Etiket arşivi: dinlerarası diyalog

Diyalog dediğin işte böyle olur!

Ayasofya’nın açılışına Papa Francesco’dan tepki gelmekte gecikmedi. Pazar âyininde konuşan Papa “Düşüncelerim İstanbul’a gidiyor; Ayasofya’yı düşünüyorum ve çok acı çekiyorum” demiş. Bunu duymanın da bizi ne kadar mutlu ettiğini göstermek, ayrıca Papa Francesco ile selefinin marifetlerini bir kere daha hatırlamak üzere, 2013 Mayıs’ında Son Devir’de yayınlanan yazıyı bir kere daha hatırlıyoruz:

Geçtiğimiz günlerde, Hırvatistan’ın Riyeka şehrinde inşa edilen bir camiin açılışı yapıldığında, Osmanlıdan bu yana Adriyatik sahilleri ilk defa ezan sesine kavuşmuş oluyordu.

“Dinlerarası Diyalog” çerçevesinde bu adımın karşılığı gecikmedi:

Göreve başladığı günden beri etrafa gülücükler dağıtan, dünyaya barış mesajları gönderen, Müslüman kadın mahkûmun ayağını yıkayan, metroya binen, kendi bavulunu taşıyan çiçeği burnunda mütevazi Papa Francesco da Adriyatik sahilinin bir başka şehrinde Osmanlılara karşı savaşmış 800 Hıristiyanı törenle aziz ilân etti.

Gerçi yeni Papa bu işin icadcısı değil, infazcısı idi. On Altıncı Benedictus adı altında icra-yı şeytânet eden selefi, görevi bıraktığı son gün bu kararı imzalamış ve icrasını da halefine bırakmış, böylece, tıpkı Papalığının başlangıcı gibi sonunu da kendisine yaraşır bir şekilde mühürlemişti.

Nisyan ile malûl beşer hafızasına çok yakın tarihin notu:

On Altıncı Benedictus, Papa seçildikten hemen sonra, bir Bizans imparatorundan naklettiği “Muhammed’in getirdiği tek bir yeniliği bana gösterin; şerden ve insanlık dışı şeylerden başkasını bulamazsınız” şeklindeki sözlerle İslâm dünyasını ayağa kaldırmıştı.

Benedictus hiçbir zaman bu sözlerinden geri adım atmadı. Bu arada, Şeytanın içimizdeki bir kısım avukatları da “Papalar söylediklerini geri almazlar” diyerek bâtıl dinin uydurma kuralını bize de kabul ettirmek ve Allah’ın Resulüne karşı hayasızca işlenmiş bir hakareti hazmettirmek için ellerinden geleni yaptılar. Başarısız olduklarını kim iddia edebilir?

Kilise içinde ayyûka çıkmış olan rezaletler, Benedictus’un Papalık makamında daha fazla oturmasına müsaade etmedi. Fakat o, giderken de şeytanlığını göstermekten geri kalmadı ve Hıristiyanlık tarihinde ilk defa olarak 800 kişiyi birden aziz ilân eden bir karara imza atarken, Osmanlıya ve onun şahsında İslâma olan bütün kinini bir hamlede kusuverdi.

Onun halefi olan güleryüzlü Papa da bu kararı, hiç geciktirmeden, üstelik Riyeka Camiinin açılışı gibi bir fırsatı da yakalamışken, olağanüstü bir zamanlama ile sahneye koyuverdi!

İşte, “Dinlerarası Diyalog” sürecinin Adriyatik sahillerinden çekilen resmi böyle birşeydir.

***

Yeni Papa 800 azizi kucağında buldu bulmasına da, bu “Dinlerarası Diyalog” denen şeyi biz nasıl kucağımızda bulduk?

