Etiket arşivi: Ahmed Akgündüz

Yeni Bir İman Mektebi Olarak “Risale-i Nur”

I. Allah’a giden yollar ve Risâle-i Nur

Yaratılışın en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi Allah’a imandır. En büyük dâvâda Allah’ıtanıyarak ebedîsaâdeti kazanmaktır. Bu sebeple İslâm tefekkür tarihinde, âlimlerin üzerinde durduğu, mütefekkirlerin üzerinde zekâyorduğu, filozofların bütün tafsilatıyla tartıştığıen önemli mevzu, Allah’a ve sıfatlarına iman; Allah’ın varlığının ve birliğinin bilinmesi ve isbatı olmuştur.

İslâm fikir tarihi tetkik edildiğinde, marifet-i Sâni denilen kemâlât arşına uzanan yolların dört asla ircâ edilebileceğini görüyoruz:

Birincisi:

Tasfiye ve işrak üzerine kurulmuşolan ehl-i tasavvufun yoludur. Tasfiye, zikir ve ibadetlerle kalbi ve aklı mâsivâdan arındırarak Allah’a ve Onun marifetine ulaşmaya çalışmaktır. İşrak ise, keşif ve ilham ile insanı Allah’a götüren yolları bulmaya gayrettir. Her ikisinde de marifetullah yolunda kalb ayağıyla gidilmeye çalışılır. Bu seyr ü sülûkün anahtarıve vesileleri, zikr-i ilâhîve tefekkürdür. İmam-Rabbânî’nin ifadesiyle, “Bütün tariklerin nokta-i müntehâsı, iman hakikatlerinin vuzûh ve inkişafıdır.”2 Yine İmam-ıRabbânî’nin tasnifine göre, tasavvuf tariki, velâyet-i suğrâdır.İmam-ıRabbânîler, Abdülkâdir-i Geylânîler ve Bâyezîd-i Bistâmîler, bu yolun manevîreisleri arasında yer alırlar.

İkincisi:

İslâmın itikat esaslarını muhafaza ve müdafaa için kelâm denilen bir ilim teşekkül ettiren kelamcıların yoludur ki, Allah’ıtanıma ve isbat hususunda bunların dayandıkları en mühim iki esas, imkân ve hudûs denilen delillerdir. Bunlar, bu iki delili kullanırken, akla ve nazarîesaslara istinat ederler. Fahreddin Râzîler, Teftezânîler ve İmam Gazalîler, bu yolun manevîreisleri arasındadırlar.

Bu her iki yol da, her ne kadar Kur’ân’dan ilham alarak dal budak salmışlar ise de, beşer fikri bunlarıbaşka başka kalıplara soktukları için uzunlaşmış, müşkülleşmişve bazıvehimlerden ve vartalardan mahfuz kalamamıştır. Kelamcıların bazıifrat ve tefritlerini kelam kitaplarında okuduğumuz gibi, ehl-i tasavvufun bazıvartalarınıda, Bediüzzaman’ın “Telvîhât-ıTis’a” adınıverdiği risâlesinden öğreniyoruz.

Üçüncüsü:

Şüphelerle dolu olan ve sahiplerini de şüpheler içinde bırakan İslâm filozoflarının yoludur ki, İbn-i Sinalar, Farabiler, Kindîler gibi bir kısmıaklıesas alarak yürüyen ve kendilerine Meşşâiyyûn veya Aristocular tabir edilenler ile Sühreverdîler ve İbn-i Tufeyl’ler gibi ilham ve kalbe sezişi esas alan ve kendilere İşrâkıyyûn tabir edilenler, bu yolun yolcusudurlar. Felsefenin fâsit birtakım esaslarıve müntesiplerini sürüklediği vahim neticelerinden dolayı, İslâm filozoflarından olan İbn-i Sina ve Farabi gibi dâhiler, âdîbir mü’min derecesini ancak kazanabilmişlerdir. Hatta İmam-ı Gazali gibi bir hüccetü’l-İslâm, onlara o dereceyi de vermemiştir.4

Dördüncüsü:

Risâle-i Nurun esas mesleğini teşkil eden Kur’ân’ın yoludur.5 Bu ifadeden, öteki yolların Kur’ân dışı olduğu şeklinde bir mânâ çıkarılmamalıdır. Ne demek olduğunu isterseniz, Bediüzzaman’dan dinleyelim:

Risâle-i Nur, sâir ulemânın eserleri gibi, yalnız aklın ayağıve nazarıile ders vermez ve evliyâmisillûyalnız kalbin keşif ve zevkiyle hareket etmiyor. Belki akıl ve kalbin ittihat ve imtizacıve ruh ve sâir letâifin teâvünüayağıyla hareket ederek evc-i âlâya uçar. Taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözüyetişemediği yerlere çıkar; hakaik-i imâniyeyi kör gözüne de gösterir.” 6

Risâle-i Nurun telif edildiği Yeni Said devresini anlatırken de, İmam-ı Rabbânî’nin “Tevhîd-i Kıble et; yani yalnız bir üstadın arkasından git” şeklindeki manevî ikazından sonra kalbine şöyle geldiğini anlatmaktadır:

Üstad-ıhakiki Kur’ân’dır. Tevhîd-i kıble bu üstadla olur‘ diye, yalnız o üstad-ıkudsînin irşadıyla, hem kalbi, hem ruhu gayet garip bir tarzda sülûka başladılar. Nefs-i emmâresi de, şekler ve şüpheleriyle onu manevîve ilmîmücahedeye mecbur etti. Gözü kapalı olarak değil, belki İmam-ı Gazali, Mevlânâ Celâleddin ve İmam-ı Rabbânî gibi kalb, ruh, akıl gözleri açık olarak gezmiş. Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, Kur’ân’ın dersiyle ve irşadıyla hakikata bir yol bulmuş, girmiş. Hattâ “Her şeyde bir delil var; gösteriyor ki, Allah bir” meâlindeki hakikata mazhar olduğunu Risâle-i Nur ile göstermiş.” 7

Kur’ân’ın Allah’ı isbat ederken kullandığıihtirâve inâyet delillerini, asrımızda gelişen ilimlerle birleştirerek şerh eden Risâle-i Nurun evvelâbu asırda yeni bir iman mektebi olarak ifa ettiği fonksiyonu ve sonra da diğer İslâm âlimlerinin eserlerinden ve mesleklerinden farkını, yine Bediüzzaman’dan dinleyelim:

Risâle-i Nur, yalnız bir cüz’î tahribatıve bir küçük haneyi tamir etmiyor. Belki küllîbir tahribatıve İslâmiyeti içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşlarıbulunan bir muhît kal’ayıtamir ediyor. Ve yalnız hususîbir kalbi ve has bir vicdanııslâha çalışmıyor, belki, bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen müfsit âletler ile dehşetli rahnelenen kalb-i umûmîyi ve efkâr-ıâmmeyi ve umumun ve bâhusus avâm-ımü’minînin istinadgâhlarıolan İslâmîesasların ve cereyanların ve şeâirlerin kırılmasıyla bozulmaya yüz tutan vicdan-ıumumîyi, Kur’ân’ın i’câzıyla ve imanın ilâçlarıyla tedavi etmeye çalışıyor.” 8

Diğer eserlerden farkıise, şöyle ortaya konuluyor:

“Eski mübarek zatların ekseri divanlarıve ulemânın bir kısım risaleleri, imanın ve marifetin neticelerinden ve meyvelerinden bahsederler. Onların zamanlarında, imanın esaslarına ve köklerine hücum yok idi ve erkân-ıiman sarsılmıyordu. Şimdi ise, köklerine ve erkânına şiddetli ve cemâatli bir sûrette taarruz var. O divanlar ve risâlelerin çoğu, has mü’minlere ve fertlere hitap ederler. Bu zamanın dehşetli taarruzunu def edemiyorlar. Risâle-i Nur ise, Kur’ân’ın bir mânevîmûcizesi olarak, imanın esaslarınıkurtarıyor ve mevcut ve muhkem imandan istifade cihetine değil, belki çok deliller ve parlak bürhanlar ile imanın isbatına, tahakkukuna, muhafazasına ve şüphelerden kurtarılmasına hizmet etmektedir.

Diğer ulemânın eserleri der ki: Veli ol, gör, makâmata çık, bak; nurları, feyizleri al. Risale-i Nur ise der: Her kim olursan ol, bak, gör; yalnız gözünü aç, hakikatı müşahede et, saâdet-i ebediyenin anahtarı olan imanını kurtar.” 9

Kısaca Risâle-i Nur, mânen şu beyti terennüm etmektedir:

Elde Kur’ân gibi bir mu’cize-i bâkîvarken, başka bürhân aramak aklıma zâid görünür.

Elde Kur’ân gibi bir bürhân-ıhakikat varken, münkirleri ilzâm için gönlüme sıklet mi gelir?

Ehl-i tasavvuf ve kelâmcılar da bu yolun ulvîliğini ve umumiliğini haber vermişlerdir

Kur’ân’dan ilham alınan diğer önemli iki yolun müntesibleri, yani ehl-i tasavvuf ve kelamcılar da, Kur’ân’ın bu umumî caddesinin üstünlüğünü ve umumîliğini, tâ kendi asırlarında idrak etmişler ve müntesiblerine haber vermişlerdir. Bunlardan sadece ikisini kısaca nakledeceğiz.

Ehl-i tasavvufdan İmam-ı Rabbânî Mektûbât   adlı eserinin 1. cildinin 301. ila 302. ve 3. cildinin “122. mektubu”nda özetle şunları söylemektedir:

Ulûhiyyetin en büyük dellalı Hz. Peygamberdir. Hz. Peygamberin âleme neşretmişolduğu kemâlât-ı nübüvvete insanı ulaştıran iki yol vardır: Birincisi velâyet-i suğrâda denilen velâyet yoludur ki, perdelidir ve ulaşılması kolay değildir. Çok makamları kat’ etmek icap eder. İkincisi ise, velâyet-i kübrâtabir edilir ki, verâset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakikata bir yol açmaktır. Bu yol, enbiyâya, sahâbelere, tabiinlere, bazıbüyük tabe-i tâbiînlere ve âhirzamanda gelecek olan bir cemâate hasdır. Bu yol, kısadır, kolaydır ve tehlikesizdir.”11

Bediüzzaman da İmam-ıRabbânî’yi şöyle tasdik ediyor:

Cadde-i kübrâ, elbette velâyet-i kübrâ sâhipleri olan sahâbe, asfiyâ, tâbiîn, eimme-i ehl-i beyt ve eimme-i müçtehidîn caddesidir ki, doğrudan doğruya Kur’ân’ın birinci tabaka şâkirtleridir.12

İşte Risâle-i Nur, bu câmi ve küllî ve yüksek mârifet caddesini tefsir edip, bin seneden beri Kur’ân aleyhine ve İslâmiyet ve insaniyet zararına tarhibatçı küllî cereyanlarına karşı, Kur’ân ve iman namına müdafaa ediyor13 ve İmam-ı Rabbânî’nin bahsettiği yolu, Risâle-i Nurun açtığını Nurları okuyan gönüller ve kalbler, hem idrak ve hem de tasdik ediyor.

Kelâmcılardan ise, bir kelam, tefsir, fıkıh ve kısaca şer’îve aklî ilimlerde dâhi olan Fahreddin Râzi’yi duymayan ve bilmeyen yok gibidir. Onun bir tefsir şaheseri olan Mefâtîh’ul-Gayb, yani gaybın anahtarları veya gerçekten büyük olan 30 ciltlik et-Tefsirü’l-Kebîr adlıtesiri; el-Muhassal ve el-Erbaîn adlıkitaplarıbaşta olmak üzere kelâma dair elliye yakın eseri, kendisine, “İmam” ünvanının verilmesine sebep olmuştur.

Razi’nin vasiyetinden bazıhakikatleri beraber dinleyelim:

Ey din kardeşlerim! Ve imanda yakini isteyen dostlarım! İnsanlar derler: İnsan vefat edince, mahlûkatla alakasıkesilir. Bu umumi kaide iki açıdan tahsis edilmiştir: Birincisi, eğer amel-i sâlih kalırsa, bu duaya vesile olur. Duanın da Allah katında bitmeyen izleri vardır. İkincisi ise, çocukların terbiyesi ve mazlumların hakkıda alakayı devam ettiren hususlardır.

“Birinci husus için derim ki:

“Bilesiniz ki, ben ilmi seven bir insandım. Her konuda kalem oynattım. Hak-bâtıl, faydalıfaydasız demeden yazdıklarımın ne kemiyeti ve ne de keyfiyetine vâkıf değilim. Ancak bana ait muteber eserlere baktığımda, gördüm ki:

“Gözle gördüğümüz şu âlem, bir müdebbirin tedbiri altındadır. O müdebbir, misil ve nazirlerden münezzeh ve kemâl-i kudret, ilim ve rahmetle muttasıfdır. Kelâm ilminin bütün ma’rifet yollarınıdenedim. Bunların hiçbirinde, Kur’ân’da bulduğum manevîfayda ve lezzete denk gelebilecek bir fayda göremedim. Zira Kur’ân, azamet ve celâlin külliyen Allah’a verilmesini delilleriyle gösteriyor ve iman meselelerinde derin kelamî delillerle münakaşa edilmesini men ediyor. Bunun tek sebebi, Kur’ân’ın sâhibinin, beşerin aklının bu tür müphem ve derin münakaşalarda karıştıracağını ve şaşıracağını bilmesidir”14

İşte bu sebepledir ki Bediüzzaman şu tesbitleri rahatlıkla yapmaktadır:

“Madem hakikat böyledir. Ben tahmin ediyorum ki, Eğer Şeyh Abdülkâdir-i Geylânîve Şah-ı Nakşibend ve İmam-ı Rabbânîgibi zatlar, bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i imâniyenin ve akâid-i İslâmiyenin takviyesine sarf edeceklerdi. Çünkü, saâdet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekâvet-i ebediyeye sebebiyet verir. İmansız Cennete gidemez, fakat tasavvufsuz Cennete giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakâik-i imaniye gıdâdır. Eskiden kırk günden tut, tâkırk seneye kadar bir seyr üsülûk ile bazıhakâik-i imâniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise, Cenab-ıHakkın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaika çıkılacak bir yol bulunsa, o yola karşılâkayd kalmak, elbette kâr-ı akıl değil.”15

İşte o yol, Risale-i Nurdur. ÇünküRisale-i Nur, Kur’ân’ın hakiki bir tefsiridir.

