Etiket arşivi: Asuman Kılıç

Allah’ın emri terk edilerek Allah’ın rızası kazanılır mı?

15 Temmuz 2016 gecesi, kendini din kisvesine sokmuş “Allah ile aldatan” bir grup vatan haini, yıllardır sakladığı iç yüzünü göstererek büyük bir vahşete ve dudak uçuklatan bir ihanete imza attı.
Kendi insanına silah doğrultan ve 250 canı hiç acımadan şehit edip binlerce insanı yaralayan , başarılı olamayınca da yaptığına “tiyatro” diyen FETÖ isimli bu terör örgütü; Bediuzzaman’ı ve Risale-i Nurları; safsatalarına, kendi hain emellerine alet etmeye devam ediyor.
Şimdi de FETÖ grubuna ait bir üniversite olan Mevlana Üniversitesi tarafından sosyal medyada paylaşılan bir görselde Risale-i Nurdan bir cümleyi çarpıtmışlar. Üstelik manasınıcarpıttıkları bu cümleyi haksız davalarına bir dayanak olarak gösteriyorlar.
“İslam şimdi öyle mucahitler ister ki dünyasını değil ahiretini dahi feda edecek…” 
Bu ifade Ali Ulvi Kurucu tarafından Bediüzzaman’ a ithafen yazılmış ve Bediüzaman’ın onayından geçerek kendi tarihçe-i hayatının başına konulmuştur.
Murat manası da şudur: “İslamiyet sadece kendi ahiretini düşünüp, köşesine çekilip, kendi Kur’an ini okuyup, evradını yapıp hiçbir şeye karısmayan, sadece kendi şahsi kemalatını ve terakkisini düşünen kişiler değil,  (dinin ogretilmesinin yasak olduğu zamanları düşünün) kendi dünyasını sürgünlerle hapislerle zehirlenmelerle feda edip, öte yandan da sadece kendi ahiretini düşünmeden başkalarına da İslami anlatmayı hedefleyen kişiler ister.”  Yani burada ilay-i kelimetullahın ( İslam’ı başkalarına anlatmanın )  önemi anlatılıyor.
Yoksa bu cümleden murad mana : “Ahiretini feda edip farzları terk et. Ta ki başkasının cennete girmesine vesile ol” gibi bir saçmalık değildir. Zinhar olamaz da! 
Allah’ın emri çiğnenerek Allah’a hizmet edilemez.
Bediüzzaman’ ın farzlara ve Sünneti Seniyye’ye verdiği önem, hayatıyla ortadadır. Divan-i Harb-i Örfide ölümle yargılanırken bile asla islamı anlatmaktan ve Rus generale karşı idam edilme pahasına İslamiyet’in izzetini korumaktan vaz geçmemiştir. Çıktığı onlarca mahkemede hep imanı ve İslamiyet’in esaslarını anlatmış, asla dinin en cüzi bir umurundan dahi taviz vermemiştir. Talebelerine en önemli tavsiyesi “farzlarınızı işleyin,  kebairi terkedin. Sünnet-i Seniyye’ nin siperine,  Kur’an’ın kalesine takva silahı ile sığının” dır.
10.Lema olan şefkat tokatları risalesinde kendi şefkat tokadını yazarken” Ne vakit kendimi düşündüm; köşeme çekilip evradımla meşgul oldum; oradan başka bir sürgüne gönderildim” manasını ifade etmiştir….
Her şeyi kafasına ve işine geldiği gibi yorumlayan FETÖ grubu bu ifadeyi de iskembe-i kübrasına göre yorumlamış ve sanki başkalarının ahiretini kurtarmak için kişinin gerekirse harama girebileceğini ima etmiştir. Bunu Risale-i Nur’dan bir cümleyi referans göstererek ifade etme çabası ise hezeyandan başka bir şey değildir…
Vesselam…
Asuman Kılıç – Risale Ajans

15 Temmuz Darbe Girişimi Çocuklara Nasıl Anlatılır?

Önemli tarihi olaylara şahitlik etmek, o olayların yaşandığı zaman ve zeminde olabilmek büyük bir ayrıcalıktır. Geçmişte anlatılan bazı olayları dinlediğimizde “keşke ben de orada olabilseydim” dediğimiz çok olmuştur. 15 Temmuz 2016 FETÖ cü cuntanın dış mihrakların desteği ile giriştiği darbe girişimi de işte böyle önemli tarihi bir olaydır.
Biz küçüklüğümüzde mesela Adnan Menderes’in idam edildiği sırada , Amerika Irak’a girdiğinde veya Rahmetli Özal vefat ettiği sırada sokakta her şeyden habersiz bir şekilde oyun oynuyor olsaydık ve bize bu olaylardan hiç bahsedilmese idi yetişkinliğimizde bunun için ailemize sitem ederdik değil mi?

Bu olayı yaşlılığımızda ;“Ülkenin başbakanı asılırken ben her şeyden bihaber bir şekilde sokakta misket oynuyormuşum. Çocuktuk tabi bilemedik.” şeklinde torunlarımıza hiçbir anı aktaramayacak şekilde bir yaşantısızlığı bize armağan ettikleri için ailemize cidden kızardık.