Bunun çok net bir cevabı var. Ülkemizde adı bu süreçle özdeşleşmiş ünlü bir isim, bu süreci kimin başlattığını da, kendisinin bu süreç içindeki yerini de, bizzat kendi ifadeleriyle açıklıyor. Fethullah Gülen’in meşhur buluşma sırasında Papa 6. Paul’e yazdığı mektubundan:

“Papa 6. Paul tarafından başlatılan ve devam etmekte olan Dinlerarası Diyalog için Papalık Konseyi (PCID) misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz. Bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz. En âciz bir şekilde, hattâ biraz cür’etle, bu pek kıymetli hizmetinizi icra etme yolunda en mütevazi yardımlarımızı sunmak için size geldik.”

Gülen, kendisini Papalık Konseyi misyonunun bir parçası olarak ilân etmekle kalmıyor, bu sözlerin hemen devamında da, İslâmın asırlar boyunca yanlış anlaşılmasından Müslümanları sorumlu tutuyor:

“İslâm yanlış anlaşılan bir din olmuştur ve bunda en çok suçlanacak olan Müslümanlardır.  .  .  . Müslüman dünyası, İslâmın asırlarla ölçülen yanlış algılanmasını silip atacak bir diyalog imkânını bağrına basacaktır.”

Mektubun devamında Hıristiyanlığın üçüncü bin yılını beraberce kutlamayı teklif eden Gülen, bu arada, Hz. İbrahim’i — onun Hıristiyan ve Yahudi olmadığı bildiren muhkem âyetlere rağmen — üç büyük dinin babası olarak niteliyor.

Hatırlanacağı gibi, bu diyalogun hatırası olarak Papa 6. Paul, Gülen’e aziz kabartmasından mâmul bir put kompozisyonu armağan etmişti.

***

İslâm asırlar boyunca yanlış anlaşılmışsa ve bunda en çok Müslümanların suçlanması gerekiyorsa, yüzyıllarca İslâm ülkelerine akınlar düzenleyen Haçlıları da herhalde biz yanlış anlamış bulunuyoruz! İşbu yanlış anlamaları telâfi etmeye herhalde bir yerden başlamak gerekir. Başlanmıştır da nitekim:

Osmanlıya karşı savaşan ve haklarında bir yığın Hıristiyan efsanesi uydurulan 800 kişi, Dinlerarası Diyalog için Papalık Konseyi misyonuna pek yakışan âlâyişli bir törenle azizlik mertebesine yükseltilmiştir. Nasıl olsa Müslümanlar artık böyle bir meydan okuyuşa karşı ciddî bir tepki ortaya koymayacak şekilde uysallaştırılmıştır; kimsenin “Sen ki Francesco’sun” diye ortaya atılıp da Papaya haddini bildirecek hali olmaz, olsa da Papa ve taraftarları birkaç şirinlikle olup bitenleri unutturmayı becerirler. Diyalog denen sürecin bugüne kadar verdiği sonuçlar arasında bu durum, küçümsenmeyecek bir merhaledir.

“Dinlerarası diyalog olmaz” diyen Diyanet’e karşı hiddetli, Papalığa karşı hürmetli davranan kesimin bu tarihî sahnenin gerçekleşmesinde ve bu merhaleye gelinmesindeki “mütevazi yardımları” elbette ki unutulmayacak ve tarihin münasip bir sayfasına not edilecektir.

ÜMİT ŞİMŞEK
Son Devir, Mayıs 2013

İslamda Mukaddes Değerlere Hakaretin Hükmü Nedir? Bir Müslüman Diğer Dinlere Hakaret Edebilir mi?

1. İSLAMİYET, HERHANGİ BİR PAYGAMBERE VE MUKADDES KABUL EDİLEN ŞEYLERE HAKARETİ YASAKLAR

Önemle ifade edelim ki, medeniyetler ve kültürler arası diyaloğun prensipleri ve halklar ve milletler arası barış içinde yaşamanın düsturları, akıllı insanların harekete geçerek, aradaki ihtilafları asgariye indirmeyi ve mümkün ise tartışmaları sona erdirmeyi gerektirir.

Bu sebeple bütün Avrupa hükümetleri, ırkı yahut dininden dolayı insanların hakaret ve baskıya maruz kalmalarını kınamaları gerekir. Bugün Müslümanlara ise, yarın sıra başkalarına gelecektir. Hoşgörü, karşılıklı saygı ve diyalog, modern toplumların temelini teşkil etmektedir.

