Kuran’ın Nuru

Kur’an’ı Kerim, insanlığa yol gösteren son ilahi kitaptır. İnsanlık ancak ve ancak onun gösterdiği yönde hareket ederse kurtuluşa ermiş olur. Onun gösterdiği yönde hareket etmeyen her toplum bataklığa düşüp, boğulmaya mahkûmdur.

Yüce kitabımızın bu özelliğini daha iyi anlamak için bir örnek verelim. Kapkaranlık bir çölde kaybolmuş iki insan düşünelim. Bulundukları alan, bataklık ve tuzakları çevrilidir. Eğer bunlar kısa zamanda kurtulamazlarsa vahşi hayvanlara tarafından parçalanacaklardır. İşte böyle korkunç bir durumda, bu iki insana yüce bir varlık tarafından bir el feneri gönderiliyor. Bu el fenerin özelliği ise tuzakları ve bataklıkları anında tespit edip, yok etmesidir. Vahşi hayvanlara karşı yaydığı sinyaller vasıtasıyla onları korkutup uzaklaştırmaktadır. Bunun doğru olup olmadığını denediler ve hakikaten doğru olduğunu anladılar.

Bu iki insan bunu öğrendikten sonra bir tanesi ahmaklık edip inkâr ediyor. Ben kendi kendime kurtulurum diyor ve oradan ayrılıyor. Daha birkaç adım atmadan tuzaklarından birine yakalanıyor ve vücudu vahşi hayvanlara tarafından parçalanıyor.

Aklı başında olanıysa buna inanıp, el fener ile yolunu bulup, oradan kurtuluyor. Yüce varlığın dediklerine inanıp onun rızasına mazhar olduğu için kendisine mükâfat olarak Cennet veriliyor. Orada sonsuz ve mutlu bir hayat yaşıyor.

İşte ey insan, bu dünya bir bataklık ve tuzaklarla dolu bir yerdir. Yüce Allah, kurtuluşa ermemiz için Kur’an’ı bize rehber olarak göndermiştir. Onu hayatımıza uygulamamız ve anlamamız içinse iki cihan güneşi hazreti Muhammed a.s.m’i uygulayıcı ve tanıtıcı olarak göndermiştir. Bu gerçekleri bildikten ve öğrendikten sonra bu yolu takip etmemek çok kötü bir durumdur ve bile bile cehenneme yönelmedir.

Ey insan, Kur’an’ın verdiği ışığı ve sünnet-i peygamberi (peygamber a.s.m’ın yaşayış yolunu) takip et ve kurtul. Dikkat et! Eğer bu yolu takip etmezsen ikinci adam gibi olursun. Hem dünyada hem ahrette sonsuz azap ve sıkıntı çekersin.

Yüce Rabbim Kur’an’ı ve yaşayan Kur’an olan Hazreti Muhammed a.s.m’in kıymetini anlamayı ve hayatını onlara göre yaşamayı nasip etsin inşallah. amin..

Bahattin

Said Nursi Birinci’ye ‘seni kabul ettim’ dedi

Bütün ömrünü Risale-i Nur hizmetlerine vakfeden Bediüzzaman Said Nursi’nin talebelerinden merhum Mehmed Emin Birinci Ağabeyi vefatının 4. yılında rahmet ve özlemle anıyoruz…

Rize’nin Pazar İlçesinin Hisarlı Köyünde 1933 senesinde dünyaya gelen Mehmed Emin Birinci, bilhassa, Risale-i Nur’un matbaalarda tab edilmesi hizmetleriyle iştigal etmişti…

İlk defa, 1953 senesinde Hz. Üstad’ı İstanbul’da ziyaret eden Birinci ağabey birçok baskın, hapis ve tarassud hadiselerine de maruz kalmıştır.

Birinci Ağabey, çok sevdiği ve örnek aldığı Tâhirî ağabeyden tam otuz sene sonra aynı günde ve aynı şehirde vefat etmiştir. Kabirleri de Eyüp Sultan’da birbirine yakındır.