Biz de bugünlerde çocuklarımıza “nasıl olsa anlamazlar” diyerek veya “çocuğa olumsuz şey anlatılmaz” yanlış fikrine kapılarak gündemle ilgili hiçbir şey anlatmama ve her şey güllük gülistanlıkmış, hiçbir olağanüstü durum yokmuş gibi davranma hatasına düşmeyelim. Her yaşantı çocuklarımızın çok önemli kavramları öğrenebilmesi için bir fırsattır. Çocuklar konuşmalarınızdan, telaşlarınızdan, hayretlerinizden farklı bir şeyler olduğunu zaten hissediyorlar. Onları geçiştirmek veya yalan yanlış cevaplarla atlatmaya çalışmak yerine onlara olanları uygun bir dille anlatmak daha yerinde olacaktır.
 Son günlerde yaşadığımız zaman ve zeminde içinde bulunduğumuz durumu çocuklara onların anlayabileceği bir anlatışla anlatmak; hükümet, devlet, askeri yönetim, sıkı yönetim,  darbe, yönetime el koyma, iyi alim-kötü alim, şehitlik-gazilik, olağan üstü hal gibi bir çok kelime ve kavramı öğrenebilecekleri bir fırsat eğitimidir. Hatta kişilik gelişiminde çok önemli bir yer tutan ahlak gelişiminde en temel erdemlerden olan “vatan sevgisi” ni anlayabilmeleri hatta eğitimin en güzel tarafı olan bu kavramı meydanlara çıkıp vatanına sahip çıkarak yaşantısal bir şekilde öğrenebilmeleri çok önemlidir.

Çocuklarınıza; bu vesile ile vatanını seven ve canını feda edenle vatanına ihanet edebilen kişinin ayrımını, din ile insanları kandırabilen kişilerin olabildiğini, iyi insan ve kötü insanın özelliklerini anlatabilirsiniz. Özellikle de şekilci ve görsellikle hareket eden somut işlemler döneminde olan çocuğumuza her asker kıyafeti giyenin asker olmadığını, iyi olmadığını, iyiliğin kıyafette değil kalpte ve karakterde olduğunu öğreterek soyut işlemler dönemine ait yani daha olgun bir bilgiyi vererek onun karakterinde oluşacak olan olumlu etkiyi gözlemleyebilirsiniz.Ama bu olgun bilgi verme durumu gelişim aşamalarının psikolojik ve psikososyal taraflarına olumsuz etki yapmayacak dozda olmalıdır.

Çocuklara her türlü olayı gizlemeden, sakinlikle ama genel olarak gelişimsel özelliklerine dikkat ederek anlatmanın önemi çok büyüktür. Bir yakının ölümü bile çocuğa anlatılırken gizlemeden, imani bir alt yapıyla anlatmanın, üzülmesinin çok normal olduğunun ona aktarılmasının önemi büyüktür. Şimdi 7-12 yaş aralığındaki bir çocuğa 15 Temmuz Darbe girişiminin nasıl anlatılabileceği ile ilgili bir etüt yapalım:
-Anne, neler oluyor? Neden her gün meydanlara çıkıp bayrak sallayıp tekbir getiriyoruz?
-Vatanımıza sahip çıkmak için yavrum.
-Neden bunu yapmamız gerekiyor?

-Bak yavrum sen artık büyüdün. Bunları anlayabilecek bir yaşa geldin. Ülkemizde doğrusu anlatılması, açıklanması zor günler yaşıyoruz. Askerlerin içine karışmış olan bazı kötü niyetli insanlar senelerce kendilerini gizleyip diğer askerlere onlardan olduklarını, iyi olduklarını inandırmışlar. Ama aslında askerlerin arasına karışmalarının asıl nedeni silahları ve komutanları ele geçirip iyi insanları öldürmek ve ülkemizi ele geçirmekmiş. Bu kötü insanlar, iyi insan olma oyununu ve rolünü o kadar iyi oynamışlar ki senelerce hiç kimse onların insan öldürecek kadar kötü olabileceğini tahmin etmemiş. Bu nedenle de onlara güvenip silah vermiş.

Onlar da işte 15 Temmuzda yurt dışındaki düşmanlarımızla işbirliği yapıp gizlice bu silahlarla iyi askerleri ve iyi insanları, sonra da Cumhurbaşkanımızı öldürmek istediler. Ama biz vatanımızı ve Cumhurbaşkanımızı çok sevdiğimizden onları Allah’ın koruması için çok fazla dua ettik. Sonra da Cumhurbaşkanımızın çağırmasıyla hemen Türk bayraklarımızı alıp sokaklara çıkıp ülkemize sahip çıktık.

Asker kıyafeti giymiş kötüler, önce iyilerin hepsini öldürebileceklerini sandılar. İyilerin hep kazanacağını bilmediklerinden önce bazı iyileri şehit ederek iyileri bitirebileceklerini veya korkutabileceklerini sandılar. Ama sonra  tankları durdurabilecek kadar kahraman iyi insanları görünce korktular. Sonunda pes edip teslim oldular. Allah vatanımızı ve Cumhurbaşkanımızı korudu.

