Etiket arşivi: ahmet ay

Zühd bir işgalcinin korkusudur

Hiçbir tür dünyadaki tüm yaşamı sahiplenemez.” Daniel Quinn, İsmail’den.

Zahidlik, sadece dünya zevklerinden el etek çekme ve bu yönelişle eşyayı unutma olarak anlaşılırsa, yanlış anlaşılmaz ama, eksik anlaşılır bence. Zahidlik, özünde, varlığının Allah’ın varlığının şiddeti ve hikmeti (Vacibü’l-Vücud ikisine de bakıyor) yanında bir işgal ve mümkin (olsa da olur olmasa da) olduğunu hisseden ve bu şart olmayışın idrakiyle, Onun rızasının olmadığından şüphelendiği yerlerde daha az varolmaya çalışanın ahlakıdır. Az yemek, az uyumak, az konuşmak, boş işlerden uzak durmak… Bu ‘daha az varoluş’un altmaddeleridir onlar sadece.

Zühdün sultanları, bize, okunduğunda kalplerimizi titreten menkıbeler bırakarak gittiler. Yaşanması güç. Yaşayacaklar güçsüz. Onlar gibi değiliz. Olamıyoruz. Farkındayız. Ama en azından arzusunu bırakmamalıyız. Duasını korumalıyız. Onlar gibi olamamaktan ‘keşke’ pişmanlığıyla tevbe etmeliyiz. Keşkelerin en güzeli keşke dediğin şeyin gerçekleşmesi için dua etmektir. Dua ile tevbe burada kardeş olur. Hakkında dua edilen, bir açıdan, mahrum kalınmasından tevbe edilendir. Fazlasını arzulamak eksiğinden pişmanlıktır. Hem Aleyhissalatuvesselam buyurmuş: “Pişmanlık tevbedir.”

Böylesi bir zahidlik herbirimizde birazcık olmalıdır. Takva da bunu ister bizden. Takva imanlı insanın korkusudur. İman ise gayba inanmakla başlar. Kendisinden ve şahit olduğundan daha fazlasına inanmakla. Kendinden fazlasına iman eden görünmekten rahatsız olmaya başlar. Ötesini göstermeyen görünüş zulümdür. Örtmektir. Kirletmektir. Sinemada ayağa kalkıp arkadakinin perdeyi görmesine engel olmaktır. Varlığının perdeliğini farkeder. Kaçınmak da bir ‘daha az varoluş çabasıdır’ çünkü.

Kaçtığınız her alanda (hassaten günahla ilişkili alanlarda) daha az varolmaya çalışırsınız. Kaçmak kaçılan yerde daha az varolmaktır. (Hatta mümkünse hiç varolmamak.) Sığınmak sığınılan yerde daha çok varolmaktır. Kibir, israf, gevezelik, oburluk ve cimrilik gibi pekçok kem haslet, varlığının arızîliğinin farkında olmayan ve daha çok varolma veya varlık sahasını kendi adına işgal etme ahlakında olanların özellikleridir. Günahlarda hep bu vardır. Günah varlığın ardını göstermeden varoluşudur.

Mürşidimin de pek latifçe ifade ettiği gibi: Aslolanın Onun (c.c.) esmasına ayna olmak olduğunu bilenler için ‘bir ân-ı seyyale kâfidir.’ Bu kadarcık varolmak yeterlidir. Zamanın uzunluğuna bile gerek yoktur. Ona dair olmak boyların en uzunudur. Ân-ı seyyale, zamana yayılmayacak kadar kısa bir varoluş manasını karşılıyorsa şayet, ‘varlığın en az yer işgal eden şekli’ olduğu söylenebilir. Şahitlik an ile de olur. Bundan sonrası, yani daha fazla varolma/kalma arzusu, riskli bir alana tekabül etmeye başlar. İnsan iki şekilde de varolabilir çünkü: Allah için veya kendisi için. İki şekilde de mülk edinebilir: Allah adına veya kendi adına.

Dikkat ederseniz günahların kökeninde bu ‘daha çok varolma’ arzusunun izlerini görürsünüz. Zaten kuvveler dediğimiz şeyler de aslında bizim varlığımızın devamını sağlayan üç ana damardır. Varolma arzusunun üç şeklidir. Kuvve-i şeheviye de, gadabiye de, akliye de bir şekilde varlığa ve devamına hizmet eder. İnsanın en temel arzusu (ve belki bütün diğer arzularının anası) bu varolma arzusudur. Bir kere varolan her kere varolmak ister. Biz buna en şiddetli haliyle aşk-ı beka da diyoruz. Varolmaya karşı duyulan ve fakat varedene karşı duyulması/taşınması gereken aşk.

Ene Risalesi’nde, Bediüzzaman’ın, ‘ben ve benim, o ve onun diyebilme yetisi’ olan eneyi “(…) zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar âlem-i insaniyetin etrafına dal budak salan nuranî bir şecere-i tûbâ ile müthiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir… diyerek tarif etmesi, her iki şecerenin işte bu en temel arzuya bakan tarafını anlatıyor. Yani; mülkü, Allah’a bıraktıkça cennet, işgal ettikçe cehennem. Vazgeçtikçe cennet. Tuttukça cehennem.

İsmail isimli romanında Daniel Quinn de insanları, tarihi kuşatan bir düzlemde, iki kısım olarak sınıflandırır: Alanlar ve Bırakanlar. Alanların düşünce yapısını ise şöyle ifade eder: “Bizi tek şey kurtarabilir: Dünya üzerindeki hakimiyetimizi arttırmalıyız. Tüm bu yıkımın sebebi dünyayı fethetmemiz. Ama hakimiyetimiz mutlak olana dek fethe devam etmeliyiz. O zaman, kontrolü tamamen ele aldığımızda, herşey yoluna girecek.

Çevrede gördüğün sayısız yaşam formu hep bu yasaya uyulmasıyla ortaya çıktı. Ve gezegenimiz tarihinde bir tür, o türün de tamamı değil, ‘Alanlar’ olarak adlandırdığım tek bir kolu, bu yasaya meydan okumaya çalıştı. Onbin yıl önce bu insanlar dedi ki: ‘Yeter artık. Bu yasanın insanlar için bir bağlayıcılığı yok.’ (…) Ve şimdi, beş yüz neslin ardından, bu yasaya karşı gelen tüm türlerin ödemek zorunda kalacağı cezayla karşı karşıyalar.

Hz. Âdem ile Havva’yı kandırışında iblisin şöyle bir yol takip ettiği anlatılır: Dokunmaları yasak olan ağacın meyvesinin aynı zamanda cennette sonsuza kadar kalmalarının tek yolu olduğunu söyler iblis onlara. Bu bilginin sıhhatini bir tarafa bırakırsak, en temel şeye, yani aşk-ı bekaya baktığı için anlamlı geliyor bana. Bir insanı, daha yolun başında bir insanı, günaha girme imkanı olmayan ve belki günahın ne olduğunu dahi bilmeyen bir insanı neyle yasak olana yönlendirebilirsiniz? Ona helal olmayan bir mülke (belki de cennette yasak kılınmış tek mülke) ve en temel arzusu (aşk-ı beka) ile tahrik ederek. İblisin gerçekten insanı çok iyi tanıyor.