BEDİÜZZAMAN’I İLK ZİYARETİNİ ŞÖYLE ANLATMIŞTI:

Artık sabrım tükenmişti. Ne yapıp yapıp Üstadı görecektim. Aradan birkaç gün geçtikten sonra Fatih’e gittim. Reşadiye Otelini buldum. ‘Falan odada kalıyor‘ dediler. Çıktım. Beni Abdullah Yeğin Ağabey karşıladı. Ve Üstadın hizmetinde bulunanların kaldıkları odaya götürdü. Üstad kendi odasından bir ara abdest almak için çıkınca tekrar odasına giderken beni gördü. ‘Bu kimdir?‘ diye sormuş olacak ki, biraz sonra beni çağırdılar, gittim. Titreyerek, çekinerek, ürkerek Üstadın odasına gittim. Elini öpmek için yaklaşırken bana işaret ederek ‘otur‘ dedi, oturdum. O esnada Hz.Üstad, Türk Milliyetçiler Derneği tarafından Süleymaniye Camiinde okutulmakta olan Mevlid-i Şerifi küçük el radyosundan dinliyorlardı. Mevlid yayını bitince kalktım ve büyük Üstadın elini öptüm. Hz. Üstad da alnımdan öperek nereli olduğumu ve ne yaptığımı sorunca dilim tutulmuştu. Orada beni tanıyanlar cevap verdiler.

Risale-i Nuru okuduğumu, elimden geldiği kadar hizmet ettiğimi söylediler. Hz. Üstad bana dönerek:
Seni, hem Zübeyir, hem Bayram, hem Ceylân, hem Hüsnü, hem Tahirî, hem de Abdülmuhsin gibi kabul ettim. Risale-i Nur’a hizmet eyle” dedi.

Kendime geldiğim zaman, o mübarek zatın sıcacık eli hâlâ şakaklarımdaydı. Ruhumla birlikte bir anda bütün duygularımın yıkandığını hissetim. İkindi namazını oradaki arkadaşlarla kıldıktan sonra otelden ayrıldım. Bütün vücudumda bir hafiflik, bir rahatlık hissediyordum. Büyük Üstadın elini öpüp, onun mübarek duasına nail olmanın huzuru ve saadeti gönlümde bambaşka ufuklar açmıştı. Hele bana iltifat ederek bizzat kendine hizmet eden has talebeleri arasına dahil etmesinin sevinci içimi daha bir başka yakmakta idi. Tarifi imkânsız bir saadete kavuştuğumu hissediyordum.

Kaynak: RisaleHaber.com

Yaşanmayan Çocukluk

Toplumumuzda dinimizde ailenin ve çocuğun yerini zannedersem birçok yazılarda, kitaplarda okumuş, yaşadığımız toplum hayatında müşahede etmişsizdir. Tekrar tekrar çocuk eğitimi ve aile önemi hakkında fikrimi aktarma yerine kendi çocukluğumdan yola çıkıp, şimdiki çocukların yasayışını inceledim ve çok büyük uçurumlar fark ettim.

Ben 80’lerin sonu 90’ların başında çocukluk dönemi yaşayanlardanım. O dönemleri yaşayan hiçbir yaşıtımız çocukluğunu iyi geçiremediğinden yakınamaz, en azından birçoğu. Çünkü bizler çocukken misket oynardık sokaklarda 30 arkadaşımızla. Bakkalın önünde filede asılı olan toplardan 10 kişi aramızda kuruşları toplar ve o toptan alır iki taşı kale yapar ve maç yapardık. O renkli plastik toplar bizim için çok değerli idi.

İncir ve dut ağaçlarına tırmanmak ve dallarında oturarak onları atıştırmak bizim için büyük bir zevkti. Açlığımızı hissettiğimiz vakit camdan annemizi çağırır ve sepele sandviç sarkıtmasını isterdik. Hayatımda yediğim en tatlı sandviçlerdir.

