Etiket arşivi: Ahmet AKGÜNDÜZ

Nur Talebelerinin Avrupa’ya Bakışı Nasıl Olmalı?

ahmet-akgunduz-nur-talebelerinin-avrupaya-bakisi-nasil-olmali1.1-Avrupa’ya Bakışımız Nasıl Olmalı?
Yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir:
Birisi, İsevilik din-i hakikisinden aldığı feyz ile hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nafi’ san’atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takib eden bu birinci Avrupa’ya hitab etmiyorum. Belki felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiatını mehasin zannederek, beşeri sefahete ve dalalete sevkeden bozulmuş ikinci Avrupa’ya hitab ediyorum. Şöyle ki: O zaman, o seyahat-ı ruhiyede, mehasin-i medeniyet ve fünun-u nafiadan başka olan malayani ve muzır felsefeyi ve muzır ve sefih medeniyeti elinde tutan Avrupa’nın şahs-ı manevisine karşı demiştim (Lem’alar, 115).
Burada biz Nur talebelerinin dikkatlerini bir noktaya çekmek istiyorum. Bize göre Avrupa ikidir:
Birincisi, başta İslamiyet ve Hıristiyanlık olmak üzere büyük ve hak dinlerden ilhamını alan ve bütün insanlığa yararlı bilim ve teknolojiye beşiklik yapan Avrupa’dır ki, biz bu Avrupa’nın alkışlayıcıları ve hayranlarıyız. Bu noktada olumsuz bir düşüncemiz olamaz.  Hz. Peygamber’in “Hikmet Mü’minin yitik malıdır; nerede bulursa onu almaya en layık olan Mü’mindir” manasındaki hadisi bizim için çok önemli rehberdir. Bu noktada Üstad bir asır öncesi bu tesbiti yapmıştır:
“Elhasıl: Zünub ve mesavi-i medeniyeti, (adet ve ahlak-ı seyyieyi) hudud-u hürriyet ve medeni­yetimize girmekten seyf-i şeriʻatla yasak edece­ğiz. Ta ki, medeniyetimi­zin gençliği ve şebabiyeti, zülal-i ayn-ül hayat-ı şeriʻatla muhafaza olsun. Kesb-i medeniyette Japonlara iktida bize lazımdır ki; onlar Avrupa’dan mehasin-i medeniyeti almakla beraber, her kavmin mabihil-bekası olan adat-ı milliyeyi muhafaza ettiler. Bizim adat-ı milliyemiz İslamiyet’te neşv ü nema bulduğu için, iki cihetle sarılmak zaruridir.( Misbah, Dağ Meyvesi Acı da Olsa Devadır, 19.9.1324/2.10.1908, Sayı: 2; Sayfa: 11 vd.)
İkincisi ise, Avrupalıların kendilerinin de şikayet ettiği ve sakat bir kısım görüşlerle ahlaki çöküntünün çehresini teşkil eden Avrupa’dır ki, Batılı aklı başında insanlar da bundan şikayetçidirler.
Burada özellikle Kur’an’ın bir çağrısını hem Müslümanlara ve hem de gayr-i Müslimlere hatırlatmak istiyorum. Kur’an-ı Kerim Bakara Suresinde şöyle buyuruyor: “Yine onlar, sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler; ahiret gününe de kesinkes inanırlar.”[1] Bu ayeti açıklayan Bediüzzaman Hazretleri meseleyi şöyle açıklamaktadır:
“Ey ehl-i kitap! Geçmiş olan enbiya ve kitaplara iman ettiğiniz gibi, Hazret-i Muhammed (a.s.m.) ile Kur’an’a da iman ediniz. Zira onlar, Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) gelmesini müjdeledikleri gibi, onların ve kitaplarının doğruluğuna olan deliller, hakikatiyle, ruhuyla Kur’an’da ve Hazret-i Muhammed’de (a.s.m.) bulunmuştur. Öyleyse, Kur’an Allah’ın kelamı ve Hazret-i Muhammed (a.s.m.) de resulü olduğunu evleviyetle ile kabul ediniz ve etmelisiniz.” (..)
“Ey ehl-i kitap! İslamiyeti kabul etmekte size bir meşakkat yoktur; size ağır gelmesin. Zira, size bütün bütün dininizi terk etmenizi emretmiyor. Ancak, inançlarınızı ikmal ve yanınızda bulunan dini esaslar üzerine bina ediniz diye teklifte bulunuyor. Zira Kur’an, bütün geçmişteki bütün mukaddes kitapların güzelliklerini ve eski dinlerin temel esaslarını cem etmiş olduğundan usulde muaddil ve mükemmildir. Yani, tadil ve tekmil edicidir. Yalnız, zaman ve mekanın değişmesi tesiriyle değişmeye maruz olan füruat kısmında müessistir. Bunda akli ve mantıki olmayan bir cihet yoktur.”[2]
1.2-Hz. Peygamberin Müjdesi
Ahmed ibn-i Hanbel Müsned adlı hadis kitabında, Ebu Davud, İbn-i Mace ve İbn-i Hibban Sünen adlı eserlerinde Ahir zaman ile alakalı çok önemli bir hadis nakletmektedirler ki, bu hadisi belli yerlerde Bediüzzaman da kullanmaktadır:
“Bir gün gelecek Hıristiyanlarla (Rum ile) tam bir emniyet içinde barış yapacaksınız. Siz ve onlar yani Müslümanlar ve Hıristiyanlar, kendilerinin dışında müşterek bir düşman ile birlikte savaşacaksınız. Galip gelecek ve çok kazanımlar elde edeceksiniz. Sonra tepeli bir çayıra konaklayacaksınız.”[3]