Kahraman insanlar olarak kendi ülkemizi kurtarmış olduk. Sonra bir de baktık ki bu iyi rolü yapan kötü kişiler kendileriyle beraber çok fazla kişiyi de kandırıp kötülere hizmet ettirmiş. Kötülere bilerek ve severek hizmet edenler de kötü olduğu için devletin diğer yerlerinde çalışan kötüler de devletten temizlensin diye kötü insan temizliğine başlandı. Bu iyi gibi görünen ama aslında kötü olan kişilere FETÖ deniliyor.

Bu kişiler de Fetullah Gülen isminde çok kötü bir adam tarafından yönetiliyor. Bu adam iyi bir hocaymış gibi herkesi  kandırarak bazı kişileri emirlerine hiç sorusormadan itaat etmelerini sağladı. Şimdi ülkemizin bu terör örgütünden kurtulması için ve tekrar ülkemize zarar vermeye teşebbüs edemesinler diye meydanlara çıkıyoruz. Halkın gücünü, bu kötülere ve bu kötülerin hatta o Fetullah’ın da asıl patronları olan yurtdışındaki düşmanlara göstermiş oluyoruz. Hem de meydanlarda bol bol Kur’an okuyup duaya devam ediyoruz ve her görüşten insanla birlik içerisinde olup vatanımıza sahip çıkmış oluyoruz.“

Bu sadece bir örnek. Bu şekilde çocuğunuzla konuşarak olayları, insanların iyi ve kötü veya kandırılmış olabileceğini ve bir çok manayı da anlatabilirsiniz. Bu konuşma çocuğunuzun algı seviyesine ve karakterine göre uyarlanabilir. Yalnız onları internette gezinen sizin de muhtemelen rast geldiğinizde kanınızın çekildiği kanlı ve dehşetli görüntülerden, bağırılan ve feryat edilen videolardan korumalısınız. Çocuklarımıza vatan sevgisini öğretirken bir travma yaşatmanın çok da gereği yok.
Öte yandan bir akrabası, sevdiği bu olaylarda şehit olan çocuklarımıza da ne kadar nasipli ve ne kadar önemli bir görevde akrabasının şehit olduğu, şehitliğin hele ki vatan için, iman için olursa o kişinin bu dünyada ve ahirette alacağı mükafatlardan bahsedilmelidir. Şehit olan kişinin öldüğünün bile farkında olmadığından, güzel bir bahçede sevdiklerini beklediğini zannettiğinden, ölüm acısından, kabir azabı veya sıkıntısından, ahiretteki hesaptan muaf tutulduğundan ve bizlere şefaat edebileceklerinden bahsedilmelidir.
 Bediüzzaman’ın da tavsiye ettiği üzere, çocuklara cennet fikri ile ölüm hakikatı anlatılmalıdır.
“Çocuklar, yalnız Cennet fikriyle, onlara dehşetli ve ağlatıcı görünen ölümlere ve vefatlara karşı dayanabilirler. Ve gayet zayıf ve nazik vücutlarında bir kuvve-i maneviye bulabilirler. Ve herşeyden çabuk ağlayan gayet mukavemetsizmizac-ı ruhlarında, o Cennet ile bir ümit bulup mesruraneyaşayabilirler. Mesela, Cennet fikriyle der: “Benim küçük kardeşim veya arkadaşım öldü, Cennetin bir kuşu oldu. Cennette gezer, bizden daha güzel yaşar.” Yoksa, her vakit etrafında kendi gibi çocukların ve büyüklerin ölümleri o zayıf biçarelerin endişeli nazarlarına çarpması,mukavemetlerini ve kuvve-i maneviyelerini zir ü zeber ederek gözleriyle beraber, ruh, kalb, akıl gibi bütün letaifini dahi öyle ağlattıracak, ya mahvolup veya divane bir bedbaht hayvan olacaktı.”
Ve evladını kaybetmiş annelere de yine Bediüzzaman’ın tesellisi ile şu misal anlatılabilir:
” Bir zaman, bir zat, bir zindanda bulunuyor. Sevimli bir çocuğu yanına gönderilmiş. O biçare mahpus, hem kendi elemini çekiyor, hem veledinin istirahatini temin edemediği için, onun zahmetiyle müteellim oluyordu. Sonra, merhametkar hakim ona bir adam gönderir, der ki:
“Şu çocuk çendan senin evladındır. Fakat benim raiyetim ve milletimdir. Onu ben alacağım, güzel bir sarayda beslettireceğim.”
O adam ağlar, sızlar, “Benim medar-ı tesellim olan evladımı vermeyeceğim” der.
Ona arkadaşları der ki: “Senin teessüratın manasızdır. Eğer sen çocuğa acıyorsan, çocuk şu mülevves, ufunetli, sıkıntılı zindana bedel, ferahlı, saadetli bir saraya gidecek. Eğer sen nefsin için müteessir oluyorsan, menfaatini arıyorsan; çocuk burada kalsa, muvakkaten şüpheli bir menfaatinle beraber, çocuğun meşakkatlerinden çok sıkıntı ve elem çekmek var.

