Etiket arşivi: Allahın isimleri

Gözlem mi, Deney mi?

On Yedinci Lema’nın On Beşinci Nota’sı ‘nın birinci meselesi “femenyamelmiskale zerretin hayren yera, ve men yamel miskale zerretin şerren yera “ ayetinin bir açıklamasıdır. Ayet zerre kadar hayrın da zerre kadar şerrin de hesabı sorulacağını , muhasebe edileceğini anlatır. Bahis Allah’ın Hafız isminin okumalarındandır.Hafız isminden hareketle Risale-i Nur’da çok bahisler vardır. Bediüzzaman burada daha değişik bir perspektiften anlatır bu ismin tecellisini. Buradaki tecellisine t e c el l i –i et e m der. Hafız ismi hiçbir hayrı ve şerri dışarda bırakmayacak derecede bir şumül ve kapsam ile icraat yapar demektir, teclli-i etemmin manası bu doğrultudadır.

Bediüzzaman bahiste bir şahsa hitaben konuşur, Ona der ki “ Kur’an-ı Hakim’in bu hakikatına delil istersen , Kitab-ı Mübin’in mistarı üstünde yazılan şu Kainat kitabının sahifelerine baksan, İsm-i Hafız’ın cilve-i Azamını ve bu ayet-i kerimenin bir hakikat-ı kübrasının naziresini çok cihette görebilirsin” Bediüzzaman kendisi bir gözlemini adeta deney yapar gibi anlatacakken aynı gözlemleri herkesin yapabileceğini de söylemiş olur. Allah’ın yaratma dairesi iki kısımdır. İmamı Mübin, kitabı Mübin. Nasıl bir mühendisin önce yapacağı şeyleri tasarlama ve biçimlendirme dairesi vardır, Allah’ın da varlıkları yaratmadan önce onları tasarladığı biçimlendirdiği geometrilerini oluşturduğu bir yer vardır. Tasarım ve plan dairesi imamı Mübin ve onların yaratıldığı yer de yani varlığa dönüştürüldüğü yer de kitabı mübindir. Tasarım ve o tasarım üzerine biçimlendirme . Tasarım dairesinde cetveller ve ölçüm aletleri olur, pergel ve başkaları bütün varlıklar bu Bediüzzaman tarafından mistar olarak ifade edilmiş. Her varlık vücuda gelmeden önce ölçülür biçilir heyeti ortaya çıkar daha sonra onlar o ölçü ile yaratılırlar. Bu kainat kitabı bu tasarım ve ölçüm dairesinin ölçüm aletleri ile boyutları belli olan varlıkların yaratılması ile meydana gelmiştir.

Burada işaret edilen varlıkların ikinci vücuda gelişleri birinci vücuda gelişlerinde yapmış olduklarının ortaya çıkmasıdır.

İmamı Mübin yaratılmış olanların plan dairesi olduğu gibi , vücuda gelenlerinden amellerinin yaptıklarının korunduğu ve yeni yaratılışlarının onlara göre yapıldığı planlandığı yerdir.

Bediüzzaman anlattığı kişiye şöyle bir teklifte bulunur. “Ağaç , çiçek ve otların muhtelif tohumlarından bir kabza al. O muhtelif ve birbirine muhalif tohumların cinsleri birbirinden ayrı , nevileri birbirinden başka olan çiçek ve ağaç ve otların sandukcaları hükmünde olan o kabzayı karanlıkta ve karanlık ve basit ve camid bir toprak içinde defnet, serp. “ Tohumların herbirinin fizyolojik özellikleri farklıdır, ama onları bir avuç içinde defnet diyor, burada ek demiyor defnet diyor , defnetmek ölüler için kullanılır. Ama Bediüzzaman bir hakikatle empati kurmak için ekmek kelimesi yerine defnet kelimesini kullanmış. Ölüler defnedilir, tohumlar ekilir, ama tohumlar ekilirken başka bir zeminde ortaya çıkarlar, yani ölüyü defnetmek ile tohumu defnetmek aynı hakikattir ikisi de bir süre sonra ortaya çıkacaktır. Bir kelime ile bir hakikatı bir hikayeye çevirir.Ölümün vahşi hakikatini ölüm diye değil, bir süre süre sonra dirilmek anlamında alır.

Bediüzzaman ekmek fiilinin veya defnetmenin safahatını anlatırken, ekme ve üretme fiiline katkısı olanların yaptıkları işin gerektirdiği ilmi ve sanatı bilmediklerine tahlil eder. “Sonra mizansız ve eşyayı farketmeyen ve nereye yüzünü çevirsen oraya giden basit su ile sula .” Burada suyu tarif etmiş olur, su mizansızdır, yani nereye ne kadar gideceğini bilemez, buğdayın suya olan ölçüsünü su bilmez, domatesin de , elma ağacının da , su nereye gittiğini bilmez, yani şuurlu değildir, eşyayı da farketmez. Hangi şeye dersen orya gider, bu elmadır , bu üzümdür demez ve bilmez. Toprağın altında tohum ile toprak arasında meydana gelen kimyevi tahilleri de anlatmaz, o da ayrı bir konu .

Defneden şahsa hitab eder. “sonra senevi haşrin meydanı olan bahar mevsiminde gel bak! İsrafil vari melek-i rad baharda , nefh-i sur nevinden yağmura bağırması , yer altında defnedilen çekirdeklere nefh-i ruhla müjdelemesi zamanına dikkat etki , o nihayet derecede karışmış ve birbirine benziyen otohumcuklar , ism_i Hafız’ın tecellisi altında kemal-i imtisal ile hatasız olarak Fatır-ı Hakimden gelen evamir-i tekviniyeyi imtisal ediyorlar.Ve öyle Tevfik-i hareket ediyorlar ki onların o hareketlerinde bir şuur, bir basiret , bir kasd, bir irade , bir ilim, bir kemal, bir hikmet parladığı görünüyor. Çünkü görütyorsun ki , o birbirine benzeyen tohumcuklar , birbirinden temayüz ediyor ayrılıyor. “

Bediüzzaman bu paragrafta yine bir cümle kullanır. “ Senevi haşrin meydanı olan bahar mevsimi “ Bediüzzaman haşir yani dirilme denen olayı sınıflandırmıştır, her akşam yarı ölüm ile uykuya giren insan sabah bir nevi haşir ile yatağından kalkar, akşam bir nevi ölüm, sabah bir nevi haşirdir,tohumun midede ölümü , bedende yeni bir haşir ile yenilenmektir, böylece tasnif eder. Her sene sonbaharda ölen bitkiler baharda haşir ile dirilirler, bu senevi haşirdir. Buradan yine insanın haşrin sabahındaki dirilmesine bir gönderme vardır, o da haşrin bir sınıfıdır. Burada anlatılan bir şey de ikinci diriliş ile ölüm arasında bir surenin oluşumudur.

Gök gürültüsü ile baskılanan hava azotu aşağı iter ve toprak altındaki bitkiler o baskılananazot ile ruhlanır ve dışarı çıkarlar bubilimsel hakikati dini bir mantık ile izah eder. Azotu bastırıp varlığı toprak altından dışarı çıkarmak ile İsrafil hazretlerinin üflediği ruh ile ölüleri diriltmesi arasında bağlantı kurar. Bediüzzaman ilmin bütün verilerinin dini hakikatler ile birlikteliğini savunmuştur, onun Bedii yanının önemli bir tarafı bu perspektiftir.

Şimdi haşri yaşamış ve ortaya çıkmış olan varlıkları yorumlar. Ortaya çıkan canlılar birbirindenfarklı kimlikler ile ortaya çıkıyorlar. Onları üretmek için yapılan işlerde bir ilim yok, serpmek, defnetmek, sulamak ama ortaya çıkan canlıların özellikleri

  • Şuur
  • Basiret
  • Kasd
  • İrade
  • İlim,
  • Kemal
  • Hikmet

Yapılan iş şuurla yapılmıştır, bilinçli olarak yapılmıştır, yapılan iş görenbiri tarafından yapılmıştır, eşyayı gören ve yapılan şeyin taalluk ettiği insanları gören çünkü bitki fizyolojisi ile insan fizyolojisi birbirini tamamlıyor, kasd bir şeyi önceden belirleyip kasteteder yapmak,irade yaptığı işi planlayıp sonra uygulamaya geçecek gücü kendinde buluyor ki varlıklar oluyor, yapılan işin ilmi var, tam eksiksizyapılıyor, hem de bir gayeye hizmet edecek şekilde hikmetle yapılıyor. Bütün bunlar ne bitkininne tohomun ne ona hizmet eden şeylerin , ne de çiftçinin elinde değli.

Sonra Bediüzzaman tasvir ile ortaya çıkan canlıları anlatır. Sanat edebiyat ve tasvir harikalarıdır, işin ne kadar bilerek görerek yapıldığını anlatır. “Mesela bu tohumcuk bir incir ağacı oldu. Fatır-ı Hakimin nimetlerini başlarımız üstünde neşre başladı. Serpiyor, dallarının elleri ile bize uzatıyor. İşte bu ona sureten benzeyen bu iki tohumcuk ise gün aşıkı namındaki çiçek , ve hercai menekşe gibi çiçekleri verdi. Bizler için süslendi . Yüzümüze gülüyorlar, bu güzel meyveleri verdi. Ve sünbül ve ağaç oldular. Güzel tad ve koku ve şekilleri ile iştihamızı açıp kendi nefislerine bizim nefislerimizi davet ediyorlar. Ve Kendilerini müşterilerine feda ediyorlar. Ta nebati hayat mertebesinden , hayvani hayat mertebesine terakki etsinler. Ve hakeza kıyas et. “

İkinci dirilişin ilim ve hikmet yanını izah ettikten sonra bahis marifetullaha ve insana bağlanır. Bilimin iki büyük silahi vardır, tahlil ve mukayese . Tahlil ve mukayese olmasa ilim olmaz. Bediüzzaman büyük bir analizci, analitik düşünen bir insandır. Toprağa atılantohumların atalarının irsiyetine uygun dirilmesi ile insanın dirilmesi arasında bağ kurar. Asıl bu analizin hedefi de odur.

“herbir tohum ism-i Hafiz’in cilvesi ile ve ihsaniyle ona pederinin ve aslının malından verdiği irsiyeti iltibassız , noksansız muhafaza edip gösteriyor.işte bu hadsiz harika muhafazayı yapan Zat-ı Hafız kıyamet ve haşirde hafiziyetin teceli-i ekberini göstereceğine kati bir işarettir. Evet bu ehemmiyetsiz, zail , fani tavırlarda bu derece kusursuz , galatsız hafiziyet cilvesi bir hüccet-i katıadır ki ebedi tesiri ve azim ehemmiyeti bulunan emanet-i kübra hamelesi ve arzın halifesi olan insanların efal ve asar ve akvalleri vöe hasenat ve seyyiatları , kemal-ı dikkatle muhafaza edilir ve muhasebesi görülecek. “ Ayet hafiziyetin tecelli-i etemmi , tam bir tecellisidir. Bitkinin ortaya çıkması bir tecellidir ama insanın ki ise tecell-i ekberdir, en büyük tecellidir, insanın yeniden dirilmesidir. İncir tohumuna incir emanet edilmiştir o emanetini hafiziyet ile korur, diğer bitkilerde kendilerine emanet edilen özellikleri korurlar, insan ise büyük emanetin taşıyıcısıdır, emaneti kübranın taşıyıcısıdır.Onu koruyan bunu korumaz mı . Tesiri mevsimlik değil ebedidir, büyük önemi vardır, onun için bütün bir kainat seferberdir. O zaman onun

  • Efal
  • Asar
  • Akval
  • Hasenat
  • Seyyiatları ,

Tam bir dikkat ilemuhafaza edilir, ve muhasebesi hesabı yapılacaktır. Çünkü hıfzetmek muhafaza etmek, hesab içindir. Esnaf akşama kadar satar, kaydeded akşam kar zarar hesabı yapar. İnsanın da hesabı muhafadan sonradır.”insan kendini başıboş ve gayri mesul zannetmesin . Onun da divan-ı muhasebat(sayıştay-mahkeme-i kübra)ta pek karışık hesapları vardır. Ondan kurtulduktan sonra müstahak olduğu yere gidecektir.—E y arkadaş insan da başıboş, serseri , sahipsiz bir hayvan değildir. Arncak onun da bütünharekat ve efali yazılıyor, tesbit ediliyor. Ve amalininin neticeleri hıfzediliyor ki mahusebe-i kübrada ona göre derece alsın”

Aya bu insan zanneder mi ki başıboş kalacak Haşa . Belki insan ebede mebustur ve saadet-i ebediyeye ve şekavet-i daimeye namzettir. Küçük büyük her amelinden muhasebe görecek. Ya taltif veya tokat yiyecek . işte hafiziyetin cilve-i kübrasına ve mezkur ayetin hakikatına şahitler had ve hesaba gelmez. Bu meselede ki gösterdiğimiz şahid denizden bir katre dağdan bir zerredir. “

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.Org

 

Herşeyi Allah yarattı, Öyleyse Allah’ı kim yarattı? (Video)

“Bu Mahlûkatı Allah Yarattı. Öyleyse Allah’ı Kim Yarattı?”

