Etiket arşivi: Ahmet AKGÜNDÜZ

Risale-i Nur’u Sadeleştirmeye Kimsenin Hakkı Yoktur

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz sadeleştirme konusunda bir açıklama yaptı ve şu sözleri sarfetti.
 
“Said Nursi hazretlerinin çok açık beyanlarına rağmen birileri hala sadeleştirmeyi savunmaya ve hatta bunuSaid Nursi’nin teşviki olarak sunma gayreti içindeler.” dedi ve şu açıklamayı paylaştı.
 
Risale-i Nur’un Sadeleştirilmesi Tasvip Edilebilir mi?
 
1-SADELEŞTİRME OLAYI RİSALE-İ NURA AŞIK OLANLAR ARASINDA İHTİLAFA YOL AÇMAMALI!
 
Son zamanlarda konu ile alakalı ciddi bir münakaşa ve televizyon tartışmaları yaşandı ve bize kadar da yansıdı. Ancak gördüğüm manzara bir kısım ehl-i dalaletin iki taife-i ehl-i hakkı birbirine düşürerek sonra da uzaktan seyredip gülmeleri idi ki, imanı olan ve Bediüzzaman’ı seven hiç kimse bu manzarayı görmekten hoşlanamazdı.
 
Ağabeylerin tepkisi yerindeydi ve tarihi bir görevdi. Zira bu kapı açılırsa çok farklı yaklaşımlar gelebilirdi. Yıllardır Elmalı Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’an Dili adlı muhteşem tefsirini sadeleştirerek soyulmuş portakal gibi çürümeye terk eden meslektaşlarıma içimden itiraz ederdim, aynı duyguları elbetteki Bediüzzzaman Said Nursi’nin eserlerine yapılan muamele de bende aynı itiraz duygularını depreştirdi.
 
Ben bu yazımda birilerini tenkit etmek yerine, neden sadeleştirmenin Risalelere yakışmadığını üstad’ın tesbitleri ve ilmi kaideler ışığında açıklamaya çalışacağım. Yapılanlar Nur’lara hizmet gayesiyle yapıldığından kimseyi tahkir ve tezyif etmeyi de uygun görmüyorum. Zira bu sadeleştirmeyi yapan arkadaşlara hatırlatmalıyım ki, Hocaefendi’nin Hitap çiçekleri ve Kalbin Zümrüt Tepelerinde isimli eserleri çoğu yerlerde üstad’ın eserlerinden daha zor anlaşılır haldedir.
 
Önemle hatırlatalım ki, Mehmed Şemseddin Yeşil bu meselede ilk yanlışlığı yapan ve hatta intihal denecek noktada Risaleleri sadeleştirerek kendi eseriymiş gibi neşreden insan olmasına ve üstadımız razı olmamasına rağmen, milletin istifadesi ve de fitneye sebep olmamak için müdahale etmemiştir. Halbuki İnsani Hakikatlar ve Zirve-i Tevhid gibi eserleri Risalelerden muktebes sadeleştirilmiş metinler halindedir.
 
2-İLMİ ESERLER ÜÇ ÇEŞİT ÜSLUP İLE YAZILIR VE BUNLARDAN ÜSLUB-U ALİ KISMI SADELEŞTİRMEYE GELMEZ
 
Üslup, usul, tarz, oluş, yapış tarzı, anlatım yolu manalarına gelir. Edebiyatta yazarların kendilerine mahsus ifade tarzlarına denir. Her yazarın duygu, düşünce ve hayallerini sözlü veya yazılı olarak ifade ediş tarzı diğerlerinden farklılık gösterir. Bu farklılık, o yazarın üslubunu ortaya çıkarır. Yazar olmanın en belirgin şartlarından biri, başkalarından farklı bir ifade tarzına, yani üsluba sahip olmaktır.
 
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri Muhakemat adlı eserinde bu meseleyi açıklamaktadır ve biz bazı kelime ilaveleri ve misallerle bu tespiti aktarmaya çalışacağız:
 
Kelamın selamet ve rendeçlenmesi ve itidal-i mizacı ise, her kaydın istihkak ve istidadına göre inayeti taksim ve üslub elbisesini tevzi’ ve giydirmektir. Hem de hikayette olursa mütekellim kendini hikaye ettiği şeyin yerinde farz etmek gerektir.
 
