Etiket arşivi: çocuk eğitimi

Çocuklarımıza “İman Esaslarını” nasıl öğretmeli?

İmani konuları, çoğu zaman yetişkinler dahi anlamakta zorlanmaktadır. Böylede olsa çocuklarımıza daha küçük yaşta imanı aşılamak gerekir. Çünkü, çocukluk eğitimi ömür boyu kalıcıdır.

İman esasları daha çok soyut kavramlar olduğu için bu konuları çocuğa anlatmakta zorluklarla karşılaşılır. İman esasları, çocuğu dinden uzaklaştıran ya da dinî değerlere bir daha kopmamak üzere bağlayan iki yönünün bulunması bakımından oldukça önem arz etmektedir. Dolayısıyla bu konuların çocuğa uygun bir dille anlatılması gerekmektedir.

İnsanoğlunu, mensubu bulunduğu toplumun dinine yönelten, ona gerek kültürel gerekse terbiyevi anlamda büyük oranda tesir eden aile müessesesi, din eğitimi ve öğretiminde de ayrı bir önem taşımaktadır. Aile ortamında verilen din eğitimi tarzının, sonraki yıllarda çocuğu dinden uzaklaştıran ya da dinî değerlere bir daha kopmamak üzere bağlayan iki yönünün bulunması bakımından oldukça önem arz ettiği söylenebilir.

Bu durumda, anne-babalar olarak ”İman esaslarını nasıl bir metotla öğretelim ki, çocuk eğitiminde en önemli ortamı teşkil eden ailede, çocuklar sağlam ve tutarlı bir inancın sahibi olabilsinler?” sorusunun cevabını bulmak durumundayız.

Allah’a iman öğretimi..

İnsanların, ancak beş duyu organıyla algılayabildikleri varlıklar hakkında bilgi sahibi olabilmeleri ve bu özelliğin çocuklar için de geçerli olması, Allah’a iman öğretiminde bir zorluk oluşturmaktadır. Bununla birlikte, iman öğretiminin ihmal edilemeyeceği de bir gerçektir.

Her şeyin bir yaratıcısı ve idare edicisi olduğuna inanmanın, bu yaşlardaki çocukların psikolojik yapılarına da uygun olduğunu söyleyebiliriz. Çocuk, düşünmeden, şüphelenmeden ve itiraz etmeden inanmaya hazırdır. Buna sadece dilin kabul edip inanışı değil, aynı zamanda ruhun da kabulü ve inanışı gözüyle bakılmaktadır. Zira çocuk, inanmakla kendini güçlenmiş ve Allah’a yakınlaşmış hissetmektedir.

Küçük yaştaki çocukların kolay inandıkları, kendilerine anlatılanları, olduğu gibi kabul ettikleri bilinmektedir. Büyüklere sorduğu sorular, onun öğrenme merakını ve olumlu yaklaşımını gösterir. Anlatılanları dinlemeye ve kabul etmeye hazır olduğundan, ona doğru ve anlaşılır bilgiler vermek gerekir. Allah’ın yüceliği, çocuğun sevdiği her şeyi O’nun yarattığı, iyiliklerin ve güzelliklerin sahibi olduğu anlatılarak iman öğretimine başlanabilir. Çocuğun, bebekliğinden itibaren duymuş olduğu “Hû hû hû Allah / Sen uykular ver Allah” şeklindeki ninniler, “Allah kazadan belâdan esirgesin”, “Allah uzun ömürler versin”, “Allah yardımcın olsun”, “Allah korusun” gibi dualar, çocuğun merak ettiği Allah hakkında sorular sormasına zemin hazırlamaktadır. İşte, bu soru sorma çağında çocuklara Allah anlatılırken Allah sevgisine dayalı bir eğitim verilmelidir.

İnanç duygusunun temeline bakıldığında, iki esas duygu görülecektir. Allah sevgisi ve Allah korkusu. Bu duygular aynı zamanda ibadete yönelten faktörlerdir. Ancak bizim için söz konusu olan, henüz ibadetle mükellef olmayan çocukta bu iki duygunun nasıl etki bıraktıklarıdır. Yerli-yersiz yapılan Allah korkusu telkinlerinin çocuk ruhunda birtakım olumsuz sonuçlara yol açtığı belirlenmiştir. Bu nedenle, denilebilir ki, ilk yaşlardan itibaren başlatılması gereken iman esasları öğretiminde Allah sevgisi esas olmalıdır. Zira henüz mücerret kavramların, suç ve cezanın, günahın ve sevabın ne demek olduğunu kavrayamayacak yaştaki çocukların, hayatlarında önemli bir rol oynayan korku duygusunun, “Allah korkusu” şekline dönüştürülmesi ve ebeveynin bundan faydalanma yoluna gitmeleri yanlış bir tutumdur. Daha önemlisi, çocuğun ilk eğitimcisi olan anne-babaların, çocuğun herhangi bir hatalı hareketini gördüklerinde “Allah seni taş yapar“, “Gözünü kör eder“, Cehennemde yakar” vb. ifadelerle vazgeçirmeye çalışmaları, çocuğun ruh sağlığı ve gelecek hayatı için son derece zararlıdır. Öte yandan, çocuğa Allah Teâlâ’yı sadece “cezalandıran, azap veren biri” olarak tanıtmak, İslam inancına ters düşmektedir. Çünkü gerçekte kullarını çok seven ve “sayılamayacak” kadar nimetler veren Allah Teâlâ’yı, çocuğun henüz işlenmemiş, temiz ve saf zihninde, “kızan, azap veren, cezalandıran” biri olarak şekillendirmenin hiçbir doğru tarafı yoktur.

Meleklere iman öğretimi..

Meleklere iman öğretimi hususu da, Allah’a iman konusu gibi hassas bir meseledir. Çünkü melekler de gözle görülemeyen soyut varlıklardır. Kur’an ve hadislerde, meleklerle ilgili verilen bilgiler ise daha ziyade yetişkinlerin anlayabilecekleri niteliktedir. Bu sebeple, meleklere iman öğretimi yapılırken öncelikle, çocukların zihin gelişimine uygun ifadelerle konu anlatılıp kavratılmalıdır.