Zahidliğe geri döneyim: Zahidlik, eğer böylesi bir mülk idrakine yaslanıyorsa insanı savaşsız bir şekilde kendinde tutar. Zahid, yapmakta olduğunu zaten olması gereken olduğunu bilirse, takvası tasannu olmaz. Çünkü zaten doğal olanın, fıtrî olanın, aksi düşünülemez olanın bu olduğunu bilir. ‘Olması gereken şey’ olduğunu düşünerek onu yaşar. Fakat bunun dışında insanın ikinci niyetlerle zahidlik yapması taklit kalır ve asıl mana idrak edilmediğinden zahidlik de kendisinden murad olunan kemali vermez. Hatta böylesinin takvası mutaassıplaştırır. Hesap soruculuğunu arttırır. Maddeten sahip olmadığı dünyaya hesap sorucu olarak sahip olmaya çalışır.

Mülke bakışı herhangi bir seküler gibi olan dindarın, dünya kollarını ona açtığında, ona hayır diyebilmesi mümkün olmaz. (Allah bizi kolaylıkla imtihan etsin.) Dünya ona gülmüyorken o da dünyaya küsebilir. Fakat ya galip geldiğinde? Ya güçlü olduğunda? Ya cebi dolduğunda? Ya… Ya…

Dikkat ederseniz, Kur’an’da ve hadislerde, zafer zamanları tevbe zamanları olarak zikredilir. En net Nasr sûresinde verilen derstir bu. “Başka bir mülkü zâhiren kendi mülküne katıyorsun, bu mülke katma işi belalı bir iştir, dikkatli ol!” demektir bence bu bir nevi. Ve nihayetinde zühd, bizzat lezzetten değil, lezzetin bağlı olduğu mülkten ve varoluştan vazgeçmektir. Mülksüzlükteki asıl lezzete erişmektir. Öyle ya! Lezzet, birşeyin varlığa hizmet eden bir yanı olduğunu hissettirendir sadece. Lezzeti bu yüzden ararız. Tanımak için kullandığımız bu aracı yaşamın esas gayesi sanmayalım. Zühd ile, lezzetlerden değil, gidişiyle acı veren lezzetlerden vazgeçiyoruz. Onlar bizi incitmesin diye biz onlardan çekiniyoruz. Allahu’l-alem.

Ahmet AY – Risale Haber

Metropolde iman etmenin zorlukları

Yeni çağların en büyük devrimi, dünyanın bu beklenmedik, bu kör edici görüngenliği.” Emile Ajar, Kral Salomon’un Bunalımı’ndan.

Askerliğine kadar hayatı İstanbul’da geçmiş bir arkadaşım vardı. Askerliğini Urfa’da yapmıştı ve her Türkiyeli gibi anılarını paylaşmayı seviyordu. Bir keresinde en çok gece nöbetlerinden korktuğunu söylemişti. İnsan gece nöbetlerinden neden korkar? A) Karanlık. B) Terör. C) Yalnızlık. D) Bölge itibariyle. B şıkkına daha fazla ihtimal verdiğimi söylemeliyim. Bu düşüncemi bir soru cümlesi olarak kendisine de açtım. Ondan olmadığını söyledi. Şaşıracaksınız, ama korktuğu kurşunlar değil, yıldızlarmış. Gece nöbetlerinde gökyüzüne bakmaya korktuğunu anlattı. Çünkü yıldızlar çok haşmetli görünüyorlarmış! Hatta şakayla karışık şöyle bir iddiası vardı: Urfa’da yıldızların dünyaya daha yakın olduğunu düşünüyordu. Kafasına düşecek gibi görünmelerinin başka açıklaması olamazdı.

Metropol çocukları güledursunlar. Ben ne demek istediğini anladığımı sanıyorum. Çünkü, bir metropolde değil, küçük bir ilçede büyüdüm. Yalancı ışıkların daha az olduğu, dolayısıyla, yıldızlarla konuşmanın daha kolay olduğu bir yerde geçti çocukluğum. Bazı yaz geceleri gözümüz semada saatlerce sohbet ettiğimizi hatırlıyorum arkadaşlarımla. Hayaller kurarak veya öyküler uydurarak.

Gökyüzü o zamanlar önemli bir meseleydi. Bir yıldızı kayarken gördüğünüzde anlatacak bir hikayeniz de olurdu. Kendinize bir yıldız seçerdiniz ve sonra da “Hangisi senin? Hangisi benim?” kavgası ederdiniz. Gündüzleri de bizden kurtulamazdı dev ekran televizyonumuz. Bu sefer de şekilden şekile giren pamuk tarlalarıyla uğraşırdık. Birisini birşeye benzetirdik, ötekini başka birşeye… Bazen bir uçak geçerdi tam da güneşin önünden. Nasıl yanmazdı o? Bulutların arasından geçerken hiç mi kanatlarına pamuk takılmazdı? Sanki Allah bu büyük sinema perdesini yerde canımız sıkılmasın diye yaratmıştı.

Bir keresinde de yağmur bulutlarından korktuğumu anımsıyorum. Ağılkapısı isimli bir köye gitmiştik. (Resmiyette daha çiçekli-böcekli bir ismi var.) Yengemlerin köyüydü ve bir tepenin dibindeydi. (Şimdi o tepeyi heyelan tehlikesinden dolayı dinamitle traşlamışlar diye duydum.) Güzel bir hava vardı ve çocuklar olarak hemen ‘tepeye ilk önce kim çıkacak’ yarışına başladık. Diğerlerini geride bıraktığımı hatırlıyorum. Tırmanırken ardını görmek mümkün değildi. Ancak zirveye çıktığınızda arkasında uzunan geniş araziyi görüyordunuz. Hırsla tırmandım. Zirveye vardığımda onunla karşılaştım.

Arazinin diğer ucundan sanki bir ordu geliyordu. Korku filmlerindeki sahneler gibiydi. Arada çakan şimşekler görünüyordu. Ve bulutlar, hızını idrak edebildiğim bir çabuklukta, koşmakta idiler. Endişeyle aşağıya indiğimi hatırlıyorum. Yolda diğer çocukları da uyardım. Hep beraber bir eve sığınana kadar azıcık yağmur yemiştik bile. Ben yağmurdan değil bulutlardan korkmuştum.