Bir kısım İslam Alimleri bunun Har-Magedon veya Armageddon adıyla Hıristiyan alemi tarafından bilinen ve hayır ile şerri birbirinden ayıracak ve dünyanın sonunu getirecek savaş olduğunu açıkladıkları kıyamet alameti olay kastedildiğini zikretmektedirler. Bunu bazıları Avrupa ve Amerika ile Müslüman alemi arasında çıkacak büyük bir savaş olarak da izah etmektedir. Ancak biz bunlara katılmıyoruz. Bediüzzaman’a göre bu ortak düşman dinsizlik cereyanıdır. Doğru yorumun Bediüzzaman tarafından yapıldığına inanıyoruz[4]. O şöyle özetliyor:
“İşte böyle bir sırada, dinsizlik cereyanı pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hazret-i İsa Aleyhisselam’ın ma’nevi şahsiyetinden ibaret olan hakiki İsevilik dini ortaya çıkacak, yani Rahmet-i İlahiyenin semasından nüzul edecek; hal-i hazır Hıristiyanlık dini o hakikata karşı tasaffi edecek, hurafelerden ve tahrifattan sıyrılacak, İslamın hakikatleriyle ile birleşecek; ma’nen Hıristiyanlık bir nevi İslamiyete inkılab edecektir… Ve Kur’an’a iktida ederek, o İsevilik şahs-ı ma’nevisi tabi’; ve İslamiyet metbu’ makamında kalacak; Hak Din bu iltihak neticesinde büyük bir kuvvet bulacaktır.
Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlub olan İsevilik ve İslamiyet; ittihad neticesinde, dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak isti’dadında iken, göklerde cism-i beşerisiyle bulunan şahs-ı İsa Aleyhisselam, o din-i hak cereyanının başına geçeceğini, bir Muhbir-i Sadık, bir Kadir-i Külli Şey’in va’dine istinad ederek haber vermiştir. Madem haber vermiş, haktır; madem Kadir-i Külli Şey’ va’d etmiş, elbette yapacaktır.
Hazret-i İsa Aleyhisselam geldiği vakit, herkes onun hakiki İsa olduğunu bilmek lazım değildir. Onun manevi yakınları ve havassı, nur-u iman ile O’nu tanır. Yoksa açık bir şekilde herkes onu tanımayacaktır”.[5]
Kanaatimize göre bu birleşmenin vakti çok yakındır. Bu sebeple alabildiğine müsbet hareket etmek ve İslam’ın güzelliklerini gayr-i Müslimlere anlatmak bizim vazifemizdir. Aklınıza şu soru gelebilir: Bu konuda bazı işaretler görüyor musunuz? Evet, gelecek başlıkta bunu özetleyeceğiz.
1.3-İkram ve İstidracın aynı tarihde birleşmesi
1)İkram-ı İlahi:
Ahirzamandan haber veren mühim bir hadis:
لاَ تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ اُمَّتِى ظَاهِرِينَ عَلَى الْحَقِّ حَتَّى يَاْتِىَ اللّٰهُ بِاَمْرِهِ
Ramazan-ı şerifte onuncu günün ikinci saatinde birden bu hadis-i şerif hatırıma geldi. Belki Risale-i Nur şakirdlerinin taifesi ne kadar devam edeceğini düşündüğüme binaen ihtar edildi. لاَ تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ اُمَّتِى (şedde sayılır, tenvin sayılmaz) fıkrasının makam-ı cifrisi bin beşyüz kırk iki (1542) ederek nihayet-i devamına ima eder. لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّٰهُ
ظَاهِرِينَ عَلَى الْحَقِّ (şedde sayılır) fıkrası dahi; makam-ı cifrisi bin beşyüz altı (1506) edip, bu tarihe kadar zahir ve aşikarane, belki galibane; sonra ta kırk ikiye kadar, gizli ve mağlubiyet içinde vazife-i tenviriyesine devam edeceğine remze yakın ima eder. وَ الْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّٰهُ
حَتَّى يَاْتِىَ اللّٰهُ بِاَمْرِهِ (şedde sayılır) fıkrası dahi; makam-ı cifrisi bin beşyüz kırk beş (1545) olup, kafirin başında kıyamet kopmasına ima eder. لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّٰهُ
Cay-ı dikkat ve hayrettir ki, üç fıkra bil’ittifak bin beşyüz (1500) tarihini göstermeleriyle beraber, tam tamına manidar, makul ve hikmetli bir surette bin beşyüz altı’dan ta kırk iki’ye, ta kırk beş’e kadar üç inkılab-ı azimin ayrı ayrı zamanlarına tetabuk ve tevafuklarıdır. Bu imalar gerçi yalnız birer tevafuk olduğundan delil olmaz ve kuvvetli değil, fakat birden ihtar edilmesi bana kanaat verdi. Hem kıyametin vaktini kat’i tarzda kimse bilmez; fakat böyle imalar ile bir nevi kanaat, bir galib ihtimal gelebilir.
Fatiha’da “sırat-ı müstakim” ashabının taife-i kübrasını tarif eden اَلَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ fıkrası, şeddesiz bin beşyüz altı veya yedi (1506-1507) ederek tam tamına ظَاهِرِينَ عَلَى الْحَقِّ fıkrasının makamına tevafuku ve manasına tetabuku ve şedde sayılsa لاَ تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ اُمَّتِى fıkrasına üç manidar farkla tam muvafakatı ve manen mutabakatı bu hadisin imasını teyid edip remz derecesine çıkarıyor. Ve müteaddid ayat-ı Kur’aniyede “sırat-ı müstakim” kelimesi, bir mana-yı remziyle Risalet-ün Nur’a manaca ve cifirce ima etmesi remze yakın bir ima ile; Risalet-ün Nur şakirdlerinin taifesi, ahirzamanda o taife-i kübra-i a’zamın ahirlerinde bir hizb-i makbul olacağını işaret eder diye def’aten birden ihtar edildi.
اَلْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّٰهُ (Kastamonu Lahikası, sh.27-29)
2)İstidrac: Andrew Berwick denilen katilin Londra’da 2011 tarihinde neşrettiği A European Declaration of Independance adıyla neşrettiği 1000 sayfalık Manifestosundaki tesbitler:
Phase of Dialogue, 1955-1999
European Civil War, Phase 1 – 1999-2030
-Islam, 2-30% based on country
-Open source warfare, military shock attacks by clandestine cell systems.
-Further consolidation of conservative forces.
European Civil War, Phase 2 – 2030-2070
-Islam, 15-40% based on country
-Consolidation continues, more advanced forms of resistance groups.
-Preparation for pan-European coup d’états.
European Civil War, Phase 3 – 2070-2083
-Islam, 30-50% based on country
-Pan-European coup d’états. Cultural Communism/multiculturalism defeated in the first
European country followed by the rest.
-The implementation of a Cultural Conservative political agenda begins.
-Execution of cultural Marxist/multiculturalist category A and B traitors initiated.
-Deportation of Muslims initiated.
Here is an estimate (conservative estimate):
European Civil War, Phase 1 – 1999-2030 (Islam 2-20%)
-5-13% of native Europeans and other non-Muslims support many of our goals through armed struggle.
-20-35% of native Europeans and other non-Muslims support many of our goals through democratic struggle.
-50%+ oppose mass Muslim immigration.
European Civil War, Phase 2 – 2030-2070 (Islam 15-50%)
-15-20% of native Europeans and other non-Muslims support many of our goals through armed struggle.
-40-50% of native Europeans and other non-Muslims support many of our goals through democratic struggle.
-60%+ oppose mass Muslim immigration.
European Civil War, Phase 3 – 2070-2083 (Islam 30-60%)
-20-25% of native Europeans and other non-Muslims support many of our goals through armed struggle.
-50-60% of native Europeans and other non-Muslims support many of our goals through democratic struggle.
-70%+ oppose mass Muslim immigration.
1.4-Bu devirde “büyük kumandan” ve talebelerinin rolleri
Evvela büyük kumandanı tanıyalım:
Evet yüzer kudsi kahramanları yetiştiren ve binler manevi kumandanları ümmetin başına geçiren ve hakikat-ı Kur’aniyenin mayası ile ve imanın nuruyla ve İslamiyet’in şerefiyle beslenen, tekemmül eden Al-i Beyt, elbette ahirzamanda şeriat-ı Muhammediyeyi ve hakikat-ı Furkaniyeyi ve Sünnet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) ihya ile, ilan ile, icra ile, başkumandanları olan Büyük Mehdi’nin kemal-i adaletini ve hakkaniyetini dünyaya göstermeleri gayet makul olmakla beraber, gayet lazım ve zaruri ve hayat-ı içtimaiye-i insaniyedeki düsturların muktezasıdır. (Şualar, 590 – 591).
Büyük Mehdi’nin kemal-i adaletini ve hakkaniyetini dünyaya göstermek işi biz Nur Talebelerinin vazifesidir. Nasıl yapacağız?
Birinci ve asli yol, Nurların terennüm ettiği iman ve Kur’an hakikatlerini bütün dünyaya neşretmektir. Bunu müzakere etmek için bu toplantıyı tanzim etmiş bulunuyoruz. Zira yukarıda işaret ettiğimiz müjdeler ancak bu neşr-i hakaik ile mümkündür.
İkinci yol, Üstad’ın gerçek şahsiyetini yani kendi ifadesiyle Büyük Mehdi’nin kemal-i adaletini ve hakkaniyetini dünyaya göstermek ve onun hakkında yapılan iftiralara belgelerle cevap vermekle olur ki, bu hizmette Yüce Rabbimiz bu zamana kadar iki önemli şahsiyeti istihdam eylemiştir. Bunların birincisi, Necmeddin Şahiner ağabeyimizdir ki, Son Şahitler ve Aydınlar Konuşuyor gibi dev eserleriyle bir asra ışık tutmakta cemaatin himmeti ve duasıyla muvaffak olmuştur. İkinci istihdam edilen şahsiyet de Abdülkadir Badıllı Ağabey’dir.Mufassal Tarihçe-i Hayat, Risale-i Nurun Kudsi Kaynakları ve Asar-ı Bediiyye gibi eserlere imza atan ağabeyin bu çalışmalar olmasaydı, Üstadımızın bir çok yönleri maalesef karanlıkta kalacaktı diyebiliriz. Ancak kendisinin de kabul ve itirafıyla Üstadın yani Büyük Mehdi’nin kemal-i adaletini ve hakkaniyetini dünyaya gösterme işi tamamlanmamıştır.
[1]  Kur’an, 2: 4.
[2]  Bediüzzaman, Said Nursi, İşarat al-İ’caz, Envar İstanbul 2005, sh. 49-50.
[3]     Ebu Davud, 4292;  Ahmed ibn- Hanbel, 4 / 91 ، 5 / 228.
[4] http://en.wikipedia.org/wiki/Armageddon; Muhammed Hassan, Nihaye al-Alem; Meta ve Eyne, www.mohamedhassan.org/alkhotab%20wa%20aldoros /written/..%5C..%5CFiles%5CLessons%5CWrited%5Cnehyat.doc
[5]    Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, On Beşinci Mektup, 57.
Risale Ajans