II. Risâle-i Nur, Kur’ân’ın hakiki ve mânevi bir tefsiridir

Risale-i Nurun bu zikredilen özelliği, Kur’ân’ın bu asrın idrakine uygun hakiki ve manevîbir tefsiri olmasından kaynaklanmaktadır. Bilindiği gibi, tefsir iki kısımdır:

Birincisi: Lafzî tefsirdir. 350 bin adede ulaşan bu mânâda tefsirler, Kur’ân’ın ibaresini ve lafızlarını izah ederler. Cümlelerinden çıkarılabilecek itikâdî, amelîve ahlâkîhükümleri çıkarırlar. Dirâyet ve rivâyet tefsirleri adıyla kendi arasında kısımlara ayrılan bu mânâda Kur’ân tefsiri, eski ulemâtarafından telif edilmiştir.

İkincisi:

Mânevî  tefsirdir  ki,   Kur’ân’ın   hakikatlarını  tefsir ve  izah  ederler.   Risâle-i   Nur,   bu   ikinci   kısım  tefsirlerin   en   kuvvetlisi   ve  en kıymettandır.16

Risale-i Nur Kur’ân’ın hakiki bir tefsiri olduğuna göre, Kur’ân neyin tefsiridir? Ve Kur’ân’ın esas maksadıve beyan ettiği hakikatler nelerdir? Bu suallerin cevabı, Risale-i Nurun neden hakiki ve manevîbir Kur’ân tefsiri olduğunun da cevabıolacaktır.

Evvelâ: Kur’ân, Allah’ın Tekvîn sıfatından doğan kâinat kitabının ezelîtercümesidir. Yani kudret kalemiyle kâinat kitabınıyazan Allah, bu kitabınıKelam sıfatından neş’et eden Kur’ân denilen ezelîkelâmıyla tercüme etmiştir. İslâmiyetin yüceliği, kâinat kitabının kaideleri ile Kur’ân’ın kaideleri arasında mutabakat bulunmasındandır. Bu sebepledir ki, İslâmiyet fıtrat dini olmuştur. Risale-i Nur da, bu ezelîtercümenin izahıve tefsiri mahiyetindedir.

Sâniyen: Kur’ân’ın ana maksadı, hikmet tarafından, kâinata sorulan “Ey kainat! Nereden? Ve kimin emriyle geliyorsunuz? Sultanınız kimdir? Delil ve hatibiniz kimdir? Vazifeniz nedir? Ve nereye gideceksiniz?” şeklindeki sorulara cevap vermektedir.

Salisen: Kur’ân, “Şu sorulara dört ana maksadım vardır” diyerek cevap vermiştir ki, kâinatın ustası olan Allah’ın isbatı, yani tevhid, nübüvvet, cismani haşir ve ibadet ve adaletten ibaret bulunan bu dört maksat, Kur’ân’ın her yerine intişar eylemiştir.

O halde Kur’ân’ın asıl maksadıbu dört hakikatın beyanıdır ve Kur’ân’ın kâinattan bahsedişi, bu dört ana maksadıizah edebilmek içindir. Zaten kâinat kitabının sureleri, âyetleri ve harfleri demek olan masnu ve mahluklar, Kur’ân’ın bu dört hakikatınıâkıl olan kimselere anlatmak için kudret kalemiyle yazılmışlardır.

Buradan şu hakikat ortaya çıkıyor: Kur’ân’ın konusu kâinat olduğu gibi, ilimlerin de konusu kâinâttır. Kur’ân da, ilimler de, kâinat kitabının bablarını ve fasıllarını, sûrelerini ve âyetlerini izah etmektedirler. O halde hakiki hikmet ve ilimlerden hiçbirinin Kur’ân’a muhâlif olması mümkün değildir. Zira Kur’ân, kâinat kitabının müellifi tarafından yapılan tercümesidir; ilimler ise, aynı kitabın acemileri ve mübtedîleri tarafından yapılan izahıdır. Fizik, kimya ve matematik gibi ilimler, kâinât kitabının hükümlerini açıklayan fenlerdir.

İşte Risâle-i Nur, Kur’ân’ın dört ana maksadıolan tevhîd, nübüvvet, haşir ve adâlet hakikatlerini, Kur’ân’ın kâinat kitabını tercümesinden ilham alarak, kâinat kitabından âyetlerle ve temsil sırrıyla izah eden bir tefsirdir. Kur’ân’ın hakikatlerini kâinat kitabından verdiği misallerle ve temsil yoluyla tefsir ve izah ettiğinden, aynızamanda kâinat kitabının da bir tefsiri mahiyetindedir. Bu sebeple, Risâle-i Nur, araştırma konusu, kâinat kitabının bu bâbıveya faslıolan müsbet ilimlerin kâinatla ilgili olarak ortaya koyduğu ve mutlak intizâmıve nizâmıgerektiren ilim kâidelerinde, Kur’ân’ın ana maksatlarınıisbat etmekte ve kör gözlere de göstermektedir. Yani Risâle-i Nur, ilimlerle içiçedir ve mevzu bütünlükleri vardır. Kur’ân’ın mevzularıiçine girmişkâinatla ilgili meselelerde, aynıkonuyu araştıran ilimlerin kaidelerini de kullanarak, tevhîd, nübüvvet, haşir ve adâlet esaslarınıaçıklar.

Buna bazı misaller verelim:

Bütün müsbet ilimler, ortaya koydukları ilmî esaslar ile, kâinattaki bir nev’in nizam ve intizamını anlatmaktadırlar. Göz ile ilgili bilimlerin, gözdeki nizamı anlattıkları gibi. Bu konuda, ilim ve Kur’ân müttefiktir. Yani her ikisi de, kâinat kitabının intizam içinde yazılmışolduklarını ittifakla kabul etmektedirler. İşte Kur’ân ve onun hakiki bir tefsiri olan Risâle-i Nur, ilimlerin diliyle sâbit olan bu intizam ve nizamın, ittifak ile kâinat Sultânının saltanatınıve san’atınıilân ettiğini, görmeyen gözlere gösterir. Bir kısım ilim adamlarınıinkâra götüren ilmin kaideleriyle Kur’ân’ın dört ana maksadınıizah ve isbat eder.

İşte tevhîde dair kâinattan Halıkınısoran bir seyyahın müşahedelerinden bir misal:

“Yağmura bakar görür ki; yağmurun taneleri sayısınca menfaatler ve katreleri adedince Rahmânîcilveler ve latîf ve mübârek katreler, o kadar muntazam ve güzel halkediliyor ki, hususan yaz mevsiminde gelen dolu, o kadar mizan ve intizam ile gönderiliyor ve iniyor ki, fırtınalar ile çalkalanan ve büyük şeyleri çarpıştıran şiddetli rüzgârlar, onların muvazene ve intizamlarınıbozmuyor; katreleri birbirine çarpıp, birleştirip, zararlı kütleler yapmıyor. Ve bunlar gibi çok hakîmâne işlerde ve bilhâssa zîhâyatta çalıştırılan basit ve câmit ve şuursuz hidrojen ve oksijen gibi iki basit maddeden terekküp eden bu su, yüzbinlerle hikmetli ve şuurlu ve muhtelif hizmetlerde ve sanatlarda istihdam ediliyor. Demek bu tecessüm etmiş ayn-ırahmet olan yağmur, ancak bir Rahmân-ı Rahîm’in hazîne-i gaybiye-i Rahmetinde yapılıyor.”17

Haşre dair misali de verelim ve kâinat kitabından bazımasnûları, mahlukları, tasarruflarıve yapılan işleri nazara vererek, ilimlerin diliyle âhirete imanınasıl isbat ettiğini Bediüzzaman’ın şu ifadelerinden dinleyelim:

“Nakkâş-ı Ezelî, gözümüzün önünde, kışın beyaz sayfasını çevirip, bahar ve yaz yeşil yaprağınıaçıp, rûy-ı arzın sayfasında üçyüz binden ziyâde nevi’leri, Kudret ve Kader kalemiyle ahsen-i sûret üzere yazar. Birbiri içinde birbirine karışmaz. Beraber yazar; birbirine mâni olmaz. Teşkilce, sûretçe birbirinden ayrı, hiçşaşırtmaz. Yanlışyazmaz. Evet, en büyük bir ağacın ruh programınıbir nokta gibi en küçük bir çekirdekte derc edip muhafaza eden Zât-ıHakîm-i Hafîz, vefat edenlerin ruhlarınınasıl muhâfaza eder, denilir mi? Ve küre-i arzıbir sapan taşıgibi çeviren Zât-ı Kadîr, âhirete giden misâfirlerinin yolunda, nasıl bu arzı kaldıracak veya dağıtacak denilir mi?”18

Nübüvvete dair olan kısa bir delili de zikredelim:

“Hem şu âlemin Sâni-i Zülcelâli, bütün güzel masnûatıyla kendini zîşuur olanlara tanıttırmasıve kıymetli nimetler ile kendini onlara sevdirmesi, bizzarûre onun mukabilinde, zîşuur olanlara marziyyâtıve arzuyu İlâhiyelerini bir elçi vasıtasıyla bildirmesini istemesine mukabil, en âlâ ve ekmel bir surette Kur’ân vasıtasıyla o marziyyât ve arzularıbeyan eden ve getiren, yine bilbedâhe O Zattır (a.s.m.).”19

Kısaca, ilimlerin diliyle Kur’ân’ın dört ana maksadınıizah ve isbat eder. Risâle-i Nur, bu noktada öylesine Kur’ân’a âyine olmuştur ki, 6000 sayfayıbulan külliyatta tevhîd, nübüvvet, haşir ve adalet mevzularına ayrılmışkısımlar, eğer Kur’ân âyetlerinde aynımevzulara tahsis olunan nisbetlerle mukayese edilecek olursa, ikisinin birbirine yakın olduklarıgörülecektir.

III. Netice

Risâle-i Nur, sadece kelamda değil, Kur’ân’ın maksatlarınıve iman hakikatlerini izahta ve marifet-i Sâni hususunda, bir tecdit hareketidir ve kökümazide ve Asr-ı Saâdette olan yeni bir iman mektebidir. Risâle-i Nur yeni bir iman mektebi olarak sadece Kur’ân’ın hakikatlerini asrın idrâkine uygun olarak izah etmekle kalmamakta, kâinat kitabından misaller vererek, ilimlerin ışığında Kur’ân’ıtefsir etmekle, Kur’ân’ın ezelî tercümesi olduğu kâinât kitabının her bir mevcut ilimlerinde de konusu olmakla, İslâmiyetin hakiki ilimlerin zübdesi ve özüolduğunu da ortaya koymaktadır.

Öte yandan Kur’ân’ın hakikatlerini kâinat kitabından misallerle izah ve tefsir etmekle, kelam sıfatından doğan Kur’ân kitabıile kudret kaleminden doğan kâinat kitabının kanunlarıve kaideleri arasında tam bir mutabakat bulunduğunu isbat eylemektedir. Böylece, bu özelliğiyle İslâmiyetin, hevâve heves içinde dönüp dolaşan, bazan ışık ve bazan zulmet veren ve çabuk değişen diğer din ve doktrinlerden mümtaz ve serfirâz olduğunu akıllara anlatmaktadır.

Kâinat kitabının her bir harfi ve âyetinin birer Kur’ân hakikatinin menbaıve nümûnesi olduğunu göstermekle, kâinat kitabındaki hakikatlere nazar-ı dikkatleri çekiyor.20 Meselâdiyor:

Şimdi kuşlara bak! Onların söyleşmeleri ve cıvıldaşmaları, bir Sâni-i Hakîmin intâk ve söyletmesi olduğuna delil ise, hayret verir bir tarzda, birbirine o seslerle müdâvele-i hissiyât ve ifade-i maksad etmeleridir.”21

Hülâsa Risâle-i Nurlar, “tasavvur değil tasdiktir; teslim değil imandır; marifet değil, şehâdettir, şuhuddur; taklit değil hakikidir; iltizâm değil, iz’ândır; tasavvuf değil hakikattır; dâvâdeğil, dâvâiçinde bürhandır.”22

Ve “bu memlekette, bu asırda, bu milleti, anarşilikten, tereddîve tedenni-i mutlaktan kurtaracak yegâne çare, Risâle-i Nur’un esâsâtıdır.”23

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

 

Yazar Kimdir: 1955 yılında Çüngüşkazasının Malkaya köyünde doğdu. İlkokulu adıgeçen köyde bitiren Akgündüz, babası Cuma Akgündüz’den Osmanlıca öğrendi. Gaziantep Lisesi’ne devam ederken Arapçayıda öğrenen Akgündüz, 1982 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinden mezun oldu. Mezuniyetini müteâkip Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesinin Kamu Hukuku BölümüHukuk Tarihi Anabilimdalına Araştırma Görevlisi olarak girdi ve aynıyıl yüksek lisansına da başladı. 1983 Kasım’ında Prof. Dr. Halil Cin’in nezaretinde doktorasına başlayan Akgündüz, “İslâm Hukukunda ve Osmanlı Tatbikatında Vakıf Müessesesi” adlıteziyle ilgili araştırmalarda bulunmak üzere 1985 yılının ilk yarısında kazandığıaraştırma bursuyla Kuveyt’e gitti. 1986 Ağustos’unda doktor ünvanınıaldıve bunun müteâkiben Selçuk Üniversitesi Hukuk Fakültesine Hukuk Tarihi YardımcısıDoçenti tayin edildi. 1984-1985 ve 1985-1986 ders yıllarında Dicle Hukuk’da ve 1986-1987 ders yılından beri de Selçuk Hukuk’da Türk Hukuk Tarihi ve Genel Hukuk Tarihi derslerini yürüten Akgündüz, Kasım 1986 döneminde Arapça’dan ve Nisan 1987 döneminden ise İngilizce’den doçentlik dil sınavlarınıkazandı. 3 Kasım 1987 tarihinde doçent oldu ve aynıfakültenin ilgili bilim dalına doçent olarak tayin edildi. 1986-1988 tarihleri araında Başbakanlık OsmanlıArşivinde “OsmanlıKanunnâmeleri” üzerinde araştırma yapan Akgündüz’ün 10’a yakın eseri ve çok sayıda te’lif ve tercüme ile ilgili ilmî makaleleri bulunmaktadır. Akgündüz, İngilizce, Arapça ve Farsça bilmektedir; evli ve iki çocuk babasıdır.