Çocuklardaki egosantrik duygular, meleklerin onlara yardımcı olduğu, çocukları, Allah ile birlikte meleklerin de sevdiği düşüncesinde olumlu rol oynar. Böylece çocuk Allah’ın, melekleri, çocukları kötülüklerden korusunlar diye yarattığı fikrine ulaşır. Özellikle küçük yaştaki çocuklar için bu düşünce oldukça normal ve aynı zamanda faydalıdır da.

Meleklere iman öğretiminin Allah’a iman öğretimiyle beraber başlatılmasında herhangi bir mahzur yoktur. Ancak bu süreci, özellikle çocukların hayal dünyasında bir genişlemenin, zenginleşmenin yaşandığı, çocuğun tabiatüstü güçlerin varlığına ilgi duyduğu, hikâye ve masallardan özellikle zevk duymaya başladığı 3-4 yaşlarında başlatmakta isabet vardır. Yaşına paralel olarak artık meleklerin Kur’an ve hadislerde zikredilen özelliklerinden de bahsedilebilir. Bu anlamda, meleklerin, yemek, içmek, evlenip çoğalmak, erkek ya da dişi olmak, uyumak, yorulmak, genç veya ihtiyar olmak gibi insana mahsus özellikleri olmadığı anlatılabilir. Ancak, onların “nur”dan yaratılmış olduklarını uzun açıklamalarla anlatmaya gerek yoktur. Zira çocuksu duyguları, meleklerin mahiyeti hakkında fikir yürütmek yerine, çocuğa bu tabiatüstü varlıkların varlığına inanarak rahatlamayı tercih ettirecektir. Bu nedenle, çocuklara, meleklerin Allah’a daimi olarak ibadet eden, ona hiçbir zaman karşı gelmeyen varlıklar olduğu anlatılmalı, eğer insanlar da ibadetlerine devam edecek olurlarsa, meleklerin derecesine yükselecekleri telkin edilmelidir.

Bu bilgilere ilave olarak, büyük melekler ve görevlerinden de kısaca bahsedilmelidir. Cebrail, Mikail, Azrail ve İsrafil adlı dört büyük melek, Kiramen Katibin, Hafaza ve Münker-Nekir melekleri ve görevleri, çocuklarla basit bir anlatımla anlatılmalıdır.  – Kitaplara iman öğretimi İman esaslarından üçüncüsünü, “mukaddes kitaplar” olarak bilinen, Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’an’a iman teşkil eder. Bu kitaplar, Allah Teâlâ tarafından, peygamberleri aracılığıyla insanlara gönderilen hidayet rehberleridir. Diğer iman esaslarına nazaran çocuklara öğretimi daha kolay sayılabilir. Zira tahrif edilmiş şekliyle de olsa Tevrat ve İncil ile birlikte, vahyedildiği gibi muhafaza edilen Kur’an-ı Kerim, şu anda elimizde mevcuttur. Bu anlamda, çocuklara öğretimi yapılacak olan konu, somut olarak görülebilmekte, tanıtılabilmekte, okunuşu dinletilebilmektedir.

Çocuklara mukaddes kitapların adları küçük yaştan itibaren soru-cevap metoduyla öğretilmeli, ancak tahrif edilmeleri noktasında detay bilgilere girilmemelidir. Özellikle Kur’an-ı Kerim hakkında çocuklara verilecek bilgilerin, teorik bilgilerden ziyade, onun Kur’an’a yaklaşmasını, ısınmasını ve nihayet okumaya çalışmasını sağlayan bilgiler olmasına dikkat edilmelidir. Bu amaçla Kur’an-ı Kerim’in güzel sesli kişilerce okunan teyp ve video bantları çocuklara dinletilmeli veya izletilmelidir. Kur’an’ın manevî ve lâhutî cazibesi küçük yaştan çocukların kulağında yer etmelidir.

Peygamberlere iman öğretimi..

Peygamberlere iman öğretimi konusu, iman esasları içinde en kolay olanıdır denilebilir. Zira peygamberler, tarih içinde yaşamış, hayatları ve mücadeleleri tarihî vesikalara kaydedilmiş kimselerdir. Özellikle son peygamber Hz. Muhammed (a.s.m.) hayatı en ince teferruatına kadar bilinebilen ve her insanın, kendisine yönelik bir şeyler bulabileceği müstesna bir şahsiyettir.

Peygamberlere iman konusu çocuklara yine soru cevap metoduyla, peygamberimiz Hz. Muhammed’den (a.s.m.) başlamak suretiyle öğretilebilir. Daha sonra Kur’an-ı Kerim’de ismi ve kıssaları geçen peygamberlerden bahsedilebilir. Özellikle Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail’in başından geçenler, Hz. Yusuf’un ibretli kıssası, Hz. Musa ve kardeşi Hz. Harun’un Firavun’la olan mücadeleleri… İşte bunlar, çocukların ilgi ve merakla dinleyebileceği, yaşanmış hadiselerdir. Bütün bunlar, onların anlayış ve kavrayış seviyelerine uygun bir anlatımla anlatıldığı takdirde, çocuklar tarafından rahatlıkla kavranılabilecek ve peygamberlere iman öğretiminde istifade edilebilecek kaynaklardır. Özellikle, Peygamberimizin çocuklara gösterdiği ilgi, şefkat ve sevgi örneklerle verilebilir.

Çocukların hikâye ve masallara ilgi duydukları üç-dört yaşlarından itibaren dinî hikâye ve menkıbelerden bölümler okunarak, Kur’an’da geçen peygamberlerin hayatlarını ihtiva eden çocuk kitaplarından faydalanılmalıdır. Peygamberlerin inançları uğruna çektikleri sıkıntı ve eziyetlere karşı sağlam bir irade ve metanetle göğüs germeleri, gerektiği zaman mucizeler göstermeleri ve sonuçta Allah’ın yardımıyla başarıya ulaşmaları… Bütün bunlar, çocuk ruhunda derin ve olumlu izler bırakacaktır.