Eğer oraya gitse, sana bin menfaati var. Çünkü padişahın merhametini celbe sebep olur, sana şefaatçi hükmüne geçer. Padişah onu seninle görüştürmek arzu edecek. Elbette görüşmek için onu zindana göndermeyecek, belki seni zindandan çıkarıp o saraya celb edecek, çocukla görüştürecek-şu şartla ki, padişaha emniyetin ve itaatin varsa…”

İşte, şu temsil gibi, aziz kardeşim, senin gibi mü’minlerin evladı vefat ettikleri vakit şöyle düşünmeli:
Şu veled masumdur; onun Halıkı dahi Rahim ve Kerimdir. Benim nakıs terbiye ve şefkatime bedel, gayet kamil olan inayet ve rahmetine aldı. Dünyanın elemli musibetli, meşakkatli zindanından çıkarıp Cennetü’l-Firdevsine gönderdi. O çocuğa ne mutlu! Şu dünyada kalsaydı, kim bilir ne şekle girerdi! Onun için ben ona acımıyorum, bahtiyar biliyorum. Kaldı kendi nefsime ait menfaati için, kendime dahi acımıyorum, elim müteessir olmuyorum.

Çünkü dünyada kalsaydı, on senelik muvakkat elemle karışık bir evlat muhabbeti temin edecekti. Eğer salih olsaydı, dünya işinde muktedir olsaydı, belki bana yardım edecekti. Fakat vefatıyla, ebedi Cennette on milyon sene bana evlat muhabbetine medar ve saadet-i ebediyeye vesile bir şefaatçi hükmüne geçer. Elbette ve elbette, meşkuk, muaccel bir menfaati kaybeden, muhakkak ve müeccel bin menfaati kazanan, elim teessürat göstermez, meyusane feryad etmez.”

Ayrıca şehit ve gazi yakınlarına ücret almadan psikolojik destek vereceğini söyleyen profesyonel ve “dindar” kurum ve kişilerden de destek alınmasını tavsiye ederim. Olaylar ve saldırılar esnasında kendisine bir şey olmasa da çevresinde şehit olmuş, yaralanmış, feryat eden kişilerin olduğuna şahit olanlara da hem Kur’an’ın manevi bir tefsiri olan ve olaylara hakiki bakış açısı olan imani bakış açısıyla bakan Risale-i Nur eserlerinden okuyarak istifade etmelerini hem de çabuk gaflete düşebilen bir yapıya sahip olduğumuzdan bir yandan da yine “dindar” bir psikologdan psikolojik destek almalarını tavsiye ederim.
Cenab-ı Hak bir daha vatanımıza böyle bir ihaneti,böyle bir alçaklığı ve böyle bir arkadan vurmayı göstermesin. Zalimlerin hainane planlarını akim bıraksın ve o planları onların başlarına geçirsin…Amin…
Asuman Kılıç – Risale Ajans

Bence Mezhebi..

Bence mezhebi ve Allah’ın helal kıldıklarını kendilerine haram edenler…
Aslında süreç tersinden işliyor genelde. Genelde Allah’ın haram kıldıklarını kendimize helal ediyoruz. Öyle yorumluyoruz ayetleri; allem edip kallem edip bence mezhebine tabi tutup; tesettürün, namazın, orucun aslında olmadığını ilan ediyoruz nefsimize.
Niye korktun olum, yok ki zaten öyle bir şey İslamda” deyip okşayı veriyoruz nefsimizin ensesini. Ya da azcık nefsimizin hoşuna gitmeyen bir zekat hükmü görsek , bir şekilde kendi “ hayrımıza(!) “ bir fetva veriyoruz ya da buluyoruz fetvayı bu mezhebe mensup birilerinden.O zamanda hüküm kuvvetleniyor; bizce mezhebi olmuş oluyor çünkü .Kuvvetleniyor hüküm.Sonuçta benceciler icma edip bizce olmuşlar kolay mı? Bence mezhebinin en büyük kaynağı da; “O zaman şartlar öyleymiş, şimdi işler değişti.” cümlesi…

Ha bir de “Canım istemiyor.” “Yok artık” “Hangi asırda yaşıyoruz” cümleleri de var ama onlar zayıf kaynak sayılıyor…

Olsun ama , bizim “bence mezhebimiz” var. Her şeyin üstesinden gelir, nefsimize hem Müslüman olup hem de vicdan azabı çekmeden  dinin hükümlerinden nasıl kaytarabileceğinin yollarını öğretiriz.
Yapmamız gereken tek şey ,her isteğimizin başına bence “ kelimesini getirmek. İslami konularda fetva vermenin müçtehidin imamlarının bile ne kadar çekindiği bir şey olduğunu kulak arkası edip her isteğin başına bu kelimeyi koy, iş bitsin. Mesela bence helal gıda konusunda bu kadar hassas olmaya gerek yok, bence bu zamanda gençlerin kızlı erkekli takılmalarında bir sorun yok, bence sigara mekruh değil, bence internette namahremle mesajlaşınca konuşmuş olmuyorsun ki haram değildir, bence kredi çekmek caizdir, bence baş örtülü olsun yeter gerisi nasıl olursa olsun tesettür olur, bence öyle de namaz olur, bence abdestim duruyordur…
 
Ne sihirli bir kelimeymiş değil mi? Bakın her şey nasıl da helal olu verdi. Aşk olsun nefsim, sen de nedense korkmuştun sebepsiz yere….”Bence” ….Bence deyince herşey halloluyomuş meğer……….mi?
 