Televizyon izlemek çokta önemli değildi bizler için. Çünkü vaktimizi ve enerjimizi okul ders ve sokaklarda oynamakla geçirirdik. Televizyonda, ancak pazar sabahları Susam Sokağı, Tom ve Jerry gibi çizgi filmler izlerdik, bu da iki saati geçmezdi. Bu arada gözümüz hep camda olurdu. Arkadaşlar oyuna başladı ise TV’yi bırakıp tekrar sokağa oynamaya çıkardık. En büyük lüksümüz o meşhur el atarileri idi, hani 4444 tane oyun olurdu içinde.

Bu yaşadığımız devre bakıyorum, yakın çevremi izliyorum Medresemize gelen çocuk ve gençlere bakıyorum ve görüyorum ki ilerideki yaşlarında, ne birbirlerine anlatabilecekleri bir çocukluk anıları, nede enerjilerini atabilecek bir ortamları var.

Yüzde 90 herkesin elinde bir cep telefonu. Evde internet ve oyun makineleri bağımlılığı almış başını gitmiş. Çocuklar kafalarını sanal ve hayal aleminden kaldıramıyorlar. Arkadaş ortamları yok denilebilecek kadar az. Facebook gibi ortamlarda sanal arkadaşlıklar moda olmuş.13 yaşında bir çocuk bana Sigarayı bırakabilmesi için yardımcı olmamı ve fikir vermemi istiyor.

Kız çocuklarımız daha ip atlama yaşında iken yüzlerini makyajlarla çirkinleştiriyorlar.14 yaşındaki bir kız çocuğu makyajla beraber adeta 25 yaşında olgun bir bayana benziyor. Peki ya ruh âlemi, 25 yaşında mı? Yoksa çocukluğu mu yaşamak istiyor?

Ben yeğenlerime çocukluk günlerimde yaşadıklarımı anlattığım zaman hayretlere kapılıyorlar. Sanki ben başka bir dünyada çocukluğumu yaşamışım gibi meraklı ve şaşkın gözler ile dinliyorlar.

Teknoloji ve bilgisayarı kullanmanın dozunu maalesef bilmiyoruz. Orta yolu bulamıyoruz. Bir işe el attığımız zaman ya tamamen ona kendimizi veriyoruz yâda hiç ilgi göstermiyoruz.
Aileler bu konuda çok dikkatli davranmalı.

Bir çocuğa 0 ile 3 yaş arası ne verirseniz onu alır” manasındaki hadisi şerifini unutmayalım.

Çocuklarımız bizi sanal ortamda çok fazla görmelerine izin vermeyelim. Yani kendimiz sanal ortam ile gerektiğinden fazla zaman geçirmeyelim. Onlara kendi çocukluğunuzu anlatıp yaşamaya çalışın. Mesela çıkın misket oynayın, uçurtma uçurun, kitap okutmaya teşvik edin, yaşadıklarınızı çocuğunuza da yaşatın ve bunu zevkle yapın. Göreceksiniz ki çocuğunuz enerjisini dışarıda attıkça aklen ve fikren daha huzurlu ve maneviyata adım atmaya hazır bir hale gelecektir.

Unutmayalım ki yaşanmamış bir çocukluk insanin ileriki hayatında çok derin izler bırakacaktır.

Çocukları sevin, onlara karşı şefkatli olun, onlara verdiğiniz sözü harfiyen yerine getirin; çünkü çocuklar, sizin onlara rızk verdiğinizi sanırlar.” (Hadis i Şerif)

Zübeyir Kılıç
Barla Medresesi Mannheim / Almanya

 

Şehrin Öte Yakasından Gelen Adam – Senai Demirci

 