Özellikle Peygamberimizin hayatı, çocukluğu, mucizeleri, savaşları çocuklar için zevkle dinlenen konulardır. Mekke’den Medine’ye hicret esnasında mağarada gizlenmeleri olayını dinleyen pek çok çocuk, Peygamber’in görülmesine engel olmak için ağ ören örümceğe, yumurta yapan güvercine minnet duygularıyla sevgi beslemekte ve günlük yaşantısında onları koruyup gözetmektedir. Uykudan önce dinlediği sıcak ve tatlı ifadelerle yüklü bir peygamber kıssası, çocuğun ruhunu saracak, kalbine peygamber inancı ve sevgisinin yerleşmesine vesile olacaktır.

Ahirete iman öğretimi..

Ahirete iman konusu öğretimi en zor olan hususlardan biridir. Ancak, ahiretle ilgili anlatılanlara inanma noktasında çocukların herhangi bir tereddütleri söz konusu değildir. Çocuğun ahiret inancına yönelik sorularına da bu nazarla bakılmalıdır. Zira çocuk bu soruları, inancını pekiştirmek için sormakta ve “kolay inanırlık” özelliğiyle anlatılanlara da “şüphe etmeden” inanmaktadır. Burada önemli olan, ahirete ilişkin sorularda çocuğun seviyesine uygun ve anlaşılabilir cevaplar vermektir.

İlk çocukluk yıllarında çocukların ahiret hayatına yönelik sorular sormasına sebep olan en önemli olay, karşılaştıkları ölüm hadiseleridir. Ölüm, çocukları hem derinden etkileyen hem de bunun izahını yapmaya çalıştıkları, onunla birlikte her şeyin bitmemesi gerektiğine inanma ihtiyacı hissettikleri bir hadisedir. Zira insanda yaratılıştan var olan bir “ebedi olma” arzusu mevcuttur. İşte, açıklanma ihtiyacı hissederek sordukları sorulara verilecek makul ve anlaşılır cevaplar, çocuklara ahirete iman öğretiminde en önemli noktayı teşkil eder. Verilecek cevaplarda kullanılacak misaller ve öğretimin yapılacağı zaman ve mekân, anlatılanların etkisini pekiştirecektir.

Ancak, ahiret hayatıyla ilgili konularda teferruat bilgiler vermekten kaçınılmalıdır. Bu dünyanın geçici olduğu ve burada bir sınavdan geçtiğimiz söylenebilir. İnancımıza göre ölüm bir son değil, yeni ve ebedi bir hayatın başlangıcıdır. Çocuklara bu konu tabiattan ve çevremizdeki olaylardan örnekler gösterilerek kavratılabilir. Tıpkı bitkilerin ve ağaçların ilkbaharda yeniden ve daha bir gür şekilde canlanmak üzere, güz mevsiminde yapraklarını dökerek kış uykusuna daldıkları gibi, insanlar da kabirde geçici bir süre kalacaklardır. Sonra cennet veya cehennemde sonsuz bir hayat için yeniden canlanacaklardır. Dünyadaki hazırlık ve davranışlarına göre cennet veya cehenneme gideceklerdir.

Çocuklara, dünyadayken iyi olan ve iyilik yapan insanların, öldükten sonra cennete gidecekleri ve orada en çok sevdikleri insanlarla birlikte olacakları, kötü kimselerin ve kötülük yapanların ise cehenneme gidecekleri ve yaptıklarının cezasını orada çekecekleri söylenebilir. Ancak, küçük yaştaki çocuklara, kıyametle ilgili detay bilgiler ve ahiret âleminde karşılaşılacak olaylar ile cehennem ahvali hakkında uzun uzadıya bilgiler vermeye gerek yoktur.

Cennetin iyi, güzel ve Allah’ın nimetleriyle dolu, rahat ve huzur içinde yaşanabilecek bir yer; cehennemin ise, kötü insanların gidecekleri ve cezaların çekildiği bir yer olduğunu bilmeleri yeterlidir. Bu bilgilere ek olarak, sınavlarda başarılı olan kimselerin çeşitli ödüllere hak kazandıkları; kötülük yapanların ise, cezalarını çekmek üzere hapishanelere konuldukları örneği de verilebilir.

Ahirete iman konusu öyle bir şekilde anlatılmalıdır ki bu, çocukta ümit ve yaşama sevincinin artmasına yardımcı olmalıdır. Sevdiklerine, güzelliklere, ruh ve beden bakımından haz duyduğu bütün arzularına ebedi âlemde kavuşacağını düşünerek daima ümitli ve mutlu olabilsin. Bu dünyada elde etmek istediklerine çalışarak ve helal yoldan kavuştuğu takdirde, ahiret âleminde daha güzellerine ve iyilerine kavuşabileceğine inanabilsin. Bu hayatın, bilinen hazları ve mutluluklarının geçici olduğu telkin edilmelidir. Asıl önemli olan, bu hayatın ötesinde gerçek mutluluğun tadılacağı bir hayatın daha var olduğunun ve orada Mutlak Hakim olan Allah Teâlâ’nın huzurunda iyilerin mükâfatlandırılacağı, kötülerin ise cezalandırılacağının çocuklara ve gençlere anlatılması gerekmektedir. Bu duygu ve inancın kazandırılmış olması, aynı zamanda onlara önemli ölçüde sorumluluk duygusunun kazandırılmış olması demektir.

Öte yandan, ebedi âlemin varlığına inanan insanların, bu dünyada gerçekleşemeyen ümitlerini ve arzularını sürekli olarak baskı altında tutma yerine, bunların ebedi âlemde gerçekleşeceği ümidiyle ruhen rahatladıkları da bilinen bir gerçektir.

Prof. Dr. Mehmet Emin AY

Kaynak : nurdergi.com

Çocukları Kişiliklerine Göre Terbiye Etmek!

Bir amaç için gönderilen bütün canlılar, ölmeden önce kendini gerçekleştirme adına, kendi soyunun devam etmesini ister. Bu amaçla da canlıların kimisi yavru meydana getirirken kimisi de çekirdek bırakır.