Biz bu bence mezhebine öyle kaptırdık ki kendimizi bu haramları “bence” ye göre helal yapmakla kalmayıp, helal olanları da haram ettik kendimize…
 
Nasıl yani? 
 
Çocuğumuzu sevmek helaldir. Konu-komşuyla konuşmak ,sohbet etmek helaldir. Ev temizlemek helaldir. Helalin olan eşini sevmek helaldir. Helal gıdaları  yemek helaldir. Spor yapmak, koşmak, yüzmek helaldir ve sünnettir de…
Peki futbol helal midir? Sonuçta o da bir spor. Hem ne sakıncası olabilir ki? “Bence” helaldir…
 
Şimdi öncelikle ,özellikle de “bence” demeden önce olayı hafiften bir irdeleyelim; klişe bir cümleyle başlayalım: 11 tane adam, 11 tane adamla top oynuyor. Sonra insanlar bu 11’liden birinin tarafını tutuyor. Onun oyunuyla heyecanlanıyor,karşı takımı yenince onunla gurur duyuyor.Maç esnasında küfredenler ve bağırmaktan sesi kısılanlar oluyor. O akşam bütün programlar iptal oluyor. Oyundan önce ve sonra neler yapıldığı ve yapılması gerektiği konuşuluyor. Oyundan sonra facebooktan veya ertesi gün yüz yüze gelinen insanlara, hiç katılmadığı bir mücadele için sırf tarafını tuttuğu takım kazandı diye;”Yendik şişirdik, dolma yaptık pişirdik” paylaşımları yapılıyor…
 
Esasen olay şu arkadaşlar; futbol bize helal bir zevk olarak yedirilmeye çalışılsa da;
 
1) Müslümanların ,mücadele ve cihat güdülerini sanal bir şekilde tatmin ettiğinden asıl cihat edilecek şeylere ya da tepki gösterilecek şeylere gayreti azaltıyor; artık Kudüs’te ağlayan yetimleri, ölen çocukları,çizmelerle çiğnenen mescid-i aksayı görünce tepki göstermez hale geliyor apastrof Müslüman…
 
2) Taraftar olmak hissi sanal bir şekilde tatmin edildiği için ,asıl tarafgirlik duyulması gereken din kardeşliği, iman birlikteliği gibi çok önemli şeylerdeki hassasiyetleri azaltıyor,
 
3) Küfreden insanları duyup “Ya işte bu şekilde stres atıyorlar, dokunmayın. İçkisi yok, sigarası yok, karı-kıza gitmez, bırakın bu da olsun, gençtir.” demekle haram olan küfretmek gibi bir şey meşru gösteriliyor,
 
4) Aramıza bunca ayrılıkların üzerine bir ayrılık unsuru daha sokulmuş oluyor; Fenerbahçeli bacanak sırf Galatasaraylı diye eniştesinin evine gitmiyor.
 
5) Bir müslümanın gayesi, davası, sevinci, heyacanı, üzüntüsü ve gururu ; İslamiyet ve İslamiyete dair şeyler olması gerekirken araya parazitler giriyor…
 
6) En tehlikelisi de tarafgirlik damarı aşılıp ,tabusal ve teabbüdi bir tavırla yaklaşıldığında” Canım sana feda olsun ,sen en büyüksün, Benim takımımda kusur olmaz, Biz her zaman en mükemmeliz.Şu an takımımızın mekanındayız; mabedimizdeyiz” (haşa) gibi sadece Allah’a ait söylemleri dile getirmekle küfrün kapısı çalınabiliyor…HAFAZANALLAH…
 
Maça gidicem diye 3 vakit namazını feda ediyorsan, küfredip ,namahremle omuz omuza bağırarak zıplayıp, el yakan fiyattan takım forması alıp, 3 tane sahabenin adını arka arkaya söyleyemezken takımda oynayanların her birinin ailenin kaçıncı çocuğu olduğunu bile biliyorsan, fakire 5 lirayı kıyamazken bir bilete 150 lirayı için sızlamadan verebiliyorsan , üstüne de “değdi be, ne maçtı ama” diyebiliyorsan,Allah’ın yapmasını da seyretmesini de “normal “ şartlarda helal ettiği bir sporu kendine haram haline getirebiliyorsan o futbol hiç kusura bakma ama senin sarhoşluğundur.
 
Ne ki bizi İslamiyetten, dini hassasiyetlerimizden uzaklaştırıp gaflete atıyor, uyutuyorsa o sarhoşluktur. Eğer evladına olan şefkatin bile sende bu etkiyi uyandırıyor, çocuğunu nazlamayı Allah’ın emrinden üstün tutuyorsan ,o çocuk senin sarhoşluğundur.Helalin olan eşinin istekleri Allah’ın isteklerinin önüne geçiyorsa o eş senin sarhoşluğundur. Evinin temiz olması, etraf-konu komşunun ne diyeceği, kariyerin, bilgisayarın, telefonun seni Allah’a ibadetten ve din için gayrete gelmekten alıkoyuyorsa onlar senin sarhoşluğundur. Sarhoşluğun her türü de Kur’an’da yasaklanmıştır.
 