ŞİMDİ BİR adam gelse şehre, uğrasa loş odalarına bir evin.
Bir çocuğun hayret bakışlarını indirse gözlerimize
Sönmeden ateşli hayretleri.
Yılmadan delici bakışları.
Bizi kendimize bin sürpriz diye tanıtsa.
Bebeğin çığlıkla başladığı başlamaların sırrını fısıldasa bize.
Dese ki:
“Dokunduğun her şey O’nun adına.
“Damağının suya değmesi, suyun damağına gelmesi O’nun rahmetiyle.
“Dudağının dudağına değmesi O’nun ismiyle…”
Halimiz bir inci sözün elçiliğinde “Bismillah” dese.
Başlamaların hepsine Allah adına bir devrim diye başlasak.
Bir dağda bir kardelenin çıkışını devrim bilsek.
Bir daldan bir yaprağın düşüşünü devrim görsek.
Bir dudağa bir hecenin tutunuşuna devrim desek.
Bir nefese bir sesin dolanışını devrim diye haykırsak.
Her şeyin her defasında hiçten yoktan sebepsiz başladığına tanık olsak.
Hep başlasak,hep başlasak…
Hep başlamalarda olduğumuzu bilsek.
Yeni baştan taşınsak “Bismillah”ın eşiğine.
Biz dahi başta ona başlasak…

Şimdi bir adam gelse şehre, yeniden baksa kutlu bakışlara susamış sokaklara.
Ölüler ağırlayan mezarlar.
Unutturduklarıyla utanan soğuk taşlar.
Ayaklar altında ezilmiş tohumlar.
Toz olmuş kemikler gibi ağaçlar…
Kuru dal uçlarına sürgün edilmiş ümitler…
Kara toprağa uzatılmış taze tenler.
Ayrılık uçurumlarına savrulup solmuş gül yüzlüler.
Yarım kalmış sevdalar.
Kırık dökük hecelerde saklı aşklar.
O adamın Sözler’iyle…
Bin diriliş türküsü oluverse, bir haşir sözüne dönüşüverse.
Dal uçlarında tomurcuklar gibi patlasa sonsuz özlemlerin.
Gelincikler gibi yüzü kanlansa paslı kederlerin.
Kan kırmızı mahcupluklar bulaşsa yüzüne ölü kızların.
Bir daha bir daha seyretsek İbrahim’in [as] kuşlarının yaprak yaprak geri dönüşünü.
Bir daha, bir daha dirilmeye bin bahar kadar emin olsak, İbrahim’ce mutmain olsa yaralı kalplerimiz.
Dal uçlarına çiçek çiçektebessüm asılıverse.
Baharı giyinen yeryüzü bir Duha ayetini seslendirse:
Rabbin seni terk etmedi, etmeyecek
Rabbin sana darılmadı, darılmayacak
Bundan sonra ne gelirse başına, bundan öncekilerden güzel olacak.

Şimdi bir adam gelse şehre, unutulmuş köşelerine uğrasa evlerin.
Mahzun ve asil bir kadın.
Anne.
Sınanmanın en zoru evladının ölümüyle.
Kan çanağı gözlerinden ateşli yaşlar düşürürken göğsüne.
Baldıran zehri çaresizliği yudumlarken kederler içinde.
Suskun duvarlardan, aldırışsız kahkahalardan, zoraki başsağlıklarından yüreği boş dönerken.
“vildanunmuhalledûn…” müjdesini fısıldasa adam.
Cennet saraylarından haber verse.
Bir teselli yağmuru iniverse ana yüreklerine…

Şimdi bir adam gelse şehre, tutsa ölüme yürüyen ihtiyarların elinden.
Gölgelerin gövdeleri aştığı ikindi hüzünlerinden parıltılı ümitler devşirse.
Yangın yeri ahir zaman akşamlarına sevinç pırıltıları düşürse.
Yakıp kavuran pişmanlıkların dudağına pınar suyu değdirse.
“Ah keşke…” lerle felç olmuş ümitleri yeniden yürütse.
Yüz üstü düşmüş özlemlere gülümsese.
Hayranlık umdukları gözlerden aşağılanmalar yaşlı kadınların yüreğine su serpse.
Cam kırığı sözler ağızlarda bekleşirken, sussan acıtır, konuşsan kanatır kederleri bir bir dile gelse.
“Halık-ı Rahîm” diye başlasa söze…
Hep Rahman hep Rahim Allah’ın adıyla…
Sonsuz rahmeti, bitimsiz merhameti ümit nehri gibi avuçlayıp serpse ihtiyarların yüreğine.
Rahmanî umutlar döşese kabre giden patika yollar üzerine