Şöyle: Eğer başkasının hissiyat ve efkarının tasvirinde ise hikaye ettiği şeye hulul etmek ve onun kalbinde misafir olmak ve lisanıyla tekellüm etmek gerektir. Eğer kendi malında tasarruf etse, alamet-i kıymet olan itibar ve ihtimamın taksiminde her kaydın istihkak ve istidad ve rütbesini nazara almak ile taksiminde adalet ve üslublarda istidadın kametine göre kesmektir. Ta her bir maksad onun münasibinde olan üslubdan cilveger olabilsin. Zira üslubun esasları üçtür:
 
Birincisi: Üslub-u mücerreddir. Buna sade üslup da denir.
 
Genellikle talebeye yönelik ders kitapları böyle kaleme alınmaktadır. Buna Seyyid Şerif’in ve Nasıruddin-i Tusi’nin sade olan ma’rez-i kelamları gibi…Bediüzzaman Hazretleri 19. Mektup’ta Peygamberimizin mu’cizelerini anlatırken bu üslubu kullanmıştır. Zaten sadeleştirmeye ihtiyaç yoktur. Ancak sadeleştirme mümkündür.
 
Eğer günlük muamelelerinde, insanlar arası konuşmalarda ve alet olan ilimlerde isen; vefa (manayı ifadeye yetecek kadar kelime kullanma),  ihtisar (en kısa yolu seçme) ve selamet ve selaset ve tabiiliği tekeffül eden ve sadeliği ile aslında anlatılan konunun güzelliğini gösteren üslub-u mücerrede yetinmelisin. Biraz önce dediğimiz gibi ders kitaplarında veya günlük konuşmalarda mutlaka bu kullanılmalıdır.
 
İkincisi: Üslub-u müzeyyendir. Süslü ve bezekli üsluptur.
 
Bunun sahibi mananın aktarılmasından ziyade muhatabı coşturmayı ve bütün edebi san’atları kullanmayı hedefler.Fethullah Hoca Efendi’nin Hitap çiçekleri ve Kalbin Zümrüt Tepelerinde adlı eserleri; Necip Fazıl’ın hemen hemen bütün nesir kitapları; Sezai Karakoç’un kitapları bu guruba girebilecek muasır eserlerdir. Abdülkahir Cürcani’nin “Delail-ülİ’caz” ve “Esrar-ül Belaga”sında, Sekkaki’nin Miftah’ul-Ulum adlı eserlerindeki şa’şaalı ve parlak kelamları eski eserlerden verilebilecek en güzel misallerdir. Burada sadeleştirme ahengi bozar.
 
Eğer hitabet ustalığını göstermek istiyorsan veya karşındaki muhatapları ikna etmek üzere va’z, irşad yahut siyasi konuşmalar yapmak istiyorsan, süs ve parlaklık ve tergib (teşvik) ve terhibi (korkutma) manalarını tazammun eden üslub-u müzeyyeni elinden gelirse elden bırakma. Fakat gösteriş ve tasannu’ ve avam perestane nümayiş etmemek gerektir.
 
Üçüncüsü: Üslub-u alidir. Yani yüksek üsluptur.
 
Sekkaki ve Zemahşeri ve İbn-i Sina’nın bazı muhteşem kelamları gibi… Benin kanaatim Elmalı Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’an Dili adlı muhteşem tefsirinin bazı parçaları tamamaen üslub-u ali ile kaleme alınmıştır. özellikle Allah’ın varlığını ispat ve Haşir ile alakalı meselelerde Elmalı üslub-u aliyi kullanmıştır. Zira anlatılan mevzuun ehemmiyeti ve ulviyeti bunu gerektirmektedir. Aynı şekilde Bediüzzaman’ın Risale-i Nur Külliyatının önemli bir kısmı bu üslup ile kaleme alınmıştır. Zira anlatılan konuların yüceliği müellifi bu üslubu kullanma mecbur eylemiştir. Yoksa Bediüzzaman Said Nursi’nin dediği gibi kendi san’atının tesiri cüz’idir.
 