Hiçbir soru yoktur ki, bir cevabı olmasın. Hiçbir vesvese yoktur ki, onu yok edecek bir cevap bulunmasın. Hiçbir şüphe yoktur ki, aklı ikna edecek bir izahı olmasın. Hâl böyle iken maalesef sorularının cevapsız olduğunu zanneden bir kısım insanlar imandan uzaklaşmakta ve bazen de cevapsız zannettikleri soruları yüzünden imanlarını kaybetmektedirler.

Bilhassa tek gayesi imanı çalmak olan şeytan ve şeytanlaşmış insanlar cevapsız zannedilen bu sorularla genç dimağları lekelemekte ve onların imanlarını sorularla çalmaktadır. Bu eseri hazırlamaktaki amacımız, cevabı yok zannedilen böyle bir soruya cevap vermek ve bu sayede iman hırsızlarının bir vesvesesini yok ederek körpe dimağlara attıkları bir şüpheyi kökünden kazımaktır.

Bu eserimizde cevabını vereceğimiz soru şudur: Onlar diyorlar ki: “Hadi Allah var diyelim. Her şeyi Allah yarattı. Peki ama Allah’ı kim yarattı?”

Onlar bu sorularıyla -hâşâ- Allah’ı yaratan bir yaratıcı arıyorlar ve bir yaratıcı gösterilemeyince de kendilerini galip kabul ediyorlar.

Şimdi bu mantıksız sorunun cevabını vereceğiz. İnşallah bu cevap yaralanan gönüllere bir âb-ı hayat ve bozulmuş akıllara bir deva olacaktır. İnayet ve tevfik Allah’tandır.

1- Maddeyi kim yarattı?

“Allah’ı kim yarattı?” sorusuna verilecek ilk cevap bir sorudur: “Peki maddeyi kim yarattı?”

Eğer bir ateist sizi sıkıştırmak için, “Allah’ı kim yarattı?” sorusunu sorarsa siz onun bu sorusuna bir soru ile cevap verin ve deyin ki: “İlk önce sen benim soruma cevap ver. Benim sorum şu: Maddeyi kim yarattı? Bu sorumun cevabını verdikten sonra senin soruna cevap vereceğim.”

Bir ateistin sorunuza vereceği cevap şudur: “Madde yaratılmadı ki, o ezelde vardı. Yani başlangıç dediğimiz noktada madde vardı.”

O bu cevapları verdikten sonra tek yapacağınız şey onun cümlesinde özne olan “madde” kelimesini kaldırmak ve madde yerine “Allah” lafzını koyarak, “Allah yaratılmadı, o ezelde vardı. Yani başlangıç dediğimiz noktada Allah vardı.” demek.

O sizin bu cevabınıza karşı şöyle diyecek: “Nasıl yani, nasıl yaratılmadı? Her şeyin bir yaratıcısı vardır, muhakkak bir yaratıcı göstermelisin.”

Onun bu itirazına karşı şöyle söyleyin: “Ama sen biraz önce madde için, ‘Yaratılmadı, ezelde vardı. Başlangıç denen noktada madde vardı, maddenin başlangıcı yoktur.’ gibi sözler söyledin. Yani sana göre maddenin bir yaratıcısı yok ve yaratıcısız var olması mümkün. O hâlde bu imkânı niçin Allah hakkında kabul etmiyorsun? Yani maddenin yaratılmamış ve ezelî olduğunu kabul edebiliyorsun, ama iş Allah’a gelince madde hakkında kabul edebildiğin bu durumu Allah hakkında kabul edemiyorsun. Maddenin ezelî olması mümkün de Allah’ın ezelî olması mümkün değil mi? Maddenin yaratıcısız var olması mümkün de Allah’ın yaratıcısız var olması mümkün değil mi? Nasıl olur da ezeliyete bütün bütün zıt olan maddeye ezeliyet sıfatını verebiliyorsun ve bundan hiç sıkılmıyorsun da iş Allah’a gelince bu sıfatı Allah hakkında yadırgıyorsun. Yani sana göre her nasılsa madde ezelî olabiliyor, ama Allah ezelî olamıyor. O zaman sen bildiğin gibi inan, ben de bildiğim gibi. Sen maddenin ezeliyetine iman et, ben de Allah’ın ezeliyetine. Sonuçta ikimiz de ezeliyet kavramına inanıyoruz. Aramızdaki tek fark, sen ezelî olamayacak maddeye ezeliyeti veriyorsun, ben ise ezeliyet zatının vasfı olan Allah’a ezeliyeti veriyorum.”

Burada şu noktayı izah etmek istiyoruz: Acaba ateistler niçin maddeye ezelî demek zorunda? Onlarla bu konudaki münazaramızın belirttiğimiz şekilde geçeceğini nereden biliyoruz. Yani onlara, “Maddeye kim yarattı?” diyeceğiz, onlar da “Madde yaratılmadı, ilk başlangıçta madde zaten vardı. Yani madde başlangıcı olmayan bir varlıktır, ezelîdir.” diyecekler. Biz de daha sonra onların cümlesindeki özne olan “maddeyi” kaldırıp yerine “Allah’ı” koyacağız. Münazaranın bu şekilde geçeceğinden nasıl bu kadar eminiz?

Eminiz, çünkü ateistler maddenin ezeliyetine inanmak zorundadırlar. Allah’ı inkâr edebilmek için maddeye ezeliyeti vermek ve “Madde yaratılmamıştır, kendi kendine vücut sahibidir.” demek zorundadırlar. Zira bir şey ezelî değilse sonradan olmuştur. Bu iki şeyin ortası yoktur. Bir şey ya ezelîdir ya da sonradan var olmuştur. Sonradan var olan ise bir yaratıcıya muhtaçtır. O şeyin yokluğunu varlığına tercih edecek bir yaratıcıya.

Eğer maddenin ezeliyeti kabul edilmezse sonradan yaratıldığına hüküm edilecektir. Bu ise bir yaratıcıyı yani Allah’ı kabul ve tasdik ettirecektir. Bu sebeple ateistler Allah’ı inkâr edebilmek için maddeye ezeliyeti vermektedirler.

Bu meseleyi şu misalle daha iyi kavrayabiliriz: Elimize bir kalem alıp bu kâğıda A harfi yazdığımızı farz edelim. Yazdığımız bu A harfi sonradan var olmuştur. Bir kaç dakika önce yoktu, şimdi ise var. Yani ezelî değildir, sonradan olmuştur. Madem A harfi bir kaç dakika önce yoktu, şimdi var; o hâlde onu yazan bir kâtip olmalıdır. Kâtip A harfinin varlığını yokluğuna tercih etmiş ve iradesiyle A harfini var etmiştir. Kâtip olmadan A harfinin varlık âlemine çıkması mümkün değildir. A harfinin varlığı bir kâtibin varlığını zaruri kılar.

Şimdi eğer siz A harfinin kâtibini inkâr etmek istiyorsanız iki şeyden birini yapmalısınız:

1- A harfinin kendini inkâr etmelisiniz. Yani “A harfi diye bir şey yoktur.” demelisiniz. Zira harfi inkâr ettiğinizde kâtibi de inkâr edebilir ve diyebilirsiniz ki: “A harfi yok ki onu yazacak bir katibe ihtiyaç olsun.” Eseri inkâr ettiğinizde eseri yapanı da kolayca inkâr edebilirsiniz.

İşte bu misalde olduğu gibi, Allah’ı inkâr etmenin 1. yolu, misaldeki A harfi hükmünde olan şu kâinatı inkâr etmek ve her şeyin hayal ve kâinatın yok olduğuna inanmaktır. Zira misalde belirttiğimiz gibi, eser yoksa usta da yoktur. Eğer kâinat yoksa, “Bu kâinatı kim yarattı?” diye bir soru da yoktur. Olmayan bir şeyin ustası aranmaz.

“Kâinat nasıl inkâr edilebilir” diye düşünmeyin, zira felsefecilerin Sofestai denilen kısmı bunu yapmış ve A harfi hükmünde olan kâinatı inkâr ederek her şeyin hatta kendilerinin dahi hayal olduklarını kabul etmişlerdir. Kâinatı inkâr ettiklerinden dolayı da “Bu kâinatı kim yarattı?” sorusuna muhatap olmamışlardır. Zira onlara göre kâinat yoktur ki bir yaratıcıya ihtiyaç olsun. Yani onlara şu güzel dünyayı gösterip “Bu dünyayı kim yarattı?” diye sorsanız onlar derler ki, “Ne sen gerçeksin, ne ben, ne de bu dünya. Biz yokuz, biz hayaliz; hiçbir şey yok. Dolayısıyla “Kim yarattı?” diye bir şey sorulamaz. Onlar hakkında tek söyleyeceğimiz şey şudur: Herhâlde kendilerinin ve kâinatın hayal olup olmadığını son nefeste anlamışlardır.

Eğer Sofestailerin yaptığını yapamaz ve sayfadaki A harfini inkâr edemezseniz kâtibini inkâr etmek için geriye tek yol kalır. O da A harfinin yazılmamış olup ezelden beri orada olduğudur. Zira yazılmamışsa ve kendi kendine ezelden beri varsa o zaman yine kâtibe ihtiyaç duymaz. Bu durumda, “A harfini kim yazdı?” diye bir soru sorulsa şöyle cevap verilir: “A harfi bu sayfanın varlığından beri vardır. Onu kimse yazmadı, o zaten vardı.”

Bu misalde olduğu gibi, şu kâinat da bir sayfadır. Üzerindeki eşya ise bu sayfada yazılan harfler hükmündedir. Bu sayfanın kâtibi olan Cenab-ı Hakk’ı inkâr edebilmek için sayfanın ve içindeki harflerin sonradan yaratılmadığını yani ezelî olduğunu kabul etmek gerekir. Eğer maddeye ezeliyet verilmezse sonradan yaratıldığı bilmecburiye kabul edilecektir. Zira ikisinin ortası yoktur. Sonradan yaratıldığı kabul edildiğinde de “O hâlde bunu yaratan kimdir?” sorusu sorulacaktır. Zira bir şey sonradan yaratılmışsa onun muhakkak bir yaratıcısı olmalıdır.

İşte bu sebepten dolayı kâfirler maddeye ezeliyeti vermek zorunda kalmışlardır. Allah’ın ezeliyetini akıllarına sığıştıramayanlar maddenin ezeliyetini kabul etmek zorunda kalmışlardır.

İşte anlattığımız bu sebepten ötürü siz hiç korkmadan size, “Allah’ı kim yarattı?” sorusunu soran ateiste, “Peki maddeyi kim yarattı?” sorusunu sorun. Merak etmeyin, o hemen atlayacak ve “Madde yaratılmamıştır, ezelîdir, başlangıcı yoktur.” diyecektir ve demek zorundadır. Bu durumda siz de ona şöyle deyin: “Yani sen ezeliyet ve yaratılmamışlık diye bir kavrama inanıyorsun. Hatta bu kavramı ezeliyeti mümkün olmayan maddeye kolayca veriyorsun. Senin madde hakkında söylediğin her şeyi ben de Allah hakkında söylüyorum. Ezeliyeti kabul etmekte ikimizin bir farkı yok. Tek fark, sen bu sıfatı maddeye veriyorsun; ben ise yegâne sahibi olan Allah’a. Sen önce maddenin ezeliyetini izah et, sonra gel; ben sana Allah’ın ezeliyetini izah edeceğim.”