Şimdi bir adam gelse şehre, telaşlı koridorları adımlasa.
Teselli arayan çaresizler.
“Neden ben, neden ben!” diye hırçın sorular soran devasız gençler.
Nefesi daralmış, yüreği sıkışmış, güneşi unutmuş dertliler.
Huzuru her sabah yeniden kanayan, hüznü çıban gibi çoğalan.
Hastalar, hastalar, hastalar..
İlaçların kâr etmediği, yoğun bakımların göremediği, operasyonların onaramadığı yaraları varken hastaların.
Şehre bir adam gelse.
Bir tatlı kelam etse: “Ey biçare hasta! Merak etme, sabret. Senin hastalığın sana dert değil, derman… Ömrün bir sermayedir, gidiyor. Meyvesi bulunmazsa zayi olur. Hastalık ömrünün dal uçlarına ebedi meyveler takıyor.”
Sonra hastalığın hüznü sarı güller gibi pencerelerden sarksa…
Sonra bitkin tebessümleri dertlilerin serin pınarlar gibi aksa…

Bir adam gelse şehre, bizi Kitab’la tanıştırsa…
Terk ettiğimiz, uzak köşelere bıraktığımız, susturduğumuz.
Tedavülden kalkmış para muamelesi yaptığımız, miadı dolmuş ilaç yerine koyduğumuz,
Unuttuğumuz Kitab’ı ateşli bir haber gibi sokuverse gündemimize.
Sözlerin en sıcağına dokundursa dilimizi.
Yüreğimizi yatırsa vahyin ırmağına.
Sesten serinliklere daldırsa yüreğimizi.
Güneş karşısında nazenin yaprakları İbrahim tenini seyredercesine seyrettirse.
Ateşler içinde serin ve selamette olmanın mucizesine tanık etse dal uçlarını.
Taş kadar katı, taştan da katı kalplere bir Musa asâsı dokundursa.
İpek gibi kök ve damarların dokunuşuyla katılığını terk eden taşlardan utandırsa katı kalplerimizi.
Bir aşk hikayesi okusa taşların yüzünden; taşların da kalbini gösterse kalbimize.
Dese ki, güya bir âşık gibi taşlar; o lâtif ve güzellerin temasıyla kalbini parçalıyor, yollarında toprak oluyor.
Yüzümüz kızarsa, anlamak için geç kaldığımıza yansak “Biz Uhud’u severiz, Uhud bizi sever” diye taşlara aşk yükleyen Peygamber sözünü.

Bir adam gelse şehre; bize bir Peygamber anlatsa…
Uzakta kalmış değil, şimdi burada aramızda bir peygamber.
Soğuk değil sıcak:
Taze peygamber nefhaları taşısa şehre.
Yunus’ça yakarışların denizine atsa kalbimizi hemen şimdi.
Eyyub’ca yaraların tenine taşısa yakarışlarımızı hemen şimdi.
İbrahim’ce kurtuluşların serinliğine fırlatsa yangınlarımızı hemen şimdi.
Musa ile Hızır’a yoldaş eylese itirazlarımızın hepsini hemen şimdi.
Yusuf’ça rüyaların müjdesine sarıverse terk edilmişliklerimizi.
İsa’ca bir merhametin yüreğinde eritse hoyratlıklarımızı hemen şimdi.