Akgündüz: Said Nursi’nin Doğum Tarihi Mart 1878

Cihan Haber Ajansı’nın Araştırmacı Yazar M. Törehan Serdar’a dayandırarak yayınladığı Bediüzzaman Hazretlerinin doğum tarihine ilkişkin habere Prof. Dr. Ahmet Akgündüz’den itiraz geldi.

Akgündüz, “Bizim için her ne kadar, Bediüzzaman Hazretlerinin eserleri ve davası önemli olsa da, onun şahsiyeti ve hayatı hakkında sağlıklı bilgiler elde etmek de güzel bir hadisedir. Üstadın doğum tarihi konusundaki yanlış bilgileri tashih etmek, hem doğru bilgiye ulaşmak ve hem de gaybi işaretlere hürmet etmek açısından ehemmiyetlidir” diyerek, Bediüzzaman Hazretlerini doğum tarihi ile ilgili çalışmasını açıkladı.

BEDÎÜZZAMAN’IN DOĞUM TARİHİ HAKKINDA BELGELER KONUŞUYOR:

REBîÜLEVVEL 1295 HİCRÎ/MART 1293 RUMÎ/MART 1878 MİLÂDÎ

Bedîüzzaman’ın doğum tarihi konusunda ancak elimizdeki belgelere göre bir şey söylemek mümkündür. Aşağıda zikredeceğimiz belgelerden anlaşılacağı üzere, Molla Sa’îd’in doğum tarihi olarak 22 Temmuz 1322/4 Ağustos 1906 tarihinde yapılan nüfus tescil kayıtlarında 1288-1289 tarihleri doğum yılı olarak geçmiştir. Bunun Rumî olduğunda şüphe yoktur; zira ilmiye dışındaki memurlar o tarihlerde Rumî tarih kullanmaktadırlar. Kaldı ki, bu tarih Rumî kabul edilirse Bedîüzzaman’ın verdiği 1293 tarihine Hicrî kabul edilmesi halinde uymaktadır. Türkçe Nüfus belgesinde ise, 1289 Hicrî gibi kabul edilerek 1.7.1872 doğum tarihi olarak kaydedilmiştir. Bunların tamamen tahmini tarihler olduğu kanaatindeyiz. Doğrusu kendisinin ifadelerine dayanılarak hazırlanan Nüfus Tezkeresindeki Mart 1293–Mart 1878 ve Rebîülevvel 1295 tarihi olduğunu düşünüyoruz.[1] Bazı araştırmacılar 1877 yılını zikretmişlerse de, bu yılın hiçbir ayı, hem 1293 Rumî ve hem de 1295 Hicrî tarihlerle uyuşmamaktadır.[2]

1877 yılının Aralık ayının 30’u esas alındğında, 1293 tutsa bile Nüfus Tezkeresindeki Hicrî 1295’i 6 gün arayla tutmuyor

1878 Mart’ı esas alındığında ise, hem Rebîülevvel 1295, hem Mart 1293 ve hem de Bedîüzzaman’ın Mart ayında dünyaya teşrîfi ile alakalı rivâyetlerle uyuşuyor; ancak günlerin seçimi bizim tahminimizdir.[3]

Önemle ifade edelim ki, Bedîüzzaman’ın eserlerinde kullandığı tarihlerin ekseriyeti Rumî takvime göredir ve şayet Hicrî tarih kasdetseydi Arabî tarih yahut Hicrî tarih şeklinde kayıt düşerdi. Bunu nazara alarak aşağıdaki kayıtları okumakta yarar vardır; aksi takdirde hataya düşülecektir:

Isparta’nın saf menabi-i ilmiyesinden bir zât ki, Tarîkat-ı Aliyye-i Nakşiye rüesasından ve binikiyüz doksaniki (1292) veya bin ikiyüz doksanüç (1293) arasında dâr-ı bekaya teşrif buyuran Beşkazalızâde Osman-ı Hâlidî Hazretleri,[4] meslek-i ilmiye ve ameliyesiyle alâkadarane keşfiyat ve hâdisatını bir hüccet-i katıa gibi vârislerine vasiyet ve mahz-ı tebşiratlarını şöylece tevarüs eylemiştir. Hattâ Üstâd-ı muhteremimizin tevellüdüne tam isabetli olarak tarih-i mezkûrda “İmanı kurtaran bir müceddid çıkacak, o da bu sene tevellüd etmiş” demiş. Bundan başka dört evlâdından birisinin o zât ile müşerref ve mülâki olacağını ilâve etmiştir.[5]

Risale Haber

Hacı Bektaş-ı Veli Kimdir ve Bektaşilik Nedir?

Bu konu Osmanlı tarihinde ve İslâm düşünce tarihinde hâlâ tartışılan ve ideolojik sebeplerle istismar edilen bir konudur. Osmanlı tarihini ve bazı müesseseleri de yakından ilgilendirdiği için, kısaca mevcut görüşleri özetlemekte yarar vardır.

Evvela; Hacı Bektaş-ı Veli ile ilgili, şahsiyetine ve şöhretine uygun sağlam kaynaklara sahip değiliz. Elimizde kendisine ait olduğu söylenen ve ancak kendi döneminde yazılı nüshaları bulunmayan Makamât, Nasâyih ve Fatiha Tefsiri gibi eserleri bulunmaktadır (Bu eserlerin Hacı Bektaş’tan 200 yıl sonra yazılmış nüshaları vardır).

Ayrıca Hacı Bektaş-ı Veli’ye ait menkıbeleri anlatan Hacı Bektaş Vilâyetnâmesinin mensur, manzum ve karışık nüshaları elimizde mevcuttur. Bu arada Âşıkpaşa-zâde’nin Tevârih-i Âl-i Osman’ında ve daha sonraki kaynaklardan ise, Âli’nin Künh’ül-Ahbâr’ında, Sicill-i Osmânî’de ve de Osmanlı’nın son zamanlarında Bektaşi Babalarından biri tarafından kaleme alınan Bektaşilik ve Bektaşiler adlı eserde ve benzeri kaynaklarda bazı ipuçları bulmak mümkündür.

İkinci olarak, Hacı Bektaş isimli zat, Osmanlı kaynaklarının kabul ve naklettiklerine göre, Hacı Bektaş-ı Veli diye meşhur olan büyük velilerden biridir. Aslen Şi’îlerin 12 İmam kabul ettikleri şahsiyetlerden bulunan İmam Musa Kâzım yoluyla Peygamber’in nesline dayanmaktadır. Horasan’daki Nisabur şehrinde dünyaya gelmiştir. Babasının adı Seyyid Muhammed bin Seyyid İbrahim es-Sânî veya Seyyid Musa olarak geçmektedir. Annesi de Nisabur âlimlerinden Şeyh Ahmed’in kızı Hâtem veya Hatme Hâtun’dur. Bu bilgiler kesin değildir. Çoğu kaynaklar doğum tarihini zikretmez iken, Bektaşi Babalarından Şeyh Baba M. Süreyya, 645/1247 tarihini zikretmektedir.

