde riziklandiran Razik,
Ey her işi doğru olan ve sözünü yerine getiren Sadik,
Ey varlığı her şeyden önce olan Sabik,
Ey her şeyi mukadder hedefine sevk eden Saik,
Ey tohum ve çekirdekleri yarıp sünbüllendiren Falik,

 Bütün kusurlardan uzaksın. Senden başka ilâh yok! Affet bizi. Bizi Cehennemden kurtar

www.NurNet.Org

Finlandiya, İslamiyet Nurlarına Susamış!

Finlandiya Hizmet Mektubu

Esselamun aleykum ve rahmetullahu ve berakatuhu

Finlandiya’ya geleli yaklaşık 1 ay oldu. İlk geldiğimizde Faslı bir müslüman abi ile kaldık. İlk sohbetimizi kendisi ile yaptık. Çok hoşuna gitti. Arapça risaleler hediye ettik. Şu an Mucizat-ı Ahmediyeyi okuyor.

4-5 ayda zor ev bulursunuz dediler. Cenab-ı hakkın inayetiyle geldiğimizin 2. gününde Helsinki’nin kalbinde bir daire tuttuk.

Haftada 3 gün umuma sohbetlerimiz var. Her gün ev dersleri yapıyoruz. Tercümelere devam ediyoruz. Pazar günlerine çocuk dersi koymayı düşünüyoruz.

Cemaatin dualarıyla geçtiğimiz hafta çok güzel hizmetler oldu elhamdulillah. Finlandiya gerçekten Risale-i Nur’lara susamış bir yer.

Eşimin bir arkadaşını ziyaret ettik. Bayan finlandiyalı bir bilgisayar firmasında çalışıyor. Görüşmemizden sonra bir risale hediye etmek istedim, şeytan nasıl vesvese veriyor. Ya dedim ben ona bu risaleyi vermezsem mahşerde yakama yapışırsa diye düşündüm. Bismillah tevekkeltüallallah diyerek bir haşir risalesi verdim. O ciddi bayan birden değişti. Çok teşekkür etti verdiğim haşir risalesini aldı.

Abiler sıksık okumalarımızın çok önemli olduğunu üstüne basa basa söylediler. Biz de derslerimize okumalarımıza ağırlık verdik. Öğlen saat 1 gibi finlandiyalı bir bayan, eşimle iletşime geçti. Sohbetlere katılmak istediğini ama 3 çocuğunun olduğunu söyledi. Biz sizi ziyaret edelim dedik. Yürüyerek gittik evlerine, hava –20 dereceydi.

Ziyaretimiz esnasında yenge çok entresan şeyler söyledi:

“Benim Türklerle evli birçok finlandiyalı bayan arkadaşım var, ama hiç biri müslüman değil. Yani sizin yaptığınız dersler Türklere de tesir ediyorsa ben bu derslere gerçekten gelmek istiyorum” dedi.  

Türklerle evli finli arkadaşları ya hristiyan, ya budist yada ataistmiş. Eşimin kapalı olması, islamiyeti yaşaması onu çok etkilemiş ve yengemiz kendisinin de kapanmak istediğini, sohbetlere katılmak istediğini söyledi. Çıkarken risaleler hediye ettik. Çok sevindi bunlar benim için çok önemli, çok değerli dedi.

Çamaşır makinası alma ihtiyacımız doğdu. Cenab-ı hak 2.el bir ucuz makine nasip etti. Tabi çamaşır makinasını almaya gideceğiz, ama araba yok. Eşimin üvey babası yardım etmek istedi. Eşimin üvey babası normalde alkolik bir insan ama bize her geldiklerinde ona özel ilgi gösteriyorum. Ayrılırken sarılıyorum, tekrar tekrar beklediğimizi söylüyorum. Geçen bir baktım gözleri dolu dolu. Cenab-ı hak inşaallah ona da hidayet nasip eder.