Batı ve Amerika’da bazı kimseler, İslam’a ve Müslümanlara yapılan hakaretleri, ifade hürriyeti içinde göstermeye çalışarak yanılmaktadırlar. Hâlbuki böyle bir vahşî hürriyet, ırkçılık ve insan haklarını ihlal sonucuna götürür. Bu bir çifte standarttır. Bizler bir taraftan diyalog ve hoşgörüye davet ederken, birilerinin Müslümanların mukaddes değerlerine ve Peygamberlerine hakaret etmesi, insanlık âlemi için bir yüz karasıdır.

Biz bütün insanlığı Kur’an’ın şu temel prensibini dinlemeye davet ediyoruz:

Allah’tan başka ilahları çağıranlara hakaret etmeyiniz; ta ki onlar da intikam duygusu ile cehâletle hakaret etmesin.” (Kur’an, 6: 108).

Medeniyetler ve kültürler arası diyalog, dünya tarihinin yol haritasında önemli bir teşkil etmektedir. Uluslararası toplum, birlikte yaşamak için başka çare bulamamıştır. Dünyadaki bu kadar gerginlikler ve krizlerin bertaraf edilmesi için başka da çare bulunmamaktadır. Avrupa’da yaklaşık 25 milyon Avrupa vatandaşı Müslüman yaşamaktadır.

Biz entelektüel şahısları ve kültürlü şahsiyetleri, medeniyetler arası diyaloğa davet ediyor; bunların devletlerdeki kanun yapıcılar üzerinde de etkili olmalarını istiyoruz. Yoksa dünya barışı tehlikededir ve savaşları netice verecek ihtilaflar kapıda değil içimize bile girmiş durumdadır. Dünyanın kıyametini koparma potansiyeline sahip bir tehlike durumundadır.

2. İSLAM HUKUKU MUKADDES ŞEYLERE HAKARETİ MÜRTEDLİK OLARAK GÖRMEKTEDİR

İritidad kelimesi Kur’an’da kullanılmaz; ancak inandıktan sonra küfre girme; haktan yüz çevirme ve benzeri manalarla irtidad anlatılmıştır. Hadisden öğreniyoruz ki, İslam’a hakaret edenler, mutlaka cezalandırılmalıdır; ancak tevbe kapısı bunlara da açıktır. Ceza çeşitleri farklıdır.

Eğer bir Müslüman kendi dinine hakaret ederse yahut başka bir dine girerse mürted olur. Bunlar sorgulanır ve tekrar Müslüman olması birinci hedeftir. Ancak ısrarcı olursa, erkek mürtetlere idam cezası uygulanır. Diğer tarafdan kadın mürtedler, tekrar İslam’a dönünceye kadar hapis cezasına çarptırılır. 1839 tarihli Tanzimat Fermanından sonra bu cezaların kaldırılması için Avrupa çok siyasi baskı uygulamıştır.

İrtidad, sözle yahut fiille İslam’ı reddetmek diye tarif edilen bir suç olup Hukuk Mezheplerinin tamamı cezasında ittifak halindedirler. Ancak suçun unsurları oluşması gerekir.

Bu suçun mahiyeti hakkında iki yaklaşım bulunmaktadır: Hukukçuların ekseriyeti bu suçu had suçları arasına sokmaktadır. İmam Şafii ayeti böyle yorumladığı gibi, Hz. Peygamber’in tevbeye yaklaşmayan bazıları hakkında idam kararı verdiğini ifade eden hadisler de vardır. İmam Şevkânî hadisi zayıf bulsa da, İbn-i Abbas’ın naklettiği hadis şöyledir: “Kim dinini değiştirirse onu öldürünüz.” İkinci bir grup ise, irtidad suçunun siyâset-i şer’iye yani tazir cezaları arasın da sayılacağını ileri sürmüşlerdir.

