Hanımların Mutluluğu Nerededir?

Kadınların saadet-i uhreviyesi gibi, saadet-i dünyeviyeleri de ve fıtratlarındaki ulvî seciyeleri de bozulmaktan kurtulmanın çare-i yegânesi, daire-i İslâmiyedeki terbiye-i diniyeden başka yoktur!.. Rusya’da o bîçare taifenin ne hale girdiğini işitiyorsunuz. (24.Lema, 2.Nükte)

Hepimiz hanım olarak günlük ev işlerine yardım edecek kurs veya çalışmalara katılmayı severiz; ta ki o konudaki istidatlarımızı keşfedip çalıştıralım, daha kamil ve pratik işler yapabilelim.

Peki mahiyetimizdeki manevî istidat ve cihazların keşfi ve çalıştırılması hangi kursa devam etmekle olacak?

İnsan mahiyetinde hayra ve doğruya müteveccih olarak yaratılmış kalp, ruh, sır gibi cihazlar varsa da daim şeytandan ders alan, muzır ve şerir bir nefs-i emmare de taşımaktayız. Bu nefsin şerrinden kurtulup kalp ve ruhumuzun inkişafı için manevî bir terbiyeye ihtiyacımız var. Bunun da şartı önce İslam dairesine sonra da belli bir terbiye sistemine kendimizi dahil etmektir. Bu terbiye sistemi hak tarikatler olabildiği gibi, doğrudan doğruya Risale-i Nurdaki ihlas-uhuvvet-hatvelerle çizilen yol da olabilir. Asıl kendimize sormamız gereken “benim manevî bir terbiyeye ihtiyacım var mı?” sorusudur.

Risalelerden alıntıda belirtildiği gibi hanım olarak dünyada saadetli bir hayat yaşamamız ve fıtratımızdaki ulvî seciyelerin inkişafı İslam dairesi içine girme şartına bağlıdır. İslam dediğimiz zaman dinimizin amelî boyutu, emir ve yasakları kast edilir. Öncelikle emir ve yasaklara ittiba dairesine, sonra da ancak bu daire içinde alabileceğimiz “terbiye-i maneviye” altına girmeliyiz. Terbiye ise fiiliyatımızın ve iç alemimizin birbiriyle uyumlu ve hakikate muvafık olması anlamına gelir. Öncelikle davranış boyutunda kendimizi fark ediyoruz ve elden geldiği kadar “emredildiği için” emir ve yasaklara uygun yaşıyoruz. Bu hal bizde yerleştikçe fark ediyoruz ki bir de iç alemimiz var, o davranış iç alemimizin bir yansımasıdır aslında. Dolayısıyla iç alemimizin de Kur’an’a muvafık bir hal alıp almadığını kontrol etmeye başlıyoruz. Bu terbiye ve belli bir çizgide yaşama, yani yapılıp yapılmayacak davranışların belli ve birbiriyle tutarlı olması bize “şahsiyet” kazandırıyor. Hem iç alemimizde bir netlik hem de diğer insanlarla olan irtibatımızda seviyeli bir tutum gösteriyoruz.

Oysa böyle bir terbiyeden mahrum olan ve hanımlığı sadece maddi görüntüsü itibarıyla değerlendiren Rusya gibi toplumlarda hanımlara kıymetlerinin çok altında muamele edildiği binler tecrübe ile sabit bir gerçektir.

Elhasıl: Nasılki kadınlar kahramanlıkta, ihlasta şefkat itibariyle erkeklere benzemedikleri gibi, erkekler de o kahramanlıkta onlara yetişemiyorlar; öyle de o masum hanımlar dahi, sefahette hiçbir vecihle erkeklere yetişemezler. Onun için fıtratlarıyla ve zaîf hilkatleriyle nâmahremlerden şiddetli korkarlar ve çarşaf altında saklanmağa kendilerini mecbur bilirler. Çünki erkek, sekiz dakika zevk ve lezzet için sefahete girse, ancak sekiz lira kadar birşey zarar eder. Fakat kadın sekiz dakika sefahetteki zevkin cezası olarak dünyada dahi sekiz ay ağır bir yükü karnında taşır ve sekiz sene de o hâmisiz çocuğun terbiyesinin meşakkatine girdiği için sefahette erkeklere yetişemez, yüz derece fazla cezasını çeker. Az olmayan bu nevi vukuat da gösteriyor ki; mübarek taife-i nisaiye, fıtraten yüksek ahlâka menşe’ olduğu gibi, fısk u sefahette dünya zevki için kabiliyetleri yok hükmündedir. Demek onlar daire-i terbiye-i İslâmiye içinde mes’ud bir aile hayatını geçirmeğe mahsus bir nevi mübarek mahlukturlar. Bu mübarekleri ifsad eden komiteler kahrolsunlar!.. Allah bu hemşirelerimi de bu serserilerin şerlerinden muhafaza eylesin, âmîn. (24.Lema, 2.Nükte)