O halde şu “bence” mezhebine uyup  haramı helal, helali haram edene kadar, bence” nin asıl kaynağı olan nefsine ve onun dayandığı kaynak olan “O zaman şartlar öyleymiş, şimdi şartlar değişti” cümlesine Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin sözüyle cevap ver.
Bak Bediüzzaman ne diyor dinle; “Ey nefsim! Deme, “Zaman değişmiş, asır başkalaşmış. Herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder, derd-i maişetle sarhoştur.” Çünkü ölüm değişmiyor. Firak, bekaya kalb olup başkalaşmıyor. Acz-i beşeri, fakr-ı insani değişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sür’at peyda ediyor.”
 
Bence, bu cümleyi duyduktan ve idrak ettikten , Kur’andan gerekli dersini tam aldıktan sonra “bence” mezhebi bile mezhep değiştirip hidayete erecektir…
Asuman Kılıç
RisaleAjans

Risale-i Nur’u Anlamak Gerçekten Zor mu?

“Risale-i Nur’u anlamıyoruz” diyorlar. Kelimeleri zormuş, anlamak imkansızmış.Lügata bak, kelimeyi yerine koy, sonra paragrafı anla… Nereye kadarmış? Bu işin bir püf noktası yok muymuş? Daha “rahat” ve daha “kolay” bir yolu yok muymuş bu Risaleleri anlamanın?
 
Ben başkasını bilmem, kendimi bilirim. “Kendini bilen Rabbini bilir” demiş erenler… Ben nasıl Risale-i Nurlarla tanıştığımı, nasıl anlamaya başladığımı anlatayım Risaleleri, gerisini siz takdir ediverin…
 
Çocukluğum farklı geçti benim…
 
Öyle aymaz, öyle umursamaz bir çocuk olamadım hiç…
 
“Sana ne kızım!” dedikleri şeyler hep benim, sadece benim meselemdi.Her şeye üzülür,her şeyi sever,her şeyi dert ederdim neredeyse…Kelimenin tek anlamıyla ; ”Her şeyi”…
 
Arka bahçede yeni doğan yavru kedilerin Temmuz sıcağında üşümesinden, lojmanın elma bahçesinde nöbet tutan asker abinin gece canının sıkılmasına, öğretmenimin kazada yamulan arabasının kapısını nasıl yaptıracağından, abimin Cuma namazı çıkışı çantasını taşımakta zorlanacağını düşünmeye kadar her şey benim meselemdi…
 
Oturduğumuz subay lojmanlarının arka nizamiye kapısının yanından akan deredeki kurbağaların kuyruğu ne zaman düşecek de ayakları çıkacak diye merak etmekten uyuyamadığım geceler oldu benim…
 
İllaki dertlenirdim herkesin dertleriyle…
 
Daha 9 yaşımdayken, dünya siyaseti “öldürmek “olan bir milletin dadanmasıyla Irakta ölen çocuklar için ağlarken bir gece; babamın, bu asrın müceddidinin tesbitini sunmasıyla açıldı “nur aleminin kapısı” bana :
 
Kızım, senin şefkatinin Rahmet-i İlahiyye’den daha mı çok olduğunu düşünüyorsun?
 
Bomba gibi düşmüştü dünyama bu cümle…
 
Ve ardı ardına diğer olağan üstü tespitler geldi:
 
Rahmeti gazabını aşmıştı Rabbimin.”
 
“Şefkatin ateşini söndürecek marifetullahtan başka bir şey değildi.”
 
O vefat eden çocuklar, şehit olup cennete gitmişlerdi.”
 
“Şehitlik ki sorgusuz, sualsiz Cennete gidip yetmiş bin kişiye de şefaat edebilmek demekti. Şehitler öldüğünü bile bilmez, ölüm acısı hissetmez, bir bahçede beklediklerini sanarlardı. Böyle bakınca o ölenlere mi yoksa bize mi yazıktı?”
 
“Asıl biz kendi akıbetimize, imanımıza bakmalıydık.Çünkü en büyük ve önemli vazife dar dairedeydi.”
 
“Allah, kişiye kaldıramayacağından fazla yükü yükletmezdi.”
 
“Eğer biz onların ahirette alacağı makamı bilseydik, onlara üzülerek değil gıptayla bakacaktık.” 
 
Bunlar nasıl cümlelerdi böyle? Nasıl bir bakış açısıydı bu?
 
Bir çocuğun ölümünden bile bunca mana, bunca nur, bunca güzellik nasıl çıkıvermişti?
 
Herkes bu tür durumlarda bağırıp, çağırıp isyanlar ederken, babam olaya hangi alemden, hangi açıdan ,hangi olgunluk seviyesinden bakıyordu böyle?!
 
“Baba” dedim.”Nasıl bu kadar olgun düşünebiliyorsun?”
 