Eğer İlahiyat yani Allah’a iman (ayet’ül-Kübra Risalesi, 2. Şua ve 22. Söz gibi), ahirete iman (10. Ve 29. Sözler gibi) ve peygamberlikkurumu (19. Söz gibi) gibi konuları anlatacaksan yahut usulüd’din yani kelam ilminin derin meselelerini yani mi’rac, meleklere iman ve benzeri konular gibi mevzuları araştırıyor ve bunları tasvir etmek istiyorsan, şiddet, kuvvet ve heybeti tazammun eden üslub-u aliden ayrılmamak gerektir.
 
Elbetteki bakkaldan yumurta ve peynir isterken kullandığın üslup ile BediüzzamanSaid Nursi Hazretlerinin alem-i vücub dediği Allah’ın zat, sıfat ve isimlerini anlatırken kullanacağın üslup bir olamaz. Ekonometri dersleri veren bir profesör, çocuklar anlamıyor diye ekonomi ve matematiğin en yüksek formüllerini kitabına yazmaktan vaz geçemez. (Bediüzzaman Said Nursi, Muhakemat, sh. 109-111.)
 
Falih Rıfkı Atay şöyle anlatır:
 
«Bizim lisenin edebiyat kitabında üslup üç türlüydü: üslub-u sade, üslub-u müzeyyen, üslub-u ali. Sadesi belli: Ben senden vazgeçemem. Müzeyyeni: Gül bülbülsüz, bülbül nağmesiz olur, gönlüm sensiz olamaz. alisine gelince: Zemin çak, asuman çakçak olsa, tufan içinde tekne-i Nuh belirip onu bırak da sen yalnız gel dense, gitmem.
 
Biz üslup diye bu üçünü bilirdik. Muallim Naci sadesine, Recaizade müzeyyenine, Abdülhak Hamid de alisine meraklıydı. Sonra Meşrutiyet’te bir silah üslubu çıktı: Muhaliflerin ellerini kıymık kıymık edip kemiklerini havanda dövmedikçe hadlerini bilmeyecekler. Biz bunlara hürriyeti hangi dağdan indirmiş olduğumuzu göstermeliyiz.»
 
3-RİSALE-İ NUR’DA BEDİÜZZAMAN Mü’ELLİF DEĞİL SADECE BİR TERCÜMANDIR; BU SEBEPLE SADELEŞTİRME MANEN ENGELLENMİŞTİR.
 
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri eserlerinin bir çok yerinde Risale-i Nur’un Kur’anın hakiki tefsiri olduğunu ve kendisinin ise sadece tercümanı bulunduğunu açıkça ifade etmiştir. Mustafa Sungur Ağabeyden duyduğuma göre Onuncu Sözün Dokuzuncu Hakikatını üstad’ın binlerce defa okuduğunu ve 400 ayetten süzülen bir manevi reçete olduğunu ifade etmiştir.
 
Bu sebepledir ki, değil sadeleştirme, Risale-i Nur’un kendi içinde farklı tasnifi ve tanzimi bile üstadın ifadesiyle izin verilecek bir mesele değildir. Geliniz bu tespiti üstad’dan aynen dinleyelim:
 
‘’Dört ayrı ayrı mebhastır. Bu dört mes’ele birbirinden uzak olduğundan, bu mektub perişan görünüyor. Bu perişan mektub münasebetiyle kardeşlerime ihtar ediyorum ki:
 
Bu küçük mektupları hususi bir surette, hususi bazı kardeşlerime yazmıştım. Büyük mektuplar meydana çıktıktan sonra, küçükler de umumun nazarına gösterilmesi lazım geldi. Halbuki tanzimsiz, müşevveş bir surette idiler. Onlar ne hal ile yazılmış ise, öyle kalması lazım geliyordu. Sonradan tashih v etanzim etmeye me’zun değiliz!
 
İşte bu Onbirinci Mektub, perişan bir surette, birbirinden çok uzak [dört mes’ele] den ibarettir. Hem müşevveş, hem perişandır. Fakat şairlerin ve ehli aşkın, zülf-i perişani sevdikleri ve istihsan ettikleri nev’inden,bu mektub da zülf-i perişan tarzında soğuk tasannu’ karışmadan, hararet ve halavet-i asliyesini muhafaza etmek niyetiyle kendi halinde bırakılmıştır.”(Bediüzzaman Said Nursi, Fihrist, sh. 38-39.)
 