Hanımların sefahette kabiliyetleri yok hükmünde olduğuna yukarıdaki misal en açık delildir. Hamisiz bir çocuğa hem analık hem babalık yapmak gibi çok ağır bir yükün altına girmek tehlikesi hanımları sefahetten muhafaza eder. Sefahete girmeyen bir hanım düzenli, belli bir aile hayatını tercih edecek; bu da onun daha başka günahlardan muhafaza olmasını temin edip yüksek ahlakına vesile olacaktır.

Maalesef hanımların latif fıtratını menfaatine alet etmek isteyen bazı komiteler, sefaheti hoş göstererek toplumu aldatmakta; hanımları da bu sefahetin malzemesi ve bazılarını da temsilcisi haline getirmektedir. Hanımlara yüksek şahsiyeti ve ahlakı ile değil de dış görüntüsü ile değer biçen bu sistem, hevesleri sürekli uyanık tutarak insanların yüksek hedefler için çalışması yerine nefsî ve geçici şeylerle vakit tüketmesini normal gösterip toplumsal verimi çok düşürmektedir. Sonra da şahsiyet ve namusunu ayaklar altına aldığı hanımı yüksek bir paye vermiş gibi alkışlatıp başka gafillerin de aynı oyuna gelmesine teşvik etmektedir. Böyle sefahete alet, taraftar, dellal, temsilci olmak gibi afetlerden kendini muhafaza etmek aklı başında her hanımın vazifesidir.

Sefahette hakiki bir saadet olmadığı gibi ona taraftarlıkta da acı bir alay vardır. Maddesi ön plana çıkarılmış bir hanım kardeşimizin medya ile teşhir edildiğini düşünelim. Ne kadar para, şan şöhreti olursa olsun, namus, haysiyet ve şerefi ne hale gelmiştir o kardeşimizin? Onu alkışlamak onunla alay etmek değil midir? Vicadanen böyle acı bir alaya razı olabilir miyiz? Kaldı ki o halde olan biz veya bir yakınımız da olabilirdik?.. öyleyse sefahete, hususan hanımların alet edildiği sefahete hiçbir şekilde taraftar olmamalı, destek vermemeliyiz.

Bu hâdisenin bir sebebi şu olmak kavîdir ki; Risale-i Nur, aile hayatına büyük bir faide verip hanımların iffet ve namus ve ismetle ve saadetle hayat geçirmelerini temin ettiğinden, kadınlar Risale-i Nur’a çoklukla rağbet göstermektedirler. Buna bir hüsn-ü misal olarak hanımların neşrolunan birkaç makalesini din düşmanları görmüşler ve bolşeviklik hesabına bir takım uydurma bahanelerle hücuma geçmişlerdir. Fakat aslâ muvaffak olamayacaklardır. Onların maksadlarının tam aksine olarak, Risale-i Nur’un neşriyatı erkek ve kadınlar arasında hârika bir tarzda inkişaf etmektedir ve edecektir. (Emirdağ Lahikası-2, 219 )

Diyen Bediüzzaman Hz. nurların hanımlar aleminde inkişafıyla menfi komitelerinin ve hanımları alet ederek sosyal hayatı zehirlemeye çalışan din düşmanlarının faaliyetlerinin tesirsiz kalacağı müjdesini vermiştir.

Hâzâ min fadli Rabbi

Nabi

www.NurNet.Org

Nurnet.Org Facebook’ta

Sitemiz açıldığından bu yana facebook sayfamızda da hizmet veriyoruz. İlk amacımız facebook sayfamızda sitemizde yayınlanan içerikleri paylaşmaktı ve bunda da şu ana kadar muvaffak olduk kanaatindeyiz.