Şi’anın İsmailiye kolu ve bazı modern bilim adamları, idam cezasını kabul etmemektedirler. Bediüzzaman Hazretleri dininden çıkan bir Müslümanı şöyle tasvir etmektedir:

Ecnebi dinsizleri gibi de olamaz. Çünki onlar, peygamberi inkâr etseler, diğerlerini tanıyabilirler. Peygamberleri bilmeseler de Allah’ı tanıyabilirler. Allah’ı bilmeseler de kemalâta medar olacak bazı güzel hasletler bulunabilir. Fakat bir müslüman; hem enbiyayı, hem Rabbini, hem bütün kemalâtı Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm vasıtasıyla biliyor. Onun terbiyesini bırakan ve zincirinden çıkan daha hiçbir peygamberi (A.S.) tanımaz ve Allah’ı da tanımaz. Ve ruhunda kemalâtı muhafaza edecek hiçbir esasatı bilemez. Çünki peygamberlerin en âhiri ve en büyükleri ve dini ve daveti umum nev’-i beşere baktığı için ve mu’cizatça ve dince umuma faik ve bütün nev’-i beşere bütün hakaikte üstadlık edip, ondört asırda parlak bir surette isbat eden ve nev’-i beşerin medar-ı iftiharı bir zâtın terbiye-i esasiyelerini ve usûl-ü dinini terkeden, elbette hiçbir cihette bir nur, bir kemal bulamaz. Sukut-u mutlaka mahkûmdur.” (Sözler 144 )

3. PEYGAMBERE HAKARET EDENLERİN HÜKÜMLERİ

Bütün İslam hukuçuları, Hz. Peygamber’e hakaret eden bir Müslüman’ın mürted olacağını ittifakla kabul etmişlerdir. Hz. Muhammed’e hakaret ile diğer Peygamberlere hakaret arasın da hüküm farkı da bulunmamaktadır. Kur’an-ı Kerim bu manayı teyid etmektedir. (Kur’an, 9: 64-66). Kısaca Allah’ın peygamberlerine hakaret eden kâfir olur. Bu konuda uygulama örnekleri sayılabilecek hadisler de mevcuttur.

Açıkça belirtmeliyiz ki, kim İslam’ın iman esaslarından birini alaya alır yahut inkâr ederse, gayr-ı Müslim ise kâfir ve Müslüman ise Mürted olur. Bazı İslam hukukçuları, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’e yahut Ka’be’ye hakaret edenlerin de aynı hükme tabi olacağını söylemişlerdir. Gayr-i Müslimlerden İslam’ın mukaddes değerlerine hakaret edenlerle, bütün sosyal ve ticârî münasebetler kesilmelidir.

4. MUKADDES DEĞERLERE HAKARET EDENLERİN TEVBESİ

Bütün İslam hukukçuları, mukaddes değerlere hakaret edenler, samimi olarak tevbe etmeleri halinde, ahirette bunun faydasını görebileceklerini ve Allah’ın onları affedeceğini kabul etmektedirler. Ancak dünyada bunlara uygulanacak hukukî hükümler konusunda görüş ayrılıkları bulunmaktadır. Malikî ve Hanbelî hukukçular, tevbe etseler de, irtidad suçunun cezasının tatbik edilmesi gerektiğini savunurken; bazı hukukçular, bunların tevbelerinin dünyada da kabul edileceğini savunmaktadır.

5. MUKADDESLERE HAKARET EDENLERİN İSLAM’DA BELİRTİLEN SUÇLARINI KİM UYGULAYACAKTIR?

Bu sorunun cevabı konunun özünü teşkil etmektedir. Müslüman bireyler, İslam hukukunun koyduğu cezaları uygulama hakkına sahip değildir. Mürtedin de cezasını ancak ve ancak bir Müslüman Devletin uygulaması mümkündür. Bunun için de Şer’î Mahkemeden karar alınması zaruridir Bu sebeple Bediüzzaman şöyle demektedi:

Şeriatta yüzde doksandokuz ahlâk, ibadet, âhiret ve fazilete aittir. Yüzde bir nisbetinde siyasete mütealliktir; onu da ulü-l emirlerimiz düşünsünler. (Tarihçe-i Hayat 66 )

Prof. Dr. Ahmed Akgunduz

www.NurNet.Org

Rector & President
Description: LogoIslamitische Universiteit Rotterdam
Bergsingel 135, 3037 GC Rotterdam
T +31 (0)10 485 47 21
F +31 (0)10 484 31 47
E akgunduz@iur.nl; I www.islamicuniversity.nl
facebook.com/Prof.AhmetAkgunduz; twitter.com/AhmetAkgunduz

İtikadımız Üzerinde Oynanan Sinsi Oyunlar..