Çamaşır makinasını alacağımız kişi hasta olduğunu, saat 10 gibi gelip makinayı almamızın iyi olacağını söyledi. Ben de hemen bir hastalar risalesi hazırladım. Gittik evine, yaşadığı yer tek odalı, bir sürü kitap vardı. Geçmiş olsun babında size bu kitabı hediye etmek istiyoruz dedik. Çok teşekkür etti. E-mail adresimizi kitabın en arka sayfasına yazdık.

Şehrin bir diğer tarafında yaşayan müslüman bir aileyi ziyarete gittik. Bayan finlandiyalı, eşi gambiyalı. Beraber cemaat olarak namaz kıldık. Bu abimiz Finlandiya’ya islamiyeti yaymak için gelmiş. Başladı nasihatlere, bizde bir başladık risalelerden 3 saat Risale-i Nur’ları anlattık.

Abimiz öyle mutlu oldu ki. Hatta bir seferinde yemek yiyorduk. Haşir bashisini yaklaşık yarım saat elimizde kaşıkla anlattık. Abimiz risalelere öyle teveccüh gösteriyor ki. Cenab-ı hak gerçekten Risale-i Nurun müşterisini gönderiyor. Abiye de kitaplar hediye ettik. Ama gerçekten o ziyareti kelimelere döküp anlatmak zor. Evlerinden çıkarken abinin ismini öğrendik o derece yoğun bir şekilde risalelerden konuştuk. Sohbetlerede katılacaklarını söylediler inşaallah.

Cumartesi akşamları 19’da ingilizce aile dersleri yapıyoruz. Bangladeşli bir abi ile evli finlandiyalı bir yenge 3 çocuğu ile derse geldi. Yalnız ablamız yarım saat önce çok şevkli bir şekilde geldi. Kızı 14 yaşında finlandiyalı ve çok iyi ingilizce biliyor ve kapalı, ayrıca 8 yaşındaki kızı da kapalı ve yengemiz de kapalı.

Derse başladık bir buçuk saati aşkın ingilizce sohbet yaptık. Ders bittikten sonra ablamız dediki, “Sabaha kadar olsa ben bu dersleri yine dinlerim. Ne kadar güzel dersler çiçeklerden, böceklerden, meyvalardan, kainattan bahsedilip Cenab-ı hakkın varlığı ve birliği ispat ediliyor“.

Gerçektende derste çok değişik bir manevi hava vardı. Çocuklar pür dikkat Risale-i Nur’u dinliyorlardı. Ablamız dediki, “bize Finlandiya’da islamiyet adına anlatılan, şu helal şu haram. Biz böyle dersler görmedik. Haftaya da gelicem, eşimi de, arkadaşlarımıda getirecem“.

Ablamızın bir şeyhi varmış islamiyeti onlara anlatan, bizim hangi üniversitede islamiyeti öğrendiğimizi sordu. Biz de risaleleri iyiden iyiye anlatmaya başladık. Neden okunması gerektiğini uzun uzadıya anlattık. Ablamız dediki:

 “Bizim Türk şeyhimiz Finlandiya’dan gidince Cenab-ı hakka bize islamiyeti öğretecek birilerini göndermesi için dua ediyorduk. Evimede gelin evimede ders koyalım, tanıdıklarımıda çağırırım, biz artık bu yolda devam edeceğiz“.

Ablamıza kitaplar hediye ettik bir de büyük sözler verdik. Çok sevindi, kitapları okuyacağını, çok mutlu olduğunu defalarca söyledi.

Cenab-ı hak bir kapı daha açtı. Finlandiya’da Risale-i Nur’un çok hızlı bir şekilde inkişaf ettiğini gözlemliyoruz. İnsanlar nurlara susamışlar. Haftaya şimdiden 4 aile gelecek. Evimizin salonunu Hz.Üstadımızın söylediği gibi bir medrese-i nuriyeye çevirdik.

Hergün ev dersleri yapıyoruz. Tercümeler devam ediyor. Evimizin salonu 20 metrekare, ama haftaya en az 20 kişilik bir cemaat olacak inşaallah. Pazar günü öğlen 1’e çocuk sohbetleri koymayı düşünüyoruz.