2.            Bediüzzaman, Mektûbât, 5. Mektûb, sh. 22

3.            İmam Rabbânî, Mektûbât, c. 2, sh. 363 vd.; Bediüzzaman, Mektûbât, 5. Mektûb, sh.22

4.            Bediüzzaman, Sözler, 30. Söz, sh. 543

5.            Bediüzzaman,  Mesnevî-i  Nuriye,  252-253;  Muhâkemât,  Âsâr-ı  Bedîiyye, 252

6.            Bediüzzaman, Sikke-i Tasdîk-i Gaybî, 189

7.            Bediüzzaman, MesnevîNuriye, sh. 7-8

8.            Bediüzzaman, Şualar, 179

9.            Bediüzzaman, Sikke-i Tasdîk, Gaybî, sh. 188

10.         Bediüzzaman, Sözler, 365

11.   İmam-ıRabbânî, Mektûbât, C.1, sh. 361-366 (31 ve 302. Mektublar); III,
184-186     (122. Mektûb); Bediüzzaman, Mektûbât, 5. Mektûb, sh. 22-23

12.         Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbât, s. 85

13.         Bediüzzaman Said Nursî, Sikke-i Tasdîk-i Gaybî, s. 218.

14.         Fahreddin Razi. et-Tefsirü’l-Kebir, c.1, Mukaddime

15.         Nursî, Mektûbât, s. 23

16.         Bediüzzaman Said Nursî, Şu’alar, s.425.

17.         A. g. e., s. 108-109.

18.         Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 81-82.

19.         Nursî, Mektubat, s. 213.

20.         Bediüzzaman Said Nursî, (Muhakemat) Âsâr-ıBediiiyye, s. 163-165.

21.         Nursî, Sözler, s. 671.

22.         Nursî, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 239.

23.         A. g. e., s. 185.

Bediüzzaman’a Hücum Eden Cahillere İlmi Cevaplar!

Hollanda Rotterdam İslam Üiversitesi Rektörü Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, sosyal medyadaki hesabından ”Bediüzzaman ve Risale-i Nur‘a yapılan çirkin saldırıları ve hücumlara ilişkin olarak dikkat çekici bir paylaşımda bulundu.HÜCUM EDEN CAHİLLER VE İLMİ CEVAPLARI

Akgündüz’ün,’‘Bediüzzaman’a vahiy, kalbe ilham edildi ve benzeri tabirler sebebiyle hücum eden cahiller ve ilmi ilmi cevapları. (Mustafa İslamoğlu örneği)” başlığını verdiği paylaşımında konu hakkında ayrıntılı bilgilere yer verdi. 

 
Prof. Dr. Akgündüz’ün bugün paylaştığı yazı şu şekilde:
 
1 BEDİÜZZAMAN’A KİMLER HÜCUM ETMEDİ Kİ?
 
Bediüzzaman Hazretleri bütün alimlere meydan okuduğu ve zamanın eşsiz alimi manasında Allame Halil Siirdi’nin torunlarında Şeyh Fethullah tarafından Bediüzzaman ünvanı verildiği günden beri, onu çekemeyen şekli alimler tarafından tenkit edilmiştir. Ancak Babanzade Ahmed Naim, Mustafa Sabri, Ali Himmet Berki ve Ömer Nasuhi gibi gerçek alimler tarafından hep takdir edilmiş ve ilminin vehbi olduğu itiraf olunmuştur.
 
Ne zaman ki, Mustafa Kemal Bediüzzaman’ın kendi yanına çekme yollarında başarısız olunca, Şeyh Şerafeddin ve Abdülhakim Arvasi gibi, gerçekten alim olan insanları kışkırtmış ve artık Bediüzzaman’ı İslami ilimlerle vurmaya çalışmıştır. Bediüzzaman Hazretleri Birinci Şua diye bilinen ve 33 Kur’an ayetinin Nurlara işaretini inceleyen eserini kaleme alınca, bu hücumlar artmaya başlamıştır.
 
Bediüzzaman’ı çürütmeye çalışanlar Mustafa Sabri adına sahte bir Risale yazma yoluna gitmişler; başarılı olamamışlar; Diyanet adına sahte aleyhte kitapçık yayınlamışlar; başarılı olamamışlardır. Kala kala Dr. Lütfi Doğan gibi CHP’li alim müsveddeleri, Neşet Çağatay gibi laik ilahiyat profesörleri ve nihayet Mustafa İslamoğlu gibi cahiller ellerinde sermaye olarak kalmıştır. Ancak bunlar “şecaat arz ederken hırsızlıklarını ve cahilliklerini ortaya koymaktadırlar.
 
Bunlardan  örnek zikredip, “batılı iyice tasvir ederek safi zihinleri idlal etmek” istemiyorum.
 
 
“…Risaleleri okuduktan sonra bir konu beni ciddi biçimde rahatsız etti. Risalelerin Kur’an’ın vahiy oluşuyla ilgili hiçbir sorunu yok. Fakat risalelerin Kur’an’ın “son vahiy“ oluşuyla ilgili ciddi bir sorunu var. Risalelerde söylenenlerin tümüne inanan birinin Kur’an’ın “son vahiy” oluşuna inanması neredeyse imkansız görünüyor…” (Bkz: M.İslamoğlu, Kur’an’ı Anlama Yöntemi, s. 342, 99. Dipnot, Denge yay, 2014) .
 
bu örnek ise, Nurları tenkit etmek için “NUR RİSALELERİ’NE ELEŞTİREL BİR YAKLAŞIM (RİSALE-İ NUR’UN İÇYÜZÜ) başlığı altında bir paçavra kaleme alan ve belki de müstear ismini kullanan ABDULLAH TEKHAFIZOĞLU denen adamdır. Biz bunların birçok iddialarını İşari Tefsir ve Cifir ilmi başlıklı makalemizde çürüttük. 
 
Burada farklı meseleleri ele alacağız.
 
2 ARI SU İÇER BAL AKITIR, YILAN SU İÇER ZEHİR DÖKER (MÜNAZARAT 80 ) 
 
Ulema-i su’ diyeceğimiz bu tipleri anlatmak için bir konuyu hatırlatmak istiyorum. Milyonlarca genç Nurları okuyarak İslami hayata başladığı gözler önündeyken; 12. Söz, 25. Söz ve İşarat’ül-İ’caz Tefsiri Kur’an’ın Allah kelamı ve mutlak vahiy olduğunu Bediüzzaman kadar açıklıkla ve akli delillerle açıklayan bir allame bu zamana kadar gelmemişken; 19. Söz ve 19 Mektup gibi Resulüllah’ın peygamberliğini iki kere iki dört eder derecede ispat eden ve vahyin sadece O’na has bir meziyet olduğunu açıklayan Bediüzzaman gibi bir allameye, maksadının aksiyle ithamlarda bulunmak, tam manasıyla başlığımızı tasdik eylemektedir. Bediüzzaman’ın Kızıl İcaz’daki şu tesbitlerini, Mustafa İslamoğlu ve benzeri cahiller tam tasdik eylemektedir:
 
Bil ki! Şüphesiz ilim bir gıdadır. Elbette ki hazmedilmesi gerekir. Rahvan ve aceleci zihin, hakikatlerin kaymağından yer. “Yani hakikata varır, fakat onu almaz veya onu kazanır ve alır.” Lakin onun elinde hakikat parçalanır. “Yani zihnin elinde”. Çoğalmaz, genişlemez. Bilakis zihinden kaçak olarak çıkar. Sonra zihin, hakikatın parçalarını toparlar, onlardan hafızasında çoğalanların özelliklerini soyar. Hazmetmez ve büyütmez. Bilakis hakikatlar taş olur veya zihin de bozulur. “Zihnin sathiliği, elem veren bir hastalıktan daha şiddetlidir”. Ey okuyucu! Zihinlerin dikkate teşvik edilmek için, bu risaleyi veciz yazarak, sizleri aciz bıraktım. (Kızıl İcaz, Son İ’lem)
 
Bediüzzaman bir başka eserinde ise şunu açıklamaktadır:
 
Hazmolmayan ilim telkin edilmemeli
Hakiki mürşid-i alim koyun olur, kuş olmaz. Hasbi verir ilmini.
Koyun verir kuzusuna hazmolmuş musaffa sütünü.
Kuş veriyor ferhine lüab-alud kay’ını. (Sözler sh. 706 )
 
Alim-i mürşid, koyun olmalı; kuş olmamalı. Koyun, kuzusuna süt; kuş, yavrusuna kay verir.
(Mektubat, 471 )
 
Bu tip insanları görünce insan Bediüzzaman’ı şu sözlerinde tasdik etmeden edemiyor:
 
Hadiste “alim” tabiri var, bir kısmımız yalnız katibiz.
Elcevab: Bir sene bu risaleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan; bu zamanın mühim, hakikatlı bir alimi olabilir. Eğer anlamasa da, madem Risale-i Nurşakirdlerinin bir şahs-ı manevisi var, şübhesiz o şahs-ı manevi bu zamanın bir alimidir. Sizin kalemleriniz ise, o şahs-ı manevinin parmaklarıdır. Kendi nokta-i nazarımda liyakatsız olduğum halde, haydi hüsn-ü zannınıza binaen bu fakire bir üstadlık ve tebaiyet noktasında bir alim vaziyetini verdiğinizden bağlanmışsınız. Ben ümmi ve kalemsiz olduğum için, sizin kalemleriniz benim kalemim sayılır, hadiste gösterilen ecri alırsınız. (Lem’alar, 167 )
 
Mustafa Sungur Ağbey defalarca bize anlatmıştı Bediüzzaman’ın şu sözlerini: Kardeşim, ben Onuncu Söz’ün Dokuzuncu Nüktesini okurken, 400 ayet yardımıma koşuyordu ve ben 10 bin defa bu nükteyi okumuşum.
 
RİSALE-İ NUR VAHİY DEĞİLDİR; MUTLAK VAHİY OLAN KUR’AN İLE ZIMNİ VAHİY OLAN HADİSİN HAKİKİ BİR TEFSİRİDİR
 
Evvela vahyin ne demek olduğunu anlayalım:
 
“Vahiy” kelimesi mastar olup lügatte, gizli konuşmak, emretmek, ima ve işaret etmek, acele etmek, seslenmek, fısıldamak, mektup yazmak ve ilham gibi anlamlara gelmektedir. ( el-Cevheri, es-Sihah; ibn Manzur, Lisanü’l-Arab, “VHY” maddesi.) 
 
Bu kelime, Kur’an’da Allah’a ait bir fiil olarak kullanıldığı gibi, Allah’tan başkası için de kullanılmıştır. Bu sebeple sözlük anlamı itibariyle vahiy kavramı, ilahi ve gayr-ı İlahi vahiy şeklinde iki çeşit olarak tespit edilmektedir.(Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usulü, 37; Turgut, Ali, Tefsir Usulü ve Kaynakları, 79-80.). 
 
Vahyin çeşitli kısımları bulunmaktadır. Vahiy namazda okunup okunmamasına göre iki kısma ayrılmaktadır: 
 
3.1 Vahy-i Metlüv: Namazlarda okunabilecek olan mutlak vahiydir (Vahy-i Sarih)= Vahy-i Gayr-ı Metluv=Zımni Vahiy=Namazlarda Okunamayan Hadisler)
 
Sadece bu özellik Kur’an’a verilmiştir. Bu noktada Bediüzzaman hazretleri, diğer mukaddes kitaplar ile Kur’an arasında bile fark bulunduğunu ve Kelamullah tabirinin sadece Kur’an’a verilebileceğini açıklamatadır.
 
Hz. Peygamber’in yukarıda belirtilen vahy şekillerinden almış bulunduğu vahiylerden ekserisi ayetler, bir kısmı ise kudsi hadisler ve hadis-i şeriflerdir. Necm suresi 4. ayette: “O, kendi arzusu ile söylemez, o (söylediği), kendisine vahyedilen bir vahiyden başka bir şey değildir” buyurulmuştur. (el-Hadis ve’l Muhaddisun,12; Kurtubi, Tefsir, 75). Kudsi hadisler ve hadis-i şerifler vahy ve ilham yoluyla Peygamber’in söylediği sözler ve şeriatın ikinci kaynağı ise de, ayetler derecesinde değildirler. 
 