2- Örneklerle cevap verelim

Misaller derin hakikatlere ulaşmada bir basamak ve hakikatleri kavramada etkili bir yoldur. Bu sebeple “Her şeyi Allah yarattı. O hâlde Allah’ı kim yarattı?” sorusunun cevabını misaller ile verecek ve her misali sorunun cevabına bağlayacağız. Misaller anlaşıldığında cevapsız zannedilen sorunun cevabı da kolayca anlaşılacaktır.

1. MİSAL

Şimdi uzun bir tren düşünüyoruz. Soru sahibi soruyor: “Bu en arkadaki vagonu kim çekiyor?”

Biz cevap veriyoruz: “Onun önündeki vagon çekiyor.”

Soru sahibi tekrar soruyor: “Peki o vagonu kim çekiyor?”

Biz yine cevap veriyoruz: “Onu da önündeki vagon çekiyor.”

Soru sahibi sorusuna devam ediyor: “Peki onu kim çekiyor?”

Biz de cevaplıyoruz: “Onu da önündeki çekiyor.”

Sorular devam ede ede nihayet ilk vagona sıra geliyor. Soru sahibi tekrar soruyor: “Peki bu vagonu kim çekiyor?”

Biz yine cevap veriyoruz: “Onu bu lokomotif çekiyor.”

Soru sahibi tekrar soruyor: “Peki bu lokomotifi kim çekiyor?”

Biz cevap veriyoruz: “Bu lokomotifi kimse çekmiyor. O kendi kendine hareket ediyor.”

Lokomotif hakkındaki bu izahımızdan sonra soru sahibi hâlâ onu çeken bir şey arıyor ve tekrar soruyor: “Dediğini anladım, ama bu lokomotifi kim çekiyor?”

Biz diyoruz ki: “Anlamamışsın, çünkü anlasaydın aynı soruyu tekrar sormazdın. Bak sana bir daha anlatayım: Lokomotif denince raylar üstündeki bir vagon dizisini çekmede kullanılan, buharla ya da bir motorla çalışan makineyi kastederiz. Sen lokomotifin ne demek olduğunu bilmiyor ve onu vagon ile karıştırıyorsun. Vagon hakkında sorabileceğin ve sorduğunda cevap alabileceğin bir soruyu lokomotif hakkında da sorabileceğini ve sorduğunda cevap alabileceğini zannediyorsun. Ama hâl böyle değildir. Vagon hakkında, ‘Onu kim çekiyor?’ diye bir soru sorabilirsin, ama lokomotif hakkında böyle bir soru soramazsın. Çünkü lokomotif çekilmez, o başkasını çeker.”

Biz bu detaylı açıklamayı yaptıktan sonra soru sahibi şöyle diyor: “Tamam tamam anladım, hem de çok iyi anladım. Ama bu lokomotifi kim çekiyor?”

Yahu sen bizi hiç anlamamışsın. Eğer bir parça anlasaydın, sorunun anlamsızlığını anlar ve tekrar sormazdın. Bak sana bir daha anlatayım: Vagon çekilen şey; lokomotif de çeken şeydir. Eğer lokomotif de vagon gibi çekilseydi, ona lokomotif değil, vagon denilirdi. Bak, isimleri bile farklı. Birisi vagon, diğeri lokomotif… Eğer ikisi de aynı kanunlara tabi olsaydı, bunlara iki farklı isim konulmaz, hepsine vagon denilirdi. Ama durum böyle değil. Sen vagon ile lokomotifi karıştırıyorsun. Şimdi bir daha söylüyorum dikkat et! Vagonu bir çeken olur, ama lokomotifi çeken olmaz. Zaten lokomotif, çekilmediği ve başkasını çektiği için bu ismi almıştır. Sen sorunda lokomotifi vagon gibi kabul ediyor ve hata yapıyorsun. Lokomotif hakkında böyle bir soru soramazsın. Bu soru lokomotifin tanımına zıt ve cevabı olmayan saçma bir sorudur.

Bu kadar açıklama yaptıktan sonra soru sahibi şöyle diyor: “Tamam hepsini anladım, hatta harfi harfine anladım. Ama bu lokomotifi kim çekiyor?”

Siz olsaydınız, bu kişiye bütün bunlardan sonra ne cevap verirdiniz?

Aynen bu misalde olduğu gibi, soru sahibi diyor ki: “-Hâşâ- Allah’ı kim yarattı?”

Biz de cevap veriyoruz: “Allah yaratılmamıştır. Allah bu yaratılanları yaratandır ve O’nun hakkında böyle bir sorulamaz.”

Bu cevabımızdan sonra soru sahibi şöyle diyor: “Tamam tamam anladım, ama Allah’ı kim yarattı?”

Biz yine cevap veriyoruz: “Bak, sen anladığını zannediyorsun, ama hiçbir şey anlamamışsın. Sana bir daha anlatayım: Allah denince her şeyi yaratan, kendisi ise yaratılmayan bir zat aklımıza gelir. Eğer O yaratılsaydı, O’na Allah demezdik. Ona Allah dememizin sebebi, yaratan olup yaratılmamış olduğu cihetledir. Sen bir hata yapıyorsun ve yaratılanlar hakkında sorabileceğin bir soruyu Allah hakkında da soruyorsun. Böyle bir soru Allah hakkında sorulamaz.”

Bu cevabımızdan sonra soru sahibi şöyle diyor: “Tamam şimdi anladım, hem de çok güzel anladım. Ama anlamadığım bir şey var, Allah’ı kim yarattı?”

Yahu sen divane olmuşsun, ben ne diyorum sen ne diyorsun! “Anladım.” diyorsun, ama hiçbir şey anlamıyorsun. Bak sana bir daha anlatacağım: “Allah o zata denilir ki, kendisi ezelîdir ve yaratılmamıştır. Ezelî olmayana ve yaratılana zaten Allah denilemez. Dolayısıyla sen Allah’ı kabul ettiğinde, O’nu isim ve sıfatlarıyla kabul etmen gerekir. Senin önce Allah kabulünde bir yanlışın var. Sen Allah’ı isim ve sıfatlarıyla kabul etmiyorsun. Allah’ı -hâşâ- O’nun yarattığı mahlûklara benzetiyor ve mahlûklar hakkında sorabileceğin ve sorduğunda cevap alabileceğin bir soruyu Allah hakkında da soruyorsun. Bu soruyu sorma sebebin Allah hakkındaki yanlış kabulündür. Senin ilk yapman gereken şey, Allah hakkındaki bu yanlış kabulünü düzeltmendir. Hem şunu bil ki, eğer Allah’ı bir yaratan olsaydı, zaten O’na Allah denmezdi. Allah yaratılmayan zata verilen addır. Sen eğer Allah’ı kabul ediyorsan, O’nu bu sıfatıyla kabul etmelisin. Bu sıfatıyla kabul etmezsen, senin kabul ettiğine Allah denmez. Sen farazi bir varlığa Allah adını koymuşsun ve O’nun hakkında bu soruyu soruyorsun. Eğer Allah dediğinde kimi kastettiğini bilseydin, böyle bir soruyu sormazdın. Senin hâlin şu soruyu soran kişinin hâline benziyor: “Ağabeyin senden kaç yaş küçüktür?” Ağabeyim benden küçük olmaz ki. Ağabey dediğimizde, yaş itibariyle diğer kardeşten büyük olan kişiyi kabul ederiz. Bu kabulden sonra da “Ağabeyin senden kaç yaş küçüktür?” diye bir soruyu soramayız. Ama kişi ağabeyin ne demek olduğunu bilmiyor ve onu küçük kardeş zannediyorsa, “Ağabeyin senden kaç yaş küçüktür?” sorusunu sorabilir. Bu durumda yapılacak şey, ona cevap vermek değil, ağabeyin tanımını ve kim olduğunu ona öğretmektir. Ağabeyin tanımını öğrendiğinde zaten sorusundan vazgeçecektir. Yok, vazgeçmiyorsa ya inadından ya da ağabeyin tanımını öğrenemediğindendir.

Senin Allah hakkındaki sorun da ya inadındandır ya da Allah’ı tanımadığındandır. Eğer Allah’ı tanımak istiyorsan, gel sana yardımcı olalım ve tanıtalım. Ama yok, inadından dolayı soruyorsan bil ki, bu sorunla, “Ağabeyin senden kaç yaş küçüktür?” diyen kişi gibi maskara oluyorsun. Karşındakini sıkıştırmıyor, kendini maskara yapıyorsun. Gel, inadından vazgeç! Allah’ı tanı ve bu maskaralıktan kurtul!

2. MİSAL

Her şeyi Allah yarattı. O hâlde Allah’ı kim yarattı sorusunu başka bir misal ile tahlil edelim.

Şimdi arka arkaya dayanmış sandalyeler zincirini düşünüyoruz. Sandalyelerin arka ayakları olmadığı için her sandalye bir arkasındaki sandalyeye dayanarak ayakta durabiliyor. Eğer dayandığı sandalye çekilse, dayanan sandalye hemen düşecek ve ayakta duramayacak. En son sandalye ise hiçbir sandalyeye dayanmıyor ve kendi ayakları üzerinde duruyor.

Şimdi soru sahibi en öndeki sandalyeyi gösterip soruyor: “Bu sandalyeyi kim tutuyor?”

Biz cevap veriyoruz: “Arkasındaki şu sandalye tutuyor.”

Soru sahibi tekrar soruyor: “Peki o sandalyeyi kim tutuyor?”

Biz yine cevap veriyoruz: “Onu da arkasındaki sandalye tutuyor.”

Soru sahibi her sandalye hakkında aynı soruyu soruyor, biz de aynı cevabı vere vere nihayet en arkadaki sandalyeye geliyoruz.

Soru sahibi tekrar soruyor: “Peki bu en arkadaki sandalyeyi kim tutuyor?”

Biz şöyle cevap veriyoruz: “Onu hiçbir sandalye tutmuyor. O hiçbir sandalyeye dayanmadan kendi kendine ayakta duruyor.”

Soru sahibi şöyle diyor: “Tamam anladım, ama bu sandalyeyi kim tutuyor; bunu anlamadım.”

Biz yine cevap veriyoruz: “Anladım.” diyorsun ama dediğimi anlamamışsın. Ben, “Bu sandalyeyi tutan başka bir sandalye yok, bu sandalye kendi ayakları üzerinde duruyor.” diyorum. Yani bu sandalye için dayandığı başka bir sandalyeyi aramana gerek yok. Çünkü bu sandalye diğer sandalyeler gibi ayaksız değil. Bunun arka ayakları var ve bu ayaklar üzerinde kendi kendine durabiliyor. Diğer sandalyelerin arka ayakları olmadığı için onlar hakkında, “Bu sandalyeyi kim tutuyor?” diyerek soru sorabilir ve sorumuza bir cevap bulabiliriz. Ama bu soruyu bu en arkadaki sandalye için soramayız. Çünkü onun kendi ayakları var ve ayakta durabilmek için harici bir sebebe muhtaç değil…

Soru sahibi bizim bu izahımızdan sonra şöyle diyor: Vallahi çok güzel anlattın! Ben her dediğini anladım, sadece bir şeyi anlayamadım. O da şudur: “Bu arkadaki sandalyeyi kim tutuyor?”

Şimdi biz bu soru sahibine ne diyelim! Ne dersek diyelim hepsi boştur. Çünkü o mantığını değiştiremedikçe bizler ona en arkadaki sandalyenin ayaklarını istediğimiz kadar gösterelim. İstediğimiz kadar ona, “Bu sandalyenin ayakları var, ayakta durabilmek için başka bir sebebe muhtaç değil.” diyelim ve bunlar gibi onlarca söz söyleyelim. Hatta bu konuda bir kitap yazalım. O yine diyecektir ki, “Tamam tamam anladım, ama bu sandalyeyi kim tutuyor; bunu anlayamadım.”

İşte aynen bu misalde olduğu gibi, soru sahibi diyor ki: “-Hâşâ- Allah’ı kim yarattı?”