Çünkü ben Risale-i Nur okuyorum kızım.” dedi bana…
 
Zaman zaman görüyordum babamın elinde kırmızı  kitapları. Babam bazen yalnız ,bazen de arkadaşlarıyla toplanıp okuyordu. Okumaya başlamadan önce ses yapmayalım diye bizi odadan çıkarıyorlardı.Demek çok önemli şeyler yazıyordu o kitaplarda.Hatta sonraları lojmanda oturduğumuz için kırmızılığı dikkat çekmesin diye bizim okul defter kaplarımızın kaplarıyla kaplamıştı o kalın kitaplarını…
 
Onlardan bahsediyordu her hal…
 
Çünkü ne zaman o kitapları eline alsa, çehresi değişiyor,adeta başka bir aleme geçiyor, sanki başka birisi oluyor, “Maşaallah, Barekallah” sayhalarıyla yerinde duramadan okuyordu kitapları…
 
Adeta kitap okur gibi değil de macera filmi seyreder gibi bir oturup bir kalkıyordu yerinden…
 
Sonra sonra çay saatlerinde beraber sohbetler yapmaya başladık kırmızı kitaplardan ailecek…
 
Önceden de duyardım ama o an içime öyle bir su serpmişti ki bu kitaplar, anladım bu kitaplarda bir iş var, bir farklı duruş,bir ince sır var…Başka bir diyara açılan bir menfez bir efsunlu görüş var…
 
Sonra okudum ben de…
 
Anlamadan okudum…
 
Okurken kendi kendime “Babam her halde anlamadığı kelimelerin sayısına maşallah çekiyordu” dediğim zamanlar oldu.
Kelimeleri Osmanlıcaydı. Anlamam neredeyse imkansız gibi geliyordu.Ama bırakmadım hiç.Bırakamadım…Okudum öylece…
 
Okudukça bir kültür olarak siniyordu insanın içine bu acaib kelimeler.İlginçtir ki mana olarak anlıyordum bir şeyler ama “ anlat
ne anladın” desen anlatamazdım…Bu kitaplar ; farklı bir literatür ,orijinal bir entelektüellik katıyordu o yaşımda bana…
 
Bu kitapları okudukça okulda danışılan, sözü geçen, daha karakterli ve güçlü bir insan oluyordum…
 
Öğretmenlerim bile bazen kendilerine göre dini olan konularda bana soru soruyorlardı beni köşeye çekip:”Rüyada at görmek ne demektir? Sen bilirsin.” “Annen bu sıcakta nasıl o kapalı kıyafetleri giyiyor,Yanmıyor mu sıcaktan?” gibi sorularına benden o zamanki yaşıma göre zekice gelen:”Rüyada at görmek sizin benim sınavda attığım cevapları kabul edeceğinize işarettir öğretmenim” ya da “ Evet hava sıcak mutlaka yanıyordur. Ama Cehennemde yanmaktan yine de iyidir öğretmenim.” gibi cevaplar aldıkça daha da şaşırmalarına sebep oluyordu.
 
Evrimi hararetle savunan Fen bilgisi öğretmenime; ”Öğretmenim, Amerika’daki dolma biber tohumuyla  Türkiye’deki dolma biber tohumu toprağa ekildiğinde aynı şekilde dolma biber olarak çıkıyorsa yanlışlıkla turşuluk acı sivri biber olarak çıkmıyorsa ya toprak akıllıdır ya tohum.Ya da o tohumu yaratan akıllı bir zat vardır, başka olamaz!” dediğimi bütün sınıfın beni alkışladığını hocanın da sonunda gülerek susup kafa salladığını hatırlıyorum.
 
Kendi kendime “bir de anlasam demek ki neler olacak?” diyordum.
 
Evet, sır kitaplardaydı. Yoksa ben kendimin ne olduğunu biliyordum. Sokakta oynadığımız alman lastiğinde dördüncü seviyeye bile çıkamamıştım hiç.Yakan topunda son saydırmaya hiç kalamamıştım.Hele futbol oynarken hep en son seçilen olurdum.Bazen oyunlarda fasulye olduğum bile olurdu.Yani çok becerikli bir çocuk değildim esasında. Beni bana bıraksan ya da ekmeksiz susuz değil de Risale’siz, Seyda’sız bıraksan eziğin teki olurdum.Sır bu kitabın Kur’anın mucizesi oluşundaydı.
 