Kur’an, hadisi kudsi ve hadisin tarif ve vasıfları, okunan vahy ile okunmayan vahyin ne olduğunu ortaya koymaktadır: Kur’an, Cebrail (a.s) vasıtasıyla Arapça lafız ve hak manalar da Hz. Peygamber’e vahy edilen, O’nun Allah’ın Rasulü olduğuna delil ve insanların hidayeti ile doğru yolu bulmaları için bir düstur, okunması ile ibadet edilerek Allah’a yakınlık kazanılan, mushaflarda yazılı, Fatiha suresi ile başlayıp Nas suresi ile sona ermiş, tevatür yoluyla kitap olarak bize kadar intikal etmiş ve Allah’ın koruması ile en ufak bir değişikliğe uğratılmaksızın nesilden nesile okunarak intikal edecek, beşerin bir benzerini meydana getirmekten aciz bulunduğu ilahi kelamdır.
 
Bediüzzaman, mutlak vahiy olan Kur’an ile hadisleri de ayırıma tabi tutmaktadır. Bediüzzaman Hazretleri bu ayırımı yaptıktan sonra metluv vahyi bazı alimler gibi sarih vahiy olarak vasıflandırmaktadır:
 
Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselam hem beşerdir, beşeriyet itibariyle beşer gibi muamele eder; hem Resuldür, risalet itibariyle Cenab-ı Hakk’ın tercümanıdır, elçisidir. Risaleti, vahye istinad eder. 
 
Vahiy iki kısımdır:
 
Biri: “Vahy-i sarihi”dir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselam onda sırf bir tercümandır, mübelliğdir, müdahalesi yoktur. Kur’an ve bazı ehadis-i kudsiye gibi..
 
İkinci Kısım: “Vahy-i zımni”dir. Şu kısmın mücmel ve hülasası, vahye ve ilhama istinad eder; fakat tafsilatı ve tasviratı, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselam’a aittir. O vahiyden gelen mücmel hadiseyi tafsil ve tasvirde, Zat-ı Ahmediye Aleyhissalatü Vesselam bazan yine ilhama, ya vahye istinad edip beyan eder veyahut kendi ferasetiyle beyan eder. Ve kendi içtihadıyla yaptığı tafsilat ve tasviratı, ya vazife-i risalet noktasında ulvi kuvve-i kudsiye ile beyan eder veyahut örf ve adet ve efkar-ı amme seviyesine göre, beşeriyeti noktasında beyan eder.
 
İşte her hadiste bütün tafsilatına, vahy-i mahz noktasıyla bakılmaz. Beşeriyetin muktezası olan efkar ve muamelatında, risaletin ulvi asarı aranılmaz. Madem bazı hadiseler mücmel olarak mutlak bir surette ona vahyen gelir, o da kendi ferasetiyle ve tearüf-ü umumi cihetiyle tasvir eder. Şu tasvirdeki müteşabihata ve müşkilata bazan tefsir lazım geliyor, hatta tabir lazım geliyor. Çünki bazı hakikatlar var ki, temsil ile fehme takrib edilir. Nasılki bir vakit huzur-u Nebevide derince bir gürültü işitildi. Ferman etti ki: “Şu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp, şimdi Cehennem’in dibine düşmüş bir taşın gürültüsüdür.” Bir saat sonra cevab geldi ki: “Yetmiş yaşına giren meşhur bir münafık ölüp, Cehennem’e gitti.” Zat-ı Ahmediye Aleyhissalatü Vesselam’ın belig bir temsil ile beyan ettiği hadisenin tevilini gösterdi.(Mektubat, 93 – 94 )
 
Bediüzzaman bırakınız kendi eserlerine vahiy demeyi, Kur’an’ın vahiy mahsulü olan diğer mukaddes kitaplardan da ayrı bir makama sahip olduğunu haykırmaktadır:
 
Kur’an der ki: “Eğer yerdeki ağaçlar kalem olup, denizler mürekkeb olsa, Cenab-ı Hakk’ın kelimatını yazsalar, bitiremezler.” (Kehf Suresi) Şimdi şu nihayetsiz kelimat içinde en büyük makam, Kur’ana verilmesinin sebebi şudur ki: Kur’an, ism-i a’zamdan ve her ismin a’zamlık mertebesinden gelmiş. Hem bütün alemlerin Rabbi itibariyle Allah’ın kelamıdır. Hem bütün mevcudatın ilahı ünvanıyla Allah’ın fermanıdır. Hem Semavat ve Arz’ın Halıkı haysiyetiyle bir hitabdır. Hem rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükalemedir. Hem saltanat-ı amme-i Sübhaniye hesabına bir hutbe-i ezeliyedir. Hem rahmet-i vasia-i muhita noktasında, bir defter-i iltifatat-ı Rahmaniyedir. Hem uluhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazan şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır. Hem ism-i a’zamın muhitinden nüzul ile arş-ı a’zamın bütün muhatına bakan, teftiş eden hikmetfeşan bir kitab-ı mukaddestir. İşte bu sırdandır ki, “Kelamullah” ünvanı kemal-i liyakatla Kur’ana verilmiş. (Sözler, 134 )
 
3.2 İlahi Vahiy (Vahy-i Sarih ve Vahy-i Zımni=Hakiki Vahiy) ve Gayr-ı İlahi Vahiy (İlhamlar)
 
3.2.1 İlahi Vahiy (Vahy-i Sarih ve Vahy-i Zımni=Hakiki Vahiy)
 
Allah tarafından yapılan vahyin “ilahi vahiy” kavramını, insanlık camiasından seçilip görevlendirilen peygamberler vasıtasıyla, insanların ve de cinlerin dünya ve ahiret hayatlarının mutluluğu için prensipler koyan ilahi mesajlardan ibarettir. Buna hakiki vahiy de denilir. Hakiki vahiy kavramı; “Allah tarafından peygamberlere vasıtalı veya vasıtasız olarak ulaştırılan vahiy” olarak da tanımlanabilir. Bunu ayrıntılarıyla anlattık.
 
3.2.2 Gayr-ı İlahi Vahiy=İlhamlar
 
Bediüzzaman’a itiraz eden cahiller, ilham ve vahyin farkını ondan öğrenmeye çalışmalıdırlar. Biraz sonra nakledeceğimiz Nur’dan parçalar bunun en açık delilidir. 
 
Gayr-ı ilahi vahye ilham da denmektedir. Kelime olarak ilham, “bir şeyi birden yutturmak” anlamında olup, ıstılah olarak “kalbe bir takım mana ve fikirlerin ilka edilmesi” anlamında kullanılır. “Allah’ın, kulun kalbine bıraktığı şey”, “feyz yoluyla kalbe bırakılan şey” tarzında da ifade edilmiştir. Istılahi anlamdaki vahiy, peygamberlere has bir keyfiyet iken, ilham daha umumi bir karakter taşır. Veli kulun kalbine gelen ilham, meleklere yapılan ilham, hatta arı gibi hayvanlara yapılan ilhama kadar şümullü bir ifadedir. Kur’an-ı Kerim’de “ilham” kelimesi sadece Şems suresi 8. ayette geçer. Bu surenin başında yüce Allah, güneşe ve aya, gündüz ve geceye, sema ve arza kasemden sonra, “Nefse ve onu en güzel bir biçimde şekillendirip fücur ve takvasını ilham edene yemin ederim ki, nefsini arındıran muhakkak kurtulmuştur. Onu kirleten de, hüsrana uğramıştır” buyurur. (Şems, 8-10). 
 
Gayr-ı ilahi vahiy, Kur’an-ı Kerim’de çokça geçmektedir: Zekeriyya (a.s)’ın kavmine yaptığı vahy gibi “Derken Zekeriyya mescidinden kavminin karşısına çıkıp onlara; sabah-akşam tesbihte bulunun” diye vahyetti” (Meryem,19/11); “Ve şeytanların birbirlerine yaptığı vahiydir”; (el-En’am, 6/121). Vahy kelimesi ilk ayette “işaret” manasında ikinci ayette ise “gizli söylemek ve fısıldamak” manasında kullanılmıştır. Ilahi vahy anlamında kullanılan vahy kelimesinin 71 tanesi Hz. Peygamber (s.a.s)’e yapılan vahy ile ilgilidir. Geriye kalanları ise cansız olan “arz”a yapılan vahy (ez-Zilzal, 99/4, 5) semaya yapılan vahy (Fussilet, 41/12) bal arısına yapılan vahy (en-Nahl, 16/68, 69), meleklere yapılan vahy (el Enfal, 8/12) Hz. İsa’nın Havarilerine yapılan vahy (el-Maide 5/111) Hz. Musa’nın anasına yapılan vahy (el-Kasas, 28/7)’dir. (Cerrahoğlu, Tefsir Usulü, 37 vd.; Abduh, VII, 422-423). 
 
Allah’ın veli kulları ilhama mazhar oldukları gibi, hassas ruhlu sanatkarlar, şairler, kendi sahasında fani olmuş ilim adamları da ilhama mazhar olmaktadırlar. Bunlar, hayatın günlük akışı içinde başkalarının göremediğini görürler, sezemediğini sezerler, hissedemediğini hissederler. Bir başka ifadeyle, bilginin bambaşka bir boyutunda yer alan kimi sezgiler ve dimağlar, bize göre verimsiz gibi gelen bir zeminden diriltici sular, ilahi temaslar elde edebilirler. Hatta, belli bir meseleyi, uzun bir müddet çok uğraşmamıza rağmen çözemezken, bir gün aniden onun çözümünü içimizde buluruz. Bütün bilgi basamaklarını atlayarak bizi ani bir şekilde sonuca ulaştıran bu kabiliyetimiz hadsden (sezgiden) başka bir şey değildir.
 
İlhama mazhariyetle elde edilen bilgi, çoğu kere o şahsı ilgilendiren cüzi şeyler içindir. Yani, ya sıkıntılı halinde gelen bir teselli veya içinden çıkamadığı bir müşkilin halli veya kendisi ve çevresiyle ilgili geleceğe yönelik bir müjde şeklindedir.
 
Kalbine ilham gelen kişi, bunun ilahi menşeli olduğunu hissederse, kendisi onunla amel eder. Nitekim Hz. Musa’nın annesi kalbine gelen ilhama göre hareket etmiş, küçük Musa’yı sandık içinde Nil’in sularına bırakmıştır.
 
İlham meselesini en güzel şekilde kaleme alan Bediüzzaman Hazretleridir. Onu bu konuda dinlemek gerekmektedir:
 
Amma sair kelimat-ı İlahiye ise: Bir kısmı, has bir itibar ile ve cüz’i bir ünvan ve hususi bir ismin cüz’i tecellisi ile ve has bir rububiyet ile ve mahsus bir saltanat ile ve hususi bir rahmet ile zahir olan kelamdır. Hususiyet ve külliyet cihetinde dereceleri muhteliftir. Ekser ilhamat bu kısımdandır. Fakat derecatı çok mütefavittir. Mesela en cüz’isi ve basiti, hayvanatın ilhamatıdır. Sonra, avam-ı nasın ilhamatıdır. Sonra, avam-ı melaikenin ilhamatıdır. Sonra, evliya ilhamatıdır. Sonra, melaike-i izam ilhamatıdır. (Sözler, 134 )
 
Başka bir eserinde ilham ile alakalı daha ayrıntılı bilgi veren Bediüzzaman şöyle demektedir:
 
Sadık ilhamlar, gerçi bir cihette vahye benzerler ve bir nevi mükaleme-i Rabbaniyedir, fakat iki fark vardır:
 
Birincisi: İlhamdan çok yüksek olan vahyin ekseri melaike vasıtasıyla ve ilhamın ekseri vasıtasız olmasıdır.
 
Mesela: Nasılki bir padişahın iki suretle konuşması ve emirleri var. Birisi: Haşmet-i saltanat ve hakimiyet-i umumiye haysiyetiyle bir yaverini bir valiye gönderir. O hakimiyetin ihtişamını ve emrin ehemmiyetini göstermek için bazan vasıta ile beraber bir içtima yapar. Sonra ferman tebliğ edilir. İkincisi: Sultanlık ünvanıyla ve padişahlık umumi ismiyle değil, belki kendi şahsıyla hususi bir münasebeti ve cüz’i bir muamelesi bulunan has bir hizmetçisi ile veya bir ami raiyetiyle ve hususi telefonuyla hususi konuşmasıdır.
 
Öyle de Padişah-ı Ezeli’nin umum alemlerin Rabbi ismiyle ve kainat halıkı ünvanıyla, vahiy ile ve vahyin hizmetini gören şümullü ilhamlarıyla mükalemesi olduğu gibi, her bir ferdin, her bir zihayatın Rabbi ve Halıkı olmak haysiyetiyle, hususi bir surette fakat perdeler arkasında onların kabiliyetine göre bir tarz-ı mükalemesi var.
 
İkinci fark: Vahiy gölgesizdir, safidir, havassa hastır. İlham ise gölgelidir, renkler karışır, umumidir. Melaike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat ilhamları gibi çeşit çeşit hem pekçok enva’larıyla denizlerin katreleri kadar kelimat-ı Rabbaniyenin teksirine medar bir zemin teşkil ediyor. لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبِّى لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ اَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبِّى ayetinin bir vechini tefsir ediyor anladı. (Asa-yı Musa sh. 117-119 )
 
4 KALBE İHTAR EDİLDİ VE BANA YAZDIRILDI GİBİ TABİRLER İLHAMIN İŞARETLERİDİRLER
 
Bediüzzaman hazretlerinin kullandığı “kalbe ihtar edildi” ve “yazdırıldı” gibi ifadeleri, Nurların vahiy olduğuna işaret gibi yorumlayan cahiller, anlaşılan eski alimlerin eserlerini de okumamışlardır. Bu ifadeler ehl-i sünnet alimleri tarafından, “ilmin vehbi olduğuna işaret etmek” yahut ilham olduğunu anlatmak için kullanılmıştır. Bazı misalleri zikredelim:
 
1. “Ben kulumu sevdiğim zaman, onun gören gözü ve duyan kulağı olurum” manasıdaki hadis-i kudsi ilham ile açıklanmıştır. 
 