Biz de cevap veriyoruz: “Allah yaratılmamıştır. Her varlık Allah’a dayanır ve Allah’ın kendisini ayakta tutması ile varlık âleminde kalabilir. Ancak Allah hiçbir şeye dayanmaz, varlığı hiçbir şeye bağlı değildir; bizatihi kendi kendine vardır.”

Bu cevabı dinleyen soru sahibi şöyle diyor: “Tamam anladım, hem de çok güzel anladım. Ama anlayamadığım bir şey var. O da şudur: Allah’ı kim yarattı?”

Biz yine cevap veriyoruz: “Bak, sen benim dediğimi hiç anlayamıyorsun; ama anladığını zannediyorsun. Anlayamadığının ispatı da sorunun cevabını verdiğim hâlde aynı soruyu tekrar sormandır. Eğer verdiğim cevabı anlasaydın, aynı soruyu bir daha sormazdın. Şimdi sana bir daha anlatayım: “Allah ile yaratılan şu varlıklar arasındaki fark şudur: Varlıklar yaratılmaları ve yaşamaları için Allah’a muhtaçtırlar. Hepsi Allah’a dayanır. Ama Allah hiçbir şeye muhtaç değildir ve hiçbir sebebe dayanmaz. Zaten dayansaydı ona “Allah” demez, başka bir şey derdik. Allah dediğimizde kabul ettiğimiz zat her şeyi yaratan, kendisi ise yaratılmayan zattır. Yaratılana Allah denmez. Senin sorunun yaratan ile yaratılanı karıştırıyorsun ve yaratılana ait olan sıfatla yaratanı vasfetmeye çalışıyorsun. Bu yaptığın büyük bir hatadır.

Bu kadar izah yaptıktan sonra soru sahibi şöyle dese: “Vallahi anlattığının hepsini anladım! Hem de çok güzel anladım. Bi de bana, “Allah’ı kim yaratmıştır?” sorusunun cevabını anlatsan çok güzel olacak.

Şimdi biz bu divaneye ne diyelim. Ne dersek diyelim hepsi boştur. Çünkü o, Allah’ı O’nun yarattığı varlıklara kıyas ediyor ve varlıklara ait bir sıfatla Allah’ı vasfediyor. O bu yanlışından dönmediği ve Allah’ı varlıklara kıyas etme hatasından vazgeçmediği müddetçe anlattıklarımızın hepsi boştur. Onun yapması gereken şey, yanlış çalışan mantığını bir kenara koymak ve Allah’ı ona ait isim ve sıfatlarla kabul etmektir.

3. MİSAL

Şimdi imama uyarak namaz kılan bir cemaat düşünüyor ve üzerinde tahliller yapıyoruz:

Soru sahibi, cemaati göstererek soruyor: “Bu cemaat kime uymuş?”

Biz cevap veriyoruz: “İmama uymuş.”

Soru sahibi tekrar soruyor: Peki imam kime uymuş?

Biz cevap veriyoruz: “İmam kimseye uymuyor. Zaten kimseye uymadığı ve cemaat kendisine uyduğu için imam ismini almış. Eğer o da birisine uysaydı, ona “imam” değil, “cemaat” derdik.”

İzahımızı dinleyen soru sahibi tekrar soruyor: “Tamam dediğini anladım, ama imam kime uyuyor bunu hâlâ anlamadım.”

Biz yine cevap veriyoruz: “Anladım diyorsun ama yine dediğimi anlamıyorsun. Dur sana bir daha anlatıyım: İki tane kavram var. Biri cemaat, diğeri imam… Cemaat, namazda imama uyan topluluktur. Cemaat ismini imama uydukları için alırlar. İmam ise cemaatin kendisine uyduğu ve cemaate namazı kıldıran kişidir. O da “imam” unvanını kimseye uymadığı bilakis cemaatin kendisine uyması sebebiyle alır. Yani biz iki farklı kavramdan bahsediyoruz. Biri imam, diğeri cemaat… İmam, kimseye uymayan ve cemaatin kendisine uyduğu kişidir. Cemaat ise imama uyan topluluktur. Sen bir hata yapıyor ve imamla cemaati karıştırıyorsun. Cemaat için sorulabilecek bir soruyu imam hakkında soruyor, bu sorunla da büyük bir hata yapıyorsun. Sen ilk önce imam olan zatın vasıflarını öğrenmeli ve imamla cemaati karıştırma hatandan vazgeçmelisin. Bunu yaptığında sorunun ne kadar mantıksız olduğunu anlayacaksın.”

Aynen bu misalde olduğu gibi, soru sahibi soruyor: “-Hâşâ- Allah’ı kim yarattı?”

Biz cevap veriyoruz: “Allah yaratılmamıştır. Allah’ı mahlûklarla karıştırma. Mahlûklar Allah’a tâbidir ve O’nun kudretiyle vücut bulurlar. O’na bağlıdırlar. Allah ise hiçbir varlığa tâbi ve bağlı değildir. Zaten bağlı olmadığı için Allah ismini almıştır. Eğer varlığı başka bir varlığa muhtaç olsaydı ona Allah demez, başka bir şey derdik. Sen şunu yapmalısın: Allah dediğinde kimi kastediyorsun, kastettiğin zatın isim ve sıfatları nelerdir; önce bunu öğrenmelisin. Ondan sonra Allah hakkında soru sormalısın. Zaten O’nu tanıdığında sorduğun sorunun ne kadar mantıksız olduğunu anlayacak ve bu hâline acıyacaksın.

Şimdi, biz bu kadar izah yaptıktan sonra soru sahibi şöyle dese: Ama ben illaki, “O’nu kim yarattı?” sorumun cevabını istiyorum. Bana birisini göstermelisin.

Bizim ona cevabımız şöyle olur: Nasıl ki, “İmam kime uyuyor?” sorusunun cevabı, imamın kimseye uymadığıdır. Cevap olarak, imamın uyduğu bir kişiyi göstermiyor ve imamın kimseye uymadığını söylüyorsak, burada da aynı şeyi yapıyoruz: Yani Allah’ın yaratılmadığını söylüyor ve sorunun mantıksızlığına vurgu yapıyoruz. Ama sen hâlâ, -misalden yola çıkarsak- “İmam kime uyuyor?” diyorsun. Sen imamın uyduğu birisini bize gösterebilir misin? Elbette gösteremezsin, çünkü yoktur. Biz de sana Allah’ı yaratan bir zatı gösteremeyiz, çünkü yoktur. Bu yoku kabul etmekten başka çaren de yoktur, vesselam…

4. MİSAL

Şimdi bir onbaşı düşünüyoruz. Soru sahibi soruyor: “Bu onbaşı kimden emir alıyor?”

Biz cevap veriyoruz: “Yüzbaşıdan emir alıyor.”

Soru sahibi tekrar soruyor: “Peki yüzbaşı kimden emir alıyor?”

Biz cevap veriyoruz: “O da binbaşıdan emir alıyor.”

Soru sahibi tekrar soruyor: “Peki binbaşı kimden emir alıyor?”

Biz cevap veriyoruz: “O da albaydan emir alıyor.”

Soru sahibi tekrar soruyor: “Peki albay kimden emir alıyor?”

Biz cevap veriyoruz: “O da generalden emir alıyor.”

Soru sahibi tekrar soruyor: “Peki general kimden emir alıyor?”

Biz yine cevap veriyoruz: “O da padişahtan emir alıyor.”

Soru sahibi tekrar soruyor: “Peki padişah kimden emir alıyor?”

Biz şöyle cevap veriyoruz: “Padişah kimseden emir almıyor. Padişah deyince halkına emir verebilen ancak kimseden emir almayan zatı kabul ederiz. Emir alana padişah denmez. Belki onbaşı, belki yüzbaşı, belki de başka bir şey denir; ama padişah denmez. Padişah o zattır ki, dilediğine emir verir; ama kimse ona emir veremez. Sen padişahı bu vasfıyla kabul edip “Padişah kimden emir alıyor?” sorundan vazgeçmelisin. Eğer vazgeçmiyorsan bil ki, sen “padişah” dediğinde bir padişahtan bahsetmiyor ve bir padişahı kabul etmiyorsun. Sen belki bir onbaşıya “padişah” ismini takmış ve padişahı ona benzetmişsin, sorunu da bu yanlış benzetme ile soruyorsun. Bu sebeple de “Padişaha emir veren yoktur.” cevabını kabul etmiyorsun. Buradaki sorun, senin yanlış padişah kabulünde ve padişahı tanımamandadır. Çözüm de padişahı tanımanda ve “padişah” denildiğinde kimden bahsedildiğini öğrenmendedir. İş bu kadar basittir.

Aynen bu misalde olduğu gibi, soru sahibi soruyor: “-Hâşâ- Allah’ı kim yarattı?”

Biz de cevap veriyoruz: “Ezelin ve ebedin sultanı olan Allah’ı kimse yaratmamıştır. Bilakis her şeyi yaratan O’dur. Zaten Allah, yaratılmayan zata verilen addır. Ve sen “Allah” demekle o zatı kabul ediyorsun. Şunu bilmelisin ki, bir şeyi kabul ettiğinde onu bütün hakikatleriyle kabul edersin. Mesela geceyi kabul ettiğinde karanlığını da kabul edersin. Yok, geceyi aydın olarak kabul ediyorsan; bil ki senin kabul ettiğin gece değil, gündüzdür. Ya da balığı kabul ettiğinde yüzmesiyle birlikte kabul edersin. Yok, balığı uçuyor kabul ediyorsan; bil ki senin kabul ettiğin balık değil, kuştur. Aynen bunun gibi, Allah’ı kabul ettiğinde de yaratılmayan bir zatı kabul edersin. Yok, Allah’ı yaratılmış olarak kabul eder ve ona bir yaratıcı ararsan; bil ki senin kabul ettiğin Allah değil, başka bir şeydir. Belki kafandaki farazi Allah’tır. Biz seni kafandaki farazi Allah’ı bırakıp İslam’ın ve Kur’an’ın öğrettiği Allah’a davet ediyoruz.

5. MİSAL

Soru sahibi bir kelimeyi göstererek soruyor: “Akılsızlık kelimesi hangi kelimeden türemiştir?”

Biz cevap veriyoruz: “Akılsız kelimesinden türemiştir.”

Soru sahibi tekrar soruyor: “Peki akılsız kelimesi hangi kelimeden türemiştir?”

Biz cevap veriyoruz: “Akıl kelimesinden türemiştir.”

Soru sahibi yine soruyor: “Peki akıl kelimesi hangi kelimeden türemiştir?”

Biz şöyle cevap veriyoruz: “Akıl kelimesi hiçbir kelimeden türememiştir. Bu kelime köktür.”

Soru sahibi tekrar soruyor: “Ama nasıl türememiş, o da türemeli; onun da türediği bir kelime olmalı.”

Biz şöyle cevap veriyoruz: “Bak, anlayabilmen için biraz daha detaylı anlatıyım. Kelimeler, basit ve türemiş olarak iki kısımdır. Kök hâlinde olan kelimelere basit kelime denir. Bu kelimeler hiçbir kelimeden türememiştir. Bu kelimeler köktür. Kök veya gövde hâlindeki kelimelere yapım ekleri eklenerek meydana gelen yeni kelimelere ise “türemiş kelimeler” denir. Mesela sorduğun kelimeyi ele alalım: “Akılsızlık” kelimesi türemiş bir kelimedir ve “akılsız” kelimesinden türemiştir. “Akılsız” kelimesi de türemiş bir kelimedir ve “akıl” kelimesinden türemiştir. Ama “akıl” kelimesi türemiş değildir, köktür. Kök olduğu için de ona başka bir kök aranmaz. Zaten o da başka bir kökten gelseydi ona “kök kelime” demez, “türemiş kelime” derdik. Aradaki bu farklı isimlendirme bile iki kelime türünün de aynı olmadığını gösterirken sen kök kelimeyi türemiş kelime gibi kabul ediyor ve türemiş kelimeler hakkında sorabileceğin bir soruyu kök kelime hakkında da soruyorsun. Yani sen kök olan bir kelimeye kök arayarak büyük bir hata yapıyorsun. Senin bu hatanın sebebi, dil bilimine karşı cehaletindir. Biraz dil bilimiyle ilgilenseydin sorduğun sorunun ne kadar saçma olduğunu hemen anlar ve maskara olmaktan kurtulurdun.