Bu yüzden ağabeyler, Söz Neşriyatın yeniden tanzim edilen şekline dahi soğuk bakmışlardır; ancak asliyetine halel gelmediğinden sonradan müdahale edilmemiştir.
 
4-NUR TALEBELERİNE DüŞEN VAZİFE: İZAH, TEFSİR VE TANZİMDİR
 
Bütün bu söylenenlerden sonra anlaşılıyor ki, Nur Talebelerine ve Bediüzzaman Said Nursi’yi gönülden sevenlere düşen vazife, yine üstad’ın ifade ettiği ve izin verdiği izah, tefsir ve tanzimdir.
 
Nitekim üstad Hazretleri bu meseleyi şu şekilde açıklamaktadır:
 
“Bu dürus-u Kur’aniyenin dairesi içinde olanlar, allame ve müçtehidler de olsalar; vazifeleri -ulum-u imaniye cihetinde- yalnız yazılan şu Sözler’in şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. çünki çok emarelerle anlamışız ki: Bu ulum-u imaniyedeki fetva vazifesiyle tavzif edilmişiz.
 
Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enaniyet-i ilmiyeden aldığı bir his ile şerh ve izah haricinde bir şey yazsa; soğuk bir muaraza veya nakıs bir taklidcilik hükmüne geçer. çünki çok delillerle ve emarelerle tahakkuk etmiş ki: Risale-i Nur eczaları, Kur’anın tereşşuhatıdır; bizler, taksim-üla’mal kaidesiyle, her birimiz bir vazife deruhde edip, o ab-ı hayat tereşşuhatını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz!..”( Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, sh. 426.)
 
‘’Evet Risalet-ün Nur, size mükemmel bir me’haz olabilir. Ve ondan erkan-ı imaniyenin herbirisine, mesela Kur’an’ın Kelamullah olduğuna ve i’cazi nüktelerine dair müteferrik risalelerdeki parçalar toplansa veya haşre dair ayrı ayrı bürhanlarcem’edilse ve hakeza..mükemmel bir izah ve bir haşiye ve bir şerh olabilir.
 
Zannederim ki, hakaik-i aliye-i imaniyeyi tamamıyla Risale-i Nur ihata etmiş, başka yerlerde aramaya lüzum yok. Yalnız bazan izah ve tafsile muhtaç kalmış. Onun için vazifem bitmiş gibi bana geliyor.
 
Sizin vazifeniz devam ediyor. Ve inşaallah vazifeniz şerh ve izahla ve tekmil ve tahşiye ile ve neşr ve talim ile belki Yirmibeşinci ve Otuzikinci mektubları te’lif ile ve Dokuzuncu Şua’ın Dokuz Makamını tekmil ile ve Risale-i Nur’u tanzim ve tertib ve tefsir ve tashih ile devam edecek. Risale-i Nur’un samimi, halis şakirtlerinin heyet-i mecmuasının kuvvet-i ihlasından ve tesanüdünden süzülen ve tezahür eden bir şahs-ı manevi, baki ve muktedir bir kuvvet-i zahrdır, bir rehberdir.”( Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, sh. 371-372; Kastamonu Lahikası, sh. 56-57.)
 
Bu açık beyanlar ve abilerin naklettiği Ahmed Fevzi Ağabeye üstadın söylediği ‘’Eğer sadeleştirirsen o senin eserin olur” hatırasıyla mesele iyice anlaşılmış oluyor.
 
Bir Nur Talebesi, Risale-i Nurları atıf vermek şartıyla Nurlardan iktibas ederek izahlar yapabilir. Dipnotta kaynakları göstermek şartıyla kendi üslubuyla Nurlarda açıklanan bir meseleyi kendi üslubuyla açıklayabilir. Risale-i Nura dayalı mastır ve doktora tezleri ile müstakil araştırma eserleri yayınlayabilir. Risale-i Nuru istifade amaçlı tanzim ve yeniden tasnif edebilir. Ama üstad’ın bile bize manen izin verilmedi dediği tarzda sadeleştirmeye yahut Risale-i Nur’un tamamını farklı tanzimlerle tab’ etmeye kimsenin hakkı yoktur.
RisaleAjans

Ahmet Akgündüz’den Soma’ya Taziye ve Göstericiye Eleştiri

Rotterdam İslam Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ahmet Akgündüz‘den Soma’da gerçekleşen maden faciası için Taksim’de yerlere yatarak eylem yapanlara anlam dolu mesaj.