2. Hz. Ali aynen şöyle buyurmaktadır: “İnsanın en şaşılacak uzvu kalbidir. Onun çok hikmetleri vardır. Kalbine bir sünuhat geldiğinde…..” (Nehc’ül-Belağa).
 
3. İbn’ül_kayyım şunu anlatmaktadır: “Nefsim şeri’atın tevil ve tefsiri konusunda delillere aykırı şeyle ilka eyledi. Ben de Allah’a iltica ettim ve bunun hakiki manasının kalbime ilham edilmesini istedim. Kur’an’ı okumaya devam ettim ve dersim Sure-i Yusuf idi. ” قال معاذ اللّه إنه ربي أحسن مثواي ” ayetine kadar geldim. Burada kalbime gelen ilham ile manayı anladım ve hatamın farkına vardım ve sanki o hakikata muhatap kılındım.” (İbn’ül_kayyım El-Cevzi, Sayd’ul-Hatır adlı eser.
 
Şimdi bütün bunları dinledikten sonra Bediüzzaman’ın aşağıdaki ifadelerini anlayabiliriz ve ilham olduğuna rahatlıkla hüküm verebiliriz:
 
[Gayet ehemmiyetli bir nükte-i i’caziyeye dair, birden ihtiyarsız, mağribden sonra kalbe ihtar edilen ve sure-i قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ الْفَلَقِ ın zahir bir mu’cize-i gaybiyesini gösteren uzun bir hakikata kısa bir işarettir.]
 
İşte yalnız mana-yı işari cihetinde bu sure-i azime-i harika: “Kainatta adem alemleri hesabına çalışan şerirlerden ve insi ve cinni şeytanlardan kendinizi muhafaza ediniz.” Peygamberimize ve ümmetine emrederek, her asra baktığı gibi mana-yı işarisiyle bu acib asrımıza daha ziyade, belki zahir bir tarzda bakar; Kur’an’ın hizmetkarlarını istiazeye davet eder. Bu mu’cize-i gaybiye, beş işaretle kısaca beyan edilecek.
 
Eğer beraber olsa, Miladi bin dokuzyüz yetmişbir (1971) olur. O tarihte dehşetli bir şerden haber verir. Yirmi sene sonra, şimdiki tohumların mahsulü ıslah olmazsa, elbette tokatları dehşetli olacak. (Asa-yı Musa sh. 85-88 )
 
Bediüzzaman Hazretleri, ilham ve işari tefsire dayanarak 1971 olaylarını 50-60 sene evvel bildirdiyse ve bu da doğru çıktıysa, bunu İstanbul’un fethini haber veren alimlerinki gibi ilham ve keşif mi diyeceğiz, yoksa vahiy aldığını söylüyor deyip tahrifat mı yapacağız?
 
Başka bir misal zelzele ile alakalı bu zamana kadar yazılan Kelam kitaplarında bulamayacağımız kıymetli bilgileri ihtiva eden 17. Söz ile alakalı şu tesbitleridir:
 
Manevi ve ehemmiyetli bir canibden şimdiki zelzele münasebetiyle altı-yedi cüz’i suale karşı yine manevi ihtar yardımıyla cevabları kalbe geldi. (Sözler sh. 171 )
 
Fakat o zındıktan ders alan münafıklar, yine şeytan hesabına Kur’an güneşini üflemekle söndürmeğe, aptal çocuklar gibi ahmakane ve divanecesine çalışmaları hikmetiyle, bana gayet sıkı ve sıkıcı ve sıkıntılı bir halette bu Onuncu Mes’ele yazdırıldı tahmin ediyorum. Başkalarla görüşemediğim için hakikat-ı hali bilemiyorum. (Sözler sh. 461 )
 
Kur’anda “Lafzullah”ın tevafukundan çıkan bir lem’a-i i’cazı gösteren yaldız ile bir Kur’an yazdırıldı. (Mektubat sh. 183 )
 
Bu zamana kadar yazılan tevhid delilleri konusundaki en muhteşem eser olan Ayet’ül-Kübra hakkında şu kelimeleri kullanması gayet manidardır ve haklıdır:
 
Bu “Yedinci Şua” bir mukaddime ve iki makamdır. Mukaddimesi dört mes’ele-i mühimmeyi; Birinci Makamı, Ayet-i Kübra’nın tefsirinden Arabi kısmını; İkinci Makamı, onun bürhanlarını ve tercümesini ve mealini beyan ederler.
 
Bu gelen mukaddime lüzumundan fazla izah edilmekle beraber, bir derece uzun olması ihtiyarsız olmuştur. Demek ihtiyaç var ki, öyle yazdırıldı. Belki de bir kısım insanlar bu uzunu kısa görürler. (Şualar sh. 99 )
 
Kaldı ki Bediüzzaman Hazretleri, bu Kur’an’dan alınan reçetelerin ilham yoluyla telif edildiğini ve kendisinin de Kur’an’ın talebesi olduğunu açıkça haykırmaktadır:
 
Bu zamanda gayet kuvvetli ve hakikatlı milyonlarla fedakarları bulunan meşrebler, meslekler, tarikatlar, bu dehşetli dalalet hücumuna karşı zahiren mağlubiyete düştükleri halde benim gibi yarım ümmi ve kimsesiz ve mütemadiyen tarassud altında, karakol karşısında ve müdhiş, müteaddid cihetlerle aleyhimde propagandalar ve herkesi benden tenfir etmek vaziyetinde bulunan bir adam, o mesleklerden daha ileri, daha kuvvetli dayanan Risale-i Nur‘a sahib değildir ve o eser onun hüneri olamaz, onunla iftihar edemez. Belki doğrudan doğruya Kur’an-ı Hakim’in bu zamanda bir nevi mu’cize-i maneviyesi olarak rahmet-i İlahiye tarafından ihsan edilmiştir.
 
O adam, binler arkadaşıyla beraber o hediye-i Kur’aniyeye el atmışlar. Her nasılsa birinci tercümanlık vazifesi ona düşmüş. Onun fikri ve ilmi ve zekasının eseri olmadığına delil, Risale-i Nur‘da öyle parçalar var ki, bazı altı saatte, bazı iki saatte, bazı bir saatte, bazı on dakikada yazılan risaleler var. Ben yemin ile temin ediyorum ki, Eski Said’in (R.A.) {(Haşiyecik): Bazı müstensihler, bu biçare Said hakkında (R.A.) kelimesini bir dua niyetiyle yazmışlar. Ben bozmak istedim, hatıra geldi ki:
“Allah razı olsun” manasında bir duadır, ilişme. Ben de bozmadım.} kuvve-i hafızası da beraber olmak şartıyla o on dakika işi on saatte fikrim ile yapamıyorum. O bir saatlik risaleyi, iki gün istidadımla, zihnimle yapamıyorum ve o bir günde altı saatlik risale olan Otuzuncu Söz’ü ne ben ve ne de en müdakkik dindar feylesoflar altı günde o tahkikatı yapamazlar ve hakeza… (Şualar, sh. 683-684).
 
5 CAHİLLERİN DİLLERİNE DOLADIĞI BAZI KELİMELER VE GERÇEK MANALARI
 
Bediüzzaman Hazretleri, Kur’an’dan alınan ilham manasında bazı tabirleri kullanmıştır. Bir kısım cahiller, hem bu ta’birlerin eski ehl-i sünnet alimleri ve mutasavvıflar tarafından kullanıldığını bilmeden ve hem de manalarını anlayıp ilham kavramından haberdar olmadan hemen hücuma başlamışlardır. Bunların bazılarını birlikte görelim:
 
5.1 “Tenezzül-ü İlahi” kavramı
 
Yüce Allah’ın kendi icadı olan yarattıklarıyla, özellikle ahsen-i takvimde yarattığı insanlarla, onların hak ilahı olarak konuşmaya tenezzül buyurması anlamına gelir. Bütün canlı mahluklarını konuşturan ve konuşmalarını bilen yüce Allah’ın kendisinin de konuşmasıyla onların konuşmalarına iştirak etmesi, uluhiyet ve rububiyetinin/yaratıcılık ve idareciliğinin, hak mabut ve ilahlığının gereğidir. Allah’ın insanlarla konuşması demek, onların anlayacağı şekilde, akıllarının seviyesine göre onlara hitap etmesi, O’nun bir Yaratıcı olarak yaratıklarına karşı merhametiyle tenezzül buyurmasıdır.
 
Cenab-ı Hakkın kainatta olan tasarrufunun keyfiyeti, ancak bir sultanın taht-ı saltanatında yaptığı tasarrufla tasvir edilebilir. Buna binaendir ki, O Rahman ki, hükümranlığı Arşı kaplamıştır. (Taha Suresi: 5.) ayetinde kinaye tariki ihtiyar edilmiştir. 
 
Hissiyatı bu merkezde olan avam-ı nasa yapılan irşadlarda, belagat ve irşadın iktizasınca, avamın fehimlerine müraat, hissiyatına ihtiram, fikirlerine ve akıllarına göre yürümek lazımdır. Nasıl ki bir çocukla konuşan, kendisini çocuklaştırır ve çocuklar gibi çat-pat ederek konuşur ki, çocuk anlayabilsin. Avam-ı nasın fehimlerine göre ifade edilen Kur’an-ı Kerimin ince hakikatleri اَلتَّنَزُّلاَتُ اْلاِلهِيَّةُ اِلَى عُقُولِ الْبَشَرِ ile anılmaktadır.
 
Yani, insanların anlayışlarına göre Cenab-ı Hakkın hitabatında yaptığı bu tenezzülat-ı İlahiye, insanların zihinlerini hakaikten tenfir (nefret) ettirip kaçırtmamak için İlahi bir okşamadır. Bunun için, müteşabihat denilen Kur’an-ı Kerimin üslupları, hakikatlere geçmek için ve en derin incelikleri görmek için, avam-ı nasın gözüne bir dürbün veya numaralı birer gözlüktür.
 
Şeyh Abdülgani Nablusi Hazretleri bu ıstılahı şöyle kullanmaktadır:
 
İnsan-ı kamil, tenezzülat-ı ilahiyenin en son mertebesidir. Mülk, melekut, ervah alemi ve saire onun zihnine ihsan edilmiştir. (شرح الوظيفة الشاذلية للعارف بالله رزق السيد عبده)
 
Bediüzzaman bu manayı şöyle açıklamaktadır:
 
اَلتَّنَزُّلاَتُ اْلاِلهِيَّةُ اِلَى عُقُولِ الْبَشَرِ denilen, beşerin akıllarına ve fehimlerine göre konuşmak bir tenezzül-ü İlahidir. Evet, bütün ziruh mahlukatını konuşturan ve konuşmalarını bilen, elbette kendisi dahi o konuşmalara konuşmasıyla müdahale etmesi, rububiyetin muktezasıdır. (Şualar ( 124 )
 
5.2 Tearüf-ü Rabbani
 
“Tearüfü Rabbani” kavramı, Yüce Allah’ın bütün varlıkları yaratan, sevk ve idare eden bir idareci/alemlerin Rabbi olarak, tenezzül buyurup kendini mahlukatına, bir lütuf olarak, tanıtmasını ifade etmektedir. Kendini tanıttırmak için, kainatı bu kadar hadsiz masraflarla, baştan başa harikalar içinde yaratan ve binler dillerle kemalatını söylettiren, sonsuz ilim ve kudretini ilan edenah, elbette kendi sözleriyle de kendini tanıttıracaktır. 
 
5.3 Mukabele-i Rahmani
 
“Mukabele-i Rahmani” kavramı, Rahman ve Rahim olan Yüce Allah’ın, her şeyleriyle kenAllahdisine muhtaç olan insanların isteklerine, -merhamet buyurup- karşılık vermesi anlamındadır. Mevcudatın en seçkini, en nazlısı ve yaratıcısına en müştakı olmakla beraber onların en fakiri, en acizi ve en muhtacı olan hakiki insanların isteklerine ve şükürlerine fiilen mukabele ettiği gibi, kelamıyla da mukabele etmek/onların isteklerine karşılık vermek yaratıcılık vasfının gereğidir.
 
5.4 Mükaleme-i Sübhani
 
“Mükaleme-i Sübhani” kavramı, her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olan Yüce Allah’ın, her türlü kusurdan uzak olan vahiyle yaratıklarıyla -özellikle insanlarla- konuşmasını ifade etmektedir.
 
İlim ile hayatın zaruri bir lazımı ve ışıklı bir tezahürü olan konuşma sıfatı, elbette kuşatıcı, sonsuz bir ilim, sermedi/daimi, tükenmez bir hayatı taşıyan yüce Allah’da, kapsamlı, sonsuz, sınırsız ve sürekli bir şekilde bulunur. İşte vahiy de bu sonsuz mükalemenin bir tezahürüdür/bu sayısız konuşmanın bir yansımasıdır. 
 
5.5 İş’ar-ı Samedani
 
“İş’ar-ı Samedani” kavramı, hiçbir şeye muhtaç olmayan Yüce Allah’ın, her yönden kendisine muhtaç olan yaratıklarının -özellikle de insanların- bu ihtiyaçlarını yerine getiren bir merci olarak, varlığının en kuvvetli belgesi olan konuşmasıyla kendini onlara bildirmesi, her an ilim ve kudretiyle yanlarında hazır ve nazır olduğunu hissettirmesi anlamına gelmektedir. Yaratıklar içerisinde en sevimli, en sevecen, hayatında en endişeli/en kaygılı, sırtını vereceği bir istinat noktasına en muhtaç, sahibini ve yaratıcısını bulmaya en müştak olan –insanoğlu gibi- mahluklarının ruhlarına bir iştiyak, bir muhabbet vermekle beraber, onları fakir ve aciz yaratan Allah’ın, aynı zamanda her derde devayı yetiştirebilecek bir kuvvet ve kudrete sahip olan kendi zatını onlara konuşması ile bildirmesi, Uluhiyetinin bir gereğidir.
 