Horasan’da Hoca Ahmed Yesevî’nin halifesi olduğu söylenen Şeyh Lokman’dan zahirî ve batınî ilimleri tahsil eden ve halifelik makamına kadar gelen Hacı Bektaş-ı Veli, hicrî VIII. Asrın başlarında (veya bir kayda göre 680/1281’de yani Osmanlı Devleti’nin ilk nüvelerinin atıldığı günlerde) Anadolu’ya gelmiş ve Kayseri’ye yerleşmiştir. Rum erenlerinin namdan olan ve Sivrihisar’da oturan Karaca Ahmed Sultân ile karşılaşmış ve onun iltifatına mazhar olmuştur. Anadolu’ya gelmeden hacca gittiği ve hacı unvanını aldığı söylenmektedir. Daha sonra Kırşehri Kazasının Hacım veya Suluca Karahöyük (Hacıbektaş) yöresine gelerek kendi adına bir dergah bina etmiş ve müridlerini irşada başlamıştır.

Buradaki irşad faaliyetlerine devam eden Hacı Bektaş-ı Veli, Sicill-i Osmânî’nin de katıldığı bir görüşe göre, 738/1337 tarihinde ve bazı araştırmacıların tesbitine göre ise 669/1271 tarihinde vefat eylemiştir. Hacı Bektaş-ı Veli’nin evlenip evlenmediği de tartışmalıdır. Ancak bazı kaynaklar, Kutlu Ana ve Kadıncık Ana diye meşhur olan Fatma Nuriye Hanımla evlendiğini ve çocuklarının dahi olduğunu kaydetmektedirler.

Bu bilgilerden anlaşılmaktadır ki, Hacı Bektaş-ı Veli Hazretlerinin Ahmed Yesevî ile buluştuğu ve hatta Sultân Murâd ile yeniçeri meşvereti için bir araya geldiği şeklindeki rivayetler tamamen yanlıştır ve asılsız iddialardır. Hatta Âşıkpaşa-zâde, konuyu daha farklı bir şekilde anlatmakta ve Hacı Bektaş Veli ile Osmanlı Devleti arasında bağ kurmanın yanlışlığını vurgulamaktadır. Osmanlı Devleti’nin ilk dönem olaylarını bizzat yaşayan ve en önemlisi de Ebül-Vefâ’nın Halifesi Baba İlyas’ın torunu olan Âşıkpaşa- zâde’nin söyledikleri, şüphesiz Bektaşi Menkıbelerinden daha doğrudur.

Üçüncü  olarak,  kısaca  doğruya  en  yakın  bilgileri  vermeye  çalıştığımız  Hacı Bektaş-ı Veli’nin meslek ve meşrebi hakkındaki farklı görüşleri de aktaralım. Şöyle ki:

1) Özellikle Alevî ve Şi’î gruplar, Hacı Bektaş-ı Veli’nin tamamen Bektaşilik adı verilen bir inanç ekolünün kurucusu olduğunu ifade etmektedirler. Şu anda Hacıbektaş’ta her sene kutlandığı ve maalesef amelsiz bir İslâmiyet anlayışını yansıtan şekliyle Hacı Bektaş, Bektaşilik adlı bir tarikatın piri kabul edilmekte ve bu anlayış XIV. Yüzyılın ilk çeyreğinden sonra Hacı Bektaş-ı Veli Tekkesinin şeyhi olan Abdal Musa’nın yorumuyla meşhur olmaya başlamış bulunmaktadır. Önemle ifade edelim ki, Hacı Bektaş Veli’yi gerçek manada tanıyan Bektaşilerin namaz ve oruç gibi dinin emirlerini reddet-meyenleri de vardır.

2)  Bir grup araştırmacıya göre (Ahmed Yaşar Ocak gibi), Hacı Bektaş, herhangi bir tarikatın  piri  ve  kurucusu  değildir.   Bektaşilik diye  bir tarikat  kurmamıştır.   Sadece Yesevilik ile Kalenderiliğin karışımından oluşan Haydarîlik tarikatının bir mensubudur; sonradan Baba İlyas-ı Horasan? çevresine girerek Vefâilik tarikatına intisap etmiştir. Baba’î isyanını benimsememiş ve onun ölümünden sonra da yerine geçmiştir. Ancak Anadolu’da Suluca Karahöyük merkezli mitolojik bir Hacı Bektaş-ı Veli kültü oluşmuştur. XVI. Yüzyılın başına (907/1501) gelindiğinde, Balım Sultân II. Bâyezid’in de desteğiyle Hacıbektaş’taki meşihat postuna oturmuş ve II. Mahmûd tarafından 1826 yılında Bektaşi Dergahları lağvedilinceye kadar bu anane devam ettirilmiştir. Balım Sultân’ın teşkilâtlandırdığı Bektaşilik anlayışına aykırı ve tamamen amelden uzak bir anlayışın da zamanla var olduğunu burada belirtmemiz gerekmektedir.

3)  Özetle, bu tarihî zat, Hacı Bektaş-ı Veli’nin kısa hayat hikayesinde anlattığımız şekliyle büyük bir velidir. Anlatılan çoğu menkıbeler, sağlam kaynaklara dayanmamaktadır. Eserleri, onun ehl-i sünnete aykırı olmadığını göstermektedir. Bu yönüyle yeniçeri teşkilâtının  manevi  ilham  kaynağı  olmuş olabilir.  Ancak  müntesipleri  zamanla,  onu Kur’ân ve Sünnetten uzak ve tamamen amelden mahrum bir tarikat şeyhi haline getirmişlerdir. Onun için de bu müridlerini nazara alan halk, Bektaşi ismine akla ve hayale gelmeyecek manaları yüklemeye başlamıştır.