Böyle şeyler artık olmuyor. Toprakla aramızda asfalt var. Allah “Üstlerindeki göğe bakmazlar mı?” buyurduğunda kimsenin evinde televizyon yoktu. Yalancı ışıklar yıldızları görünmez hale getirmiyordu. Zaten metropol denilebilecek bir yer de yoktu. Şehirler büyüdü. Elektrik keşfedildi. Sonra da sokak lambaları ve reklam panoları. Şimdi son bulmayan bir aydınlığımız fakat kaybettiğimiz bir gökyüzümüz var. Apartmanları aşabilecek göz zor bulunur. Sokaklar daraldı. Binalar yükseldi. Dolayısıyla doğal ekranlar küçüldü. Göğe bakmadan büyüyen çocuklarla dolu her yer. Onlara acıyorum. Çünkü onlar asla bir buluttan korkmayacaklar ve asla yıldızlar kafalarına düşecek gibi olmayacak.

Ama haklarını yemeyelim. Artık belgesellerimiz var. Biz gidip doğayı göremesek de, tıpkı gidip dalından toplayamadığımız kirazlar gibi, paketlenmiş halde bize getirilen ‘doğa parçacıkları’ onlar. Yaşasın kapitalizmin kolaylıkları! Serengeti Aslanları’nı mahallemizin kedilerinden daha iyi tanırız. Masai Mara yaylalarını köyümüzün yaylalarından iyi biliriz. Kendi günlüklerimiz yok ama Büyük Kedilerin Günlüğü’nü bizzat biz tutmuş kadar olduk.

Üstelik belgesellere tuhaf bir güvenimiz de var. Paketlenip bize getirilen kirazlardan çeşitli nedenlerle (hormon, ilaç, GDO vs.) şüphe edebiliyoruz, ama bunların ‘sahiciliğinden’ şüphemiz yok. Halbuki geçtiğimiz yıllarda birkaç yapımcı, o belgesellerde, aslında yaşanmamış olayların küçük kurgu ve senaryo oyunlarıyla yaşanmış gibi gösterildiğini itiraf etti. Bazı sahneler doğada bile çekilmiyormuş. Tabii, iyi niyetlerle, ‘halkın ilgisini o ürünlerde tutabilmek için’ böyle yapılıyormuş. Yani belgesellerden seyrettiğimiz doğa doğal değil. Araya giren insanlar ve onların bulaşık elleri nedeniyle kirlenmiş/yönlendirilmiş durumda.

Mürşidimin ‘beşerin bulaşık eli’ ifadesini kullanmasını şimdi daha farklı bir boyutta anlıyorum. İnsan neye dokunsa, neyi taşısa, doğal kalamıyor. Kurgulayıcılığının zararlarıyla onun aslını bozuyor. (Dağların taşımaya çekindiği emanet bu muydu yoksa?) Bunu yalanla yapmazsa, vurguyla yapıyor. Edebiyatı dahi biraz böyle.

Vurgu ilginç birşeydir. Azı çoğa galip eder. Geçtiğimiz yıllarda (2015 yılı) Cüneyt Özdemir Kanal D’nin Anahaber’ini sunarken kendisine atılan bir twiti okudu: “İyi haber yok mu hiç? Neden hep kötü şeylerden bahsediyorsunuz?” Özdemir buna şöyle cevap verdi: “Biz de isteriz size iyi haberler vermeyi ama maalesef Türkiye’de durum böyle.” Lafızlar tastamam tutmayabilir ama manaca konuşulan aşağı-yukarı buydu.

Özdemir’in cevabı doğrusu benim altını çizmeye çalıştığım şeye çok uyuyor. O gün işyerime giderken oynaşan yavru kediler de görmüştüm ve şöyle bir twit attım sonra: “Kediler insanların morallerini düzeltmek için birbirleriyle şakalaşıyorlardı ama anahaberlerin bunları görmeye niyeti yoktu.” Her sabah doğan güneş, o büyük döngü ve devinim kimsenin moralini düzeltmiyorsa ve anahaberler (hem de baharın ilk günlerinde) her gün yaşanan onca güzel şey içinde yayınlayacak iyi haber bulamıyorlarsa, Allah bizim için daha ne yapmalı? Göz böylesine kötüye hassaslaşmış ve iyiye körleşmişken Allah’tan daha fazlasını beklemek doğru mu? A’raf sûresi 179 denildiği gibi: “Onların kalbleri vardır ama anlamazlar, gözleri vardır ama görmezler, kulakları vardır ama işitmezler…”

Haberlerden izlediğimiz dünya kurgu bir dünyadır. Kötüsü seçilmiş, iyisi her nasılsa bulunamamış, Bediüzzaman’ın İkinci Söz’de dediği gibi ‘nazarında pek fena bir memlekete düşen’lerin dünyasıdır. Hodbinliğinden/ben merkezciliğinden ötürü, faydasız gördüğü her iyi şeyi boşlamış, ‘ene’si için olmayan herşeyin doğal olarak kötüye dönüştüğü/dönüştürüldüğü karamsar bir dünyadır. Zaten bencilin dünyasında herşey karamsarlık kaynağıdır. Zira hiçbirşey istediği kadar ‘ben’inin etrafında dönmez. Bencile etrafında dönmeyen herşey düşmanı görünür. Çünkü onun merkeziyetini kabul etmemekle ona ihanet etmişlerdir.

Sinema ve dizi sektörü de bundan uzak değil. Beyazperdeden öğrendiğimiz dünya da aslında elekten geçmiş bir dünya. Üstelik tastamam seküler bir elekten. Beşerin bulaşık eli yine devrede. Şöyle üç-beş tane Küçük Emrah filmi izleyin mesela. Artık nasıl olur da Allah hakkında nasıl hüsnüzan edersiniz?

Ne kötülük varsa iyilerin başına geldiği ve kötülerin kazandığı bir âlem. Namuslunun, dürüstün, şereflinin her açıdan kaybettiği, hor görüldüğü, ama namussuzun zeytinyağı gibi üstte kaldığı bir tasavvur ve tahayyül! Kur’an kıssaları bize bunu mu söylüyor? Bu algı bizi nereye götürür? Bence bunlar bizi, hiç haketmediği halde, Allah’a isyana götürür. Kendi kurgumuzun içinden ‘sanki Allah hep öyle yaratıyormuş gibi yaparak’ Allah’a isyan etmek için nedenler devşirir ve sonra da onunla isyan ederiz. Çevremde Allah’la sorunu olan çoğu insanın böylesi acıtasyon filmlere, tavırlara, sloganlara, kitaplara düşkün olduğunu görmem beni şaşırtmıyor. Çünkü gerçekler onlara gerekli isyan malzemesini vermiyor. Kurgu nedenlere ihtiyaçları var. Mükellef sofralarda rakı içip sonra da fakirlik edebiyatı yapmalılar.