6 BEDİÜZZAMAN GAYBI BİLDİĞİNİ ASLA İDDİA ETMEMİŞTİR; GAYBI SADECE VE SADECE (ALLAH’IN BİLDİRMESİ ŞARTIYLA) PEYGAMBERLER VE ALLAH’IN KENDİLERİNDEN RAZI OLDUĞU KULLARI BİLİR
 
Biz bu konuyu aslında İşari tefsir ve cifir ilmi ile alakalı makalemizde uzun uzun anlattık. Ancak burada konunun başka yönünü açıklayacağız.
Evvela şunu açıklayalım ki, bu konudaki ayet ve bu ayetin Ehl-i Sünnet tarafından yapılan izah ve tefsiri şudur:
Gayb, duygu organları ile veya hesap ile tecrübe ile anlaşılmayan şey demektir. Gaybı ancak Allah bilir. O, Alim-ül-gayb [gaybı bilen]dir (Haşr 22) ve Allamül-guyub [gaybları en iyi bilen]dir. (Sebe 48) Bu konudaki birkaç ayet meali şöyledir: (Allah’ın, gaybları en iyi bilen olduğunu hala anlamadılar mı?) [Tevbe 78] (De ki: Gaybı bilmek Allah’a mahsustur.) [Yunus 20]. 
Ancak Allahü dilerse, Peygamberlerine bazı gayblarını bildirir. Bu konudaki iki ayet meali şöyledir: (Allah size gaybı bildirmez; fakat dilediği ve razı olduğu elçilerine gaybı bildirir.) [Al-i imran 179]. (Allah gayba kimseyi muttali kılmaz; ancak dilediği Peygamber müstesna. Çünkü her Peygamberin önünden ve ardından gözcüler salar.) [Cin 26, 27].
 
İbn-i Ataullah İskenderi Hazretleri, Kur’an’ın “resul” kelimesini özellikle zikrettiğini ancak “razı olduğu kişiler” cümlesi içine “veli, sıddık ve benzeri” şahısların da gireceğini anlatmaktadır. Demek ki, Peygamberler mu’cize olarak, evliyalar ise keşif ve keramet yoluyla Allah isterse gayba vakıf kılınabilirler. Hz. Ömer’in kumandanı Sariye’ye ta Medine’den talimat vermesi gibi. (Kurtubi, El-Cami’ li Ahkam’il-Kur’an, Bu ayetin tefsirine bkz.)
 
Ayrıca gayb, derece derecedir. Gaybın en derin noktasını ne bir peygamber, ne de bir veli bilemez. Ezeli kaderin vukua çıkma, tezahür etme zamanı yakınlaştıkça, o hadise gayb hazinesinden yavaş yavaş ayrılıp, insanın kavrayış ufkuna, dünya semasına doğru gelir. Denizin ta dibindeki cisim görünmez. Ama dipten ayrılıp yüzeye doğru gelen cisim, yüzeye yaklaştıkça kuvvetli gözler tarafından görülür. İşte gaybın, derinliklerinden ayrılıp şehadet alemine doğru yaklaşan olayları da, basiret gözü açık olan bazı keşif erbabı görebilir.
 
Bediüzzaman gaybı bilmeyi “vahye mazhar resullerden başka kimseye açılmayan ve kendi başıyla ona girmeye kimsenin haddi olmayan alem-i gayb” diye kanaatini açıklıyor. Böyle bir zata nasıl gaybı bildiğini iddia etmiş denilebilir. İşari tefsir yoluyla bazı gaybi habberleri Kur’an ve hadislerden çıkarmak başka, gaybı bilmek tamamen başkadır.
 
İbn-i Kemal bu ilmin ehemmiyetini “Er-Risalet’ül-Münire” adlı eserinde şöyle belirtmektedir: 
 
“Büyük evliyaların kerametleri de böyledir. Müşkil ve zor meselelerin istihracı gibi. Yani evliyalar, Kur’an ayetlerinden, hatta her kelimesinden ve harfinden ve hatta Resulullah’ın hadislerinden bazı mühim ve müşkil hakikatları istihraç etmişler¬dir. Bu onlara ilham nuruyla müyesser olur (sh.8)”.
 
Bakalım Bediüzzaman ne diyor:
 
اَمْ عِنْدَهُمُ الْغَيْبُ فَهُمْ يَكْتُبُونَ Veyahut: Gayb-aşinalık dava eden Budeiler gibi ve umur-u gaybiyeye dair tahminlerini yakin tahayyül eden akılfüruşlar gibi, senin gaybi haberlerini beğenmiyorlar mı? Gaybi kitabları mı var ki, senin gaybi kitabını kabul etmiyorlar. Öyle ise, vahye mazhar resullerden başka kimseye açılmayan ve kendi başıyla ona girmeye kimsenin haddi olmayan alem-i gayb, kendi yanlarında hazır, açık tahayyül edip ondan malumat alarak yazıyorlar hülyasında bulunuyorlar. Böyle, haddinden hadsiz tecavüz etmiş mağrur hodfüruşların tekzibleri, sana fütur vermesin. (Sözler sh. 388-389)
 
İlimden nasibi olmayan cahillere ne diyelim?
 
RİSALE-İ NUR KUR’AN’IN MU’CİZE-İ MANEVİYESİ NE DEMEK?
 
Maalesef Kelam ilminden nasibi olmayan bazı ulem-i su’, bu meseleyi de dillerine dolamaktadır. Aslında şu kelami kaideleri bilseler, ağızlarını kapatabilirler.
 
Evvela, bütün ehl-i sünnet alimleri, Peygamberlerin eliyle bize gelen harikulade hallere mu’cize ve evliyalar eliyle gelenlere ise keramet yahut ikram-ı ilahi tabirini kullanmaktadırlar. Bu konuda ihtilaf yok denebilir.
 
Saniyen, Abdülkadir Geylani ve İmam Rabbani gibi evliya elinde görülen harikulade haller, kendileri için keramet; ancak Kur’an yahut Resulüllah için ise bir mu’cizedirler. Farklı ilimlerde 600 eser yazan İmam Suyuti ve Fahredin Razi’nin bu halleri, olağanüstüdür; kendileri için keramet ancak Üstad-ı külleri olan Resulüllah yahut Kur’an için manevi bir mu’cizedir.
 
İşte bu manada Bediüzzaman Hazretleri, Risale-i Nur için hakiki ve manevi tefsir demiş ve bazı yerlerde de Kur’an’ın mu’cize-i manevisi tabirini kullanmıştır. Bunu açıklayan Zübeyr Gündüzalp şöyle demektedir:
 
Ey Risale-i Nur! Senin Kur’an-ı Kerim’in nurlarından ve mu’cizelerinden geldiğine, Hakk’ın ilhamı, Hakk’ın dili olup onun emri ve onun izni ile yazıldığına ve yazdırıldığına, artık şek şübhe yok. Fakat acaba senin bir mislin daha yazılmış mıdır? Türkçe olarak te’lif ve tertib ve tanzim olunan, müzeyyen ve mükemmel, fasih ve belig nüshalarının şimdiye kadar bir eşi ve bir benzeri görülmüş müdür? Yüzündeki fesahat ve özündeki belagat ve sendeki halavet başka eserlerde görünmüyor. Ehil ve erbabına malum olduğu üzere ayat-ı beyyinat-ı İlahiyenin türlü kıraat ile hikmet ve hakikat ve marifet ilimlerini ve daha bir çok rumuz ve esrar ve işaret ve ulum-u Arabiyeyi hamil olduğu gibi, sen dahi bir çok yücelikler sahife ve satırlarında, hatta kelime ve harflerinde, talebelerini hayret ve dehşetlere düşüren birçok esrar ve ledünniyat taşıyorsun. İşte bu hal senin bir mu’cize-i Kur’an olduğunu isbat ediyor. (Konferans sh. 83-84 )
 
Bediüzzaman ise bunu ne güzel ifade ediyor:
 
O büyük davayı yüzde doksanına kazandıran ve yirmi senede yirmi bin adama o davanın kazancının vesikası ve senedi ve beratı olan iman-ı tahkikiyi eline veren ve Kur’an-ı Hakim’in mu’cize-i maneviyesinden neş’et edip çıkan ve bu zamanın birinci bir dava vekili bulunan Risale-i Nur‘dur. (Asa-yı Musa, 21 )
 
Madem Risale-i Nur, bu mu’cize-i kübranın elinde bir elmas kılınç hükmünde hizmetini göstermiş ve muannid düşmanlarını teslime mecbur etmiş. Hem kalbi, hem ruhu, hem hissiyatı tam tenvir edecek ve ilaçlarını verecek bir tarzda hazine-i Kur’aniyenin dellallığını yapan ve ondan başka me’hazı ve mercii olmayan ve bir mu’cize-i maneviyesi bulunan Risale-i Nur o vazifeyi tam yapıyor ve aleyhindeki dehşetli propagandalara ve gayet muannid zındıklara tam galebe çalmış ve dalaletin en sert kuvvetli kalesi olan tabiatı, Tabiat Risalesi’yle parça parça etmiş ve gafletin en kalın ve boğucu ve geniş daire-i afakında ve fennin en geniş perdelerinde Asa-yı Musa’daki Meyve’nin Altıncı Mes’elesi ve Birinci, İkinci, Üçüncü, Sekizinci Hüccetleriyle gayet parlak bir tarzda gafleti dağıtıp, nur-u tevhidi göstermiş. (Sözler sh. 155 )
 
8 NETİCE
 
Bediüzzaman’ın kelamda müceddid, mu’asırları arasında mümtaz bir yeri olan müfessir, yüzlerce hadisi, senedleriyle birlikte nakledecek kadar muhaddis ve kısaca akranlarının fevkınde bir islam alimi ve dahi olduğunda, dost ve düşmanları ittifak halindedirler. Gerçekten Bediüzzaman’ın, islami ilimlerin temelini teşkil eden ve içlerinde “Mirkat” gibi islam nazari hukukuna ait usul-ı fıkıh metni; islam felsefesi ve kelam hakkında Adududdin El-İci tarafından kaleme alınmış müstesna bir eser olan “Mevakıf”; Mantık ilminin özeti demek olan “Süllem” ve benzeri 90 çeşit kitabı hafızasına aldığı, bunları üç ayda bir evrad gibi tekrar ettiği ve Arap Dilinin en mükemmel lügati olan “Kamus”u “Sin” harfine kadar kelimesi kelimesine ezberlediği, çok iyi bilinen ilmi cihetlerindendir. Bu kesbi gayrete bir de Allah’ın ihsanı demek olan muhakeme, zeka ve vehbi diğer vasıflar ek¬lenince, mu’asırları tarafından “Bediüzzaman” yani za¬manın eşsiz bir allamesi ünvanıyla vasıflandırılmaması için hiç bir sebep kalmamıştır. 
 
Bediüzzaman’ın diğer islam alimlerinden en ayırıcı özelliği, asırlarca islam alimleri arasında ihtilaf vesilesi olmuş ve bir türlü halledilememiş bir kısım itikadi mese¬leleri, asrımızın insanının anlayışına uygun olarak farklı bir metodla izah edebilmesidir. Buna ilim ve san’at asrı olan asrımızdaki bir kısım felsefi meseleleri de eklerseniz, Bediüzzaman gibi bir allameye ve Risale-i Nur gibi bir Kur’an tefsirine olan ihtiyacı daha iyi takdir edersiniz. 
 
Burada bir tesbitimi belirtmek istiyorum: Asrımızın mümtaz alim ve müfessirlerinden olan Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’an Dili adlı eserini mütala’a ettim. O büyük allamenin, bütün ilmi vukufuna ve akli dirayetine rağmen, 21 meselede son sözü söyleyemediğini ve söylese dahi ancak islami ilimler alanında belli bir mertebeye ulaşmış insanların ona mu¬hatap olabileceğini gördüm. 
 
Bu meselelerin, ruhun ma¬hiyeti ve isbatı, kader meselesi, haşrin isbatı, mi’racın cesedle mi ruhla mı gerçekleştiği meselesi, Allah’ın is¬batı ve benzeri itikada ait meseleler olduğunu sadece hatırlatmakla yetiniyorum. 
 
Halbuki Bediüzzaman, ölümden sonra tekrar dirilmek demek olan haşir meselesini, İbn-i Sina gibi bir dahinin “Haşir akli metodlarla anlaşılabilecek bir mesele değildir; nasıl nakledildiyse öyle iman ederiz” demesine rağmen, 10. Söz adını verdiği eserde öylesine izah ve isbat etmiştir ki, neticede “Bu eserimi idrak ve iz’anla iki defa mütala’a et; eğer haşir meselesini iki kere iki dört eder derecesinde anlamazsan, gel iki parmağını gözüme sok” hükmünü, okuyanın vicdanı tefessuh etmemek şartıyla, bir tahdis-i nimet olarak ilan etmektedir. (Said Nursi, Sözler, 10. Söz)
 
Eski Kelamcıların ancak büyük alimleri muhatap ala¬rak müstakil kitaplarda halletmeye çalıştığı; mesela Sa’deddin Teftezani’nin Telvihat başlığı altında 40 küsur sayfada izah edebildiği Kader ve Cüz’i irade meselesini, 5-10 sayfa içinde ve hem de herkesin anlayabildiği şekilde izah edebilmesi, zikredilmesi gereken mühim yönlerindendir. (Said Nursi, Sözler, 26. Söz, Kader Risalesi) Hatta bir zamanlar Pakistan Maarif Nazırlığı yapan Ali Ekber Şah, kader meselesi ile alakalı bir meselesini, 40 sene dolaştığı İslam aleminde halle¬demediği halde, Bediüzzaman’la yaptığı 40 dakikalık sohbet neticesinde hallettiğini, Türkiye’den ayrıldıkdan sonra uğradığı Mısır’da Cumhuriyet Gazetesinde bir ma¬kale halinde neşretmiştir. 
 