Dualarınızı bekliyoruz inşaalah.

Finlandiya Nur Talebeleri

www.NurNet.org

Said Nursî “Bana yazdırıldı” derken Peygamberlik mi iddia eder?

Söylemedi demeyin. Aşağıda okuyacağınız, katılıp katılmamakta tereddüt edeceğiniz ifadeler herhangi bir ilahiyatçı ya da tıpçıyı hedeflemiyor. Yazıda sadece “ilahiyatçılık” ya da “tıpçılık” tarif edilmeye çalışılıyor.

İlahiyatçılık” ya da “tıpçılık” bir tavrın adıdır. Öyle ki, “ilahiyatçı” olmak için ilahiyatçı olmak gerekmediği gibi, tıp doktoru olmayanlardan da “tıpçı” olmak beklenebilir. İlahiyat ya da tıp eğitimi alan ya da veren muhterem insanları kınamak değil elbette maksadım, ancak ilahiyatçı ya da tıpçıları da etkileyebilecek bir savrulmaya dikkat çekmeye niyetliyim.

Şöyle ki: Tıpçılar nasıl insanın selameti için insanı kadavralaştırıyorsa, ilahiyatçılar da dini biçimsel kategorilere ayırırlar. Ben de bir tıpçı olarak gayet iyi biliyorum ki, kadavra üzerinde çalışırken de, yoğun bakımda ya da acil serviste bir insanın hayatın kurtarmaya çalışırken de insanla samimi olmak zorunda değildir hekim. Cerrahlar insanın kendisine muhatap olmadan, muhatap olmak zorunda kalmadan, muhatap olmaya ihtiyaç duymadan, insanın gözünü, dizini, beynini opere edebilir. Bazen bu istenir bile. Hekimler insanın kendisiyle oyalanmadan ve tanışmadan ““lerini daha iyi yapabilirler. Aynı şekilde ilahiyatçı da bir ayetin kelimelerini hece hece inceleyebilir, kelimelerin etimolojisine derinlemesine nüfuz edebilir, bir hadisin rivayet zinciri üzerinde uzun tezler yazabilir. Ancak bu sırada ayete ve hadise muhatap olmayabilir, muhatap olmamayı bir eksiklik saymayabilir, hatta muhatap olmamayı işinin gereği sayabilir. Çünkü ilahiyatçı da tıpçı da operasyon adamıdır, eylem uzmanıdır. Tıpkı taksiciler gibidirler. Taksici kimin nereye, niye gittiğiyle ilgilenmez, ilgilenmek zorunda değildir, ilgilenmemesi gerekir. Taksici operasyonunu yapar; şehrin hangi semtinde güzel yemek yeneceği, hangi sahilde daha keyifli gezileceği müşteriyi ilgilendirir. Taksicinin müşterisine verebileceği en iyi hizmet, sokakları, caddeleri, çıkmazları, meydanları avucunun içi gibi bilmektir. Sözgelimi, bir hadisçi, bir hadisin nerede, kime, nasıl, hangi kanaldan, kaç versiyonla geldiğini, zayıf mı, sahih mi, mevzu mu ince ince bilir, söyler. Ancak bu sırada sözün neyi kastettiğini tatmak aklına gelmese de olur. Hadisçi hadisin tadını almadan doktora tezi bile yazabilir, yazdırabilir. İlahiyatçıya göre, mesela bir ayetle samimi ilişki kurmanın adı “tasavvufi bakış açısı“dır; sadece bir açı farkı olarak kaydetmek zorundadır bu içtenliği. Nefsin hallerini sayabilir, saymalıdır ama “emmare” olan nefsini “mutmainne” olarak yaşamak ilahiyat müfredatında yoktur; olması gerekmez, olmaması gerekebilir. İlahiyatçı içtiği suyun tadına değil etiketine bakmakla yükümlüdür; suyun tadına aşina olma zorunluluğu yoktur. Hamidiye suyunun üzerine Çırçır suyu etiketi yapıştırırsanız, suyu Çırçır olarak tarif edecektir. Çırçır suyu etiketli bir suyun, Hamidiye suyu da olabileceği iddialarını “zayıf” ve “mevzu” olarak tanımlayacaktır. İlahiyatçı, mesela Mevlana’nın hadis kitaplarında yer bulmayan hadisleri çokça zikretmesine, hatta tüm davasını o hadislerin anlamı üzerine inşa etmesine mesafeli bakacaktır. Hadis sahih değilse, hadisçiye göre, hadise dair yorumlar da sahih olmaktan çıkacaktır. İlle de gönül adamı olacaksa, bunu ilahiyatçı kimliğinin dışında bir alana geçerek yapmak zorundadır. Oysa Mevlana da Geylani de, Gazali de Nursi de Peygamber sözlerinin tiryakisidir. Tiryakiler sözü tadından tanır; etiketinden değil. O söz teknik olarak sahih hadis sayılmasa da, bir sözün peygamberî tavır içinde karşılık bulacağı anlamlar arar, bulur. Bu konuda “Sen olmasaydın, sen olmasaydın…” diye başlayan “Levlâke…” hadisi çarpıcı bir örnektir. İlahiyatçılığın sıkı disiplini bu söze hadis kaynaklarında net olarak yer verilmemesi üzerine sadece susar, “sahih” olmadığı notunu düşmekle yetinir. Fazlası disiplin dışına çıkmak demeye gelir. Sözün kendisiyle ancak laboratuvar şartlarında muhatap olmak zorundadır ilahiyatçı. Sözü yüreğine değdirmek, gönlünde bu sözün anlam alanına tekabül edecek bir hakikat aramak ilahiyatçı olarak işi değildir.