İyisinin durumu bile bundan iyi değil. Hep yakışıklı, hep güzel, hep komik, hep karizmatik, hep neşeli günahkârlarla dolu bir dünya. Bakıyorsunuz, pek de imana gerek yokmuş gibi duruyor. Böyle de mutlu olunuyor demek ki. Kalpler görünmüyor ki beyazperdede. Rolünü yapıp, hem de güzel yapıp, çıkıyor rolden oyuncular. Çıktıktan sonrasını bilmiyorsunuz.

Sırlar Dünyası, Kalp Gözü, bilmem nesi… Onların da bundan farkı yoktu. Anahaber bülteninde ‘sahte dilenciler’ haberi yapan STV, Sırlar Dünyası’nda Hz. Hızır çıkan dilenci hikayesi anlatıyordu. Cebimizdeki bozuk parayı versek mi, vermesek mi? Yine iyiler hep aptal ve kötüler hep akıllı. Kurtulmak için de mutlaka rüyana birilerinin gelmesi veya bir evliyanın seni 5. Boyut’tan ziyaret etmesi gerekiyordu. Kurgu bir dünya, dünyanın kendisinden değil, insanların elinden okunmuş bir dünya. Bu dünya fıtratın ayarlarını bozuyor.

Şimdi Bediüzzaman’ın Yeni Said döneminde gazete okumayı bırakmasını daha zengin anlıyorum. Sırf bir siyaseti terk değil bence onun ardındaki sır. Kendisine dayatılan kurgu dünyanın terkidir. Beşerin bulaşık eliyle kendisine sunulan, kötüsü seçilmiş, iyisi konulmamış medyayı reddediyor Bediüzzaman Said Nursi. Cüneyt Özdemirlere direniyor ve artık kainatı bizzat kendisi okumaya mesai harcıyor. Tıpkı emredildiği gibi. Çünkü Allah vahyinde “Belgeselden doğaya bakın!” dememiş, “Üstlerindeki göğe bakmazlar mı?” demiş. “Gazetelerden malumat edinin!” dememiş, “Hiç düşünmez misiniz?” demiş.

“Gazete gibi okumayın!” derken de kastettiği böyle birşey olabilir mi Bediüzzaman’ın? Kimbilir… Ama nihayetinde doğru bir evren ve varlık algısı doğru bir imanın başlangıcıdır. Eşyayı olduğu gibi görmeyen, Allah hakkında olmadık yalanlar söyleyebilir, inanabilir. Bu yüzden belki de Haşir Risalesi‘nin sûretlerinde (ve hatta Bediüzzaman’ın bütün hikayelerinde) iki yolcudan iyi olan, kötü olanın önce ‘varlık algısını’ düzeltmeye çalışır.

Yahu, sen divane olmuşsun. Batnındaki çirkinlikler zahirine aksetmiş olmalı ki, gülmeyi ağlamak, terhisâtı soymak ve talan etmek tevehhüm etmişsin. Aklını başına al, kalbini temizle—ta şu musibetli perde senin nazarından kalksın, hakikati görebilesin. Zira nihayet derecede âdil, merhametkâr, raiyetperver, muktedir, intizam perver, müşfik bir melikin memleketi, hem bu derece göz önünde âsâr-ı terakkiyat ve kemâlât gösteren bir memleket, senin vehminin gösterdiği surette olamaz.

Ahmet AY – risalehaber.com

Hani tanrı ölmüştü?

Algıladığımız ancak yüzeydir.” Jan-Philipp Sendker, Her Kalp Kendi Şarkısını Söyler

Allan Rex Sandage bir kozmolog. Fakat sıradan bir kozmolog değil. Sebebi: ‘Galaksiler arası uzaklıkları’ veya ‘evrenin genişleme hızını’ bulabilecek kadar başarılı olması. Mesleğinde parmakla gösterilen tiplerden yani. Bir röpotajında diyor ki: “Benim bilimden öğrendiğim şudur: Dünya bilimle açıklanamayacak kadar karmaşık. Varlık sırrını ancak tabiatüstü birşeylerle anlayabiliyorum.” Bunu okuduğum an nedense aklıma Bakara sûresinin 3. ayeti geldi. Duymuşsunuzdur sıkça:Onlar ki gayba iman ederler. Ne demek gayb? Gayb, beş duyu ile bilinmeyen, yani bir yönüyle tabiatüstü…

Lee Strobel’ın hem kendi hakikat yolculuğunu hem de kendisi gibi birçok bilimadamının Allahın varlığına dair buldukları kanıtlarını anlattığı “Hani Tanrı Ölmüştü?” kitabını okuyorum bu sıralar. (Bu ifade 2014 yılına aittir.) Yukarıda yaptığım alıntı da o kitaptan. Lee Strobel kitap boyunca birçok söyleşi yapıyor ve muteriz edasıyla ateizmin argümanlarını savunuyor. Söyleştiklerinin açıklarını bulmaya çalışıyor. Fakat bir süre sonra Allahın varlığına dair delillerin karşıkonulmazlığını da kabul ediyor. Kitap bu nedenle hem sürükleyici hem bilgilendirici. Okurken hem yeni sorularınız hem de yeni cevaplarınız oluyor.

Söyleşi yaptığı isimlerden birisi de Stephen Meyer. Onunla yaptığı söyleşide altı çizilen şeyse daha çok şu: “Ona göre bilim, bizi ‘İlk Olay’a götürdü, fakat daha da ötesine gidip ‘İlk Sebep’e ulaştıramadı.” Çünkü ‘İlk Sebep’ tefekkürü yukarıda Sandage’ın da dediği gibi yalnızca tabiat ile açılamıyordu. Daha üstünde birşeylere (bir gayba) bakmak gerekiyordu. Modern bilimse yapısı gereği bunu reddediyordu. Bu yüzden yine Sandage Newsweek dergisinde şunları söylemişti yıllar önce:Bilim adamları, evrenin sırlarının derinliklerine ne kadar inerlerse, Tanrı onların kalplerinden ve akıllarından o kadar siliniyor.” Yahut Galileo’nin de dediği gibi: “Bilim göklerde işlerin nasıl gittiğini anlatır. İncilse göklere (cennete) nasıl gidileceğini.

Bu iki (gayb’lı ve gayb’sız) dili yahut da ikili düşünme yapısını daha basit bir şekilde aklımıza yerleştirense kitabın daha sonraki bölümlerinde kendisiyle söyleşi yapılan W. Lane Craig oluyor. T. School of Theology’de profesör olan Craig bir çaydanlık örneğiyle bu tefekkür şekillerinin farkını ortaya koyuyor:

Mutfakta olduğunuzu ve ocakta kaynamakta olan bir çaydanlık olduğunu düşünün. Soruyorsunuz: ‘Çaydanlık neden kaynıyor?’ Karınız şöyle cevap verirse: ‘Ateşin sahip olduğu kinetik enerji çaydanlığın metali vasıtasıyla onun içindeki suya iletilir. Bu nedenle su molekülleri gittikçe daha hızlı hareket etmeye başlar ve sonunda buhar şeklinde çaydanlıktan dışarı çıkar.’ Bu, bilimsel bir açıklama olur. Yok, eğer kanırız derse ki; ‘Çay yapmak için onu ben koydum.’ İşte bu kişisel bir açıklamadır. İkisi de doğrudur. Sadece söz konusu olguyu dile getiriş tarzları farklıdır.”