Her canlı gibi insanoğlu da neslinin devam etmesini ister. Kendini gerçekleştirme ve soyunun devamı için evlenen insanoğlu, çocukları olunca onları en güzel şekilde yetiştirebilme kaygısı içine düşer. Sadakayı cariye adına çocuklarını ideallerine uygun en güzel şekilde eğitip yetiştirmek ister. Ancak ideallerindeki çocuk yetiştirme ile gerçek çocuk yetiştirme arasındaki fark, anne babaların elini kolunu bağlar.

Çocukların eğitimlerinin gerçekten de zor olduğunu anlayan anne babalar, sıkıntı yaşamaya başlarlar. Çoğu anne baba, çocuklarının eğitimlerinin diğer canlıların yavruları gibi olacağını zannederler. Yani yemeğini suyunu ver tamam. Ondan sonra yaramazlık yapmayan, uslu uslu oturan, derslerine çalışan, büyüklerine karşı gelmeyen, anne babasını sözünü dinleyen bir çocuk olmasını beklerler.

Çocukları diğer canlıların yavrularından ayıran en büyük özellik, eğitimlerinin kişiliklerinin üzerine kurulmasıdır. Portakal fidanıyla elma fidanının, incir fidanıyla erik fidanının yetiştirilme ve bakımları aynı gibi görünse de iklim şatlarına duyarlılıkları, su ihtiyaçları, bakım ve ilaçlanması meyve verimlerini farklı yapar. Görünüşte her meyve ağacının yetiştirilmesi benzer gibi görünse de bu işin bilgi ve beceri istediğini bilmeyenimiz yoktur.

Çocuklar, birbirlerine benzer gibi görünseler de aslında her çocuk farklı özelliktedir. Bırakın bütün çocukların birbirlerine benzemelerini, kardeşler arasında hatta ikizler arasında bile büyük farklılıklar vardır. Bütün çocukların dış görünüşleri farklı olduğu gibi akıl, zekâ, kabiliyet ve anlayışları da farklıdır.

Evde bir çiçeği dahi yetiştirirken onun özelliklerine göre hareket ettiğimize göre; “Dünyaya en güzel şekilde yaratılarak” (Tin, 95/4) gönderilen çocukları da kendi özelliklerine göre yetiştirilip eğitmeliyiz.

İşe çocuklarımızı tanımakla başlamalıyız. Evde yetiştirdiğimiz bir çiçeğin ne zaman su, ne zaman gübre, ne zaman ilaç istediğini öğrendiğimiz gibi çocuklarımızın ihtiyaçlarını da öğrenmeliyiz.

İşe çocuklarımız tanımakla başlamalıyız dedik; çünkü çocukları tanımadan verilecek bir eğitim, boşa kürek çekmeye benzer. Peki, çocuklarımızı nasıl tanıyacağız? Çocuğumuzu eğitirken işe onun kişiliğini, karakterini iyi tanımakla başlamalıyız. Bu amaçla da çocuğun sinirli mi, sakin mi, alıngan mı, duygusal mı? gibi sorularla mizacını tanımaya başlamalıyız.

Çocukları tanıdıktan sonra çocuklara verilecek eğitim nasıl olmalıdır? Meyve ağacına atılan her ilaç faydalı olmadığı gibi ağaca zarar da verebilir. Onun için çocuğa verilecek eğitim de çok iyi ayarlanmalıdır. Verilecek eğitim çocuğun yeteneklerine, kapasitesine, ilgi ve ihtiyacına göre zamanında verilmelidir.

Peki, bu çocukların terbiyeleri nasıl olmalıdır?

Çocukların özelliklerini ve bu çocuklara verilecek eğitimi Sadık DÂNÂ Hazretleri dört maddede toplamaktadır:

1. Bazı çocuklar yaratılışları itibariyle, ince ruhlu, hassas ve anlayışlı olurlar. Onlara güler yüz ve nezaketle muamele etmeli. Çünkü onlar duygulu olduğu için ufak bir ima ve işaretle hallerini hatalarını düzeltirler, nezaket ve yumuşak muameleden haz ederler. Sert ve haşin muamele onları üzer, huysuz ve hasta eder. Bu zümre azın da azıdır.

2. Bazı çocuklar ise bu terbiye şeklinden anlamazlar. Onlara açıktan açığa; “Şunu yap, bu faydalıdır. Şunu yapma bu zararlıdır.” denmelidir. Nasıl olsa ileride kendi hatasını anlar deyip de söylenilmesi icap eden sözü söylemekten çekinilmemelidir.

3. Bazıları ise hissiz ve anlayışsız olur. Söz kâr etmez. Bunlar da sırasına göre menfaatlerini kısma veya tenhada tehdit suretiyle terbiye edilmelidir.

4. Bir zümre de anaya babaya karşı cüretkâr ve saygısızdır. Güzel muameleden hiç nasipleri yoktur. Sebebi ise, kötü arkadaşlarla yakınlık peyda etmişler, ana-babaları bu hususa dikkat etmemişlerdir. Bir defaya mahsus olmak üzere tenhada gerekli uyarı ve ikazlar, kesin ve kararlılıkla yapılmalı ki, gözü korksun bir daha aynı küstahlığı yapmasın. Bu çocukların yaşları hayli ilerlemiş ise kendi haline bırakılır. Çünkü ana-babayı dövmeye kalkışır. Elhamdülillah bu zümre pek azdır.

Sonuç olarak anne-babalar; çocuklarının kişilik ve mizaçlarına göre verecekleri eğitim, onların kişiliklerinin oturmasını sağlayacaktır. Çocukları çok iyi tanımakla başlanan eğitim, çocukların kendileriyle barışık, çevrelerine faydalı olabilen insanlar olmalarını sağlayacaktır.

 Mehmet Emin Karabacak

Kaynak: cocukaile.net

Çocuk ‘DÖVMEMEK’ Sünnettir!

Hadis ve siyer kitaplarında, özellikle çocuklara dair, bütün ezberlerimizi bozan tablolar da çıkar karşımıza… ‘Âlemlere rahmet’ olarak gönderilmiş Resûl-i Ekrem aleyhissalâtu vesselam, en çok da ‘çocuklara rahmet’ olarak gönderilmiş gibidir. Onun dünyasında çocuğun, çocukların apayrı bir yeri vardır.