Aynen bu misal gibi, şu kâinattaki her bir varlık da bir kelimedir. Kuştan tutun balıklara, sivrisinekten tutun gezegenlere kadar her bir mahlûk şu kâinat kitabında yazılmış kelimeler hükmündedir. Bu kelimelerin hepsi türemiştir. Allah-u Teâlâ’nın kudreti ile türemişler ve vücut bulmuşlardır. Türemiş kelimeler hükmündeki bu varlıklar hakkında, “Bu neden türedi? Şu neden türedi?” gibi sorular sorabiliriz. Ancak bütün bu kelimelerin yaratıcısı olan Allah hakkında, -hâşâ- “Allah neden türedi?” diyemeyiz. Eğer dersek türemiş kelimelerle kök kelimeleri karıştırdığımız gibi, yaratılan varlıklarla onların yaratıcısını karıştırmış ve yaratıcıyı yaratılana benzeterek büyük bir hata yapmış oluruz.

Hem şunu da sormak istiyoruz: Kâinattaki hangi eşyayı, “Bu bundan, bu bundan, bu bundan…” diyerek izah edebiliriz? Mesela sorulsa, “Biz neyin üzerinde duruyoruz?” Cevabı şudur: “Ayaklarımız üzerinde duruyoruz.” Yine sorulsa, “Peki ayaklarımız neyin üzerinde duruyor?” Cevap şudur: “Zeminin üzerinde duruyor.” Artık zemin gibi bir dayanak bulduktan sonra bir daha aynı soruyu sormaya gerek var mıdır? Ve eğer sorulsa ve denilse, “Peki zemin neyin üzerinde duruyor?” Buna ne cevap verilecek? Hadi bir cevap verildi diyelim, “O neyin üzerinde, o neyin üzerinde…” diyerek kaç basamak daha ilerlenir. Bu saçmalamaktan başka nedir!

Ya da başka bir varlığı ele alalım ve mesela yağmura bakalım: Şöyle sorulsa, “Yağmur neden oluyor?” Cevap versek, “Bulutlardan oluyor.” Sonra tekrar sorulsa, “Peki bulutlar neden oluyor?” Cevap olarak anlatsak, “İşte denizlerin dalgalarında şunlar açığa çıkar… Havada şöyle birleşir… Şöyle olur, böyle olur…” diye anlatsak, sonra soru sahibi tekrar sorsa, “Peki o denizlerden yükselen ve havada bulunan şeyler neden oluyor?” Artık bu sorunun bir mantığı var mıdır? Elbette yoktur. Zira bulutun oluşumu izah edildikten sonra mesele bitmiştir. Hadi faraza soruldu kabul edelim ve buna da bir cevap verildi. Peki, “Bu bundan, bu bundan, bu bundan…” diyerek kaç basamak daha ilerlenir?

Sözümüzün özü şudur: Daha şu gözümüz önündeki eşyanın varlığını bile, “Bu bundan, bu bundan…” diyerek izah edemezken, nasıl oluyor da milyonlarca senelik bir âlemi, “Bu bundan, bu bundan…” diyerek izah ediyor ve ta Allah’a kadar gelerek O’na bir yaratıcı arıyoruz? Bu nasıl bir akıldır ya da daha doğrusu akılsızlıktır! Aklı olan herkes buna şaşar.

Eserimizin burada sonuna geldik. Kim bu eseri insafla seyretse sorusunun cevabını iki kere iki dört eder katiyetinde bulur. İnsafı elden bırakana ise ne kadar dense yine azdır. Öyle ya, hidayet Allah’tandır. Kul isteyecek ki Allah ona hidayet versin. Kul istemezse, Allah da hidayetini murad etmezse, biz ne kadar anlatırsak anlatalım yine iman gerçekleşmez. Cenab-ı Hakk’tan, gönülleri vesveselerle yaralanmış olanlar için hidayet istiyor ve bu eseri hidayetlerine vesile yapmasını niyaz ediyoruz.

Cenab-ı Hakk bu eseri günahlarımıza kefaret yapsın. Bizi kendine kul ve Habibine ümmet eylesin. Bu eserin dağılması hususunda gayret gösteren bütün kardeşlerimizin amel defterlerine kıyamete kadar bu eserin seyredilmesinden hâsıl olacak sevabı bitamamiha yazsın. Âmin!

İnsan, Sanatkarının En Güzel Modelidir!

Sanat eseri, sanatkârın kendi tarzıyla gördüğü, duyduğu veya anlatılan olayları, tarihi, protestoyu, sevgiyi, nefreti, mutluluğu veya bunun gibi şeyleri anlattığı özgün esere denir.

Sanatın ulusal ve evrensel boyutu vardır. Resim, müzik, plastik ve endüstriyel sanatlarla verilmiş birçok örneği vardır. Herkesin bir anadili olduğu gibi sanatın da bir dili vardır. Sanatçı dilsiz değildir, o sanatının özgün diliyle konuşur.

Sanat; özgündür, çeşitlidir, tek bir eserle sanatkâr olunmaz, çok üretmek gerekir. Picasso tanınan en üretken sanatçıdır. Guiness Rekorlar Kitabı’na göre, toplam resim, 100,000 baskı, 34,000 kitap resmi ve 300 heykel ve birçok seramik ve çizim üretmiştir.

Picasso, Alman ordularının Guernica kasabasını bombalamasını anlatan Guernica adlı eserindeki insan ve hayvan figürleriyle acı, hüzün ve savaşa karşı duyulan nefreti anlatmaktadır.”Bu resmi siz mi yaptınız” diye soran bir Alman generaline, çok anlamlı bir söz olan, “Hayır, siz yaptınız” cevabı tarihe geçmiştir.

Klasik Batı Müziği‘nin, en üretken ve en etkili bestekârlarından biri olan Haydn, hayatı boyunca 800’ün üzerinde besteye imza atmış, Mozart ise 35 yıllık ömrüne ancak 626 eser sığdırabilmiştir.

Sanat eserlerinde gözlenen güzellikler, sanatkârının güzelliğinin yansımalarıdır. Ancak bu yansıma, sanatçının özündeki güzelliğin, sadece bir anlık yansımasıdır. Her yeni sanat eseri, yeni bir güzelliğe de ayna olmaktadır.

Tolstoy; Sanat nedir? İsimli eserinde, “Sanatta asıl olması gereken, eseri oluşturan sanatçı ile onu algılayan kişi arasındaki duygu alışverişi olmasıdır” diyerek birçok sanatçıyı bu ilişkiyi kuramadıkları için eleştirmiştir.

Kâinat ve insan ise, ilahi sanat eserleridir. Bu sanatın da bir dili vardır. İnsanlar, sanatkârların eserlerine bakıp onların neleri anlattığını çözdükleri gibi, bu sanatkârın eserlerine de iyice bakıp onun dilini çözebilmelidirler. İlahi sanatın sahibi de eserleriyle çok şeyler söylüyor. O; bizi seviyor ve kendini bize sevdirmek istiyor. İşte gerek insana ve gerekse diğer bütün diğer sanat eserlerine bakınca, bu duyguyu insanlara yaşatıyor. Beş duyularımızla ve içimizde taşıdığımız duygularımızla bizi nekadar çok sevdiğini ve bizim de onu sevmemizi istediğini görüyoruz.

Kânat gibi insan vücudu da Yaratıcının sanatı için bir model olmuştur. O; vücut adı verilen elbiseyi keser, biçer ve diker, sanatını gösterir. Esma-ül Hüsna’dan yetmişten fazla “Güzel isim”in bütün ifadelerini ve yansımalarını insan üzerinde görebiliriz.

* insanın mahiyet-i câmiasında nakışları zâhir olan yetmişten ziyâde esmâ vardır. Meselâ, yaratılışından Sâni’, Hâlık ismini ve hüsn-ü takvîminden Rahmân ve Rahîm isimlerini ve hüsn-ü terbiyesinden Kerîm, Latîf isimlerini ve hâkezâ, bütün âzâ ve âlâtı ile, cihazât ve cevârihi ile, letâif ve mâneviyâtı ile, havâss ve hissiyâtı ile ayrı ayrı esmânın ayrı ayrı nakışlarını gösteriyor. Demek, nasıl esmâda bir İsm-i âzam var; öyle de, o esmânın nukuşunda dahi bir nakş-ı âzam var ki, o da insandır.

Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku. Yoksa, hayvan ve câmid hükmünde insan olmak ihtimâli var. (SÖZLER, 33.Söz)

İnsan yaratılmış olmasıyla; Allah’ın “Halık”, hayat sahibi olmasıyla “Hayy” ve “Muhyi”,ayakta kalıp varlığını devam ettirmesiyle Kayyum”, ilk defa yaratıldığı için “Mübdi”, benzersiz yaratıldığı için “Bedi”, her şeyiyle birbirine uyumlu yaratılmasıyla “Bari”, kusursuz bir surette ve güzellikte oluşuyla; “Musavvir”, süslü bir yaratılışta olmasıyla “Müzeyyin”, gözüyle, saçıyla, teniyle ve organlarıyla farklı renklerde yaratılmasıyla “Mülevvin”konuşmasıyla “Mütekellim”, isimlerinii gösterir. İnsanın her organı, her hücresi her hissiyatı Allah’ın ilminden haber verir. Bu yönüyle bütün insanlar “Âlim” ismine mazhardırlar.

Herşeyi hikmetle ve san’atla yaratan “Sâni-i Hakîm”, sonsuz cömertlik ve ikram sahibi olan “Kerîm”, yarattıklarına bağış ve iyiliklerde bulunan “Muhsin”, yarattıklarına nimetler veren “Mün’im”, herşeyi en güzel şekilde yaratan “Mücemmil”, dilediğine dilediği konuda üstünlük veren, lütufta bulunan “Mufaddıl” isimlerinin yansımalarını da insanda görebiliriz.

Allah’a muhtaç yaratıldığımız için O’nun “Samed” ismini, tüm hücrelerimize hükmettiği için “Hakem” ismini, sürekli O’nun kontrolünde olduğumuz için de “Hafiz” isminin, tecellilerini yansıtırız

Hastalanırız, “Şafi” ismiyle yardımımıza koşar, şifa verir iyileşiriz. İlaçlarımızı kullanırız fakat gerçek şifa verenin O, olduğunu anlarız. Açlık çekeriz, yemek yeriz tok oluruz, yediğimiz bu gıdaları yaratanı O, olduğunu anlar “Rezzak” ismiyle bunları bize gönderenin O olduğunu anlarız.Maddi ve manevi sıkıntıda olanlara “Darr” isminin tecellisini imdada yetişir.

Allah’a karşı suç işlediğimizde; suçlara karşı hemen ceza vermeyen, yumuşak davranan süre veren ‘Halim’ ismiyle, kullarının günahlarını, hatalarını ve kusurlarını çokça bağışlayan ‘Gafur’ isminin tecellilerini görürüz.

Allah’ın, sonsuz merhamet ve şefkatle bütün varlıkları rızıklandıran ‘Rahman’ ile sonsuz merhamet sahibi ‘Rahim’ isimlerinin ışıklarını en çok insanda görürüz.

Artık insanın ölümü yaklaştığında ölümü veren ’’Mumit’’ ve ruhları alan ’’ Kabıt’’ isimlerinin parıltısı görülmeye başlar.

Her insanda onun karakterine göre ön plana çıkan bazı isimler vardır. O isimler, o kişi deism-i azam olup diğer isimler ise onun gölgesinde kalır.

İnsanın kendisi hem mükemmel bir sanat eseridir; hem de dünyadaki bütün sanatlar onun eliyle yapılmaktadır. Ama İlahi sanatkârla aralarında bir fark vardır. İnsanların ürettikleri cansız, İlahi sanatın ürettikleri ise hem cansız hem de canlılar dünyasındandır. O; hem cansız varlıkları sanatlı hem de o cansız atomlara hayat vererek birbirinden çok farklı canlı sanat eserleri yaratmıştır. Ancak aradaki yetmiş bin perdeyi kaldırınca O’na ulaşılabilir. Ama insan, evrendeki sanata bütünsel bakmayı öğrendiğinde aradaki siyah perdeler öyle kolay kalkar ki ışıklı olanların karşısında hayretle bakar ve O’nu bulabilir.