Maksadımız; herhangi bir cemaati, grubu, kitleyi tenkîd, tenkîs veya itham değil, sadece inananların bin dört yüz yıllık akidelerine yönelik sinsi planları  paylaşmaktır. İtirazlarımızı ortaya koyup Müminleri uyarmaktır. Zaten arzu edilen, beklenen ve bize de yakışan edep ve nezaket sınırları içerisinde Kur’ânî gerçekleri anlatmaktır.

Bütün meslektaşlarımıza, özellikle aynı çeşmeden Nur yudumlayan kardeşlerimize karşı en ufak bir sû-i zannım, hürmetsizliğim ve çürütmek  gibi sû-i edeb bir tavrım ve niyetim kat’iyyetle söz konusu değildir.

Önemli olan; Kur’ânın doğru ve sahîh anlaşılmasına âcizâne katkıda bulunmaktır.

Bizler, Müslümanlar ve tevhîd ehli olarak; hiçbir ferdi Cennete sokma gibi bir yetkiye sahip bulunmadığımız gibi, Cehennemden kurtarma yetkisine ve hakkına da sahip değiliz. Tüm insanlığın hidâyetini arzu eder, teblîğ vazifemize devam ederiz. Zâhire göre hükmeder, Şer’î delilleri ölçü alarak tesbitlerde bulunur, Hikmet ve Rahmet-i İlâhiyye’nin perde arkasına karışmayız. Hüküm Allah’ındır.

Ehl-i kitaba Kur’an nasıl bakar? Hıristiyanlar Cennete girebilir mi? Son yıllarda hız kazanan İslâm’ın protestanlaştırılması çabalarına nasıl bakmalıyız? “Muhammedün Resulullah” demeden ve inanmadan kurtuluş mümkün müdür? Zındıka komitesinin Din’i bozma ve Müslümanların itikatları üzerinde oynadığı oyunlar ve bunlara çanak tutanlar…

Bu ve benzeri ortaya konan hadiseler ve ölçüler; Kur’ân, Hadîs ve Müctehidlerin/ âlimlerin ortaya koyduğu delil ve hakikatlarıyla tesbît edildiği gibi, Üstad Nursî’nin bu görüş ve içtihadlarla bire bir örtüşen ’26. Mektub’un, 4. Mebhas, 5. Meselesinde’ , ‘Muhammedün Resûlullah’ demeyen kimsenin ehl-i necât  olmasının mümkün olmadığını ortaya koymuştur. Buyurunuz birlikte okuyalım:

Bediüzzaman Hazretleri açık bir şekilde, Hz. Muhammed (a.s.m)’i işittiği halde kabul etmeyenlerin, yani “Lâilâhe İllallah” deyip “Muhammedün Resûlullah” demeyen Yahudi ve Hıristiyanların ehl-i necât (kurtuluş ehli) ve ehl-i Cennet olamayacağını, Kur’ânî delillerle ebedî cehennemde kalacaklarını kesin ve kat’î olarak bildirmiş iken, O’nun maksat ve amacına tamamen aykırı bir biçimde bütüne bakmadan bazı ifadelerini alıp ters mâna vermek O’na bir iftira ve bir bühtandır.

Yıllardır devam eden ‘Gizli zındıka komitesi’ nin bir tahrîf ve tağyîr oyunudur.