Şimdi ise facebook sayfamızda web sayfamızın içeriği dışında neler paylaştığımızı belirtmek amacıyla bu duyuruyu yapıyoruz.

Kur’an-ı Kerim: Sayfamızı ziyaret ettiğinizde Quran yazan linke tıklayınca Kur’an-ı Kerim’i dinleyebilir, okuyabilir ve hatta Türkçe Mealini bile okuyabilirsiniz.

Videolar: Web sitemizde bulunmayan ama facebook üzerinden paylaştığımız birbirinden güzel videolara ulaşabilirsiniz (Sohbetlerden kesitler, Klipler, Aşr-ı Şerifler vb. gibi)

Fotoğraflar: Resimlerin altına ayet, hadis ya da vecizeler yazarak paylaşıyoruz. Paylaşımlarımızı sizde profilinizde paylaşabilir ve istifade edebilirsiniz.

Peki şimdi neler yapabiliriz?

Facebook sayfamızı beğenmekle işe başlayabilirsiniz. http://www.facebook.com/NurNet.Org

Paylaşımlarımızı “Paylaş” butonuna tıklayıp duvarınızda paylaşabilirsiniz.

Aşağıdaki resimlerden facebook sayfamızın içeriğiyle ilgili bilgi edinebilirsiniz…

 

Kuran’ı Kerim’deki Kıssalar Bize Ne Anlatmak İstiyor?

“Onların kıssalarında akıl sahipleri için bir ibret vardır. Bu Kur’ân ise uydurulabilecek bir söz değildir. O kendisinden öncekileri doğrular ve herşeyi iyice açıklar; iman eden bir topluluk için de bir hidayet ve bir rahmettir.” (Yusuf Sûresi, 12:111)

Kıssalar, Kur’ân-ı Kerimin bahisleri içinde çok önemli bir yer tutar. Hattâ Kur’ân’ın ruhunun kıssalarda yattığını, adeta herbir kıssada Kur’ân’ın özünü bulmanın mümkün olduğunu da söyleyebiliriz.

Bunu anlamak için, herşeyden önce, Kur’ân kıssalarının tümüyle gerçek olduğunu ve içlerinde hiçbir hayale, hurafeye yer vermediğini dikkate almak gerekir. Yüce Kitabımızın geçmiş kavimlerden bize naklettiği hadiseler, yaşanan hayattan alınmış ibret levhalarıdır. Bunlar tarihin bir döneminde, belirli bir toplumda olup bitmiş vak’alar gibi görünse de, gerçekte, devam eden ve yaşanmakta olan bir hakikatin kesitleridir. O gün belirli bir toplumda, falan veya filan kahramanların oynadığı rolleri bugün burada biz oynarız, yarın başka yerde daha başkaları.

Şairin dediği gibi, “Vak’a hergün tebdil-i kıyafetle gelir.” Kıyafet ne kadar değişse de, yaşanan vak’alar, değişmez hakikatleri tekrar tekrar canlandırmaya devam eder.

Kur’ân’ın kıssalarından yararlanmak için gerekli olan şey, tıpkı Kur’ân’ın bütününe yönelirken olduğu gibi, onlara “ibret” gözüyle bakabilmektir. Nitekim Kur’ân da kıssaların bu özelliğini vurguluyor ve onlarda “akıl sahipleri için ibretler bulunduğunu” belirtiyor.

Kur’ân’ın bu vurgusu üzerinde ne kadar duracak olsak, onun önemini abartmış olmayız. Çünkü kıssaların merak çekici yönleri pek çoktur. Eğer insan ibret gözüyle bakmaz da onlarda neyi aradığını bilmeden kıssalara yaklaşırsa, kendisini asıl anlamdan çok uzak yerlerde bulabilir. Meraklar, gereksiz ayrıntılara saplanır; hurafelere kapı açılır; baştan sona hakikatten ibaret olan gerçek kıssalar, gönül eğlendirici efsanelere dönüşür. Nitekim Tevrat ve İncil’deki kıssaların başına gelen şey aynen bundan ibarettir.