Şu halde ilahiyatçı tavrını hakkıyla benimsemiş bir ilahiyatçıdan Said Nursi’nin “bana yazdırıldı...” “kalbe ihtar edildi…” türünden, hakikatle samimiyet ilişkisini anlaması ve tartması beklenemez. Tartmaya kalkarsa, ancak teknik olarak tartar; en iyi ihtimalle “peygamberlik iddiası” kapsamında yorumlanabilmesine ses çıkarmaz, bir de şahsi hesabı varsa, “peygamberlik iddiası” kapsamına koyuverir.

Said Nursî, İmam Ali’nin [ra] eserlerinde Risale-i Nur’a dair işaretler olduğunu kaydeder; açıkça vurgular, talebelerine anlatır. Elbette ki bunu da Risale-i Nur’a dokunulmaz “kutsal kitap” statüsü kazandırmak için değil, İmam’ın kerameti adına söyler. Kaldı ki Said Nursî, sırf Risaleleri okuyup yazmalarından ötürü insafsız mahkemelerce idam iddiasıyla yargılanan talebelerine moral destek sağlamak için bu işaretlerin altını çizer, ama ilahiyatçının bu zamandan o zamana bakışı son derece soğukkanlı olacaktır. Said Nursî ve talebeleriyle empati kuracak insaf ve anlayışını esirgerse, kimse ilahiyatçıya bir şey diyemez, insaf meslek gereği değildir. İmam Ali’nin [ra], harf devrimleriyle ve yasaklarla kaynak çoraklığı yaşandığı bir dönemde, Kur’ân’la bizi doğrudan tanıştıran, bize Kur’ân’a dışarıdan baktırmaktan öte bize Kur’ân’la bakmayı öğreten bir esere manevi ilgisini görmemek meslek erbabı için kusur değildir. İlahiyatçı olarak haklıdır. Kalbinizi çok teknik bir operasyonla yeniden çalıştıran bir cerrahtan niye bir de tebessüm bekleyesiniz?