Efsunlu bir deryaydı bu.Sır ,bu kitabın bu asırda Kur’an’a  kalbimin, ruhumun irtibatını sağlayışındaydı.Rabbimi bana, doğru anlatışındaydı…Evreni doğru okuyuşundaydı.Resulümü (s.a.v) Velayet-i Ahmediyye makamıyla aktarışındaydı. Her sorunun cevabı yazmıyordu bu kırmızı kitaplarda.Ama her soruya cevap verecek kadar geniş bir ufuk veriyordu insana…Bu kitapla gelişiyordu bütün olumlu haller…
 
Benim hayatım Risale-i Nur’larla geçti. Daha Barla’daki Cennet Bahçesi ben orada ilk kez Cennet Risalesini okurken armutluktu…Çam Dağındaki Katran Ağacına tırmandım çocukken “güya“ dağcılar onları kesmeden önce. Çam Ağacının tepesindeki Seyda’ya özel köşkte bağıra bağıra okuyarak kurda kuşa Ayet-ül Kübra Risalesini okudum. Barla’da Üstadın evinin karşısında , Çınar Ağacının başındaki sarayda da aynı şekilde Münacat Risalesini…Barla dağlarındaki ağaçlarla beraber sesli tesbihat yapardık seher vakitlerinde…Dağdan inen eşekler bile eşlik ederdi bize…
 
Ekmeğimin arasına meyve risalesini koydum. Salıncakta gençlik rehberini salladım.Hasta olunca aspirin yerine hastalar risalesi yuttum ben.Telvihat-ı Tis’a ile Hücumat-ı Sitteyi tekerleme diye ezberledim. Hakikat Çekirdeklerini çitledim çayın yanında…Risale-i Nur Bayramlarında 17. Sözdeki Farisi beyitlerle , Lemeat’ı ezberledim şiir diye,marş diye…Bebeğim kaybolduğunda, “Al sana bir Fatiha, bana bebeğimi bulduruver ya Seyda” diye tekerlemeler söyledim…
 
Sonraları gençliğimde bir sürü başörtüsü sorunları yaşadım. Okullardan atıldım,sınavlardan dışarı çıkarıldım. Ama yine de ümitsizliğe düşmedim hiç,
 
Benim arabeksim 20. Mektuptu çünkü…
 
Başım öne eğildiği an:” Lehül mülkü”  diyarından İbrahim Hakkı gelip ”Mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler.” deyip kaldırırdı yerden başımı…Pencerelerden seyredip , içlerine girmedim onun sayesinde olayların…
 
Dara düştüğümde koşar risaleden tefeül açar, istişare ederdim Seyda’yla…
 
Söyle ya Üstad şimdi ne yapayım?” dediğim an sihirli küreden cevapları alır gibi zaten vicdanımda kani olduğum mana fırlardı sayfaların arasından…
 
Kafam karıştığında ,ne yapacağımı şaşırdığımda kulağımda bir cümle: 
Zırhınız Kur’an tezgahında yapılan takva, Siperiniz Sünnet-i Seniyye’ye ittibadır
 
“Sadakte” üstadım der alırdım Siyer-i Nebi’yi elime…
 
İçim daraldığında, ruhumun baş ucunda bir levha :
İman, tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni netice verir“…
 
Bir şeye çok mu gönül bağladım:
La uhibbul afilin” sigası çınlardı kulaklarımda…
 
Gururlanınca gafil kafaya bir tokmak inerdi 13. Sözün hatimelerinin arasından…
 
Kusur işlediğimde bunu itiraf etmek yerine sıkışıp da yalana müracaat edecek  olsam ,İşarat-ül İcazdan aldığı dersle  “Kudret-i İlahiyye’ye iftira  mı atacaksın?” diyesi gelirdi Latife-i Rabbaniyemin…
 
Sokakta oynarken birine çok kızsam; “ey ahmak-ul humakadan tahalluk etmiş sarhoş ahmak “ diyesim gelirdi de ne dediğimi açıklayamam sonra diye susardım son anda…
 
İşte Risale-i Nur böyledir…İnsanın iliklerine işler. Keramet ; Risale-i Nur’un Kur’an’ın bir mucizesi oluşundadır. Kur’an’ın üslubuna uygun,tarzına  münasip ve hakikatlarını bu asrın anlayışına göre açıklayışındadır. Risale-i Nur’a yapılan her türlü övgü ve sena aslında Kur’an’a aittir.
 
Eğer Kur’an’ı  anlamak isterseniz bol bol Risale-i Nur okuyunuz.Hayatınızı iman hakikatlarıyla donatınız ve farzlarla zinetlendiriniz ve günahlardan içtinab etmekle muhafaza ediniz…
 
Rabbim bu dava yoluna hayatını feda edenlerin, hayatlarından da öte rahatlarını,daha da ötesi hissiyatlarını feda edebilmeyi nasip etsin…
 
Çünkü bu dava “Allah rahatlık versin” cümlesini kendine küfür edilmişcesine tepkiyle karşılayan Zübeyirlerin, hayatını mahkeme kapılarında geçirmiş Bekirlerin, “Ana dua et ne olur arkadaşlarım Medrese-i Yusufiye’ye girdiler. Ben de gireyim.” diye dua ettirip kendini ana duasıyla ,zorla hapse attıran Sungurların, yalan söylememek için  canını feda eden Asımların davasıdır. ”Ben dava eriyim” diyen; rahatını ve hissiyatını feda etmedikçe onlara layık olabilir mi? …
 
Yabancı bir dili öğrenmek için kurslara, yurt dışlarına, work&travel lara giden, bunun için hem emek hem para hem zaman sarf eden  bir nesil Kur’an’ını,Rabbini,Resulünü daha iyi anlayabilmek ve tanıyabilmek için iki-üç kere lügata bakmış çok mu?.. Vesselam…
Asuman Kılıç
RisaleAjans