Bu konuda son sözü tarihçi Âli’ye söyletmek en iyisidir:

“Zamanımızda Bektaşi dervişleri, baştan başa namazdan ve oruçdan uzak, mezhepleri ne olduğu belli olmayan bir bölük ortada gezenlerdir. Hacı Bektaş-ı Veli’ye intisapları sadece sözleriyledir; fiil, amel ve inanç itibariyle onunla alakaları yoktur. O velinin evladı denilen azizler de onun gibi olamamışlardır””.

Prof . Ahmet AKGÜNDÜZ

Yavuz Sultân Selim ve Alevî Katliamı İddiaları

Osmanlı Padişahları Müslümandırlar ve kendi idare ettikleri devlette de İslâm Hukukunu tatbik etmişlerdir. İslâm Hukukunda ise, kâfirlerle yapılan savaşlarda dahi katliam yani soykırım yapmak haramdır. Zira Hz. Peygamber, savaş halinde dahi, çocuklar, kadınlar, din adamları ve yaşlılar gibi yedi grup insanı katletmenin caiz olmadığını bütün komutanlarına tâlimat olarak vermiştir. Mü’eyyed min indillah denecek kadar maneviyâtı yüksek olan Yavuz’un dinin yasakladığı katliamı ve hem de Müslümanım diyen bir gruba karşı yapmış olması mümkün değildir. Ancak tarihî olayları doğru olarak öğrenmek şarttır. Şöyle ki;

Daha önce de açıkladığımız gibi, Erdebil Şeyhlerinden Şeyh Cüneyd şeyhliğine şahlık katmak istemiş ve ancak muvaffak olamayarak 1460 yılında katl edilmiştir. Yerine geçen oğlu Şeyh Haydar da aynı gayeyi devam ettirmiş ve Anadolu’yu Şî’alaştırmak metodunu kullanarak şahlığını pekiştirmek istemiştir. Kucaklarında büyüdüğü Akkoyunlu Devletine de hıyânet edince, Yakub Bey tarafından 1488 yılında o da öldürülmüştür. Yerine geçen Şah İsmail ise, Erdebil Sofuları veya Halifelerini Anadolu’ya göndererek, hem Anadolu’yu Şî’alaştırmayı ve hem de böylece Anadolu’yu hâkimiyeti altına almayı hayatının gayesi edinmiştir. Nitekim temkinli davranmayan Akkoyunlu Devleti, torunları olan Şah İsmail tarafından ortadan kaldırılmıştır.

Akkoyunlu Devletini ortadan kaldıran ve hem şeyhliği ve hem de şahlığıyla Anadolu üzerine yürüyen Şah İsmail, halifeleri vasıtasıyla Anadolu’yu tam bir anarşiye sürüklemekte maalesef muvaffak olmuştur. 1507 yılında üzerine yürüdüğü Alâüddevle Bey’in mağlubiyeti üzerine Elbistan, Harput ve Diyarbekir’i yakmış ve yıkmıştır. Bu arada Erdebil Sofuları da Anadolu’da anarşi çıkarmaya başlamışlardır. Şah İsmail’in taraftarları olan askerler, kırmızı çuhadan taclar giydiklerinden dolayı onun taraftarı olan herkese Sürhser yani Kızılbaş denmiştir. Şah İsmail’in halifelerinden olan Rumiyeli Nur Ali Halife başkanlığındaki Erdebil sofu ve müritleri, Tokat’a saldırmışlar ve yüzlerce insanı kılıçtan geçirmişlerdir. Maalesef Şehzâde Ahmed üzerlerine ordu göndermişse de muvaffak olamamıştır.

Bu arada Antalyalı Hasan Halife ve oğlu Şahkulu veya Osmanlı tarihçilerinin ifadesiyle Şeytan Kulu (Şahkulu Baba Tekeli veya Karabıyıkoğlu da denmektedir) eliyle Anadolu’daki Alevîleri Osmanlı Devleti aleyhinde teşkilâtlandırmaya başlamıştır. Antalya’dan Manisa’ya dönen Şehzâde Korkut’un hazinesini vuran Şahkulu, bununla da yetinmeyerek Antalya’yı basmış, baş kâdî ile birlikte çok sayıda insanı katletmiştir. Bundan sonra sırasıyla Kızılcakaya, İstanos, Elmalı, Burdur ve Keçiborlu kasabalarını yakıp yıkan Şahkulu Kütahya’ya kadar gelmiştir. Anadolu beylerbeyisi Karagöz Ahmed Paşa da öldürülenler arasındadır. Amasya’da bir araya gelen 20 bin Erdebil Sofuları çevreye dehşet saçmaya başlamışlardır. Bunların yaptığı katliamla Erzurum ve Erzincan 20-30 yıl harâbe olarak kalmıştır. Çubukova’da 1511 yılında Şahkulu’nun bir okla öldürülmesinden sonra da Şiî’lerin Anadolu’daki tahribatları devam etmiştir. Bunların Müslümanları nasıl kırıp geçirdiklerini, Diyarbekir ve çevresindeki Kürt beylerinin mektuplarından da anlıyoruz. Şu cümleler bunlardan sadece biridir:

“Bu muhlis ve size itaat eden bendelere yardım edesiniz. Bizim beldelerimiz Kızılbaş diyarına yakındır, komşudur ve hatta karışıktır. Nice yıllar bu mülhidler, bizim evlerimizi yıkmışlar ve bizimle savaşmışlardır. Sadece İslâm Sultânı’na muhabbet üzere olduğumuz için, bu inancı saf insanları o zâlimlerin zulümlerinden kurtarmayı merhametinizden bekliyoruz. Sizin inâyetleriniz olmazsa, biz kendi başımıza müstakil olarak bunlara karşı çıkamayız”