Çocuklar, rahmeten li’l-âlemîn aleyhissalâtu vesselamın gözünde, ‘Allah’ın yeryüzündeki çiçekleri’dir. Çiçekler gibidir onlar; hayata lezzet ve değer katarlar. Yine, çiçekler gibidirler; incinmeleri, kırılmaları, ezilip solmaları çok ama çok kolaydır. Küçük ama merhametsiz bir fiskenin narin bir çiçeğin boynunu büküp kırması gibi, sıradan ama hoyratça bir muamele çocukları çok çabuk kırıp incitebilir.

Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın çocuklarla muamelesinde bu gerçeğin getirdiği hassasiyet hep görülür. Çocukları, torunları, ashabının çocukları… Hepsi için, sabır ve şefkat timsali bir sığınak, bir melce, bir kucaktır onunkisi. Mescidinde ashabına namaz kıldırırken sırtına binip ‘deh, deh!’ diyen torunu ‘hevesini alsın diye’ secdesini uzatan bir Resûlullah tablosu vardır karşımızda.

Yahut, ashabına hutbe verirken yanına gelen bir diğer torununu kucağına oturtup başını okşayan bir Resûlullah…

Yahut, mescidde ashabına namaz kıldırırken bir çocuk ağlamasını duyduğunda, annesi çocuğuna çabucak kavuşabilsin diye, okumaya niyet ettiği uzun sûre yerine kısa bir sûre ile namazını tamamlayan bir Resûlullah…

Yahut, evinde namazda iken ağlamaya başlayan bir torununa cevap vermekte gecikilmesi üzerine, namazını bitirdikten sonra ev ahalisine “Onların ağlamasının beni üzdüğünü bilmiyor musunuz?” diye sitem eden bir Resûlullah…

Yahut, namazdayken önünden geçmemeleri konusunda tenbihlediği halde namaza durmasının ardından seccadesinin o tarafından bu tarafına zıplayıp duran Ümmü Seleme validemizin küçük kızı Zeyneb’i azarlamak yerine, ‘kız çocuklarının kafalarına koyduklarını yapma konusunda daha mahir oldukları’ yönünde bir tesbitle yetinen bir Resûlullah…

Yahut, kucağında iken üzerine çiş yapıp elbisesini kirleten küçük torunu Hüseyin’i kucağından alan Ümmü Fadl’ın “Sen nasıl Resûlullah’ın üstüne çiş yaparsın?” diye hafiften vurmasına dahi razı olamayıp müdahale eden bir Resûlullah…

Yahut, on yıl yanında hizmet eden, bu on yıl içinde nice zamanlar kendisinden istediği şeyi unutan, istemediği şeyi yapan, kıran, döken Enes b. Mâlik’i bir kere bile “Niye böyle yaptın? Niye böyle yapmadın?” diye azarlamayan bir Resûlullah…

Yahut, kendisine alıştırdığı küçük kuşu ölünce içine ve evine kapanan bir çocuğun, Umeyr b. Mâlik’in haberini aldığında ölen kuşu için ona taziyede bulunan bir Resûlullah…

Yahut, Medineli çocuklara bir öğüt, bir nasihat verecekse, bunu ekseriya onları devesinin terkisine alarak, bir ikramda bulunarak yapan bir Resûlullah…

Resûlullah aleyhissalâtu vesselam ve çocuklar deyince akıllarda kalan, hadis ve siyer kitaplarından bir Asr-ı Saadet hatırası olarak aktarılan tablolar, işte hep böylesi tablolardır. Çocuklar, Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın gözbebeğidir ve Resûlullah aleyhissalâtu vesselam o büyük iman, ahlâk ve insanlık dersini verirken ‘terbiye kasdıyla olsun’ ne diliyle, ne eliyle onları asla incitmemiştir.

Bugünün çocuklarının yahut bugünün büyükleri olan dünün çocuklarının hafıza arşivlerinde kocaman bir ‘camide amcalardan işittiğim azar’ sayfalık dosyasının yer almasına karşı, Asr-ı Saadet çocuklarının hâfıza arşivinde ‘Resûlullah’tan işittiğim azar’ başlıklı tek bir dosya dahi yoktur.

Bugünün çocuklarının hafıza arşivindeki kabarık ‘tekme, tokat ve dayak’ dosyalarına karşılık, Asr-ı Saadet çocuklarının hiçbirinin hâfıza arşivinde ‘Resûlullah’tan yediğim dayak’ başlıklı bir dosya da yoktur.

Resûlullah aleyhissalâtu vesselam, ne evde, ne mescidde, ne çarşıda, ne sokakta hiçbir çocuğa vurmamış, hiçbir çocuğu dövmemiştir.

Resûlullah aleyhissalâtu vesselam, çocuklarına, torunlarına, mü’minlerin çocuklarına bir kere bile tokat atmış da değildir. O, çocuklara aşama aşama tevhidi de, namazı da, Kur’ân’ı da öğretmiş; ama bunları ‘şiddet dili’ne ve ‘şiddet eli’ne asla başvurmadan gerçekleştirmiştir.

Gelin görün ki, bugün güya iman adına, güya namaz adına, güya Kur’ân adına dövülen, sövülen, tekme yiyen, tokat yiyen, kovulan veya azarlanan nice çocuk vardır.

Dahası, Resûlullah’tan asla görmediğimiz bütün bu hareketlere karşı, çocuklara döven veya söven büyükler ne hazindir ki bu davranışlarını Resûlullah’tan aktarılan bir hadise dayandırmaktadır. “Onlar yedi yaşına geldi mi, çocuklarınıza namazı emredin. On yaşına gelince de kılmadığı takdirde, onları dövün.”

Resûlullah’ın çocuklara yapmadığını yapmanın gerekçesi olarak Resûlullah’a atıfla aktarılan, budur.