Evreni yaratan Sanatçı ortaya yeni yeni eserler koydukça, yani yeni insanlar yarattıkça, aynada yansıyan yeni güzellikler yeryüzünü doldurmaktadır.

*İnsanın san’atıyla Hâlıkın san’atı arasındaki fark: İnsan kendi san’atının arkasında görünebilir; amma Hâlıkın masnuu arkasında yetmiş bin perde vardır. Fakat, Hâlıkın bütünmasnuatı def’aten bir nazarda görünebilirse, siyah perdeler ortadan kalkar, nuranîler kalır. (MESNEVİ-İ NURİYE, 10. Risale)

İnsan; bir ressamın tablosundaki şekiller, çizgiler ve renklerin özgün karışımı gibidir. O; dünyada en ünlü bir heykeltıraşın elinde yonttuğu en kıymetli eserinden daha kıymetlidir. Çünkü o, canlıdır, duyguları vardır, devamlı değişim ve gelişim içindedir ve o,ilahi bir sanat eseridir. Sanatkârının her birini tek ve özel yarattığı eseridir.

İnsan denilen ilahi sanatın bütün parçaları hem birbirine benzer hem de birbirinden çok ayrı, kendine özgün özellikler taşır. Ama her bir insan, hem tek başına veya hepsi bir bütün olarak, kendi sanatkârı olarak tek bir yaratıcıyı gösterirler.

Bugün dünyada 7 milyar insan yaşıyor. Dünya var olduğundan bugüne kadar yaşayan ve bugünden evrenin son bulacağı güne kadar yaşayacak olan insanlara bakılacak olursa, hem birbirine benzeyen hem de her biri özel olan birçok sanat eseriyle karşılaşılır. Bunlara bir de hayvanlar ve bitkiler, evrendeki yıldızlar ilave edilecek olursa, ne kadar çok sanat eseri yaratıldığı, görülecektir. Herbir varlık kendi başına adeta bir sanat galerisidir. Sanat içinde sanat saklanmış sanat eserleridir.

Evrendeki çeşitliliğe ve her an yenilenmeye ve çoğalmaya bakılırsa onlar, sanatkârının kesinlikle bir ve tek olduğunu, ona hiçbir sanatçnın ulaşamayacağını gösterirler.

Esmâü’l-Hüsnâ“; Allah’ın nasıl bir varlık olduğunu, O’nun niteliklerini, özelliklerini ve hangi vasıflara sahip olduğunu anlatan isim ve sıfatlarıdır.Allah’ı güzel isimleriyle tanımak ve anmak, O’na layık olmayan nitelikler isnat etmemek insanın en başta gelen görevidir. İnsan bir ayna olur, O’nun varlığını ve birliğini yansıtır. Kendi ruh aynasında O’nu gösterir.

*zîhayatta ve bilhassa insanda, o derece san’at-ı câmia içinde, hadsiz envâ-ı nimeti anlayacak, kabul edecek, isteyecek cihazat ve âletler vardır ki, bütün kâinatta tecelli eden bütün esmâsının cilvesine mazhardır. Âdetâ bir nokta-i mihrakiye hükmünde, bütün Esmâ-i Hüsnâyı birden mâhiyetinin aynasıyla gösterir ve onunla ehadiyet-i İlâhiyeyi ilân eder.(MEKTUBAT,20.Mektup)

*İnsanın, câmiiyeti ve şecere-i kâinatın en münevver meyvesi olduğundan, bütün kâinatta cilveleri tezâhür eden Esmâ-i Hüsnâyı birden âyine-i ruhunda gösterebilmesi cihetiyle, Cenâb-ı Hak, tecellî-i Zâtıyla ve Esmâ-i Hüsnânın âzamî mertebede nev-i insanın mânen en âzam bir ferdine tecellî-i âzam tezâhür eder (SÖZLER, 31.Söz)

*Cenâb-ı Hak, insana giydirdiği vücut libasını san’atına mazhar ediyor. İnsanı bir model yapmış; o vücut libasını o model üstünde keser, biçer, tebdil eder, tağyir eder, muhtelif esmâsının cilvesini gösterir. Şâfî ismi hastalığı istediği gibi, Rezzak ismi de açlığı iktiza ediyor, ve hâkezâ…(LEM’ALAR.2.Lema)

İnsan, üç yönden Yaratanın ilahi isimlerini kendinde gösterir.

Birinci yönü; zıddıyla göstermektir. İnsan nekadar aciz, zaaf, fakirlik, ihtiyaç, noksanlık ve kusurluluk içinde ise yaratıcı o kadar mutlak, sonsuz güç ve kudret sahibidir.

İkinci yönü; Allah’ta bulunan sonsuz boyuttaki bazı özellikleri, kendindeki küçücük örneklerine bakarak kıyas yoluyla göstermektir. Kendindeki küçücük ilim, güç, görme, işitme, bir şeylere sahip ve hâkim olma gibi yeteneklerine bakarak yaratıcının evrendeki Rububiyetini anlar ve ona ayna olur, yansıtır ve bildirir.

Üçüncü yön ise; kendi üstünde görülen işlenmiş nakışların diliyle, yüce Yaratıcıyı göstermektir.

*Birinci vecih: Gecede zulümât, nasıl nuru gösterir; öyle de, insan zaaf ve acziyle, fakr ve hâcâtıyla, naks ve kusuruyla bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretini, kuvvetini, gınâsını, rahmetini bildiriyor ve hâkezâ, pekçok evsâf-ı İlâhiyeye bu sûretle âyinedarlık ediyor. Hattâ, hadsiz aczinde ve nihayetsiz zaafında, hadsiz a’dâsına karşı bir nokta-i istinad aramakla, vicdan, dâimâ Vâcibü’l-Vücuda bakar. Hem, nihayetsiz fakrında, nihayetsiz hâcâtı içinde, nihayetsiz maksadlara karşı bir nokta-i istimdâd aramaya mecbur olduğundan, vicdan, dâimâ o noktadan bir Ganî-i Rahîmin dergâhına dayanır, duâ ile el açar. Demek, her vicdanda şu nokta-i istinad ve nokta-i istimdâd cihetinde iki küçük pencere Kadîr-i Rahîmin bârigâh-ı Rahmetine açılır; her vakit onunla bakabilir

İkinci vecih âyinedarlık ise: İnsana verilen numûneler nevinden cüz’î ilim, kudret, basar, sem’, mâlikiyet, hâkimiyet gibi cüz’iyât ile, Kâinat Mâlikinin ilmine ve kudretine, basarına, sem’ine, hâkimiyet-i rubûbiyetine âyinedarlık eder; onları anlar, bildirir. Meselâ, ben nasıl bu evi yaptım ve yapmasını biliyorum ve görüyorum ve onun mâlikiyim ve idare ediyorum; öyle de, şu koca kâinat sarayının bir ustası var, o usta onu bilir, görür, yapar, idare eder ve hâkezâ.

Üçüncü vecih âyinedarlık ise: İnsan, üstünde nakışları görünen esmâ-i İlâhiyeye âyinedarlık eder. “Otuz İkinci Sözün Üçüncü Mevkıfı”nın başında bir nebze izah edilen, insanın mahiyet-i câmiasında nakışları zâhir olan yetmişten ziyâde esmâ vardır. Meselâ, yaratılışından Sâni’, Hâlık ismini ve hüsn-ü takvîminden Rahmân ve Rahîm isimlerini ve hüsn-ü terbiyesinden Kerîm, Latîf isimlerini ve hâkezâ, bütün âzâ ve âlâtı ile, cihazât ve cevârihi ile, letâif ve mâneviyâtı ile, havâss ve hissiyâtı ile ayrı ayrı esmânın ayrı ayrı nakışlarını gösteriyor. Demek, nasıl esmâda bir İsm-i âzam var; öyle de, o esmânın nukuşunda dahi bir nakş-ı âzam var ki, o da insandır.

İnsanın, nasıl, ruhu bütün cesedine öyle bir münâsebeti var ki, bütün âzâsını ve eczâsını birbirine yardım ettirir. Yani, irâde-i İlâhiye cilvesi olan evâmir-i tekviniyeye ve o emirden vücud-u haricî giydirilmiş bir kanun-u emrî ve latîfe-i Rabbâniye olan ruh, onların idaresinde, onların mânevî seslerini hissetmesinde ve hâcâtlarını görmesinde birbirine mâni olmaz; ruhu şaşırtmaz, ruha nisbeten uzak yakın bir hükmünde, birbirine perde olmaz. İsterse çoğunu birinin imdadına yetiştirir, isterse bedenin her cüz’ü ile bilebilir, hissedebilir, idare edebilir. Hattâ, çok nurâniyet kesb etmiş ise, herbir cüz’ü ile görebilir ve işitebilir.

Öyle de,” En yüce sıfatlar Allah’ındır. (Nahl, 60.) , Cenâb-ı Hakkın mâdem Onun bir kanun-u emri olan ruh küçük bir âlem olan insan cisminde ve âzâsında bu vaziyeti gösteriyor, elbette âlem-i ekber olan kâinatta o Zât-ı Vâcibü’l-Vücudun irâde-i külliyesine ve kudret-i mutlakasına hadsiz fiiller, hadsiz sadâlar, hadsiz duâlar, hadsiz işler, hiçbir cihette Ona ağır gelmez, birbirine mâni olmaz, o Hâlık-ı Zülcelâli meşgul etmez, şaşırtmaz. Bütününü birden görür, bütün sesleri birden işitir. Yakın, uzak birdir. İsterse bütününü birinin imdadına gönderir. Herşey ile herşeyi görebilir, seslerini işitebilir ve herşey ile herşeyi bilir., ve hâkezâ. (SÖZLER,33.Söz,31.Pencere)

Dr.Selçuk Eskiçubuk

İsm-i Âzam’ı bilen var mı? İsm-i Azam Nedir?

Yüce Allah’ın ismi yüzlercedir, binlercedir. Kur’an’da yüzlerce vardır. Peygamberimiz Allah’ın 99 ismini bildirir. Cevşenü’l-Kebir, Peygamberimizin özel bir duasıdır ve Allah’a 1000 ismiyle dua eder. Fakat Allah’ın kelamı/kelimeleri sayıya gelmeyecek kadar çok olduğu gibi, isimleri de sonsuzdur, sayısını sadece Allah bilir.

Allah’ın isimleri içindeki en büyük isme İsm-i Âzam denir. Öyleyse İsm-i Âzam hangisidir?

Bu sorunun ilk cevabını Peygamberimizden öğreniyoruz.

“Allah’ın İsm-i Âzam’ı şu iki ayettedir:

1. İlahınız, tek olan ilahtır, ondan başka ilah yoktur, O Rahman ve Rahim’dir. (Bakara, 2:163)

2. Elif Lam Mim. O Allah ki, O’ndan başka ilah yoktur, O Hayy ve Kayyum’dur” (Al-i İmran, 3:1-3)”

Bir adam şöyle dua ediyordu: “Ey Allah’ım! Hamdlerim Sanadır, nimetleri veren Sensin, Senden başka ilah yoktur. Sen semavat ve arzın celal ve ikram sahibi yaratıcısısın, Hayy ve Kayyumsun (kâinatı ayakta tutan hayat sahibisin.) Bu isimlerini şefaatçi yaparak Senden istiyorum!

Bu duayı işiten Peygamberimiz sordu: “Bu adam neyi vesile kılarak dua ediyor, biliyor musunuz?

Allah ve Resulü daha iyi bilir?

Nefsimi kudret elinde tutan Zat’a yemin ederim ki, Allah’a İsm-i Âzam’ı ile dua etti. O İsm-i Âzam ki, onunla dua edilirse Allah icabet eder, onunla istenirse verir.”

Her ismin azamlık mertebesi

Peygamberimiz tek ismi değil de, birkaç ismi birden İsm-i Âzam olarak bildiriyor. Bu açıdan ulema, İsm-i Âzam’ın hangi isim olduğu hususunda kesin bir şey söylemez.