İşte 918/1512 yılında Anadolu’yu Şi’a tehlikesinden kurtarmak üzere Padişah olan Yavuz, Şah İsmail’in üzerine gitmeden evvel, yukarıdan beri vesikalar ışığında anlattığımız olayları biliyordu ve Anadolu’daki Şi’î Türkmenlerin binlerce insanı katlettiklerinin de farkındaydı. Bu yaraya parmak basmak için, meseleyi müzâkere etmek gayesiyle bir Divan toplantısı yapmış ve başta İbn-i Kemal olmak üzere büyük âlimlerin de katıldığı bu toplantıda Kızılbaşlarla ilgili neler yapılmasını kararlaştırmıştır. İbn-i Kemal gibi bir âlimden de gerekli fetvâyı aldıktan sonra, Anadolu’yu kasıp kavuran ve Kızılbaş adı altında her yerde Osmanlı Devleti’ne karşı kıyam eden bu insanların teftiş ve tahkik olunarak, uslanmayanlarının katl edilmelerini ve uslanması muhtemel olanlarının ise haps edilmelerini emr etmiştir. Bunların sayıları bazı tarihçilere göre yaklaşık 40.000 kişidir ve bunlardan ne kadarının öldürüldüğü de kesin belli değildir. Ancak bu isyancı grupların bastırılmaması halinde, Şah İsmail’in üzerine gitmenin tamamen yararsız olduğu da gün gibi ortadadır. Olayı inceleyen Uzunçarşılı, Kızılbaşların ne kadar insan öldürdüğüne dair binleri bulan rakamlar verdikten sonra, Yavuz’un başka çaresi yoktu demektedir.

Şunu da belirtmeliyiz ki, Osmanlı Devleti, herkesi zorla Sünnî yapmak için zorlamamıştır. Ancak dinî inançlar kullanılarak devletin arkadan vurulması tehlikesi karşısında tedbirler almıştır. Hem Şi’îler ve hem de Sünnîler için, idarecilerinin yaptıkları hata ve zulümleri tamim etmek çok yanlıştır[1].

Yavuz Sultan Selim ve Siyasî Müceddidliği

Bilindiği gibi, Hz. Peygamber, “Şüphesiz ki, Allah, her yüz yılın başında kendi dinini tecdid edecek birisini gönderir” buyurmaktadır. İslâm âlimleri, İslâma hizmet edecek olan bu müceddidlerin maneviyât alanında ve ilim sahasında olduğu kadar, siyâset alanında da olabileceğini ifade etmektedirler. Âsafnâme müellifi ve Kanuni’nin sadrazamı olan Lütfi Paşa’nın naklettiğine göre, İslâm âlimleri siyâset alanındaki müceddidleri şöyle sıralamaktadırlar:

Hicrî tarih esas alınmak üzere, II. Yüzyılın başında Ömer bin Abdülaziz; III. Yüzyılın başında Abbasî Halifesi Mu’tasım; IV. Yüzyılın başında Abbasî Halifesi Kâdir billah Ahmed bin Emir İshak; V. yüzyılın başında Selçuklu Sultânı Sultân Muhammed bin Melikşah; VI. Yüzyılın başında İlhanlı Sultânı Gazan Hân; VII. Yüzyılın başında Osmanlı Devleti’ni kuran Osman Gâzi; VIII. Yüzyılın başında Çelebi Mehmed ve IX. Yüzyılın başındaki müceddid ise Yavuz Sultân Selim’dir.

Osmanlı tarihçileri, Osmanlı padişahlarından iki kişinin mü’eyyed min indillah yani Allah katından teyid edilmiş Padişahlar olduklarını ifade etmektedirler. Bunlardan birincisi, İstanbul’u fethederek Hz. Peygamber’in övgüsüne mazhar olan Fâtih’tir. İkincisi ise, Yavuz Sultân Selim’dir. Bazı mana adamları, Yavuz’un Hz. Ali tarafından müjdelendiğini dahi ifade etmektedirler. Hz. Ali’ye ait bir kasidede “Mutlaka Âl-i Osman’dan Selim isimli birisi, Rum, Acem ve Arab memleketlerine hâkim olacaktır” ifadesinin geçtiği nakl olunmaktadır. Hatta İbn-i Kemal dahi, Mısır’ın Yavuz tarafından fethedileceğini, bazı âyetlere dayanarak çıkarmıştır ve bu konuda hususi bir Risâlesi vardır.

Yavuz’a müceddidlik vasfını kazandıran, onun müslümanlara yaptığı iki hizmettir: Birincisi, babaları Bâyezid-i Veli’nin yaratılışındaki tevazudan yararlanarak Anadolu’yu hâkimiyeti altına almak isteyen Şah İsmail liderliğindeki Şi’a seline karşı, ciddi bir ehl-i sünnet bendini teşkil etmesidir. Çaldıran zaferi bu fitneyi önlemiştir. İkincisi, Şah İsmail’in hem mürşidlik ve hem de Şahlık ünvanları ile tahrik ettiği Anadolu’daki isyanları bastırarak Anadolu birliğini ve Memlüklüleri ortadan kaldırarak İslâm birliğini temin etmesidir. Memlüklüler üzerine giderken de, Şah İsmail üzerine giderken de, İbn-i Kemal ve Zenbilli Ali Efendi gibi büyük İslâm hukukçularından fetvâ alarak hareket etmiştir.

“İhtilâf u tefrika endişesi,

Kûşe-i kabrimde dahi bî-karar eyler beni;

İttihâdken savlet-i a’dâyı def’a çaremiz,

İttihâd etmezse millet, dağıdâr eyler beni…”

şuuruyla hareket eden Yavuz, İslâm tarihinde ittihâd-ı İslâma önem veren nadir devlet adamlarından biridir. Tarihçi Âli ve Lütfü Paşa, Yavuz’un müceddid olduğunu yaptığı hizmetleri ve ilgili hadisi zikrederek kaydetmektedir[2].

 Prof. Dr. Ahmet Akgündüz

Osmanlı Araştırmaları Vakfı Başkanı


[1] Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, nr. 6522, 6636, 5321, 5035, 3062, 5812; Solakzâde, 359 vd; Âli, Künh’ül-Ahbâr, Es’ad Efendi, nr. 2162, vrk. 233/a vd.; Hoca Sa’deddin Efendi, Tâc’üt-Tevârîh, c. II, sh. 245 vd.; Koca Müverrih, Bedâyi‘, c. II, vrk. 452/a-b; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, c. II, sh. 225-231, 253-270.