Hazindir ki, eğitim için bula bula ‘eğmek’ kökünden türetilmiş bir fiili bulan, dayağı ise ‘cennetten çıkma’ gören bir sosyo-kültürel ortam, rahmeten li’l-âlemîn aleyhissalâtu vesselamın hadislerine bakışa ve hatta hadislerini tercüme edişe de sirayet etmiş; algıdaki yanlış seçicilik bir hadisi nazarlardan gizlerken, bir diğer hadise yanlış mânâ verdirmiştir.

Resûlullah aleyhissalâtu vesselama atıfta aktarılan “On yaşına gelince onları dövün” sözüne karşılık, sahih kaynaklarda “Çocukları dövmeyin” 65 emrini içeren bir hadis de vardır. Ama bu ikinci hadis nedense nazarlardan gizli kalmış, dolayısıyla diğer hadise verilen mânânın sıhhatini bu hadisle test etme imkânı da bulunamamıştır.

Evet, “Çocukları dövmeyin” buyuran bir Resûldür o. Nitekim kendisi hiç çocuk dövmemiştir.

O halde, ‘sünnet’ Peygamber aleyhissalâtu vesselamın yaptığı şeylerin ifadesi ise eğer, çocuk dövmemek de bir Peygamber sünnetidir.

Onun “Çocukları dövmeyin” hadisinin ümmete mal olamamasına karşılık, çokça dillerde gezen ve ellerde uygulanan “On yaşına gelince onları dövün” rivayeti ise, bu Peygamber sünnetini gözardı ederek verilen bir mânâ niteliğindedir. Ve burada, dili iyi bilenlerin tesbit ettiği üzere, özensiz ve dikkatsiz bir çeviri ve aktarım vardır.

Her dilde, bir kelime çok anlamlar içerir; ve İngilizce gibi, Arapça gibi bazı dillerde, bir kelimenin anlamı, aldığı eklerle değişmektedir. Meselâ İngilizce’de ‘to give’ fiili ‘vermek’ anlamına geldiği halde, bu fiilin sonuna eklenen ‘in’ veya ‘up’ veya ‘on’ anlamı tamamen değiştirmektedir: “to give in: boyun eğmek; to give up: vazgeçmek; to give up on: ümidi kesmek.”

Benzer bir durum, hadisteki ‘onları (yani: on yaşına gelmiş çocukları) dövün’ diye mânâ verilen, “fadribûhu aleyhâ” ifadesinin özünü teşkil eden Arapça’daki darabe fiili için de geçerlidir. Nitekim, din eğitimi üzerine ihtisas kesbetmiş bir isim şöyle demektedir:

“Günümüz din eğitimcilerini en rahatlatan şu durumdur ki; hadis-i şerifte geçen ‘on yaşına geldikleri zaman kılmaz iseler’ ‘fadribu aleyhâ.’ (…) Darabe fiili, bazı harf-i cerlerle farklı manalar kazanır. Arapça’nın özelliğidir bu. Mesela ‘dua’ kelimesi lam harf-i cerriyle bir kişi için dua etmek olur. Aynı dua kelimesi alâ harf-i cerriyle bir kişi için beddua etmek olur. Bu kadar değiştirir yani.

Şimdi hadis-i şerife bu şekilde baktığımız zaman darb fiili alâ harf-i cerriyle incelendiğinde ortaya ne çıkıyor biliyor musunuz? Çeşitli metodlar, çeşitli usuller kullanarak o namazı kılmasını sağlayınız. Bu bakımdan, on yaşına basınca da kılmaları noktasında yardımcı olun, farklı usuller uygulayın, misaller verin şeklinde anlayabiliriz. Hadis-i şerif böyledir, çünkü hadisin sonu dövmeyle alâkası olmayan bir şekilde bitiyor. Diyor ki: ‘Kız ve erkek çocuklarınızın arasını artık bu yaştan sonra ayırın.’ Ne kadar anlamlı bir hadis-i şerif olarak neticelenmiş oluyor! Fakat dövme işinden bahsedince, biz hadisin metninde bile bir çelişkiye düşebiliyoruz. Çünkü Peygamber Efendimizin ifadeleri belagat açısından son derece yüksektir; dilcilerin de uyarısıyla hadisi böyle anlamamız gerekiyor.”

Sözün kısası, ‘algının seçiciliği’ bir kez daha çıkıyor karşımıza. ‘Eğmek’ten terbiye anlamında ‘eğitim’ kelimesi türeten bir sosyal-kültürel zeminde dayak da ‘eğerek terbiye’nin bir nişanesi olarak bilinince; hayatında hiçbir çocuğu dövmemiş Peygamber aleyhissalâtu vesselamın “Çocukları dövmeyin” hadisi nazarlardan gizli kaldığı gibi, ‘alâ’ harf-i cer’iyle birlikte kullanıldığında ‘namaz kılmasında ısrarcı olun; ısrarla namaz kılmaya teşvik eden’ mânâsı verilmesi gelen bir söz ‘onları dövün’ diye tercüme edilebiliyor. Üstelik, yine Hz. Peygamberin mübarek dilinden duydukları, “Büluğa erinceye kadar çocuktan kalem kaldırılmıştır”67 sözüne rağmen…

Bu hal, büyük bir ders veriyor bize. Kendi algımızın ve kendi düşünüş biçimimizin bakışımızı gölgelememesi için, Hz. Peygamberin hayatını, sünnetini ve sözlerini ‘bütünüyle’ kavramamız gerekiyor; bütünden kopararak, hele bir de dikkatsizce mânâ vererek değil…

Metin Karabaşoğlu

Bu yazı Metin Karabaşoğlu’nun Nesil Yayınlarından çıkan Hakikatin Dengesi isimli kitabından alınmıştır.

Çocuklara Nasıl Bir Disiplin Uygulayalım?

Anne babaların ve öğretmenlerin çoğu, yetişkinlerin denetimleri (disiplini) sonucunda çocukların iç denetimlerini otomatik olarak geliştirecekleri görüşünde. Bu görüş Freud’un çok bilinen kuramına dayanıyor: Çocuklar büyüdükçe anne-babalarının ve öteki yetişkinlerin bebekliklerinden başlayan denetimlerini yavaş yavaş içselleştirir ve kendi kendilerine disipline etmeye dönüştürür.