Ne yazık ki, eski kitaplara karışan hayaller ve iftiralar, zamanla Müslümanların kültürüne de sızmış, onları Kur’ân kıssalarındaki ibretleri bulup çıkarmaktan alıkoymuştur. “Nuh’un gemisi hangi ağaçtan yapıldı? Hz. Musa’nın ayakkabısı hangi hayvanın derisinden idi? Hz. Süleyman’ın kıssasında konuşan karıncanın adı neydi?” gibi ipe sapa gelmez sorulara dikkatleri yönelten, “Zülkarneyn atını Ülker yıldızına bağlardı” gibi palavralarla kıssayı bütün ciddiyetinden soyutlayan hikâyeler, maalesef Kur’ân kıssalarının anlaşılması önünde büyük bir engel teşkil etmiştir.

Oysa Kur’ân kıssalarından herbiri, önümüze ibret levhaları koymakta, bizi önemli sorular karşısında bırakmakta ve son derece ciddî bir muhasebeye sevk etmektedir.

Kur’ân kıssaları, yerin dibine geçen veya bir sayha ile olduğu yerde çöküp kalan yahut bir taş yağmuru altında yok olan kavimlerden haber verir. Peki, bu kavimler niçin helâk olmuşlardı? Öğüt verenlere karşı onların tavırları ne olmuştu? Onlardaki bozulmalar ile bugün bizim toplumlarımızdaki bozulmalar arasında paralellikler var mı? O vak’aları zamanımıza taşıdığımızda kahramanların yerine kimleri koyabiliyoruz? Daha da önemlisi, kendimizi bu kahramanlardan hangisinin yerine koyabiliyoruz?

Kur’ân’daki kıssalardan hangisini önümüze alıp da bunlar gibi soruları peş peşe sıralayacak olsak, ondan çıkarılacak nice ibretler buluruz. Nitekim Kur’ân da dikkatimizi kıssaların bu özelliğine yöneltiyor ve “Onlarda ibretler var” diyor—tabii gerçekten “akıl sahipleri” isek!

Kur’ân’ın “O kendisinden öncekileri doğrular” ifadesi de dikkat çekicidir. Daha önceki kitaplarda yer alan bilgilerin sahih olan kısmı Kur’ân’da doğrulanmış, beşer elinden bu kıssalara bulaşmış olan asılsız hikâyeler ise ayıklanmıştır. Onun için, Kur’ân’da yer alan kıssaların ayrıntıları için eski kitaplara başvurmak ve Kur’ân’ın ayıkladığı şeyleri tekrar oradan bulup çıkarmak doğru değildir. Doğru olan şey, önceki kitapları Kur’ân’ın tasdikine sunmak ve ancak onun tarafından doğrulanmış olan şeye yönelmektir.

Yine Kur’ân’ın tanımlamaları arasında geçen “Bu uydurulabilecek bir söz değildir” ifadesi, bize bu konuda büyük bir özgüven aşılıyor. Önceki kitaplara karışan beşer eli, o kıssaların arasına, Allah’a noksan sıfatlar yakıştırmaya ve peygamberlere iftira atmaya kadar işi vardırmış ve onları okuyanları neye inanacaklarını bilemez hale getirmişti.

Kur’ân’da yer alan kıssalar ise baştan sona hakikatlerden ibarettir. Üstelik onlarda gerekli olan “herşeyin ayrıntısı” vardır. Gerek Kur’ân âyetlerinde, gerekse Kur’ân’ı açıklamakla görevli bulunan Peygamberimizden bize gelen sahih hadislerde bildirilen ayrıntılar, ibret almak isteyecek kimse için yeterli ayrıntılardır. Bundan ötesine göz dikmek akıl sahiplerine yaraşacak bir iş değildir.

Ümit ŞİMŞEK

nurdergi.com

Kıyamet Günü Nebilerin ve Şehitlerin Gıpta Edeceği Kimseler

Resûlullah(a.s.v) buyurdular ki: “Allah’ın kulları arasında bir grup var ki, onlar ne peygamberlerdir, ne şehitlerdir. Üstelik Kıyamet günü Allah indindeki makamlarının yüceliği sebebiyle peygamberler de, şehitler de onlara gıpta ederler.

Orada bulunanlar sordu: Ey Allah’ın Resulü! Onlar kim, bize haber ver!