[2] Lütfi Paşa, Tevârîh-i Âl-i Osman, sh. 7-16; Âli, Künh’ül-Ahbâr, Süleymaniye kütp. Es’ad Efendi, nr. 2162, vrk. 232/b-233/a; 234/a (Müceddidlik meselesi burada işlenmektedir), 259/a-260/a; 263/a-b; Matbu nüsha, c. V, sh. 25; Solakzâde, sh. 350-431; Akgündüz, Belgeler Gerçekleri Konuşuyor, c. II, sh. 40-53; Münâvî, Muhammed Abdürraûf, Feyz’ül-Kadîr Şarh’ul-Câmi’-is-Sağîr, Mısır 1938, c. II, sh. 281-282.

Taksim Gezi Parkı Göstericileri yahut Yeni Kabakçı Mustafalar; Cami ve Tarih Düşmanları yahut Yeni Henri Prost’lar

Türkiye yine iç ve dış düşmanların tahrikleriyle karşı karşıya. Din ve tarih düşmanları, Batılı bazı devletlerin ve ABD’deki yıkıcı çevrelerin desteğini alarak, 1940’da Lütfi Kırdar denilen CHP’li vali ve Belediye başkanının kararıyla yıkılan Taksim Kışlasını yeniden imar etmeye karşı çıkıyorlar. Halbuki burada bir tarih yatıyor ve millet bunun farkında değil. İstanbul Belediyesi, Osmanlı Tarihinin bir park haline getirildiği yeri eski haliyle imar etmek istiyor. Halbuki ateistler, sözde sanatçılar ve de Taksim’de Camiye karşı çıkan bütün CHP zihniyetliler, Batılı yandaşlarıyla birlikte Camiye, tarihi yapıya ve Osmanlı medeniyetine karşı çıkıyorlar.

İşte Karşı Çıktıkları ve 1940 yılında CHP’nin Yıktığı Tarihi Yapı

Taksim Kışlası ya da Halil Paşa Topçu Kışlası, 1780 – 1940 yılları arasında İstanbul Taksim Meydanı’nda günümüzde Taksim Gezi Parkı’nın durduğu yerde bulunan ve 2013 yılında tekrar inşa edilmeye başlanan tarihi binadır. 1940 yılında İstanbul Valisi ve Belediye başkanı sıfatıyla Lütfi Kırdar’ın isteği ve Avrupalı şehir planlamacılarından Henri Prost’un tavsiyesi üzerine yıkılan kışlanın yerine konut ve sosyal etkinlik alanları inşa edilmesi kararlaştırıldı, fakat planlanan düzenlemelerin pek azı yapılabildi. Şimdi yapının yerinde Taksim Gezi Parkı vardır.

Taksim Kışlası 1780 yılında Osmanlı padişahı III. Selim zamanında Selimiye Kışlası’nın Avrupa yakasındaki karşılığı olarak, Balyan Ailesinden Krikor Balyan[4] tarafından yapıldı. Ertesi yıl Kabakçı Mustafa İsyanı’nda tahrip olan bina, II. Mahmut döneminde onarıldı.

Bina birkaç kez yangın geçirdikten sonra Sultan Abdülmecit döneminde Tophane Müşiri Damat Gürcü Halil Rifat Paşa’nın gayretleriyle 19. yüzyıl mimari üslubunda ve çok gösterişli olarak yeniden yapıldı. Uzun avlusu ve geniş kanatları olan iki katlı yapının köşelerinde ve her cephesinin ortasında üç katlı yüksek bölümleri vardı. Rus ve Hint mimarilerinden izler taşıyan yapının iki anıtsal giriş kapısı Harbiye Caddesi ve Talimhâne Caddesi cephelerinin tam ortalarında bulunuyordu. Kışla 1860-1870 yılları arasında Osmanlı ordusunun modernleştirilmesi sürecinde önemli bir rol oynadı ve en şatafatlı günlerini yaşadı. Sultan Abdülaziz’in 1864 yılında Mısır seyahati dönüşünde kışlayı ziyaret edip kışlada yemek yemesi, kışla tarihinde önemli bir olay olarak kayıtlara geçti. Askeri işlevlerinin yanı sıra cambaz gösterileri, at yarışları, Rum hacıların konaklaması gibi amaçlarla da kullanılan kışla 31 Mart İsyanı’nda önemli bir rol oynadı. İsyan 12 Nisan – 13 Nisan 1909 gecesi Taksim Kışlası’ndaki Avcı Taburu’na bağlı askerlerin subaylarına karşı ayaklanarak Meclis-i Mebusan’ın önünde toplanmalarıyla başladı ve 27 Nisan 1909’da II. Abdülhamit’in tahttan indirilmesiyle son buldu.

1940’ta şehir planlamacısı Henri Prost’un önerisi ile kışlanın yıkılması, yerine konut ve sosyal etkinlik alanları inşa edilmesi kararlaştırıldı. Kışlanın yıkımından sonra planlanan düzenlemelerin pek azı yapılabildi. Kışla’nın yerine Taksim Gezi Parkı inşa edildi. 16 Eylül 2011 tarihinde İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi’nin aldığı kararla yapının Kentsel Tasarım Projesi ile bir bütünlük içerisinde değerlendirilerek tekrar inşa edilmesi kararlaştırıldı. Fakat 17 Ocak 2013 tarihinde Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu yapının inşasına, Gezi Parkının İstanbul’un belleğinde yer ettiği gerekçesiyle onay vermedi. Bu karara İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu nezdinde itiraz edildi. Üst kurul, 1 Mart 2013 tarihinde bölgesel kurulun kararını iptal ederek Kışla’nın tekrar inşasına kesin olarak onay verdi.

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz

www.NurNet.Org