ALLAH’TAN RAHMET DİLİYORUM

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Soma’da vefat eden madencilere Allah’tan rahmet diledi.
 
”Soma’daki musibette vefat edenlere Allah’tan rahmet niyaz eder, yakınlarına sabır ve taziyetlerimizi takdim ediyoruz.”
Prof. Dr. Ahmet Akgündüz bu iki Ayeti hatırlattı ;“Size isabet eden her türlü musibet ancak Allah’ın izni ile olur.” (TEĞABÜN SURESİ – 11. AYET) 

“Mutlaka sizi biraz korku ve açlıkla ve mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz eksilterek imtihan ederiz. (Ey Peygamberim!) Sabredenleri müjdele. Onlar başlarına bir musibet gelince, ‘Biz Allah’ın kullarıyız ve biz O’na döneceğiz.’ derler. İşte Rableri tarafından bol mağfiret ve rahmete nail olacak kimseler bunlardır. Doğru yola ulaştırılmış olanlar da bunlardır.” (BAKARA SURESİ – 155/157. AYETLER)

AHMET AKGÜNDÜZ‘DEN ANLAM DOLU TEPKİ : BU HANGİ DİNİN FATİHASI

İşte Prof. Dr. Ahmet Akgündüz‘ün yaptığı o paylaşım:

”Musibet geldiğinde şehidlere Fatiha yahut Yasin okumasını bilmeyenler; yakınlarına sabır dilemenin manasını anlamayanlar, metrolarda oturarak ve yatarak tepki veriyorlar.

Acaba yatmak ve metrolarda oturmak hangi inancın Fatiha’sıdır? Bilen var mı?

Yanlış anlaşılmasın, elbetteki bu büyük musibete sebep olan ihmalcilerin yakasından adalet mutlaka yapışmalıdır.
 
Ancak; 
 
“Musibetzede mükafat ister. Ya amir-i hatadarın hasenatı verilecektir (o ise hiç hükmünde) veya hazine-i gayb verecektir. Hazine-i gaybda böyle işlerdeki mükafatı ise, derece-i şehadet ve gaziliktir.” Sünuhat-Tuluat-İşarat ( 51 ). Tabii ki, burada manevi şehadet mevzunbahis olabilir.
 
“Nass-ı hadisle, böyle musibetlerde ehl-i imanın zayi’ olan malları tam sadaka hükmündedir. Hususan bu zamanda, yüz sadaka kadar o fani malları, baki ve daha çok ebedi mallara inkılab ederler. Onun için sabır içinde bir cihette şükretmek gerektir. İnşaallah dünyada dahi o keffaret-üz zünub olan zayiatın yerine Erhamürrahimin ihsan eder. Geçmiş olsun, başınız sağ olsun, faidesiz merak etmeyiniz deyiniz.”Said Nursi / Emirdağ Lahikası-1 ( 175 )
Kaynak: Risaleajans

Ermeniler Millet-i Sadıka (Sadık Millet) iken Neden İsyan Ettiler? Soykırım Yapıldı mı?

Tesbitlerimize göre, Ermeni meselesi, İslam âleminde ve Gayr-i Müslim dünyada yeterince bilinmemekte veya yanlış bilinmektedir; Avrupa ve Amerika’daki Türk nesilleri tarafından maalesef bilinmemektedir, Türkiye’de ise özellikle İslâmî yönü itibariyle ele alınmamıştır ve nihayet bilim adamlarının birçoğu dahi hukuki ve İslami tahlilleri açısından bilmemektedirler. Bu eserin telifi bütün bu bilinmezliklere ışık tutmak amacını taşımaktadır.