Özellikle materyalizmin tek hedef haline getirdiği Allah’ı inkar hareketleri karşısında, asrın idrakine uygun tarzda tevhid yani Allah’ın varlığı ve birliği hakkındaki Kur’an ayetlerini fevkalade bir şekilde tefsir etmesi ve vicdanı tefessuh etmişlerin dışında akıl ve idrak sahibi herkese Allah’ın varlığını isbat etmesi, yine zikredilmesi gereken misallerdendir. Kainatın varlığını tabiata ve se-beplere veren zihniyeti tabiat risalesiyle altüst eden Bediüzzaman, 30. Söz ile felsefenin dinsiz kesimini sus¬turmuş; 22. Söz ile de gerçek tevhid inancının esaslarını bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermiştir. 
 
Geçenlerde elime geçen Allah maddesi ile alakalı bir Ansiklopedi maddesinde, Bediüzzaman’ın fevkalade izahlarından ha¬bersiz gibi görünen bir ilim adamımızın, Allah maddesini hicri 5. asırdaki bir mü’mini muhatap kabul ederek ka¬leme almış olması ve bir üniversite gencinin de, bana göstererek, “hocam, böyle bir ansiklopedide, Allah inancı asrımızın insanı da göz önüne alınarak yazılamaz mıydı?” diye sorması, Risale-i Nur gibi bir Kur’an tefsi¬rinden istifade etmemekte direnen ilim adamlarımızın acı hallerini gözlerimin önünde canlandırmıştır. Yeni neslin bigane kalmamasını ümit ediyorum. 
 
Siz, misal olarak zikrettiğimiz bu üç meseleye, mi’racın mahiyeti ve isbatını, arş-ı a’zam, kab-ı kavseyn gibi İslami ıstılahların gerçek ve ma’kul manalarını; Kur’an’ın mu’cize olduğunun isbatını; meleklerin ve ruh aleminin isbatını ve kısaca asrımızda gündeme gelen ya¬hut itiraz edelin iman ve islam hakikatlarına dair her türlü izahı da ekleyebilirsiniz. Ve bu denilenlerin isbatı için 6000 sayfayı bulan Risale-i Nur‘u mütala’a edebilirsiniz.

İslam Hukuku’nda Kadının Hukuki Durumu

I- KADIN AİLE HAYATININ TEMEL TAŞIDIR

Tarih boyunca insanlık, kadın-erkek ilişkilerinin düzenlenmesinde, ifrat ve tefritlerden kurtulamamıştır. Bir taraftan “anne”lik vasfıyla insan varlığına sebep olan, “eş” sıfatıyla dünya hayatının iniş ve çıkışlarında erkeğe yol arkadaşlığı yapan kadın; uzun zamanlar bir hizmetçi ve köle seviyesine düşmüş, âdi bir eşya gibi alınıp satılmış, mülkiyet ve miras gibi temel hak ve hürriyetlerinden mahrum bırakılmıştır. Diğer taraftan da aynı kadın, liyakatinin çok üstünde büyütülüp göklere çıkarılmış, neredeyse mukaddes bir varlık gözüyle bakılır olmuştur.

İster bir köle gibi kabul edilsin, isterse tapılacak bir tanrıça seviyesine çıkarılsın, kadının aile hayatının temel taşı olduğu, bütün insanlık tarihi boyunca inkâr edilememiştir. Zaten insanın yaratılışı da bu hükmü doğrulamaktadır. Gerçekten, insanın bu dünyada en fazla muhtaç olduğu şey, kalbine mukabil bir kalbin bulunmasıdır. İnsanlar böyle bir kalbi elde etmeli ki karşılıklı olarak sevgilerini, şevklerini ve kederlerini mübadele edebilsinler; lezzet ve sevinçlerde ortak olsunlar; gam ve kederli şeylerde de yekdiğerine yardım etsinler. İşte bu mukabil kalp, kalplerin en letâfetlisi ve en şefkatlisi olan kadın kalbidir. Bu manayı sezinleyen J.J. Rouseau “kadınlar dünyanın en güzel nısfıdır (yarısıdır)?” demiştir.

Gerçekten insanın sığınağı, bir çeşit cenneti ve küçük bir dünyası aile hayatıdır. Herkesin hanesi küçük bir dünyasıdır. Aile hayatının mutluluğu ve hayatı ise, karı kocanın birbirine karşılıklı olarak, samimi, ciddi ve fedakârâne hürmet ve merhamet etmesi ile olabilir.

Bu böyle olmakla beraber, insan oğlunun en fazla dengesiz hareket ettiği, ifrat ve tefritlere saptığı konuların başında kadın konusu gelmektedir. İnsanlık tarihinde kadın, bazen köle, bazen pazardaki mal, bazen tapılması gereken bir tanrıça, bazan da yerli yerinde değeri olan cemiyetin bir parçası olarak görüldüğünü müşahede etmekteyiz.

II) İSLÂMİYET’TE KADININ HUKUKÎ DURUMU

İslâmiyet bin senedir Türklerin dini olmakla kalmamış, bin yıllık tarihimiz boyunca, biz Türklerin, sosyal, ekonomik, ferdi, ailevi hayatımızda da etkili olmuştur. İslâm’ı kabuI eden bir Türk her şeye İslâm’ın gözüyle bakmaya, onun değer ölçüsüyle her şeyi değerlendirmeye başlamıştır. Osmanlı tarihini tetkik edenlerin kulaklarına ve gözlerine en fazla gelen ve çarpan kelime “Şer-i Şerife muvafık” deyimi olsa gerektir. Şer-i Şerif İslâm Hukuku demektir.

Öyleyse İslâm Hukukunda kadının hukuki durumunu işlemekle, aynı zamanda Osmanlı Devleti’ndeki durumunu da işlemiş olacağız. Ancak uygulamadaki bazı terslikler sebebiyle, ayrıca kadının Osmanlıdaki fiili durumuna kısaca atf-ı nazar edeceğiz.

a) Kadının Önem ve Değeri

Denebilir ki kadınlar, İslâm dini ile layık oldukları mevki ve değeri kazanmışlardır. Tarih boyunca özledikleri huzur ve saadete ulaşmışlardır. İslâm hukuku kadın ve erkek münasebetlerinde ifrat ve tefrit uygulamalarını kaldırmış, iki cins arasında tam bir denge ve âhenk kurmuştur.

İslâm’a göre Allah’ın yaratığı olmak bakımından kadınla erkek tamamen birbirine eşittir. Hz. Peygamberin ifadesiyle “Kadın-erkek bütün insanlar, tarak dişleri gibi birbirlerine eşittirler . Kadın ve erkek bir bütünün iki parçasıdır. Birbirlerini tamamlarlar. Şu âyet bunu çak güzel ifade etmektedir:

“Kadınlar sizin elbiseniz, örtünüz; siz de onların elbisesi, örtüsüsünüz”. Bu ayeti iki şekilde anlamak mümkündür: İki açıdan sizler birbirinizin elbisesi mesabesindesiniz, bir taraftan elbise gibi yekdiğirine sarmalaşırsınız, diğer cihetten de elbisenin ayıpları örtmesi, soğuk ve sıcaktan koruması gibi herbiriniz diğerinin ayıplarını örter, eksikleri tamamlar, biri birisiz olamaz.

O halde erkek mi üstün kadın mı üstün münakaşası bile yersizdir. Yine Kur’ân’ın açıklamasına göre, erkeğin kadında bulunmayan bir takım yaratılıştan meziyet ve üstünlükleri bulunduğu gibi, aynı zamanda kadının da erkekte bulunmayan yaratılıştan bazı meziyet ve üstünlükleri mevcuttur. Bu sebeple her ikisi de ayrı ayrı yönlerden birbirine muhtaçtırlar ve bu şekilde erkekle kadın yaratılış itibariyle birbirinden farklı ve karşılıklı üstünlüklere sahiptirler. Aynı noktalarda mukayeseye kalkışmak yanlış sonuçlara götürür .

Yapılacak iş Kur’ân’ın şu düsturunu dinlemektir: “(Özellikle erkeklerle kadınlar arasında yek diğerinizin makamına göz dikerek kıskançlık ve kötü arzular beslemeyiniz, rekabet edip üstünlük taslamayınız) . Allah’ın bazısına diğerinden fazla olarak bahşettiği üstünlükleri temenniye de kalkışmayınız. Erkekler çalışma ve emeklerinin karşılığını alacaklar, kadınlar da çalışma ve emeklerinin karşılığını göreceklerdir” .

b) Kadın Lehine Ortadan Kaldırdığı Bazı Âdetler

Yahudi ve Hristiyanların inancı olan kadının la’netli olduğu görüşünü İslâmiyet reddetmiştir. Cahiliye adetlerinden biri olan kız çocuklarının diri diri gömülmesini şiddetle yasaklamıştır . Hz. Peygamber “Hiçbir şeyde uğursuzluk yoktur” buyurarak, kadını uğursuz sayma inancını yok etmiştir . Erkeklere kadınlara karşı büyük bir şefkat, sevgi ve ihtimam göstermelerini emretmiştir. Hatta kadınlar ile ilgili Kur’ân’da iki sure başlıbaşına mevcuttur . Günümüzde de mevcut olan kız çocuklara karşı duyulan nefret hissini yermiş ve Hz.

Peygamber “Hediyede çocuklarınızın arasını eşit tutun eğer ben birini üstün tutacak olsaydım, kızları üstün tutardım” buyurarak, kız çocuklarını övmüştür. Kimin daha fazla hürmete layık olduğunu soran bir sahabiye de üç defa “Annen” cevabını verdikten sonra dördüncüye “baban” demişti .

c) Kadına Tanınan Haklar

Şunu hemen belirtelim ki hak ile görev ayrılmaz iki kardeştirler. Hak varsa görev de bulunacaktır. Kadının hak ve hürriyetlerini başından beri kabuI eden ve onun aşağı görülmesini şiddetle kınayan İslâm Hukuku, kadına bazı haklar tanıdığı gibi bazı görevler de yüklemiştir. Biz bunları zikretmeden bu mes’elenin özünü teşkil eden ve Hz. Peygamberin 130.000 kişi huzurunda veda haccında irad ettiği hutbesinde yer alan kadınlarla ilgili şu temel kâideyi hatırlatacağız:

“Ey insanlar ve ey eshabım, size kadınlar hakkında hayırlı olmanızı vasiyet ederim. Onlar sizin hayat ortağınızdır. Allah’ın size bir emaneti olan bu kadınlarla aile yuvası kuruyorsunuz. Onların sizin üzerinizde hakları ve sizin de onlar üzerinde hakları mevcuttur. Bunlarla iyi geçinmek en önemli borcunuzdur. Ey insanlar; Tebliğ ettiğim bu sözlerimi de iyi anladınız mı?”. Yine bir hadisinde de “Kadınların haklarını yerine getirme hususunda Allah’tan korkunuz. Onların hak ve hürriyetlerine tecâvüz etmekten sakınınız. Zira siz onları, Allah’ın bir emaneti olarak aldınız”.

Prof. Dr. Ahmed Akgunduz

www.NurNet.Org

Rector & President
Description: LogoIslamitische Universiteit Rotterdam
Bergsingel 135, 3037 GC Rotterdam
T +31 (0)10 485 47 21
F +31 (0)10 484 31 47
E akgunduz@iur.nl; I www.islamicuniversity.nl
facebook.com/Prof.AhmetAkgunduz; twitter.com/AhmetAkgunduz

Bediüzzaman Konusunda Prof. Dr. Ahmed Akgündüz’den Mustafa İslamoğlu’na Cevap!

Evvela şunu ifade edelim ki, Mustafa İslamoğlu bir İslam âlimi değildir. Kur’an Meali ile hüküm çıkaracak kadar perişan eserleri vardır. En büyük özelliği selef-i sâlihîn dediğimiz eski büyük müçtehitlere ve âlimlere (Kadı Iyaz ve İmam Süyuti gibi) dil uzatmak ve imanın altı rüknünden biri olan kaderi inkâr edecek şekilde fütursuz açıklamalar yapmaktır. Son zamanlarda cehlini gösterir derecede Bediüzzaman’a ve onun eserlerine çatmaya başlamış ve baltayı taşa vurmuştur. Biz bazı iddialarına cevap vereceğiz.

1.       BEDÎÜZZAMAN ÜNVANI

Evvela İslamoğlu, Allah’ın hangi isimlerinin sadece Allah için (Allah ve Rahman gibi) ve hangi isimlerinin hem kullar ve hem de Allah için ama farklı manalarda kullanıldığını bilmemektedir. Zira ehl-i sünnetin kelam derslerini okumadığını tahmin ediyoruz. Yahut okuyup da ona itibar etmediğini zannediyoruz. Bedîüzzaman kelimesinin ma’nâsı şudur;

1. Zamanın harikası.

2. Asrın mükemmel insanı.

Yani insanlar için kullanıldığında, lûgat ma’nâsı itibariyle, kendi zamanının eşsiz şahsiyeti, benzeri görülmemiş garîbi, emsâli olmayan hârikası ve saire demektir. Terim olarak ise, Bedîüzzaman ünvânı, insanlar arasında emsâli bulunmaz derecede zeki ve kuvve i hafızası şaşılacak derecede yüksek olan kimselere verilmiştir. Bedîüzzaman i Hemedanî,  Bedîüzzaman-ı Cezerî  de tarihde bu ünvanı alanlardandır. Tarihde bir kaç Bedîüzzaman gelmiş geçmiş. Fakat hem zekâ ve hıfzda, hem idrak ve kavrayışta, hem hal ve davranışta, hem kıyafet ve harekette, hem tarz ı beyân ve üslub cihetlerinde hiç birisi Bedîüzzaman Sa’îd i Nursî’ye benzememektedir. Yani Sa’îd i Nursî gerçekten ve vakı’a olarak herşeyi ile zamanın Bedi’idir. Hatta meslek ve meşrebi de, davası ve mücahadesi de bambaşkadır, garibtir, bedi’dir.