Gelse adam…
Gelse ve
Tutsa elimizden “asr-ı Saadet’e, ceziretülArab”a götürse bizi hemen.
Onu vazife başında görsek:
Görsek ki, O’nun bakışıyla matemler sustu, varlık şevke boğuldu.
Birbirine yabancı ve düşman görünen varlıklar O’nun nuruyla, dost ve kardeş oldu.
Suskun ve dilsiz taşlar pürneşe söz oldu.
Korkunç, dipsiz deniz gökler mavi tebessümlere durdu.
Yetimler gibi boynu bükük dağların yüzü güldü.
Sevildi, sevilir oldu, sevildiğini bilen oldu.
Yüzleri soluk, nefesi kesik hastalar gibi yıldızlar şiir olup iniverdi göğümüze.
Ve böyle böyle…
Böyle böyle…
Aramızda bilsek Allah’ın Elçisi’ni.
Aramızda…
Bir gül tebessümünce diri.
Bir yağmur damlasınca duru.
Reşha Reşha indirse Peygamberce bakışı şehre…
Can kulağımıza değdirse sözlerini…

Bir adam gelse şehre…
Öte yakasından şehrin..
Sarı çiçeklerle sohbet edecek kadar hisli…
Bir gülün soluşuna ağlayan.
Şefkatli.
Karıncalarla sofra arkadaşı.
Dağ başlarını, ağaç dallarını mekan tutmuş münzevi.
Üveyiklerin hatırını soran, sinek kanadı inceliğinden ders alan öğrenci.
Gelse şehrin bu yakasına…
Bir delikanlının tereddütlerini ağırlasa avuçlarında.
Bir genç kızın uçarı hayallerine eğilse bakışlarıyla.
Dese ki,
Ey kavmim “Uyun Elçilere…”
“Sizden ücret istemeyenlere…”
İlle bizden olacaksın demeden gerçeği anlatanlara..
Taşlanmayı göze alarak koşsa meydanlara…
Soğuk mapus duvarlarından sonsuz tefekkür göğünü kucaklayan meyvelerle çıkıp gelse…
Canına kastedenlere de ebedi canlar sunan tebessümüyle baksa gözlerimizin içine içine…
Şehrin öte yakasından bir adam gelse…

Şehrin öte yakasından gelen adam
Geldi çoktan.
Dudağında göklü sözlerin iksiriyle…
Yanında muhabbet kahramanlarının alın teriyle…
Yüreğinde Mevlana şiiriyle,
Aklında Geylanî hikmetiyle,
Şirazlı Sadi’nin Molla Cami’nin aşkıyla,
Meleklerin “bilmeyiz biz; Sen bilirsin” edebiyle…
Şehrimize bir adam geldi.
Şehrin öte yakasından…

Keşke kavmi bilseydi…

© 2010 karakalem.net, Senai Demirci 23/03/2011

Hayat’ın İçinden : Kırkta Bir

Küçük bir balıkçı köyünde yaşayanlar, birçok balıkçı gibi, denizi çok iyi tanıyorlardı. Gökyüzüne şöyle bir göz attıklarında, havanın gün boyu nasıl olacağını, rüzgârın durumunu ve ne yönden eseceğini hemen çıkartırlardı. Bir fırtına tehlikesi söz konusuysa, tekneleri güvenli bir yere çektikten sonra, denizi üstten gören genişçe bir barınağa sığınırlardı. Çam kütüklerinden yapılmıştı burası. Mis gibi reçine koktuğu için, onlara deniz kokusunu aratmazdı.

Bu mekânda sohbet edip çay içerlerken, bir yandan da sahili gözlerlerdi. Çünkü köyün en yaşlı balıkçısı, sanki onlara meydan okur gibi, fırtına yaklaştığında sandalına atlayıp, açık denize doğru yönelirdi. Köy sakinleri, ihtiyarın bu işine pek akıl erdiremez, bu konuda birçok tahmin yürütürlerdi. Zira yaşlı balıkçı hiç kimseyle konuşmaz, sırlarını açmaya yanaşmazdı. Kimi köylüye göre, ihtiyarcık denizde ölmek istiyordu. Ama bu ihtimal kuvvetli sayılmazdı.