İnsanî nezaketi takınarak bakarsanız, “Bana yazdırıldı…” ve “Kalbe ihtar edildi…” gibi cümlelerin tekebbür için değil tevazu sonucu söylendiğini anlamakta zorlanmazsınız. Tıpkı “ben çok günahkârım…” diyen bir adamın, “ben”le başlayan cümlesini “o” diye başlayan cümleye dönüştürdüğünüzde gramatik bilgi hatası yapmadığınız halde, nezaket hatası yapmanız gibi. Bir insan “Ben günahkârım” derken, kendi iç dünyasının gerçekliği üzerinden kendini bağlayan bir bildirimde bulunur. Onun kendi sübjektif algısında “günah” diye algıladığı sizin “günah” diye algıladığınızla eşleşmiyor olabilir. Onun “ben günahkârım” deyişi ile sizin “ben günahkârım” deyişi aynı nesnel gerçeği ifade etmez. O halde, bu cümleyi “o günahkârdır” diye tercüme edemezsiniz; çünkü onun günah diye kastettiğini ancak o bilir, o anlar. “Bana bildirildi…” cümlesi de ancak “ben” öznesiyle nakledilmelidir. Söz sahibinin iç gerçekliğiyle ilgilidir. Bu cümleyi “Said Nursi’ye bildirildi, yazdırıldı…” diye çevirirseniz, tartışılır bir nesnel gerçeklik olarak algılarsınız.

İlle de ilahiyatçılara anlatmak gerekirse, “Sen attığında, sen atmadın; velakin atan Allah’tır” mealindeki ayetin ekseninde söylenmiş olamaz mı bu cümle? Atma eylemini tercih eden insandır; ama eylemi yaratan Allah’tır. Aynı şekilde, yazma eylemini de var eden, yaratan Allah’tır. Tercih eden Said Nursî’dir. İş bu kadar kolayca anlaşılabilecekken, işi yokuşa sürme, bin dereden su getirme niyeti pekâlâ başka türlü yorumların malzemesi de yapabilir bu cümleyi. Bu da, yorum sahibinin Said Nursî’nin ne söylediğiyle değil, Said Nursî’nin söylediğinden ne anla(t)mak istediğiyle ilgilidir.

Hem sonra “kalbe ihtar edildi...” sözüne kim hangi hakla karşı çıkar? Allah kulunun kalbinden bihaber midir? İnsaf, sadece insaf! “Kalbe ihtar edildi” demek kalbine ihtar edileni büyütmez, kalbe ihtar edenin keremini ve ilmini, rahmetini ve ihsanını hissettirir.

Said Nursî sözlerinden peygamberlik iması çıkarmaya kalkmak, ciddi bir yetersizliğin de ucunu gösterir. Aklınızdaki algılama çerçevesi yeterince geniş değilse, her türlü veriyi bu çerçeveye sığdırmaya çalışırsınız. Gerçekliğin kolu bacağı çerçevenizin dışında kalırsa, inkâr eder, yok sayar; biraz daha ileri gider saçmalıkla etiketleyebilirsiniz. Bu da bir gerçekliktir; kim ne diyebilir? Oysa veriler değildir saçma olan, veriyi algılayan aklın anlam alanında verilerin kendine yer edinememesidir. Şöyle anlatayım: Eğer, bakırcılıkla meşgulseniz, her türlü değeri sadece bakırla ölçersiniz. Yediğiniz ekmeği de, giydiğiniz elbiseyi de… Altından bihaberseniz, altın’ı unutmuşsanız tek yapacağınız budur. Aynı şekilde, kafanızda sadece kibirlenme/büyüklenme çerçevesi yer etmişse, hele bir de gökten yere dokunuşların cümlesini “vahyin inişi” kapsamında algılayacak esneklikten yoksunsanız, “vahiy” deyince aklınıza sadece doktora tezlerinin başını süsleyen lügat tanımları geliyorsa, Said Nursî’nin bu cümlelerini tekebbüre, büyüklenmeye yormaktan başka seçeneğiniz kalmaz. Kategorize düşünen bir aklın “bana yazdırıldı..”lardan anlayacağı tek şey “bana peygamber gibi vahiy indirildi” iması olacaktır. Bu şekilde inşa edilmiş bir aklın terazisinde başka türlü bir değer tartılmaz.