“Gördüğünüz gibi evrenin ilk hali hususunda bilimsel bir açıklama sözkonusu değildir. Çünkü bu ilk haldir ve ondan daha önce bulunan başlangıç koşulları ve doğa kanunları olmadığından o durum bunlar vasıtasıyla açıklanamaz. O nedenle eğer evrenin ilk hali açıklanacaksa bu açıklamanın kişisel olması, yani onu yaratmayı dilemiş bir faille açıklanması kaçınılmazdır.

Söz ‘fail’e gelince İkram Arslan abiyle 2014’te TV111’de yapmış olduğumuz Nur Penceresi programına atıf yapmam kaçınılmaz oldu. 33. Söz’ün 18. Penceresini konuştuk ve bu pencere A’râf sûresindeki şu ayet-i kerime ile başlıyordu: Onlar göklerin ve yerin içyüzüne (özüne) bakmadılar mı? Sanki içerisinde “Baksalar göreceklerdi” veya “Bakanlar görecekler” manalarını da barındıran bu ifade, ‘içyüzü’ diye karşılık verdiğimiz şeye ‘melekut’ diyordu. Ben de tam bu noktada İkram abiye şöyle bir soru yönelttim: Bu içyüzden/melekuttan kastedilen nedir? Eğer bu içyüz ile kastedilen detaysa, daha derinlere inmekse, daha çok şey bilmekse eşya hakkında, bugün Batılı bilimadamlarından daha çok şey bilenimiz yok. Fakat o bilgiye rağmen yine de en çok ateist onların içinde?

Bu soruma cevap olarak İkram abi, melekuttan kastedilenin o olmadığını, 18. Pencere’de de okuyacağımız üzere, Bediüzzaman’ın bu ayeti tefsir edişinin eserin derinliğinden ziyade; eserden fiile, fiilden faile, failden isme, isimden sıfata, sıfattan şuunata, şuunattan zata ulaştıran bilgi/düşünme şekli olduğunu belirtti. Yani ona göre melekut eserin kendisinden de aşkın yanıydı. Risale’den o kısmı da alıntılayayım:

İşte, bütün âlemdeki âsâr-ı san’at ve bütün mahlûkat, herbiri birer eser-i mükemmel olduğundan, herbiri bir fiile; ve fiil ise isme; isim ise vasfa; ve vasıf ise şe’ne; ve şe’n ise zâta şehadet ettikleri için, masnuat adedince, birtek Sâni-i Zülcelâlin vücub-u vücuduna şehadet ve ehadiyetine işaret ettikleri gibi, heyet-i mecmuasıyla, silsile-i mahlûkat kadar kuvvetli bir tarzda bir mirac-ı marifettir.

Bu kısma bakınca da aklıma yine Craig’in çaydanlık örneği geldi. Sanıyorum ayet-i kerimenin ‘melekut’tan kastettiği eşyanın derunu değil, üstü idi. Yani bir nevi gayb’tı. Kendisinden ötesiydi. Kendisinde kalınarak açıklanamayacak olandı. Aşkın olandı. Sandage’ın dediği gibi: ‘Varlık sırrı ancak tabiatüstü birşeylerle anlaşılabiliyor’du. Bilgi bilginin kapısını açıyor. Yıllardır kavrayamadığım Bediüzzaman’ın bir sözünü de böylelikle birazcık anladım:

Tefekkür gafleti izale eder. Dikkat, teemmül, evham zulümatını dağıtıyor. Lâkin nefsinde, bâtınında, hususî ahvâlinde tefekkür ettiğin zaman, derinden derine tafsilâtla tetkikat yap. Fakat âfakî, haricî, umumî ahvâlâta teemmül ettiğin vakit, sathî, icmâlî düşün, tafsilâta geçme. Çünkü icmalde, fezlekede olan kıymet ve güzellik tafsilâtında yoktur. Hem de âfakî tefekkür, dipsiz denize benziyor, sahili yoktur. İçine dalma, boğulursun.

Acaba bu metinde kastedilen enfüsî tefekkür ‘melekuta dair tefekkür’ olabilir miydi? Afakî tefekkürden kastedilen de Craig’in ‘bilimsel açıklama’ dediği şey? Neden-sonuç ilişkisi bol ama asıl faili eksik derinlik. Acaba o yüzden mi Bediüzzaman;İçine dalma, boğulursun derken, Sandage; “(…) derinliklerine ne kadar inerlerse, Tanrı onların kalplerinden ve akıllarından o kadar siliniyor” diyordu? Âlemde ondan aşkın bir fail tasavvur etmeden iz sürmek miydi bizi kör eden? Enfüsî (içsel) tefekkürü daha güvenli kılansa, faille eylem arasında, dış âlemde olduğu kadar neden-sonuç ilişkisi olmaması mıydı? Mutluyum. Bir sürü yeni sorum oldu böylelikle. Ne de olsa öğrenmek, sorularımızı arttırmaktır. Soruların sonuna gelmek cehaletin başına gelmektir.

Ahmet Ay – hicbisey.com

Kast Şirkin Kardeşidir

İman, hayatın neresindedir? İman, hayatın her yerindedir. Nasıl inandığınız, nasıl yaşadığınızla (siz farketmeseniz bile) yakından ilintilidir. Salt ’32 farz’ ekseninde düşünmeyin bunu. Bakış açınız bile imanınızın ellerindedir. Ali Şeriatî, İslam Bilim isimli  eserinde arzettiğim şeyi ‘dünya görüşü’ ve ‘dünya bilgisi’ ikilisiyle açıklar. Ona göre fizik, kimya, biyoloji gibi ilimler ‘dünya bilgisi’ içerirler sadece. Bakış açısı/hikmet vermezler. Ama ‘İslam’ ve özünde ‘tevhid’ bir bakış açısıdır. (İdeolojiler de öyle.) Onları kuşandığınız zaman her neye bakarsanız bakın, nazarınıza göre şekil alır. Zaten ‘dünya bilgisi’ dahi ‘dünya görüşüne’ bağlı ilerler. Dünya görüşü tevhid olan bir dinle şirk kokan bir teolojinin bilime, topluma, hayata bakışı farklıdır. Bu farklılık, bilim ilerledikçe veya toplum incelendikçe ortaya çıkar:

Ama ben tevhidi, bir ‘dünya görüşü’ olarak anlıyorum ve İslam’ın onu bu kavramla söz konusu ettiğine inanıyorum. Aynı biçimde, şirke de aynı açıdan bakıyorum. Şu anlam da şirk de bir dünya görüşüdür:Dünyanın ayrılıklar, çelişkiler, uyumsuz kutuplar taşıyan, birbirine uymayan devinimler, ayrı ayrı ve bağıntısız özler, eğilimler, hesaplar, ilkeler, hedefler ve iradelerle dolu düzensiz bir dizge olarak algılanmasıdır. Tevhid, dünyayı bir imparatorluk olarak görür, şirkse bir feodalizm olarak…

Ali Şeriatî, bu ‘dünya görüşlerinin’ sosyolojik düzlemde bireylerin toplum algısını nasıl etkilediğini ise şöyle izah eder:

Tevhidî altyapının dünyada çelişki ve ayrılığı kabul edemeyeceğini söylemiştim. (…) Çünkü tevhid, varlığa birlik gözüyle bakmak demektir. Fizik ile fizikötesi, (…) siyaset ile din, takva ile yükümlülük, efendi ile raiyet, (…) Arap ile Acem (…) sermayedar ile proleter (…) vs. arasındaki çelişkide olduğu gibi şirk dünya görüşüyle, yani ikicilik (iki parça görmek), teslis (üç parça görmek) ve çok parça görmekle uyumludur; tek parça görmek demek olan tevhidle değil. Bu yüzden ‘şirk dünya görüşü’ toplumsal, sosyal ve sınıfsal şirkin altyapısını oluşturmuştur hep.

Hakikaten de dikkat ettiğinizde farkedersiniz ki; teolojisinde şirk olan toplumların sosyolojileri de çok farklı sınıflara, hiyerarşik yapılanmalara, üstlere ve altlara ayrılmış durumdadır. (Putperestliğin en hâkim olduğu coğrafyalardan birisi olan Hindistan’da kast sisteminin hâlâ işliyor oluşu buna delil sayılabilir.) Yani, tabir-i caizse, teolojik seviyede bir kast varsa, sosyolojik zeminde de bir kast sistemi vardır.

Hatta cahiliye dönemi şirk teolojisindeki çok ilahlılık, toplumsal zeminde de üstün soylar/daha aşağı soylar ayrımının doğmasına sebep olmuştur. Belki bu noktada ehl-i küfrü, şirkten dönmekte en çok zorlayan, sahte ilahların terki değil; onlarla birlikte bu ırksal/sınıfsal üstünlüğün de terkediliyor oluşudur. Hatta Kur’an ayetlerinde de ehl-i şirkin saldırgan söylemi, hak dini, ‘aşağı insanların tâbi olduğu şey’ olarak tanımlamak ve tezyif etmeye çalışmak şeklindedir:

Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki: ‘Biz seni sadece bizim gibi bir insan olarak görüyoruz. Bizden, basit görüşle hareket eden alt tabakamızdan başkasının sana uyduğunu görmüyoruz. Ve sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Bilakis sizin yalancılar olduğunuzu düşünüyoruz.‘” (Hûd, 27) “Bu yüzden dediler ki: Kavimleri bize kölelik ederken, bizim gibi olan bu iki adama inanır mıyız?” (Mü’minûn, 47)

Tevhid ve şirk arasında sosyolojik düzlemdeki bu bakış farklılığına Bediüzzaman da Ali Şeriatî’ye yakın bir düzlemde şöyle dikkat çeker:

İslâmiyetin Hıristiyanlık ve sair dinlere cihet-i farkının sırr-ı hikmeti şudur ki: İslâmiyetin esası, mahz-ı tevhiddir; vesâit ve esbaba tesir-i hakikî vermiyor, icad ve makam cihetiyle kıymet vermiyor. Hıristiyanlık ise, ‘velediyet’ fikrini kabul ettiği için, vesâit ve esbaba bir kıymet verir, enâniyeti kırmaz. Adeta rububiyet-i İlâhiyenin bir cilvesini azizlerine, büyüklerine verir. ‘Onlar hahamlarını ve papazlarını kendilerine Allah’tan başka rab edindiler.‘ (Tevbe, 31) âyetine mâsadak olmuşlar.

Onun içindir ki, Hıristiyanların dünyaca en yüksek mertebede olanları, gurur ve enâniyetlerini muhafaza etmekle beraber, sabık Amerika Reisi Wilson gibi, mutaassıp bir dindar olur. Mahz-ı tevhid dini olan İslâmiyet içinde, dünyaca yüksek mertebede olanlar ya enâniyeti ve gururu bırakacak veya dindarlığı bir derece bırakacak. Onun için, bir kısmı lâkayt kalıyorlar, belki dinsiz oluyorlar.

Görüldüğü gibi burada Bediüzzaman, tevhid akidesinin ‘üstünlük veya seçginlik’ algısını nasıl kırdığını ifade ediyor. Ancak şirk içeren dinlerde teolojik alanda bu üst/alt ilişkisi reddedilmediği için (Hıristiyanlık düzeyinde baba-oğul-kutsal ruh hiyerarşisi mesela) toplumsal düzeyde de ikinci bir hiyerarşi varolabiliyor. Teolojik düzeydeki sapma, toplumsal zeminde de yerleşebiliyor. Bu yüzden şirk içeren dinlerde milliyetçiliğin veya bireysel kibirlerin yükselmesi garip karşılanmıyor. Çünkü şirk zaten bir ‘üstünlük algısının’ oluşmasına teşne ve mehaz.

Bunun İslam içre örnekleri de yok değil. Türk-İslam veya Arap-İslam veya Acem-İslam anlayışları, ister istemez, diğer milletleri kendi altında ve kendisine tâbi, en güzel İslam’ı da kendi İslam’ı olarak düşleyerek çıkıyor yola. Ve kurgusunun devamı, İslam’ın bugün ulaştığı bütün zirvelerin biraz da kendisi (milleti) sayesinde olduğunun altını çizmesiyle son buluyor. Fakat bu noktada, dikkat: İslam itikadına göre Vacibü’l-Vücud, yani olmazsa olmaz olan yalnız Allah’tır. Geri kalansa sadece sebeptir. Böyle şeyleri savunanlar, aslında kendilerini sadece sebep olarak görmediklerini ortaya koyuyorlar. Biraz daha fazlası olduklarını düşünüyorlar. Şirk kokulu ifadeleri bir sürü…

Bunun daha küçük boyutu, grupsal asabiyetler ölçüsünde. Mesela bir cemaat, dünyaya baharı getirecek olanın sadece kendileri olduğunu iddia etmekle, grubunu sebepten daha öte, yani bir ‘olmazsa olmaz’ olarak düşündüğünü ortaya koyuyor. Bu yüzden kendisine yapılan eleştirileri de normal insan-insan, toplum-toplum eleştirisi olarak değil; alt sınıf-üst sınıf eleştirisi gibi algılıyor ve tepkisi de ona göre şiddetli oluyor. Böylelerinin kendi grubunun asabiyetini terketmesi de zor oluyor. Çünkü o asabiyete aslında kendi üstünlüklerini de yüklemiş oluyorlar. “Ben üstünüm!” diyemiyorlar da “Biz üstünüz!” diyorlar.