Ermeni Meselesi, neredeyse bir buçuk asır önce kucağımızda bulduğumuz, bugüne kadar da taşımak zorunda olduğumuz bir meseledir. Muhataplarının dışında pişirilen ve geliştirilen bu sorun, bin yıldır birbirine el kaldırmamış iki milleti bıçak sırtı gibi ikiye ayırmış, sönmeyen bir kin ve düşmanlık ateşini yakmıştır.

Ermeni iddiaları Ermeni milletine hiçbir şey kazandırmamıştır. İddialarının hiç biri de gerçekleşmemiştir. Ermeniler 1878’den beri elde ettikleri kazanımları bir hesap etmelidirler. Elde var sıfır. Ermeni terör örgütleri Taşnak ve Hınçak kendi milletine hiçbir şey veremediği gibi Ermeni milletinin var olan kazanımlarını, huzur ve sükûnlarını da selbetmişlerdir. Osmanlı Devleti’nin ve ardından Türkiye Cumhuriyeti’nin ise boğuşmak zorunda olduğu bir problem olarak devam etmiştir. Her iki tarafın da sadece kayıpları vardır, geride bıraktığı gözyaşları vardır, binlerce ailenin dramları vardır, yetim ve öksüz kalan yavrularımızın feryat ve figanları vardır.

Osmanlı, Ermeni Meselesininin müsebbibi değil, muhatabıdır. Osmanlı kendi ülkesinde bir Ermeni Meselesi çıkarayım da şu Ermenilerden kurtulayım diye de uğraşmamıştır. Ermeni Meselesi, Rusya’nın, İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı’nın başına sardığı bir musibettir. Devleti zaafa uğratmak için, daha da ötesi Osmanlı’yı tarih sahnesinden silmek için başvurulan uluslararası bir oyundur. Ermeniler bu oyunun icracısı olmuştur. Oyuna gelmişlerdir.

Osmanlı bir ulus devlet değil, birçok milleti bünyesinde taşıyan çok uluslu bir devlettir. Dolayısıyla coğrafi sınırları içinde hâkim bir unsurdan söz etme yerine, yönetimde hiçbir ayrım yapmadan farklı etnisitelere eşit haklar tanıyan bir devlet modeli söz konusudur. Devlet teb’asına eşit mesafede yaklaşmış, birini diğerine tercih etmemiş, etnik kimliğinden dolayı ayrıcalık tanımamıştır. 600 yıllık Osmanlı yönetim kadrolarına bakıldığında bu durum apaçık görülür. Osmanlı Devletinde vatandaşların vasıflandırılmasında kullanılan kriter dindir ve bu sebeple ayrı ayrı din mensuplarına millet adı verilmiş; ancak vatandaşlar arasında çok istisnai haller dışında ayırım yapılmamıştır.

Ermeniler için de durum aynıdır. Ermeniler, millet-i sâdıka sıfatıyla Osmanlı ülkesinde zimmî tabir edilen statüde yani Müslüman bir ülkenin Gayr-i Müslim vatandaşı sıfatıyla yaşamışlar ve Osmanlı Devleti, vatandaşlarına tanıdığı bütün hak ve hürriyetleri onlara da tanımıştır. 1071’den beri, uzun tarih dönemeci içerisinde Müslüman Türkler, azınlıkların hak ve hürriyetlerine saygı göstermişlerdir. Aynı tarih dilimi içerisinde İspanya’da Müslüman azınlıktan eser kalmaması, Avrupalılar, daha doğrusu Hıristiyan milletler ile Müslümanların, bu konudaki gerçek tutumlarını göstermektedir. Ermenilere temel hak ve hürriyetler tanındığı gibi, İslâm Dininin koyduğu prensipler ışığında din ve vicdan hürriyeti de tanınmıştır. Tanzimat’tan sonra ve özellikle de II. Meşrutiyet döneminde, siyasi haklar, Müslümanlar kadar Ermeniler için de kabul edilmiştir.