Şimdi “Bunlar da benim kalbime ihtar edildi; bana da bunlar yazdırıldı” deyiversem, “bana vahiy geldi” mi demek isterim?

Senai Demirci

Önemli Olan, Allah’ı Memnun Edebilmektir

İhlas, her şeyin Allah’ın rızası için yapılması demektir ve mü’minler için çok mühim ve yegane kuvvet kaynağıdır. Bir insan, Allah için değil de para için, makam için, mal için bir şeyler yapsa; bunların hepsinin sonu vardır yani kırılacak şişeler hükmündedir.

Fakat Allah rızası için yapılan her iş, baki elmas hükmüne geçiyor. Şu kısa hayat yolculuğunda önemli olan Allah’ı memnun edebilmektir. Çünkü herkesi memnun etmek, hem bir şeye yaramaz, hem de mümkün değildir. İşte Allah’a asker olmak demek, Allah’ın rızasını kazanmaya çalışmaktır. Allah’ın rızasını kazandıktan sonra Allah dilerse insanları da bizden hoşnut eder…

Ben 20 sene askerlik yaptım. Asker emeklisiyim. Askerlikte en önemli nokta disiplindir. Disiplin, kumandana itaat etmek demektir. İnsan rüyalardaki gibi çok hoş çok güzel bir hayat yaşayabilir. Aynı insan savaşta ölmeye razı olabilir. İşte askerlik, hayatın en güzel halinden en zor haline kadar yaşanan bir meslektir. Asker, her durumda her halde kumandana itaat etmek zorundadır. İtaat etmezse askerlik biter. Sabah altıda kalk borusu çaldığında yatağından ok gibi fırlar, birkaç dakika içinde yatağını düzeltir, silahını, kasaturasını kuşanır, “gece nöbet tuttum, çok yorgunum” diyemez.

Amerika’daki askerlik günlerim dün gibi aklımda…

Sabah kahvaltısını fıstık ezmesiyle yapıyorduk. En güzel yemekleri yiyorduk. Her imkân var. Çift maaş alıyorduk. Biri Türkiye’den, biri Amerika’dan… Yani para da bol…

Amma öyle bir yerdeyiz ki, günah da bol!..

İşte orada Müslümanca yaşayıp yaşamamak ortaya çıktı. Sadece Müslüman olmak yetmiyor. Organlarımızı da tek tek Müslüman etmek meselesi var… İnsan bu organların hesabını verecektir. Allah sana göz verdi, ne okudun? Kulak verdi, neleri dinledin? Ellerin hayra mı yetişti, harama mı? Ayakların iyiliğe mi koştu, kötülüğe mi? Paranla günahı mı satın aldın, sevabı mı? Çekirdeği diriltip ağaç yapan Allah, öldükten sonra da bizi diriltecek, hayatımızın hesabını tek tek soracaktır.

İslamiyet ölçülü hürriyettir. Zaten ölçüsüz hürriyet, anarşizmdir. Müslüman’ın tek zinciri vardır: Onu, Allah’a bağlayan iman zinciri…

İman zincirini kabul etmeyen insan, beşeri ideolojilerin ve beşeri fikirlerin kölelik zincirlerini takmış takıştırmıştır. Allah’a köle olmayanlar, başkalarına köle olurlar. İslamiyet’i övmek yetmez. Önemli olan onu yaşamaktır.

Bediüzzaman Hazretleri buyuruyor ki: “Cenab-ı Hak, hizmetin mükâfatını, hizmet içinde derc etmiştir.” Allah’a itaat etmek zor görünse de onun lezzeti başka hiçbir şeyde yoktur…

Hekimoğlu İsmail / Zaman Gazetesi

Affetmek, Kendimize Yaptığımız İyiliktir

“Af “, Arapça “Afuv”dan gelmektedir. Bir suçu, bir kusuru veya bir hatayı bağışlama, genel anlamda; bir kişinin kusurunun bağışlanması demektir.