Sonra, nevin enâniyeti de bir asabiyet-i neviye ve milliye cihetiyle o enâniyete kuvvet verip, o ene, o enâniyet-i neviyeye istinat ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübâreze eder. Sonra, kıyas-ı binnefs sûretiyle herkesi, hattâ her şeyi kendine kıyas edip Cenâb-ı Hakkın mülkünü onlara ve esbâba taksim eder; gayet azîm bir şirke düşer…

Benim böyle grupsal yapılanmalarda en çok dikkatimi çeken içlerinde yine bir kast sisteminin, bir hiyerarşinin olmasıdır. Lider tektir ve bellidir. Sonra onun altında yine kastın gerektirdiği şekilde yerleşmiş isimler bulunur. Bu sistem ta en alt seviyeye kadar herkesin yerini belirler.

Bir grubun içinde eğer böyle bir hiyerarşi varsa, bilin ki; teolojisinde de mutlaka bir sapma vardır. Böylelerde altın, üstü sorgulaması da güçtür. Yukarıdan gelenler, geldiği noktanın hiyerarşideki yerine göre giderek kutsallaşır. Söyledikleri alt kesimi bağlar. Herkesin bir makam sahibi olduğu böyle yapılanmalarda, o makamın verdiği enaniyeti terk edip “Hepimiz eşit-kardeşiz!” diye haykırmak zordur. Ümmet bilincinde birleşmek bu yapılarda güçleşir. Çünkü ümmet, bu ‘tasavvur üstünlüklerin’ tanınmadığı/kaybedildiği bir alandır.

Bu noktada, bana, Bakara sûresinin 21. ayeti de manidar gelir:Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin ki takvaya erişesiniz. Acaba Cenab-ı Hak neden burada takva için uygun zemini ‘siz ve sizden öncekileri yaratan Rabbe kulluk etmeye’ bağlamıştır? Hatta biraz daha sorgulama alanımızı küçültürsek, Rab neden ‘sizi ve sizden öncekileri yaratan’ olarak anmıştır kendisini burada? Bununla takva arasında ne bağlantı vardır?

İşte ayette Cenab-ı Hakkın kendisini böyle tarif edişinin ve Onun bu yönüne iman etmemizi istemesindeki saklı hikmetin yukarıda bahsettiğim şeylerle ilgili olduğunu düşünüyorum. Birey, topluluk veya sınıf… Irksal veya coğrafi aidiyetler… Bunların tamamında insan ‘kendisinden sonrası’ için ‘benim sayemde’ şerhi düşebilir. Ve yapılanların onun grubu, cemaati, ırkı, coğrafyası sayesinde başarıldığını mütekebbirane söyleyebilir. Fakat kendisinden önceki dönem için ne yapar? Kendisinden (veya kendi grubundan) öncesi için böyle iddialı sözler söyleyebilir mi? Mesela bir cemaati düşünelim ki, ömrü otuz sene olsun. Otuz senedir varolan bir cemaat, 1400 yıllık bir mirasın tek sahibi olarak kendini görebilir mi? “Olmasaydık, olmazdı!” diyebilir mi?

Bence; geçmişe dönük okumalar, insanın kibrini en şiddetli şekilde sarsan şeyler. Bakıyorsun ki; dünya için o kadar da önemli değilsin. Yani Allah, sen yokken de herşeyi gayet güzel idare etmiş ve belki senin varlığınla birşey de katılmamış onlara. Sıradansın yani. Bildiğin sıradansın. Olmazsa olmaz değilsin Allah için. Olmazsa olmaz, Vacibü’l-Vücud olan yalnız O (c.c.). Onu böyle tanıyınca (yani senin varlığın Ona bağımlı olarak bilince Onu) ister istemez kibirden uzaklaşıyorsun. “Şimdiye kadar bu düzeni devam ettiren Allah, elbette benim gitmemle de bu düzeni devam ettirir; benim bende sandıklarım aslında Onundur!” diyorsun.

Ve ancak bu telakki ile insan takvasını koruyor. Çünkü takva ehli olmak için, insanın kendisini önemsememesi, gurura kapılmaması gerek. Bunu “Herşey yok olup gidicidir, Ona bakan yüzü müstesna…” ayeti çerçevesinde söylüyorum. Ona bakan yüzün dışında, önemsizsin. Senden öncekiler ve senden sonrakiler arasında bir nesnesin sadece. Kanaatimce; onların terkiyle, yani hamdedilecek şeylerin Allah’a bırakılmasıyla insan soyunuk kalıyor ve o zaman üşümemek için üstüne takvasını alıyor. İşte benim ‘sizi ve sizden öncekileri…’ bahsinden birazcık anladığım bu. Senin fikrini de okumak isterim.

Ahmet Ay – hicbisey.com

İstikamet ‘Tektipçilik’ Değildir

“Bizi doğru yola ilet!” cümlesiyle her dua edişimde, “Allahım, beni ‘duruş’ sahibi yap!” manasını da murad etmişim gibi gelir. ‘Sırat-ı müstakim’ ifadesi, orada istenilen istikamet, bence an’ların değil, süregiden bir duruşun temsilidir. Nasıl tarif etsem? İstikamet salt ‘doğruluk’ değil, ‘dengeli bir doğruluk’ gibi. Denge ise pratiktir. Sınanmadır. Sanki orada dilediğim, imanın gereği olan istikametli duruşu hayatın her anında gösterebilmektir. Rüzgarda yaprak olmamaktır. Zaten gerek hadislerde, gerek ayetlerde bu kararsızlık/ikiyüzlülük hali münafık ahlakına bağlanır. Bakara sûresinde der mesela: Kimi insanlar var ki; ‘Allah’a ve ahiret gününe inandık’ derler, ama aslında inanmamışlardır.

Ayetteki ‘ve ma hûm bi mu’minîn’ ifadesine dikkat çekmek isterim. Burada ‘müminlerden değiller’ diyor aslında. Meallerde ‘iman edenlerden değiller’ diye de çeviriyorlar. Fakat ben ‘müminlerden değiller’ olarak anlamakla ve oradan aleyhissalatu vesselamın; “Mümin, elinden ve dilinden başkasının emin olduğu kimsedir…” hadisine kapı bulmakla başka şeyler de anlıyorum. Çünkü sünnet-i seniyyenin sahibi Kur’an’ın ilk ve en büyük müfessiridir.