Osmanlı Devleti’nin bu davranışlarına mukabil Ermeniler, Rusya’nın tahriklerine kapılarak ve Berlin Muâhedesi’nin 61. maddesine dayanarak devlete isyan etmeye başlamışlardır. Aslâ çoğunluk teşkil edemedikleri Doğu ve Güneydoğu vilâyetlerinde, kurdukları terör örgütleriyle devlete karşı ayaklanmalar çıkarmışlardır. 1894’de Sason’da isyan eden Hamparsum Boyacıyan Kozan Milletvekili olarak İttihâdcılar tarafından Meclis’e bile getirilmiştir. İstanbul’da arka arkaya patlayan Ermeni ayaklanmaları, Abdülhamid’i bomba olayı ile yok etmek istemeleri onların dış güçlerin emriyle hareket ettiklerini açıkça ortaya koymuştur.

Nihâyet 29 Ekim 1914’de I. Cihan Harbine giren Osmanlı Devleti’ni, Doğudaki Ermeniler, Ruslarla birlikte arkadan vurmaya başlamıştır. Hatta Van’ı boşaltan Ruslar, burayı Ermenilere teslim edince, şarkta Müslüman katliamı başlatmışlardır. İşte bu dönemde Doğu ve Güneydoğu dahil bütün Osmanli ulkesinde, yaklasik 1.300.000 Ermeni yaşamaktadır ve nüfusun da sadece % 5’ini teşkil etmektedir. Bütün tedbirlere rağmen Ermenilerin girişimleri durmayınca, Nisan 1915’de Dâhiliye Nâzırı Tal’at Bey, Doğu ve Güneydoğudaki 500.000 Ermeninin, mecburi göçe zorlanması (tehcir) kararını almıştır. Gaye, Rus ordularının yollarından Ermenileri uzaklaştırmaktır. Asker himayesinde Irak, Suriye ve Lübnan’a sürgün edilen Ermenilerden bazıları yolda ağır yol şartlarından ve açlıktan ve bazıları da daha evvel yakınları Ermeniler tarafından katledilen bazı sivil ahali tarafından telef edilmişlerdir. Ermenilerce katledilen Müslüman sayısı ise yarım milyondan fazladır. Daha sonra da ifade edeceğimiz gibi, alınan bu zorla tehcir kararı, Kur’an’ın emriyle Hz. Peygamber’in Nadiroğulları kabilesine uyguladığı cela yani ülke güvenliği açısından tehcir uygulamasına dayanmaktadır.

Kısaca aslı astarı olmamasına rağmen, bir asra yakındır Ermeni katliamı iddialarıyla suçlanan Müslüman Türk milletinin katliam yapmadığı halde suçlanmaya devam edilmesi, tarihî ve ilmî değil, sadece siyâsidir. Osmanlı Arşivlerini açan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bu iddialara en güzel cevabı vermiştir.

http://www.osmanlisahafi.com/index.php?Uid=52

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

Rector & President

Islamitische Universiteit Rotterdam

Bergsingel 135, 3037 GC Rotterdam

T +31 (0)10 485 47 21

F +31 (0)10 484 31 47

E akgunduz@iur.nl; I www.islamicuniversity.nl

facebook.com/Prof.AhmetAkgunduz; twitter.com/AhmetAkgunduz

Risale-i Nur’dan İnsan Risalesi Flemenkçe Olarak Yayınlandı

risale-i-nurdan-insan-risalesi-flemenkce-olarak-yayinlandiRotterdam İslam Üniversitesi Rektörü Prof. Dr.Ahmed Akgündüz koordinatörlüğünde başlatılan ve bünyesinde IUR Press adıyla bir yayınevi kurarak İslami ilimlerle alakalı İngilizce ve Flemenkçe bir çok eser neşreden kuruluş, daha öncede Risale-i Nur Külliyatından küçük eserler olan Zegeningen voor de zieken (Hastalar Risalesi); Een poort naar de Goddelijke eenheid (Tevhide Açılan Kapı = 22. Söz, Tabiat Risalesi ve Hüve Nüktesi) ve Koorte Worden (Küçük Sözler) gibi eserlerin tercümesi yapılmıştı.

Şimdide IUR Press Risale-i Nur Külliyatı’nı tercüme etmeye ve yayınlamaya devam ediyor. Beşinci eser olarak da 23. Söz, 12. Söz ve 33. Söz’ün İnsan penceresini bir araya getiren İnsan Risalesi (De Verhandeling Over de Mens) yayınlandı.

Risale Ajans