Bu görüşe göre, sürekli kontrol ve denetim altında tutulan çocuğun zaman içinde kendisini denetlemeyi ve kontrol etmeyi öğrendiği iddia edilmiş. Çocuk denetlene denetlene, kendisini otomatik olarak denetlemeye başlıyor.

Eminim bu fikri yalanlayan birçok hatıranız gelmiştir gözünüzün önüne. Hangi çocuk denetlenmekten hoşlanır ve bunu içselleştirecek kadar olumlu bir şey olarak görür ve kabul eder ki?

Kendi tecrübelerimize ve yapılan çalışmalara göre kendi kendine disiplin böyle yerleşmiyor. “Kedi yokken meydan farelere kalır” deyişini anımsıyor musunuz? Sürekli denetleyen yetişkinler arkalarını döndükleri zaman küçükler denetimlerini kaybederler. Bazen de yetişkin otoritenin daha önce kendilerine yasakladığı şeyi özellikle yaparlar. Küçükken söz dinleyen, boyun eğen çocuklar büyüdüklerinde sorun çıkaran ve isyankâr yetişkinlere dönüşürler.

Anne babalar olarak buradan çıkaracağımız sonuç, çocuğumuza boyun eğdirmeyi, sözümüzü dinletmeyi marifet saymamak gerektiği olmalıdır. Oysa bu şekilde çocuğa sözünü dinletmeyi başarı gibi veya iyi anne babalık gibi gören ve gösterenler, hiç az değil. Çocuk sessiz ve zararsız, anne baba da mutlu olduğu halde, böyle durumlarda ilk görünüşe aldanmayıp çocuğun yetişkin halini gözlemlemek lazım.

Disiplin; üç temel hedef için uygulanmalı

1. Sevgi ve güveni geliştirmek
2. Özgüven hissini oluşturmak
3. Başkalarını anlamak ve kişilere saygı duymak

Peki, denetlemek çocuğa iç disiplin sağamadığına göre, iç disiplin kazanması için ne yapmak gerekiyor.

Buna karşın kendilerine özgürlük tanınan gençler kendi kendilerini denetleyebilirler. Neden? Kendi seçimlerini yapmalarına kendi kararlarını vermelerine izin verilir de ondan. Gençler yetişkinleri rahatsız eden davranışlarını, eğer yetişkinler de onlara aynı duyarlılığı gösterirlerse, kısıtlayıp denetlemeyi öğrenirler; yetişkinlerle birlikte kuralları belirlemelerine izin verilince, bu kurallara uymak için öz denetimlerini kullanırlar.

Çocuklara yetişkin tarafından belirleneni yapmak zorunda oldukları değil, kendi kararlarını kendilerinin alabilecekleri, kendi seçimlerini yapabilecekleri, birçok seçenek arasında tercih yapmanın rahatlığını yaşayabilecekleri bir özgürlük tanınması halinde iç denetim için gerekli olan birincil şart sağlanmış oluyor.

Hem çocuklar hem de gençler, rahatsız oldukları davranışlarımız hakkında duyarlı davrandığımızı fark ederlerse, onlar da bizi rahatsız eden davranışları hakkında duyarlı davranmaya ve kendilerini kısıtlayıp iç denetimlerini geliştirmeyi öğreniyorlar. Hayatın huzurlu bir şekilde devam etmesi için lazım olan kuralları kendimiz koymak yerine onlarla beraber belirlersek, bu kurallara uymaya çalışıyorlar ve böylece kendilerini denetlemeye alışıyorlar.

Dış denetim ile çocuğa iç disiplin kazandırma teorilerinin ise hayal olduğu gün gibi ortada.

Yetişkinlerin baskıcı disiplin sonucunda korkuyla boyun eğen çocuklar yetiştirebilecekleri doğrudur, ama aynı yöntemle kendi kendilerini disipline edebilen çocuklar yetiştirebilecekleri yanlıştır.

Gençleri etkilemek amacıyla güç kullanmaktan vazgeçtiğiniz zaman, onlar üzerindeki etkiniz artar. Bunun tersi de söylenebilir. Üzerlerinde güç kullanmaya çabaladıkça etkiniz o ölçüde azalır. Neden? Çünkü tepkiyle karşılaşırsınız: Karşı koyma (söyleneni yapmama), baş kaldırma (söylenenin tersini yapma), yalan söyleme (yaptığının tersini söyleme).

İşte bu kısım birçoğumuzun düştüğü yanılgıyı anlamamıza sebep olabilir. Çocuk güce karşı tepkisiz kalmaz ve gösterdiği tepki bizim etkimizin azlığını gösterir.

Uzm. Dr. Kenan Taştan / NurNet.Org / Çocuk Eğitiminde Şimdiki Aklım Olsaydı Kitabından Alıntıdır.

Kibir Özgüven Değildir

Kişisel gelişim konusunda son zamanlarda uzmanların sıklıkla bahsettiği konulardan birisi “özgüven”dir. Özgüven; en basit ifadesiyle, bir insanın kendi yeterliliğine olan inancıdır. Kişinin gelişimini destekleyen, karşılaştığı problemlerle mücadele etmesini kolaylaştıran, ona enerji ve motivasyon veren ferdî bir özelliktir. Kendi becerileri ile ilgili müspet idrâki olan kişinin başladığı işi bitirmesi daha kolaydır.

Özgüvenin temeli, çocukluk yıllarında atıldığı için, ebeveynlerin geliştirici tutumlar sergilemesi çok önemlidir. Bir anne-babanın davranışları çocuğunun temel özgüvene sahip olup olmamasına sebep olabilir. Çocuğa, yaşına uygun sorumluluklar vermek, kendi yeteneklerini keşfetmesi için yardımcı olmak, onun başarılarını takdir edip ön plana çıkarmak; çocuklarını kendilerine güvenen fertler olarak yetiştirmek isteyen ebeveynlere tavsiye edilen destekleyici tutumlardan bazılarıdır.