Mesela Bediüzzaman Said Nursî kendisine yöneltilen bir soru üzerine diyor ki: “Mektubunda İsm-i Âzam’ı sual ediyorsun. İsm-i Âzam gizlidir. Ömürde ecel, Ramazan’da Leyle-i Kadir gibi, esmâda İsm-i Âzam’ın gizlenmesinin mühim hikmeti var. Kendi nokta-i nazarımda hakikî İsm-i Âzam gizlidir, havassa (büyük Allah dostlarına) bildirilir. Fakat her ismin de âzamî bir mertebesi var ki, o mertebe İsm-i Âzam hükmüne geçiyor. Evliyaların İsm-i Âzam’ı ayrı ayrı bulması bu sırdandır. Hazret-i Ali’nin (r.a.) Ercûza namında bir kasidesi Mecmuatü’l-Ahzab’da var. İsm-i Âzam’ı altı isimde zikrediyor. İmam-ı Gazâlî onu Cünnetü’l-Esmâ namındaki risalesinde, Hazret-i Ali’nin zikrettiği ve İsm-i Âzam’ın muhîti olan o altı ismi açıklamış ve hassalarını (özelliklerini) beyan etmiştir. O altı isim de Ferdün, Hayyün, Kayyûmun, Hakemün, Adlün, Kuddûsün’dur.” (Barla Lâhikası,175)

Bu konuya Otuzuncu Lem’ada şöyle bir açıklama getirilir: “İsm-i Âzam herkes için bir olmaz; belki ayrı ayrı oluyor” dedikten ve Hz. Ali’nin İsm-i Âzam’ı olan altı ismi belirttikten sonra, “İmam-ı Âzam’ın İsm-i Âzam’ı Hakem, Adl, iki isimdir. Ve Gavs-ı Âzam’ın İsm-i Âzam’ı Hayy’dır. Ve İmam-ı Rabbânî’nin İsm-i Âzam’ı Kayyûm ve hâkezâ, pek çok zatlar daha başka isimleri İsm-i Âzam görmüşlerdir.”

Yirminci Mektup’ta ise aynı zamanda bir hadis olan “Lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîke leh…” Tevhid kelimesinin de bir İsm-i Âzam olduğundan söz eder.

Her ismin bir âzamlık mertebesi vardır. Bütün isimlerin en âzamî (yüce, büyük) mertebesinde Sevgili Peygamberimiz vardır. Ona inen Kur’ân-ı Kerim ise Arş-ı Âzam’dan ve İsm-i Âzam’dan gelmiştir. Öldükten sonra dirilme anlamına gelen haşir ve kıyamet ise İsm-i Âzam’ın ve bazı isimlerin en yüce mertebede mazharı ve tecellisidir.

Allah lafzının kökeni

Allah” lafzı özel isimdir, sadece Allah için söylenir ve Allah’a aittir. Kutsal olarak inanılan ve tapınılan hiçbir puta ve batıl mabuda bu isim verilmez, verilmemiştir.

Mesela, Tanrı, Huda, Rab, İlah birer cins isimdir, bunların Tanrılar, Hudayan, Erbab ve Âlihe gibi çoğulları olur, ama “Allah” lafzı için “Allahlar” gibi bir şey söylenmez ve söylenmemiştir.

Elmalılı Hamdi Yazır “Bismillah”ın tefsirinde “Allah” lafzı üzerinde sayfalar dolusu açıklamalarda bulunur. “Yahudiler ve Hıristiyanlar ’lâha‘ derler, Arap bu lafzı alıp tasarruf ederek ’Allah‘ demişler” naklini yapar.

Bu arada Arapça dil bilginleri arasında çok farklı açıklamaları ve yorumları verir. Daha sonra da başta Râzî olmak üzere meşhur ve muteber tefsir âlimlerinin, “Lâfza-i celal, Allah Teâlâ için bir âlem isimdir, bir başka kelimeden türetilmiş değildir” hükmüne varır ve kendisi de bu kanaatini dile getirir.

Allah’ın zatı bütün isimlerden ve sıfatlardan öncelikli olduğu gibi, ismi de öyledir. “Allah, mabud olduğu için Allah değil, Allah olduğu için Allah’tır” cümlesinde, Allah ibadet edilen bir varlık olduğu için değil de, Allah olduğu için Allah olmuştur, hakikatine parmak basar.

Yani insanlar Allah’ı Mabud olarak, ibadete layık olan tek varlık olarak tanısın tanımasın Allah zatında Mabud’dur; O’na her şey ibadet ve kulluk yapmakla borçludur.

Bu açıdan “Allah” lafzı başka bir dilden alınmış ve türetilmiş değildir; dil açısından ismi de zatı gibi ezeliyet perdesi/peçesi içindedir. Allah’ın kendisi ezeli olduğu gibi ismi de ezelidir. Yani Allah’ın varlığı hiçbir varlığın varlığına muhtaç olmadığı gibi, ismi de öyledir.

“Allah” lafzının Kur’ân inmeden önce de Araplar arasında var olduğu biliniyor ve bu husus bazı âyetlerde belirtiliyor.

Allah lafzı Hazret-i İsmail’den beri bilindiğine ve kullanıldığı gibi, ondan binlerce sene önce yaşamış olan Âd ve Semud kavimlerinde ve ilk peygamberler tarafından da biliniyordu.

Tirmizi’de yer alan ve Ebu Hüreyre’nin rivayet ettiği bir hadiste Peygamberimizin “Allah Teala, Hz. Adem’i (a.s) yarattığı ve ruh üflediği zaman, Adem hapşırdı ve elhamdülillah diyerek, izni ile Teala’ya hamd etti” (Tirmizî, Tefsir, Muavvizateyn, 3365) buyurduğu haber verilir.

Demek ki, Hz. Âdem’in ilk sözü “Elhamdülillah” olduğuna göre, Allah’a hamd henüz cennette iken başlamış oluyor.

Bazı rivayetlerde cennetin kapısında “Lâ ilâhe illallah” cümlesinin yazıldığı yer aldığına göre, Allah lafzı insanlıktan önce de vardı ve mevcuttu.

Yahudilerin ve Hıristiyanların “Allah” lafzını kullanmamalarının temelinde, onların birinci derecede tevhid inancından uzak düşmeleri; birisinin Allah’ı kendi milletlerinin özel bir mabudu olarak görmeleri, diğerinin de teslis/üçlü ilah inancına düşmeleri gibi etkenler sebep olmuştur.

Zaman içinde Tevrat ve İncil diğer dinlere tercüme edildiği, tarihî seyri itibariyle bir hayli tahrifat ve değiştirmelere tabi tutulunca “Allah” lafzı da bu arada ihmal edilmiş ve unutulmuş olsa gerektir.

“Tanrı” demek doğru mu?

Türkler Müslüman olmadan önce “tengri” dedikleri bir güce inanıyorlardı. Bu kelime “gökyüzü” anlamına da geldiği için yaratıcıyı gökte farz ederek bazen göktanrı dedikleri de olmuştur. İslam’ı kabul ettikten sonra da Tanrı kelimesini kullanmaya devam ettiler. Bugün bile mesela, “Tanrı misafiri” denir de, “Allah misafiri” denmez. Mehmed Âkif bu ifadeyi “Demek almayacak Tanrı selamını bile” mısraında kullanır.

Türkçe olarak yazılmış eski dinî kitaplara ve manzum eserlere baktığımızda Allah’tan bahsederken İlâh, Rab, Hüdâ, Yezdan gibi Arapça ve Farsça isimlerin Türkçe Tengri (Tanrı) karşılığında kullanıldığını görürüz. Mesela bir ahlak ve nasihat kitabı olan Yusuf Has Hacib’in kaleme aldığı Kutadgu Bilig’de Allah kelimesi geçmekle beraber, bazen “Tengri Teâlâ” olarak da geçer.

Bununla birlikte “Tanrı” kelimesi “Allah” kavramını tam olarak karşılamaktan uzaktır. Çünkü tam yerini tutamaz. Günümüzde de, özellikle diğer batıl dinlerde kutsallık izafe edilerek çeşitli görevler yüklenen putlara Tanrı denirken, hiçbirisi için “Allah” lafzı kullanılmaz ve kullanılamaz. Dinler Tarihi araştırmacısı olan Hikmet Tanyu, “İslamlıktan Önce Türklerde Tek Tanrı İnancı” isimli kitabında, “Allah karşılığında Tanrı kelimesi kullanılabilir, fakat her Tanrı, Allah değildir” derken, farklı bir yoruma yer verir.

Elmalılı Hamdi Yazır ise konuyu derinlemesine incelerken şu tespitlerde bulunur: “Batıl mabudlara, ‘Tanrı’ cins isim olarak verilir. Müşrikler birçok Tanrılara taparlardı. ‘Falanların Tanrıları şöyle, falanlarınki şöyledir’ denilir. Demek ki ‘Tanrı’ bir cins isim olarak ‘Allah’ özel isminin eşanlamlısı değildir. Bu açıdan Allah ismi Tanrı adı ile tercüme olunamaz. Bunun içindir ki, Süleyman Efendi Mevlidine ‘Allah adıyla’ başlamış ‘Tanrı adı’ dememiştir.” (Hak Dini Kur’an Dili, 1:24)

Tanrı olsa olsa “İlah” karşılığıdır. Bunun için Süleyman Çelebi Mevlid’inde, “Birdir Allah, andan artık Tanrı yok” diyerek “Tanrı” kelimesini İlah karşılığında kullanırken, Hasan Basri Çantay, “Lâ ilâhe illallah” cümlesini “Allah’tan başka Tanrı yoktur” şeklinde tercüme ederek aynı şekilde Tanrı kelimesini İlah karşılığında kullanmıştır.

Mehmed Paksu

Moral Dünyası Dergisi

NurNet Ekibi Notu: İsmi-i Azam Duası için tıklayınız!

Hayırlı eş için “Ya Vedud”, unutkanlık için “Ya Rahman”

Dr. Ender Saraç, son kitabı “Artık Ruhunu da Besle”de Allah’ın isimlerinin insan üzerindeki yansımalarını bir doktor olarak ele alıyor. Kitabında insanın maddi ve manevi hastalıklarından Allah’ın hangi ismini zikrederek kurtulabileceklerine dair bilgiler veren Saraç, manevi tekamül için 40 günlük bir diyet öneriyor.

Yaptığı televizyon programlarıyla daha fazla tanınan, yazdığı kitaplarla geniş kitlelere sesini duyuran Dr. Ender Saraç, bu kez farklı bir sesle karşımıza çıkıyor. Zayıflamanın, sağlıklı yaşamanın sırlarını hekimlik boyutuyla hastalarına ve takipçilerine anlatan Saraç, yaşadığı manevî deneyimlerini uzman kişilerden aldığı destekle samimi bir ifadeyle okuyucularla paylaşıyor. Her halimizin Allah’ın güzel isimlerinin yansımaları olduğunu söyleyen Saraç, 99 ismin anlamlarının peşinde duanın gücüne dikkat çekiyor. Hastalıklarımızın pek çoğunun yaşadığımız stres, sıkıntı, manevî bunalımlar olduğunu gözlemleyen Saraç, her bir esmanın izinden nasıl gitmemiz gerektiğini, manevî gıda almadan sağlıklı olamayacağımızı söylüyor.

Yıllardır yaptığı doktorluğunda yüz binlerce hastayla karşılaşan Dr. Ender Saraç, hastalıkların büyük çoğunluğunun psikolojik nedenlere bağlı olduğunu, yaşanan manevî boşlukların bir süre sonra bedene yansıdığını söylüyor. Maddî açıdan ilaçlar, diyetler tavsiye edilse de ruhsal sorunlar çözülmediğinde tesirlerin geçici olduğuna dikkat çekiyor. Herkesin manevî bir beslenmeye ihtiyaç duyduğu gerçeğini fark eden Saraç, yaptığı tüm araştırmalar, okumalar, aldığı eğitimler sonucunda geldiği noktada en noksansız ve eksiksiz kaynağın Kur’an-ı Kerim olduğunu, en büyük huzur ve şifa kaynağının da İslamiyet olduğunu söylüyor.

Saraç, ruhun vitaminlerini doğru kullanmak, içimizi bunaltan, tarif edemediğimiz sıkıntılarımızı giderecek olan manevî detoks olarak adlandırabileceğimiz tüm ipuçlarını Allah’ın güzel isimlerinde bulabileceğimizi ifade ediyor.