Hz. İsâ’nın hakîkî dini, İslâmiyettir. Hıristiyanlık değildir. Âhirzamanda Hz. İsâ’nın geleceğine ve Şerîat-ı Muhammediyye ile amel edeceğine dâir hadîs-i şerifler, O’nun nüzûlüne kesin delâleti olduğu gibi, ileride îsevîlerden bir taife Müslüman olacak, ittifak ederek yer yüzünde İslâm’ı hâkim kılacaklardır.

Kitap ehline yapılan çağrılardan biri de şu anlamları çağrıştırmaktadır:

Ey mektep ehli, okur/yazarlar, ey fen bilimlerini tahsil edenler! Siz Hz.Muhammed (asm)’ın son peygamber olduğunu biliyorsunuz. Tarih kitaplarında okumuşsunuz ki, Hz. Mûsâ ve Hz. Îsâ (as) birer peygamber oldukları gibi, Hz. Fahr-ı Kâinat (sav) dahi Âlemlerin Rabbi tarafından sizlere gönderilen ve risâleti hadsiz mu’cizelerle desteklenen en son peygamberdir.

Okuduğunuz fenlere dikkat ederseniz, hepsi bir sistemden, düzenden bahsetmektedir. Âlemin bu düzeni ise tevhîdi ifade ediyor. Yani her şeyin tek elden idâre edildiğini gösteriyor.

İşte bütün bunlar gösteriyor ki, “Kelime-i Şehâdetin iki kelâmı biribirinden ayrılmaz, biribirini isbât eder, biribirini tazammun eder, biribirisiz olmaz. Mâdem Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm Hâtemü’l-Enbiyâdır, bütün enbiyânın vârisidir; elbette bütün vüsûl yollarının başındadır. Onun cadde-i kübrâsından hâriç, hakîkat ve necât yolu olamaz.” (Bediüzzaman, Mektûbât, 26. Mektup, 4. Mebhas)

Öyle ise tek kurtuluş, huzûr, saadet ve Cennet yolu hakîkî mânasıyla  kudsî kelime olan  “Kelime-i Tevhîd” den geçer.

Şimdi bir de aşağıdaki âyet-i kerimenin gerçeğine bakalım. Ne buyruluyor?

“Muhakkak o kimseler (Yahudi ve Hıristiyanlar) ki Allah’ı ve O’nun resullerinin tümünü inkâr  ederler.” (Nisa,150)

Yahudi ve Hıristiyanlar açıkça Allah’ı ve O’nun bütün peygamberlerini inkâr etmeseler, dilleriyle bu inkârlarını ifade etmeseler bile; Hz. Muahammed (s.a.v)’i inkâr etmiş olmakla ve bir kısım peygamberleri reddetmekle, bütün peygamberleri inkâr etmiş sayılırlar. Ve bu inkâr sonucunda Allah’ı da inkâr etmiş sayılırlar. Çünkü Allah’ın bin bir ismi ve kudsî sıfatları peygamberlik kurumunu, özellikle de Hz. Muahammed (s.a.v)’in peygamberliğini gerektirir. Bir başka ifade ile Risalet kurumu, Allah’ın kudsî sıfatlarına ve bin bir İlâhî isme dayanmaktadır. Bir ismi veya sıfatı inkâr etmek şirk (Allah’a ortak koşmak) olduğu gibi, o isim ve sıfatların kapsadığı peygamberlik müessesesini inkâr etmek  de şirk ve küfürdür.

Allah’a ve bütün peygamberlere düşman olan Yahudi ve Hıristiyanlar, “bazı peygamberleri kabul, bazılarını reddetmek” durumunu benimsedikleri için bu şirkten kendilerini kurtaramamışlardır. Yahudiler, Tevrat ve Hz. Musa (a.s)’a inanıp, İncil ve Hz. İsa (a.s) ile  Kur’ân ve Hz. Muhammed (asm)’ı inkâr ediyorlar. Hıristiyanlarsa, İncil ve Hz. İsa (a.s)’a inanıp, Kur’ân’ı ve Hz. Mauhammed (s.a.v)’i inkâr ediyorlar.