Bu konu hakkındaki yazılar, genellikle özgüvenin gerekliliğinden ve eksikliği durumunda karşılaşılan problemlerden bahseder. Özgüven eksikliği durumunda kişi, kendi yeterliliğine inanmaz, bir işi başarabileceğine güvenemez. Başaramayacağını düşündüğü bir iş için teşebbüste bulunmaktan kaçınır. Kendisini ifade etmesi gereken ortamlarda çekingen ve ürkek duruşu ile dikkat çeker. Özgüven eksikliği ile karşılaşmamak için ebeveynler çocuklarına güven vermek için çabalar dururlar, hatta diğer ebeveynlerle yarış hâlinde çocuklarına daha fazla güven yüklemek isterler.

Bu yazıda, ebeveynlerin dikkatini çekmek istediğim farklı bir konu var. Vermeye çalıştığınız özgüvenin eksikliği kadar fazlalığı da sıkıntı oluşturacak bir durumdur.

Özgüven fazlalığı ile kişi, kendisini diğer insanlardan üstün görmeye başlıyorsa, kibir içeri sızmaya başlamış demektir. Özgüven ve kibirlilik durumu, aynı davranış şeklinde görülebilir; her iki hâlde de kişi bir işi başaracağına inanır, ama arada duygusal açıdan oldukça büyük farklar vardır. Özgüven, kibir değildir; kibir özgüvenin yaramaz kardeşidir. Kibirli bir insanın, özgüveni olduğundan bahsedemeyiz. Ancak kibir ve özgüven duyguları farklı hislerle benzer davranışlara sebep olabilir. Kişi kendi davranışına sebep olan bu iki duyguyu ayırt edemeyebilir.

Bu iki duyguyu birbirinden ayırt edebilmek için onları daha yakından tanımalıyız. Özgüven sahibi kişi, başarısını çabasına, emeğine atfederken; kibirli kişi başarısını kişisel özelliklerine atfeder. Meselâ özgüven sahibi kişi “Çalıştığım için başardım” derken kibirli biri, “Akıllı olduğum için başardım!” der.

Özgüven sahibi kişi, başarısızlığını da çabasının ve emeğinin eksikliğine atfeder, kibirli kişi ise başarısızlığını sebebini dış sebeplerde arar; “Yeteri kadar çalışmadığım için başaramadım.” demek yerine “Sorular saçma olduğu için başaramadım!” demek gibi… Kendisine bir türlü hatayı yakıştıramaz.

Dolayısıyla özgüven sahibi kişi, başarısızlığından ders çıkarır ve hatasını düzeltebilir, ama kibirli kişi yanlışının sebebini göremediği için hatasını da düzeltemez.

Özgüveni olan kişi etrafında pozitif bir atmosfer oluşturur, başkalarının güçlü yanlarını kabul eder, takdir eder. Kibirli kişi ise, başka birisinin kendisinden daha üstün olabileceğini kabullenemez, etrafındakileri küçümser, aşağılar. Özgüveni olan kişi, kendinden emindir; kibirli kişi ise ikinci olma ihtimalinin tedirginliği içindedir.

Özgüven ve kibir hâlleri arasındaki ince çizgi dikkate alınmayarak çocuk yetiştirirken bilinçsizce özgüven tohumları serpmek, yine hüsranla sonuçlanabilir. Ahlâken insanoğluna hiç de yakışmayan kibir, yanlış takdir ve teşvik tutumları ile ebeveynler tarafından pekiştirilmektedir.

Çocukların gelişiminde pozitif davranışların devamlılığını sağlamak için sunulan takdir ve teşvikler çok önemlidir; çocukların ahlâklı, disiplinli olmasına ve içtimâî davranışlar geliştirmesine yardımcı olur.

Fakat yetişkinlerin takdir ifadelerinin çocuğun kişiliğine değil, çabasına yönelik olması çok önemli bir konudur. Meselâ küçük çocuklar severek çizdikleri resimleri heyecanla âilelerine gösterirler; burada âilenin takdiri çocuğunun emeğine, dikkatine, kullanılan renklerin uyumuna yönelik olması gerekmektedir.

Zira çocuğun yeteneğine, zekâsına yönelik yapılan takdir ifadeleri (“Sen çok yeteneklisin…”, “zaten sen çok akıllısın…” gibi) çocuğun benlik duygularının güçlenmesine, yani enâniyet hissetmesine, dolayısıyla kibirlenmesine sebep olur.

Aynı mantıkla olumsuz davranışlardan duyulan memnuniyetsizliği belirtmek için kullanılan eleştiri oklarının da çocuğun kişiliğine yönlendirilmesi, çocukta özgüven eksikliğine sebep olur. Mesela ilkokul birinci sınıftaki bir öğrencinin okumaya başlamakta arkadaşlarından geç kalması durumunda, ebeveynin çocuğa akıllı olmadığını söylemesi, hayat boyunca çocuğun akademik becerilerine güvensizlik oluşturmasına sebep olabilir. Bunun yerine çocuğun çalışmalarının pek de yeterli gelmediğini söylemek daha doğru bir tenkid/eleştiri şeklidir.

Özgüven, daha çok âile ortamında kazanılan; okul ortamında ise eğitimciler tarafından pekiştirilebilen bir özelliktir. Bir çocuğun güvenli olup olmamasındaki esas şekillendirici güç, âilelere aittir. Âileler, bazen özgüven duygusunu hiç önemsemeyip sindirilmiş çocuklar yetiştirmekte; bazen ise özgüvenli fertler yetiştirmek amacıyla istemeden onlara kibirli olmayı öğretmektedir.

Fazla üstelenen özgüven gelişimi ile ebeveynlerin hem emekleri boşa gitmekte, hem de bir müslümana en yakışmayacak “kibir” elbisesini, kendi elleri ile kıymetli çocuklarına giydirmektedirler.

Her haslette olduğu gibi özgüven konusunda da ölçüyü tutturmak için, özgüven eksikliğine ya da fazlalığına duyarlı bir terbiye metodu takip etmek gerekmektedir.

Psikolog Tuba Sökmen