Bedîüzzaman Hazretleri, kendisine zamanın din Âlimlerinin büyükleri, hatta ehl i siyâset ve mekteb muallimleri bile “Bedîüzzaman” ünvânını verdikten sonra, kendisi de bazen te’lifatında bu ünvânı imza yerinde kullanmasına bazı itirazlar geldiği zaman, şöyle izah edip cevab vermiştir:

Sual: Sen imzanı bazen Bedîüzzaman yazıyorsun. Lâkab medhi imâ eder?

Cevab: Medih için değildir. Kusurlarımın sened i özürünü bu ünvan ile ibraz ediyorum. Zira bedi’, garîb demektir:

Benim ahlâkım suretim gibi, üslûb u beyânım elbisem gibi garîbtir, muhâliftir. Görenekle revaçta olan muhâkemât ve esalibi, üslûb ve muhâkemâtıma mikyas ve mihenk i itibar yapmamayı bu ünvânın lisân ı haliyle rica ediyorum. Hem de muradım Bedi’, acîb demektir.

الَىَّ لَعَمْرِى قَصْدُ كُلِّ عَجِيبَةٍ * كَاَنِّى عَجِيبٌ فِى عُيُونِ الْعَجَائِبِ (Acayip varlıkların nazarında ben bir garip varlığım. Ömrüme yemin ederim ki, benim de tek gayem garip şeylerdir) beytine mâsadak oldum. Bir misali budur: Bir senedir İstanbul’a geldim, yüz senenin inkılâbatını gördüm. 

Yine bu ma’na için başka bir eserinde şöyle demiştir:

Şimdi anlıyorum ki: Eskiden beri benim liyakatım olmadığı halde bana verilen Bedîüzzaman lakabı benim değildir. Belki Risâle i Nur’un manevî bir ismi idi. Zâhir bir tercümanına âriyeten ve emaneten takılmış. Şimdi o emanet isim, hakiki sahibine iade edilmiş.

2. MEVLÂNÂ ÜNVANI

İslamoğlu sadece kelam ilmini değil İslam tarihini de bilmemektedir. Zira Mevlânâ ünvanı başta Mevlânâ Celaleddin olmak üzere büyük âlim ve kutuplar için hep kullanılagelmiştir. Kaldı ki, Bediüzzaman bu ünvanı pek kullanmamıştır. Kullar için kullanılan Mevlânâ tabiri ile Allah için kullanılan Mevlânâ tabiri mana itibariyle farklıdır. Bu iftirasıyla, hem eski âlimler, kutuplara ve hem de İslam tarihine hakaret etmekte ve kendi cehaletini ispat eylemektedir.

Mevlânâ ünvanı, efendimiz anlamına gelen ve bir büyüğe karşı söylenen hürmet ve saygı ifâdesidir. Daha çok, Hâlid-i Bağdâdî, Celaleddin-i Rumî, Abdürrahman-ı Cami gibi bazı âlimler için kullanılmaktadır.

3. CİFİR İLMİ VE İŞÂRÎ TEFSİR MESELESİ

Bu konuda İslamoğlu’nun tamamen cahil olduğu ve iddiasının aksine Nurları anlayarak okuyamadığı, ithamlarından hemen anlaşılmaktadır. Bu iddiayı evvela Albdülhakim Arvâsî diline dolamış ve ehl-i ilimden cevabını almıştır. Biz konuyu, Bilinmeyen Bir Dâhî Bediüzzaman Said Nursî adlı eserimiz ile Bediüzzaman ile alakalı kitabımızın III. Ciltte de ayrıntılarıyla açıkladık. Ayrıntıları bu iki kitaba bırakarak neticeyi aktarıyoruz:

Bedîüzzaman, cifri kullandığı yerlerde hiç bir zaman “Âyetin açık mânâsı budur.” dememiştir. Söylediği şudur: “Ayetin sarîh manasının altında müteaddit tabakalar var. Bir tabakası da, İşârî ve remzî manadır. İşârî mana da bir küllîdir; her asırda cüz’iyatları bulunur.” Ve devam ediyor: “İşte mâdem bu tevâfuk-u cifrî ve ebcedî, bir kanun-u ilmî ve bir düstur-u riyazî ve bir namus-u fıtrî ve bir usûl-ü edebî ve bir anahtar-ı gaybî oluyor. Elbette menba-ı ulûm ve mâden-i esrar ve fıtratın tercüman-ı âyât-ı tekvîniyesi ve edebiyatın mu’cize-i kübrâsı ve lisan-ül-gayb olan Kur’ân-ı Mu’ciz-ül-Beyan, o kanun-u tevâfukîyi, işârâtında istihdam, istimal etmesi i’cazının muktezasıdır.

Tekrar da olsa şu üç hakikatı buraya almak istiyoruz:

Evvelâ; Resûlullah’ın da beyânına göre, Kur’an âyetle¬rinin zahirî, bâtınî, İşârî, sarih ve remzî çok mânâları ve her asra hitab eden hakikatları vardır. “Her âyetin dalı var, budağı var; her dalın da başı var, sonu var, çetikleri var” şeklindeki hadis, bu mânâya işaret etmektedir. Zira Kur’ân’ın muhatabı bütün insanlardır. Kur’ân, kâinat kitabının tercümesidir. Kâinatın rengini değiştiren her meseleyi vuzuha kavuşturmuştur. Hâdiselerin satırları altında gizlenen hakikatları ortaya çıkaracak olan da yine Kur’ân’dır. Dolayısıyla İslâm ittihadını yakından ilgilendiren Risale-i Nur’a da, İstanbul’un fethine de ve Mısır fethine de herhalde işaret edecektir. Ancak sarâhat demiyoruz, işâret diyoruz. Bu ifadeye dikkat etmek gerekir.

İkincisi: Bütün ilim tarihçilerinin -özellikle müslüman âlimlerin- ilimlerin tasnifinde kendisinden bahsettikleri “cifir ve câmia ilmi” diye bir ilim vardır. Bu ilim, bazı câhiller tara-fından suiistimal edilmiş olsa bile, tamamen inkârı da mümkün değildir. Cifir, kaza levhası; câmia ise kader levhası demektir. Kısaca Allah’ın kader ve kazâ levhlerinde olmuş yahut olacak bazı şeyleri, yine Allah’ın koyduğu işaret ve gösterdiği yollarla ortaya çıkarma ilmine cifir ilmi denir. Bu ilmin nüshacılık ve üfürükçülükle ilgisi yoktur. Çünkü İmâm-ı Gazâlî ve İbn-i Kemâl gibi bu ilmi hakkıyla bilen zatlar tarafından da kullanılmıştır. Hz. Ali’nin, bu ilmi Resûlullah’dan öğrendiği nakledilmektedir. Son asırda bu ilmi hakkıyla kullananlardan biri de, Bedîüzzaman’dır. Kur’ân, “Beldetün Tayyibetün” ifadesiyle İstanbul’un fethine işaret ettiği gibi, Mu’avvizeteyn sûresiyle de 1971 hâdiselerine işaret etmiştir. Birinciyi ilim, ikinciyi ilmin dışında kabul etmek, bir başka câhilliktir. Konuyu fazla uzatmak istemiyoruz .

Üçüncüsü: İbn-i Kemâl bu ilmin ehemmiyetini “Er-Risâlet’ül-Münîre” adlı eserinde şöyle belirtmektedir: “Büyük evliyâların kerametleri de böyledir. Müşkil ve zor meselelerin istihrâcı gibi. Yani evliyâlar, Kur’ân âyetlerinden, hatta her kelimesinden ve harfinden ve hatta Resûlullah’ın hadislerinden bazı mühim ve müşkil hakikatları istihrâç etmişler¬dir. Bu onlara ilhâm nuruyla müyesser olur (sh.8)”.

Prof. Dr. Ahmed Akgunduz

Rector & President

Islamitische Universiteit Rotterdam

Bergsingel 135, 3037 GC Rotterdam

T +31 (0)10 485 47 21

F +31 (0)10 484 31 47

akgunduz@iur.nl; I www.islamicuniversity.nl

facebook.com/Prof.AhmetAkgunduztwitter.com/AhmetAkgunduz

Büyük Günahlar Hangileridir? Bediüzzaman ve “7 Büyük Günah”

Bu konuda Buhari ve Müslim’den naklen yayınladığımız bir hadis bazı zihinleri karıştırmış.  Rasûlullah (sav) buyurdular:

“Yedi büyük günahtan sakınınız. Bunlar:;

– Allah’a ortak koşmak,

– Sihir,

– Haksız yere Allah’ın öldürülmesini haram kıldığı cana kıymak, 

– Fâiz yemek, 

– Yetim malı yemek, …

– Savaşta düşmana sırtını dönüp kaçmak ve 

– Bir şeyden habersiz mü’min kadınlara iftirâ etmektir.” (Buhârî, Vasayâ, 23; Müslim, Îmân, 145)

Bir diğer hadiste bu yedi şöyle sıralanıyor:

قَالَ : ” الْكَبَائِرُ سَبْعٌ : الشِّرْكُ بِاللَّهِ ، وَعُقُوقُ الْوَالِدَيْنِ ، وَالزِّنَا ، وَالسِّحْرُ ، وَالْفِرَارُ مِنَ الزَّحْفِ ، وَأَكْلُ الرِّبَا ، وَأَكْلُ مَالِ الْيَتِيمِ 

  1. Allah’a şirk koşmak
  2. Anne-babaya isyan
  3. Zina
  4. Sihir
  5. Cepheden firar
  6. Faiz yemek
  7. Yetim malını haksız yemek

Büyük Muhaddis İmam Zehebî konuyla alakalı Kitab’ul-Kebâir isimli Kitabında 27 büyük günahı saymış ve Bediüzzaman’ın yedi büyük günah olarak zikrettiklerini ayet ve hadislerle ortaya koymuştur. (Beyrut 2005).

Bediüzzaman Hazretleri şöyle demektedir:

Hem mektubunuzda “yedi kebair“i soruyorsunuz. Kebair çoktur, fakat ekber-ül kebair ve mubikat-ı seb’a tabir edilen günahlar yedidir: 

– Katl, 
– Zina, 
– Şarab, 
– Ukuk-u vâlideyn (yani kat’-ı sıla-yı rahm), 
– Kumar, 
– Yalancı şehadetlik, 
– Dine zarar verecek bid’alara tarafdar olmak“tır. (Barla Lahikası, sh. 335 )

Muhterem kardeşlerim! Bediüzzaman’ın ifade ettiği gibi büyük günahlar çoktur. Bunların içinden büyük günahların en büyüğü yahut yedi helak edici günah (mubikat-ı seb’a) bulunmaktadır. Bu yedi konusunda da farklı hadisler bulunmaktadır. Muhaddisler, dine zarar verecek bid’alara tarafdar olmayı da büyük günahlar arasında saymışlardır. Şu hadis bunun delilidir:

قال صلى الله عليه و سلم : { من أحدث حدثا أو آوى محدثا فعليه لعنة الله والملائكة والناس أجمعين ، لا يقبل الله منه يوم القيامة صرفا ولا عدلا

“Kim bir bidâyı ihdas eder yahut ihdas edilen bir bid’ayı yaşatırsa, Allah’ın, meleklerin ve insanların laneti üzerine olsun, Allah kıyamet günü onun ne fidyesini ve ne de tevbesini kabul etmeyecektir.”

قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم { أَلَا أُنَبِّئُكُمْ بِأَكْبَرِ الْكَبَائِرِ ثَلَاثًا ؟ قُلْنَا بَلَى يَا رَسُولَ اللَّهِ قَالَ الْإِشْرَاكُ بِاَللَّهِ وَعُقُوقُ الْوَالِدَيْنِ , وَكَانَ مُتَّكِئًا فَجَلَسَ فَقَالَ : أَلَا وَقَوْلُ الزُّورِ وَشَهَادَةُ الزُّورِ , فَمَا زَالَ يُكَرِّرُهَا حَتَّى قُلْنَا لَيْتَهُ سَكَتَ } 

Resulüllah buyurdu:

“Size üç ekber-i kebairi haber vereyim mi? Allah’a şirk koşmak, ukuk’ul-valideyn ve şehadet-i zur yalancı şahitlik” (Buhari)

وَالْحَاكِمُ وَقَالَ صَحِيحُ الْإِسْنَادِ عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ مَرْفُوعًا { أَرْبَعٌ حَقٌّ عَلَى اللَّهِ أَنْ لَا يُدْخِلَهُمْ الْجَنَّةَ وَلَا يُذِيقَهُمْ نَعِيمَهَا : مُدْمِنُ الْخَمْرِ , وَآكِلُ الرِّبَا , وَآكِلُ مَالِ الْيَتِيمِ بِغَيْرِ حَقٍّ , وَالْعَاقُّ لِوَالِدَيْهِ }

Bir diğer hadiste ise, “içki içenler, faiz yiyenler, haksız olarak yetim malı yiyenler ve anne babaya isyan edenler” kebair ehlinden sayılmışlardır.

Kisaca Bediüzzaman’ın zikrettiği ve tercih ettiği yedi helak edici kebâir aynen doğrudur. Ancak Buhari ve Mğslim’deki meşhur hadis naklettiğimiz gibidir. Zaten bu yedinin farklı rivayetleri bulunduğunu unutmamak gerekir.

Prof. Dr. Ahmed Akgunduz

www.NurNet.Org

Rector & President

Islamitische Universiteit Rotterdam

Bergsingel 135, 3037 GC Rotterdam

T +31 (0)10 485 47 21

F +31 (0)10 484 31 47

E akgunduz@iur.nl; I www.islamicuniversity.nl

facebook.com/Prof.AhmetAkgunduz; twitter.com/AhmetAkgunduz