Yaşlı adam dindar biri olduğu için, kendisini bile bile tehlikeye atmazdı. Karlı dağlarla çevrilen koyun sonunda, büyük balıkçı gemileri dolaşırdı. Bereketli bir av bölgesiydi burası. Bu yüzden de köylüler, ihtiyarın oraya gittiğini söyler, fakat neler yaptığını bilemezlerdi. Yaşlı balıkçı, deniz patlayınca balık tutamazdı tabi ki. Dalgalar insan boyuna yükseldiğinde, ne sandal dururdu yerli yerinde, ne de ağları. Olta bile atamazdı o kargaşada. Teknesinin her tahtası ayrı ayrı gıcırdar, dip kısmı da bir karış suyla kaplanırdı. Dört bir yana savrulurdu fındık kabuğu gibi. Bu yüzden başı dönse de sabretmeye çalışır, sonunda halsiz düşerek geri dönerdi.

Zaten merak edilen konu buydu. Bir balıkçı eğer balık tutamıyorsa, bu konuda en ufak bir şansı bulunmuyorsa, üstelik de yaşı seksene dayanmışsa; fırtınalı bir denize yelken açması, intihardan başka bir şey değildi. Yaşlı adam, bir gün aniden hastalandı. Arkadaşları, onun kollarına girip evine götürdüler. Ve yıllar yılı merak ettikleri konuyu, bir kez daha kendisine sormayı denediler. İhtiyarın gözleri, penceresinin dışından görünen denizdeydi.

Üç beş balıkçı teknesi geri dönüyor, onları da aç karınlı martılar izliyordu. Yaşlı adam, gözlerini denizden ayırmadan: — Fırtına yaklaşırken, kıyıda beklemem mümkün değildi, dedi. ”Belki biri yardım bekliyordur” diyerek, defalarca denize açılmıştım. Yanında bulunanlar, ihtiyarın sözlerine anlam veremiyordu. Bir sahrada tek bir kumu aramak neyse, bu iş de ondan farklı sayılmazdı.

Yaşlı adam, yatağından güçlükle doğrularak: — Henüz gençken büyük bir gemide tayfaydım, dedi. Uykusuzluk ve yorgunluk belimizi bükmüştü. Deniz birden patladı ve sert bir rüzgâr beni güverteden kopartıp, yarı donmuş suların içine fırlattı. Balıkçılar, merakla dinliyordu. Denize düşen birini o dalgada kurtarmak, herkesin bildiği gibi adeta imkânsızdı. Eğer kışsa, zaten hiç kimse uğraşmazdı. Düşen kişi çok iyi yüzme bilse bile, birkaç dakika içinde donup giderdi.

Yaşlı adam, devam edip: — Beni kurtaran da bir ihtiyardı, dedi. Nerden çıktı, nasıl yetişti bilmiyorum. Kendi paltosuna sarıp ısıttı beni, bir babanın yavrusunu sarması gibi. İçerde bulunanlar, bu işin sırrını nihayet çözmüşlerdi. Hasta adam anlaşılan ona özenmiş, birini kurtarmak için boşuna beklemişti. Hem de yıllarca. Böyle bir şey hangi yönden bakılırsa bakılsın, son derece saçmaydı. Bu yüzden yaşlı adama itiraz edip: — İyi ama, dediler. Buna benzer bir olay, kırk yılda bir görülür, belki görülmez. — Bunu ben de biliyorum, dedi balıkçı.

Tam kırk yıldan bu yana, gece gündüz dua ettim o ihtiyara. Hâlâ da ediyorum. Kırkta bir ihtimal düşük sayılsa bile, ömür boyunca sürecek bir dua almak için, kırk fırtınaya katlanmak fazla bir şey değil ki!

Cüneyd Suavi – Zafer Dergisi

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version