Hayy Kitap tarafından yayınlanan “Artık Ruhunu da Besle” kitabında Dr. Ender Saraç bilinen kimliğinden ziyade farklı bir bakış açısıyla yaralı ruhları tedavi etmeyi hedefliyor. Yıllarca sağlıklı beslenme konusunda önerileri takip edilen Saraç, doğumdan ölüme kadar yaşamın her anında Allah ile kurulması gereken yakınlığı, O’nun isimleriyle yakalanabilecek manevî iklimi işaret ediyor.

“Yüce Allah’ın sıfatları gibi isimleri de sonsuzdur. Ama kullarına bildirdiği ve her kulunda yansımaları olan isimleri 99’dur. Dua en büyük kuvvettir. Dua ederken Esmaü’l-Hüsna’nın bizdeki tecellisini ve enerjik açılımını bulmaya ihtiyacımız var” diyen Saraç, esmaların ruhun vitamini olduğunu, nasıl vücutta B12 vitamini eksik, çinko düşük, demir fazla, kansızlık var gibi eksiklikler saptanıp gerekli takviye yapılıyorsa duada da manevî eksikliklerimizi anlamaya çalışmak ve Allah’ın isimlerine sığınarak yardımı yine ondan istememiz gerektiğini belirtiyor.

Kitabında Esmaü’l-Hüsna’ya detaylı ve samimi bir ifadeyle değinen Dr. Saraç, hayatımızın her döneminde her bir esmanın cilvesinin bize kendini gösterdiğini, çoğu zaman farkında bile olmadan yükselip alçaldığımızı, daralıp ferahladığımızı ve tüm bunlara hakiki manada kafa yorulup düşünülmediği için de manevî rahatlığın olmadığını söylüyor. Oysaki deneyimleyerek yaşadığımız her hal Allah’ın kuluna sunmuş olduğu bir yansıma.

Saraç, kitabında insanoğlunun kendinde hangi ismin daha fazla tecelli ettiğine dikkat etmesi gerektiğini, bununla beraber yaşadıklarına daha farklı anlamlar yükleyeceğini belirtiyor. “Kim niye daha geç yaşlanıyor? Kimin işi bir türlü rast gitmiyor? Kim çabuk hasta oluyorken, kim hemen sinirleniyor?” gibi soruların cevabı Allah’ın isimleri hakiki manada bilinirse çok da zor değil. Geç yaşlanan birinde Hayy ismi çok iyi çalışıyorken, hayatta bir anda her şeyi yıkılan insanda Darr ismi baskın görülüyor. Her işi kolaylıkla hallolan birinde Rauf, Nafi, Veliyy gibi isimler katalizör görevi yaparken, uğraşmasına rağmen başarı elde edemeyen birinde ise Müzill ismi yansıyor.

Allah’ın şefkat ve merhamet dolu, müşfik esmalarının, yıkıcı ve öğretici esmalarından daha çok olduğuna dikkat çeken Saraç, Allah’ın her kulunu nurundan, sevgisinden yaratmış olduğu gerçeğine değinerek tekamül etmemiz için yaşamamız gereken ruhsal deneyimler olduğu hakikatine de parmak basıyor. Saraç, Allah-u Teala’nın güzel isimlerini zikretmenin insanın içindeki enerji akışını artıracağına, böylelikle de güç kazanacağına değiniyor.

40 günlük tefekkür diyeti

“Bir hastanın kansızlık belirtileri bellidir ama yine de mutlaka bir tahlil yapılarak sonuca bakılır. Nasıl ki maddî bir rahatsızlıkta sonuca varmak için bir araştırma inceleme süreci varsa manevî şifa aramalarımızda da bu süreci kendimiz yapmalıyız” diyen Dr. Saraç, manevî zaaflarımızı herkesten çok kişinin kendisinin bildiğini ve eksikliklerimiz ve iyi yönlerimizle yüzleştikçe Allah’ın bizde yansıttığı esmaların izlerini bulacağımızı söylüyor. “Mesela bir çocuğun başını okşayıp sevdiğinizde yaşadığınız duygu Vedud isminin coşmuş bir tezahürü olabilir. Ya da tersini düşündüğümüzde sevdiğiniz kişilerden gereken ilgiyi alakayı görmediğiniz de Vedud isminin eksikliğiyle karşı karşıya olabilirsiniz. Bu duygulara erişmek için manevî vitaminlerin peşinde olmak nasıl rahatsızlandığımızda taze meyve suyu içerek ayaklanmak istediğimiz gibi zikirlerin enerjisini bedenlerimize içirmeliyiz” diyor kitabında Saraç.

“Artık Ruhunu da Besle” diyerek yola çıkan Ender Saraç kitabında duanın, ibadetin ve zikrin insan yaşamındaki olumlu yansımalarını samimi bir paylaşımla aktarıyor. Kitabında ayrıca özel bir bölüm ekleyen Saraç, okuyucularına 40 günlük bir tefekkür diyeti de öneriyor. Çalışma hayatının içerisindeki tempodan sıyrılmaya çalışarak bir ruhsal arınma isteyenlere günlük olarak sunduğu diyet tavsiyesinde yine negatif düşüncelerden uzaklaşmak ve huzurlu olmaya çalışmak temel amaç olarak görülüyor. Saraç, 40 günlük tefekkür diyetinde, aşırı duygulardan uzak durmayı, muhakeme yapılacak zaman dilimleri ayırmayı, zikirlerden uzak kalmamayı ve beslenmeye dikkat etmeyi öneriyor.

“Allah’ın kemalî sıfatları, merhamet ve sevgi dolu sıfatları, celal ve yakıcı sıfatlarına göre daha fazla” diyen Saraç ”Dua mü’minin silahıdır” hadis-i şerifi ışığında 99 ismi ayrıntılarıyla anlatıyor. Yıllar boyu hastalarına yeşil çayı, sağlıklı yemekleri öneren bir doktorun tüm bunların yanında manevî boşluklara Allah’ın isimleriyle şifa bulunması gerektiğine işaret etmesi belki de yıllardır bilim ile dinin ayrı yollar olduğunu savunan zihniyetin uzaklaştığının kanıtı olabilir. Çünkü her bilgi zaten Allah’ın takdirinde ve izindedir diyebiliriz. Yaşanan manevî boşlukların ya da uzaklaşılan kalbî hasletlerin bir süre sonra vücuda yansıması kaçınılmaz bir son olabiliyor. Bizler hem bedenimize hem de ruhumuza iyi bakmakla mükellefiz. Dr. Ender Saraç, Allah’ı her an zikretmek gerektiğini vurgularken, “Her halimiz Allah’ın bir esmasının karşılığı. Bu nedenle bize verdiği her olayda, durumda O’nu anarak ve O’ndan yardım isteyerek verdiği enerjilerden yararlanmalıyız” diyor.

Kim hangi ismi daha fazla zikretmeli?

Allah’ın isimlerinin insan ruhundaki şifasını kaleme aldığı kitabında tek tek isimlere dair notlarını aktaran Saraç, isimlerin tek başına çekilebileceği gibi peşpeşe aynı yöndeki isimlerin de zikredilebileceğini söylüyor. Allah’ın her türlü eksikten uzak ve temizliği ifade eden Kuddus ismi, hakkında çok gıybet edilen ve iftiraya uğrayan insanların yardımına yetişiyor, aynı zamanda kendisi de gıybet hatasına düşmüş kişilerin temizlenmesi için Kuddus ismini çokça zikretmesi gerekiyor. Ayrıca Kuddus ve Halık isimlerinin birlikte çekilmesi vesveseden kurtulmaya vesile oluyor.

Dünyanın eğiminin bir derece sapmasıyla bile her şeyin yerle bir olacağı bir sistemde acizliğimizin büyüklüğü karşısında sığınacağımız isimlerden biri de her türlü tehlikeden kullarını sigortalayan, güvenliğe çıkaran manasındaki Selam ismidir. Günlük hayatımızda bizim ya da sevdiklerimizin başına her an gelebilecek olan tehlikelere karşı esenliğin kaynağı bu isimde saklı.

Yazarın kendi yorumuyla Allah’ın en çok sevdiği sıfatlardan biri olduğuna inandığını söylediği Mü’min ismi ise gönüllerdeki iman ışığını yakan bir isim. Mü’min ismi, imanî konuda yaşadığımız tedirginlikleri aşmak ve eksiklik hissettiğimiz noktalarda imanı kuvvetlendirmek adına sığınmamız gereken bir isim olarak belirtiliyor.

Mahlukatın ayıpsız yaratıcısı muhtevasını taşıyan Bari ismi Allah’ın her şeyi farklı güzellikle yarattığına işaret ediyor. Bu nedenle özellikle hamilelik döneminde Halık ismi ile birlikte Bari isminin sıkça anılması tavsiye ediliyor. Nasıl ki kimi tedavi yönteminde bazı ilaçlar kombine alınabiliyorsa ve tesiri daha etkili oluyorsa esmalardan da böyle bir yöntemle şifa aranabildiği de kitapta ifade ediliyor.

Bir günaha girdiğimizde bunun duyulmasını istemiyorsak, yaşadığımız pişmanlıkla birlikte bu ayıbın üzerinin örtülmesini istiyorsak imdadımıza yine yüceler yücesi yetişiyor ve El Gaffar ismiyle kullarının günahlarını örtüyor.

Mazlumların uğradıkları sıkıntılara destek olan El Kahhar ismi ise Allah’ın kahır esmalarından biri olarak ifade ediliyor.

Maddi manevî rızıkların artması için bolca Rezzak ismiyle dua edilmesi gerekirken bu isimle birlikte Fettah ismini çekmek zorlukları kolaylaştırarak kapıların açılmasına vesile olur.

Her şeyin en ince taraflarını dahi çok iyi bilen ezeli ilim sahibi Allah’ın Alîm ismi zikredildiğinde ilim ve irfan yolundaki zorluklar rahatça aşılacaktır. Sıkan, daraltan anlamına gelen Kabıd esması ise insanın ruhsal gelişimine hizmet ediyor. Bazen bir şeyin yenilenmesi için yıkılıp daralması sonra yeniden toparlanması gerekebilir. İşte bu aşamada imtihan ve tekamül süreci yaşanır. Olayların akış şeklini değiştiren manasındaki bu ismi özellikle gelir adaletsizliği durumlarında sıkça anmak gerekir.

Tecellisinden uzak durmak istenen bir esma da Muzill ismi. Bunda Allah’ın dilediği kulunu zelil kıldığı bilinmektedir. Allah’ın rahmetinden uzak kalmamak için bu isme de sıkı sarılmak gerekir.

Lütuf ve ihsan edici manasındaki Latif ismi toplumda yaptığı işlerin yer bulmasını isteyenler için ve agresifliği de azaltmak için çekilebilir. Çok koruyan demek olan Hafız ismi tedirginlikleri ve evhamları azaltırken, hikmet sahibi olan Hakîm ismi özellikle bir işe başladığımızda neticesi üzerine bilgi sahibi olmadığımızda dayanmamız gereken bir esma.

Hamilelikte Ya Latif…

Kitapta etkilerine göre isimlerin listelendiği bölümde farklı isimlerin hangi durumlarda birlikte zikredilebileceği örneklerle anlatılıyor. Aşk, sevgi ve hayırlı eş isteyenlerin; Ya Fettah, Ya Vedud, Ya Vekil, Ya Veliyy, Ya Vacid, Ya Rauf, Ya Cami isimleri ile dua etmesi tavsiye edilirken, hamilelik döneminde ise Ya Halık, Ya Bari, Ya Muizz, Ya Basıt, Ya Latif isimleri öneriliyor.

İşleri iyi bir şekilde yönetmek için Ya Vali, Ya Kayyum çekilirken, unutkanlıktan kurtulmak için Ya Rahman, Ya Müheymin, Ya Rauf, Ya Reşid  isimleri, asabiyetten uzak kalmak için de Ya Halim, Ya Hadi isimleri çekilebilir.

Yeni bir projeye başlarken Ya Alîm ve Ya Latif isimleri zikredilebileceği gibi iftiradan korunmak arzusuyla da Ya Kuddus, Ya Muksit gibi esmalara sığınılabilir.

Nurşen Şentürk’ün / Moral Dünyası Dergisi