Onlar aralarında ne kan bağı ne de birbirlerine bağışladıkları bir mal olmadığı halde, Allah’ın ruhu Kur’an adına birbirlerini sevenlerdir. Allah’a yemin ederim, onların yüzleri mutlaka nurdur. Onlar bir nur üzeredirler. Halk korkarken, onlar korkmazlar. İnsanlar üzülürken, onlar üzülmezler.” (Ebû Dâvud, Büyû 78)

Ve şu ayeti okudu: “Haberiniz olsun.. Allah’ın dostları var ya! Onlara ne korku var, ne de onlar üzülecekler.” (Yunus 62)

Yine Bir gün Efendimiz (s.a.v), Ebu Zerr-i Gıfari (R.A.)’e buyurdular ki: “Ya Eba Zerr ALLAH güzeldir, güzeli sever. Benim niçin gamlandığımı, ne düşündüğümü ve neyi özlediğimi biliyor musunuz, ya Eba Zerr?

Oradakiler: “Bilmiyoruz ya Resulallah, Gamını ve düşünceni bize haber ver” dediler.

Resulullah (a.s) bir “Aaah!” çekerek şöyle dedi: “İştiyakım benden sonraki ihvanıma kavuşmak içindir. Onların durumları enbiyaların durumları gibidir. Onlar şühedaların menzilesindedirler. Babalarından ve kardeşlerinden sadece ALLAHÛ Teala’nın rızasını kazanmak için ayrı düşerler. Malı ALLAH için terk ederler. Nefislerini tevazu ile hor hakir ederler. Şehevata ve dünya füzuliyyatına rağbet etmezler. ALLAH’ın beytlerinden bir beytde Muhabbetullah’dan dolayı mahrum ve mahzun olarak toplanırlar, kalblerini ALLAH’a verirler. Ruhları ALLAH’a bağlı, onları bilmek ALLAH’a ait. Onların birinin hastalanması bir sene ibadetten efdal olur.

Eğer istersen anlatayım ya Eba Zerr?

-İsterim ya Resulallah.

Onlardan birisi öldüğü zaman ALLAH indindeki şereflerinden dolayı semada ölenler gibidirler.

Eğer istersen daha anlatayım ya Eba Zerr?

-İsterim ya Resulallah.

Onlardan birisi elbisesindeki bir böcekten müteezzi olduğu vakit ona ALLAH indinde yetmiş hacc ve gazve ecri ve İsmail zürriyyetinden kırk köle azad etmiş sevabı verilir, onlardan da her birisi on iki bin kişiye muadildir.

Eğer istersen daha ziyade edeyim ya Eba Zerr?

-Evet, ya Resulallah.

Onlardan birisi ehlini hatırlayıp da gamlandığı vakit her bir nefesine bir derece yazılır.”

Eğer istersen daha anlatayım ya Eba Zerr?

-Evet, ya Resulallah.

Onlardan birisinin arkadaşları arasında iki rek’at namaz kılması, Nuh (a.s.)’ın Cebel-i Lübnan da, bin yıl ibadet ettiği gibi ibadet eden bir adamın ibadetinden daha efdaldir.

İstersen daha ziyade edeyim ya Eba Zerr?

-İsterim ya Resulallah.

Onlardan birisinin tesbihi kıyamet gününde bütün dünya dağları kadar altın tasadduk edip de gelen bir kimsenin ecrinden daha fazladır.

İstersen daha sayayım ya Eba Zerr?

-Evet, ya Resulallah dedim. Mefhar-i Mevcudat Efendimiz(s.a.v) saymaya devam etti:

Onlardan birine bir kere nazar etmen, ALLAH indinde Beytullah’a nazar etmenden daha sevimlidir, ona nazar eden ALLAH’a nazar etmiş gibidir. Onun sevindirdiği kimse ALLAH’ın sevindirdiği bir kimse gibidir. Ona it’am eden, ALLAH’ı it’am etmiş gibidir.

İstersen anlatayım ya Eba Zerr?

-Evet, ya Resulullah.

Onların yanına, günahlarda ısrar ede ede hantallaşmış bir topluluk oturunca, ALLAH onları nazar-ı rahmeti ile nazar edip, günahlarını onların hürmetine afv etmeden kalkmazlar.”

Ya Eba Zerr! Onların gülmeleri ibadettir, şakalaşmaları tesbihtir, uykuları sadakadır.  ALLAH onlara her gün yetmiş kerre nazar eder. Ben bunlara müştakım ya Eba Zerr.