Oysa, bütün peygamberlerin Cenab-ı Hak’tan getirdikleri tüm İlâhî emirleri onaylamadıkça ve tüm hükümlerini tasdik etmedikçe imanın geçerli olması mümkün değildir. Bir kısmını kabul, bir kısmını reddetmek, tümünü inkâr etmek anlamına gelmektedir. Hz. Peygamber (s.a.v)’i inkâr etmek küfür olduğu gibi, peygamberliğinin genel olduğunu ve evrensel bir mesaj içerdiğini inkâr etmek de küfürdür. Oysa, Müslümanlar, tüm peygamberleri ve onların tebliğ ettikleri hükümleri kabul ederler.

Dinler arası diyalog olmaz. Bir taraf son ve hak din, diğer taraflar batıl ve muharref…Hak ile bâtıl arasında işbirliği yapılamaz. Tebliğsiz, peygambersiz, irşadsız, davetsiz din anlayışı ve algısı olabilir mi?

Kitap ehlini hakka davet etmenin yolu, yöntemi bellidir. Kur’ân, İslâm’ı kabul etmeye, İslâm’ın alameti olan ve tüm peygamberlerin ittifak ettikleri “Lailahe illallah Muahammedün Resulullah” kudsi kelimesini ikrar etmeye daveti emreder.

Kur’ân-ı kerim, Müslümanlarla ehl-i kitabı bütün peygamberlerin ortak noktası olan kelime-i tevhidde birleşmeye çağırır. Yoksa hâşâ, Hak din olan İslâmiyetle bâtıl ve bozulmuş olan Yahudilik ve Hıristiyanlık dinlerinde birleşmeye değil. Çünkü Hak ile bâtılın bir arada bulunması mümkün değildir.

“Bizimle sizin aranızda bir olan kelimeye gelin” cümlesindeki birlik, dört noktada ortaya çıkmaktadır:

1) Bütün semâvî kitaplar, “Lailahe illallah Muhammedün Resulullah” kelime-i tevhidinde birlemişlerdir.

2) Ruhlara sorulduğunda, bütün ruhlar, “Kelime-i tevhid”i ikrar etmişlerdir.

3) İnsan yaratılışı, hal diliyle “Lailahe illallah Muhammedün Resulullah” cümlesini ilan etmişlerdir.

4) Tüm varlıklar, düzen ve tertipleriyle bu kelimeye şehadet etmektedirler.

İşte  son Nebi Hz. Muhammed (asm) tüm ehl-i kitaba çağrı yapmakta ve İslam’ın temel esası olan bu kelimeye davet etmektedir.

Bu Nebevî çağrının dışında kafalarına, heva ve heveslerine göre çığır açanlar, Onun kutlu caddesinden ayrılıp taban tabana zıt bir yola baş vurmuşlardır. Bu çağrı, İslam adına olmayıp zındıka komitesi (siyonizm) hesabına ve yararına gelişmiştir. Papa ve hahamların, din adına düzenledikleri “dinler arası diyalog ve hoşgörü” adı altındaki toplantıları sadece kendi bâtıl ve bozulmuş dinlerini Müslümanlara kabul ettirme gibi çok yönlü bir misyonerlik faaliyetidir. Bu yolla, kendi inançlarını öne çıkarıp Müslümanların inanç ve itikatlarını bozmaya ve tahribe yönelik sinsi bir çalışma ve bir entrikadır.

Netice olarak deriz ki: Müslümanların i’tikadları üzerinde oyunlar oynanmaktadır.

“Ilımlı İslâm” projesi sinsî bir şekilde İslâm âleminin inanç ve itikad esaslarını  tehdît eder bir durum almıştır.

Güya üç dinin mensupları el ele vererek “Sırat”ı geçme ve Cennete girme provalarıyla, Kur’ânsız, Hadîs’siz, Hz. Muhammed (sav)’siz, Sünnet-i seniyye’siz bir dînin, bir anlayışın hayallerini kurmaktadırlar.

Allah’ın izniyle çabaları boşa çıkacak, sonunda zelîl ve perişan olacaklardır inşâallah…

Kusur bizden, hidâyet ve tevfîk Allah’tandır.

İsmail Aksoy

NurNet.Org