Söyleyenin değeri sözün değerini arttırır. Her kelam, sahibinden iz taşır. Kelam sahibinin sonsuzluğu, dolayısıyla kelamın sonsuzluğu, payıma düşen manaları aramakta beni daha cesaretli ve ümitli kılıyor. Her cesaret bir tür ümittir. Ondan beslenir. Bütün zamanlarla konuşanın elbette bütün zamanlara söyleyecek sözü var. İnsanlıkla konuşanın bütün insanlara. “Ümidinizi kesmeyin!” diye kendisi emrediyor kelam-ı mübarekinde. Emri hem karşıkonulmaz, hem canımın istediği, hem de muhtaç olduğum olduğu için başım gözüm üstüne.

Mesela düşünüyorum: İnsanların elinden ve dilinden emin olduğu kimse, aynı zamanda ‘duruş sahibi kimse’ değil midir? Böyle bir insanın, kendisiyle girilecek herhangi bir etkileşimde tavırları kestirilebilir. Çerçevesi bellidir çünkü. Çerçevesi ahlakıdır, şânıdır, eyleyişidir. Ahlak da bir duruş sayılmaz mı?

“Allahın ahlakıyla ahlaklanınız…” hadisine de böyle anlarım biraz. Allahın ahlakı esmasıdır. Yaratışında gözettiği nizamıdır. Açı yaratmışsa doyurur. Vaad etmişse tutar. Hayır yapana karşılığını verir. Ahlakıyla ahlaklanmak, hâşâ, Allaha benzemeye çalışmak değil, Allahın esmasına daha fazla mazhariyet için çalışmaktır. Esmaya uyumlu hareket etmek demektir. Esmayı omuzlamak değildir. “Ahlak, Allah’a nisbet edilmez”  diyenlere de meramımı böyle anlatırım. Yani duruş kavramı çerçevesinde. Ahlakı duruşa yaklaştırarak.

Yalnız burada şunu da belirtmeliyim: Bu duruş tektipçilik olarak algılanmamalı. Mümin, müminlik vasfıyla bir çerçeveye sahip olmalıdır, bu doğru. Ama Allah, Ömer (r.a.) fıtratıyla Ebu Bekir (r.a.) fıtratını bir yaratmamıştır. Ömerîler belki evvelemirde daha celalî, Ebu Bekirler ise daha cemalî olabilirler. Farklı isimlere farklı derecede ayna olabilirler. Fakat yine de o fıtratlarının renkliliği içinde bir ‘duruşa/istikamete’ sahiptirler.

Öyle ki; bir Asr-ı Saadet hatırası dinlediğinde—ismini söylemeseler de—tavrından, o sahabinin hangisi olduğunu tahmin edebilirsin. “Kılıcını alıp münafığın üzerine yürüdü” dendiğinde “Bu kesin şu veya şu efendimdir!” dersin mesela. Cömertlikle ilgili birşey olduğunda “Filanca filancadır belki” dersin. Bunlar hep duruş sahibi olmaktan. Ashabı yıldızlar gibi yapan bu. Tektipçilik değil bu. Allah tektipçi değildir. Varlıkta ‘farklılığa yüklenmiş zenginlik’ buna delildir.

İlk Lemaat’ta okuduğumda farketmiştim bunu. Yani İslam’ın bizi istikamet/duruş sahibi yaptığını. Halbuki bin kere okumuştum Fatiha’yı daha önce. Anglikan kilisesine cevap sadedinde diyordu ki Bediüzzaman:Der ikincisinde: ‘ (Hz. Muhammed) Fikir ve hayata ne vermiş?’ Dedim: Fikre tevhid, hayata istikamet…

Tesadüflerin tevafuka dönüşmesi. Biliyorum bunu. İmanımın gölgesi üzerime düşmeden önce herşey havada asılı idi sanki. Sonra imanla hepsini birbirine bağladım. (Mürşidimin de dediği gibi: İman bir intisaptır.) Herşey anlamlandı sanki onunla. Hepsinin bir nedeni ve bir sonucu olmaya başladı. Taşlar yerine oturunca huzur da buluyor insan. Kararsızlık, bildiğin huzursuzluk. Kâinatı açıklamaya yeter bilginiz varsa hayatı da yaşamaya değer buluyorsunuz.

O zaman münafıkane bir kalbin/aklın çektiği azabı da anlıyorsunuz. Hiçbir şeyden emin olamıyor. Diliyle söylediğini kalbi yalanlıyor, kalbinin söylediğini dili. Bazen aralarında iki dakika bulunan iki cümlesi birbirinin zıttı oluyor. Bağlanacağı tek şey kalıyor geriye: Menfaat. Menfaatin ise tasarrufu bir acayip. Bir öyle bir böyle. Peşinde koşanı da o hale getiriyor. Eğilip bükülmekten her yanınız ağrıyor. Yahut Çehov’un bir öyküsünde dediği gibi: “Göğsü, adaleleri ağrımıştı, ama bütün bunlar ruh ağrısı yanında hiçti. Bu ağrı içindeyken yaşamı iğrenç görüyordu.

Bakara sûresindeki mezkur ayetin devamında diyor ki: Bunlar, Allah’ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar. Oysa sadece kendilerini aldatıyorlar, farkında değiller. Onların kalblerinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalığını çoğaltmıştır. Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle de onlar için elîm bir azap vardır.

Yıllar önce birisi de banaHer zaman doğruyu söylersen, ‘Daha önce ne demiştim?’ diye düşünmek zorunda kalmazsın demişti. Şimdi, anlayabildin mi onlardaki hastalık nedir ve bu hastalık neden sürekli artmaktadır? Menfaatin ekseninde ‘duruş’undan vazgeçmeye başlarsan, yani bir öyle bir böyle olursan, en nihayet öyle birşey olursun ki; halin bataklıkta çırpınana benzer. Her çırpınış daha çok batmanı sağlar sadece. Geçmişinin içinden çıkamazsın. Geçmiş, geçtikçe azap olur. Hastalığın çoğalır. Tevillerin artar. Hüsnüzan azalır sana. Elîm azap da budur.

Buradan “Cesaretin membaı imandır” cümlesine de bir delil çıkıyor. İnsan, ancak inandığı şeyleri yaparsa, bihakkın yapmaya ve yaptıklarının arkasında durmaya cesaret edebilir. Üzerine gidilince sözünden çabucak dönenleri iyi tanı arkadaşım. Anla ki; onlar söylediklerine kendileri de inanmıyorlar.

Bu arada, al sana Bediüzzaman’dan bir istikamette kalma formülü: Herşeyin ifrat ve tefriti iyi değildir. İstikamet ise, hadd-i vasattır. Ve yine al sana onun gençlikte bir faydası: Eğer istikamet, iffet, takva beraber olmazsa, çok tehlikeleri var; taşkınlıklarıyla saadet-i ebediyesini ve hayat-ı uhreviyesini zedeler. Belki hayat-ı dünyeviyesini de berbat eder. Belki de hüner ahlaksızca sıradışı olmakta değil, istikametlice sıradan kalmakta.

Ahmet Ay – hicbisey.com