Bütün toplumların Aileden başlayarak, okulda ve toplum içinde nasıl davranılacağına ilişkin kuralları vardır. Bu kurallara aykırı hareket etmek suç ya da kabahat olarak kabul edilir. Bununla birlikte bir baba çocuğunun, bir öğretmen öğrencisinin bazı kural dışı davranışlarını bağışlayabilir. Bağışlamak manevi olarak ruhumuzun taşımış olduğu karşı tarafı suçlama hastalığından çabuk kurtulmaktır.

Kuran’da tavsiye edilen güzel ahlak özelliklerinden biri de “affedici ve bağışlayıcı olmak“tır:

Bir ayette Allah, “... affetsinler ve hoşgörsünler. Allah’ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.” (Nur Suresi, 22) şeklinde buyurmaktadır.

Bir başka ayette “Kim sabreder ve bağışlarsa, şüphesiz bu, azme değer işlerdendir.” (Şura Suresi, 43) ayetiyle de affetmenin üstün bir ahlak özelliği olduğu haber verilmektedir. Yukarıdaki ayetlerde olduğu gibi affetmede asıl amaç -herşeyde olduğu gibi- Allah’ın rızasına uygun bir ahlakı yaşamak olmalıdır. Bizler de affetmeyi alışkanlık haline getirmeliyiz ve ruhumuza sıkıntı veren  büyük yükleri taşımaktan kurtulmalıyız.

Affetmekle  ilgili güzel bir hikaye vardır:

Bir lise öğretmeni günün birinde derste öğrencilerine bir teklifte bulunur:

– Bir hayat tecrübesi yaşamak ister misiniz?

Öğrenciler çok sevdikleri hocalarının bu teklifini tereddütsüz kabul ederler.

– O zaman!, der öğretmen.

– Bundan sonra ne dersem yapacağınıza da söz verin.

Öğrenciler bunu da kabul ederler.

– Şimdi yarınki ödevinize hazır olun. Yarın hepiniz birer plastik torba ve beşer kilo patates getireceksiniz!

Öğrenciler, bu işten pek bir şey anlamamışlardır. Ama, ertesi sabah hepsinin sıralarının üzerinde patatesler ve torbalar hazırdır. Kendisine meraklı gözlerle bakan öğrencilerine şöyle der öğretmen:

– Şimdi,bugüne dek affetmeyi istemediğiniz her kişi için bir patates alın, o kişinin adını o patatesin üzerine yazıp torbanın içine koyun.

Bazı öğrenciler torbalarına üçer-beşer tane patates koyarken, bazılarının torbası neredeyse ağzına kadar dolmuştur. Öğretmen, kendisine “Peki şimdi ne olacak?” der gibi bakan öğrencilerine ikinci açıklamasını yapar:

– Bir hafta boyunca nereye giderseniz gidin, bu torbaları yanınızda taşıyacaksınız. Yattığınız yatakta,bindiğiniz otobüste, okuldayken sıranızın üstünde.. Hep yanınızda olacaklar.

Aradan bir hafta geçmiştir. Hocaları sınıfa girer girmez, denileni yapmış olan öğrenciler şikayete başlarlar:

– Hocam, bu kadar ağır torbayı her yere taşımak çok zor.

– Hocam, patatesler kokmaya başladı. Vallahi, insanlar tuhaf gözlerle bakıyorlar bana artık.

– Hem sıkıldık, hem yorulduk…

Öğretmen gülümseyerek öğrencilerine şu dersi verir:

Görüyorsunuz ki, affetmeyerek asıl kendimizi cezalandırıyoruz. Kendimizi ruhumuzda ağır yükler taşımaya mahkûm ediyoruz. Affetmeyi karşımızdaki kişiye bir lütuf olarak düşünüyoruz, halbuki affetmek en başta kendimize yaptığımız bir iyiliktir.

HAMİT DERMAN

www.NurNet.Org

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version