Resulullah(s.a.v) bitkin bir şekilde saçlarını düzeltti, sonra başını kaldırdı, ağlıyordu. Gözyaşları gözlerinden inci daneleri gibi dökülüyordu. Bir kere daha “ALLAH” diyerek “Onlara müştakım, onlara kavuşmak istiyorum” sonra Nebi Efendimiz(s.a.v) şöyle buyurdu: “ALLAH’ım! Onları muhafaza et, muhaliflerine karşı onlara yardım et, kıyamette gözümü onlarla nurlandır.”

Hadislerin Kaynakları için ayrıca bakınız:

http://www.sorularlaislamiyet.com/article/649/bazi-hadislerde-kiyamet-gunu-nebilerin-ve-sehidlerin-gibta-edecegi-kimseler-den-soz-edilir-bunlarin-ozellikleri-nelerdir.html

http://www.sorularlaislamiyet.com/article/5168/nebiler-ve-sehidlerin-gibta-ettigi-kimseler.html

Zengin

KÖYÜN AĞASI, adamlarını yanına çağırıp: “Dün sabah buraya bir adam gelmiş. Gelsin tabi ki ama, ‘Bu köyün ağasından da zenginim.’ der dururmuş. Şunu bulup getirin de, eni-boyu ne kadarmış görelim”, demiş.

Adamlar, dört bir yana dağılıp işe koyulmuş ve yaptıkları soruşturmaya göre, köye gelen kişinin ihtiyar bir balıkçı olduğunu, daha sonra sahildeki evine döndüğünü ağaya bildirmişler. Ağa, gururuna dokunan bu olayı çözmek niyetindeymiş. Atına atlayarak, o zengini aramaya koyulmuş. Bütün sahil şeridini boydan boya taramış, yolda birkaç kişiye sormuş ama, hiç kimse öyle bir adam tanımıyormuş.

Tek bir balıkçı yaşarmış o civarlarda, garip mi garip, zayıf mı zayıf… Ağa, aradığı kişiyi tanır ümidi ile, o yaşlı balıkçının yanına gitmiş. Selam verdikten sonra: “Ben ağayım!.” diye konuşmaya başlamış. Bizim köye bir balıkçı uğramış. Gevezenin tekiymiş anlaşılan. Benden zengin olduğunu söyleyen bir geveze. Onu tanıyor musun? Balıkçı, o sırada balık kızartıyormuş. Bütün çevreyi mis gibi kokutan, hem karabatakları, hem de aç martıları imrendiren.

Yaşlı adam, balıkları ters yüz ederken: “O kişi benim, diye gülümsemiş. Cuma namazı için köyünüze gelmiştim. Namazdan hemen sonra, birkaç arkadaşla sohbet ederken, sizden zengin olduğumu söyledim. Demek ki duymuşsunuz.” Ağa, durumu çözmekte zorlanıyormuş. Balıkçının aklından kuşkusu yokmuş ama, fakirliği açık seçik belliymiş. Üstündeki yamalı elbiseler, bir deri bir kemik kalmış sıskacık vücudundan, sanki her an kayacak gibi duruyormuş. Ayağına geçirdiği ayakkabılar ise, neredeyse parçalanma noktasındaymış, yaşadığı derme çatma kulübe gibi.

İhtiyara bir ders vermek amacı ile: “Zenginliğin ölçüsü, sahip olduğun tarlayla ölçülür, demiş. Sizleri bilmem ama, bizde böyledir. Namaz kıldığın köy bana aittir. On bin dönümden fazla. İstediğim tarlayı sürüp ekebilirim. Mahsul alabilirim. Onları, istediğim yere satabilirim. Kimse bana karışmaz. Oysa ki senin…” İhtiyar adam, ağanın sözlerini yarıda kesmiş. Önündeki uçsuz bucaksız denize bakarken: “Benim tarlam, en az yüz bin dönümdür, demiş. Belki çok daha fazla. Bazen birkaç oltayla, bazen de küçük bir ağla sürerim onu. Kimse bana karışmaz. Çok şükür ki Mevla’m da boş çevirmez.”

Ağa, şaşırıp kalmış bu cevap karşısında. En büyük zenginliği, mutluluğu fark etmiş ihtiyarın yüzünde. Yavaşça inmiş atının üstünden. Daha sonra balıklara doğru yanaşıp: “Muhterem ağam!. demiş. Sözlerinde gerçekten haklıymışsın. Şimdi bu aç ve zavallı yolcuya, tarlanın mahsullerinden yedirirsin değil mi?

Cüneyd Suavi – Zafer Dergisi

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version