Etiket arşivi: Diyanet İşleri Başkanı

Din Algısı Üzerinde Oluşan Yaraları Tedavi Etmeliyiz!

Diyanet İşleri Başkanlığı, Türkiye genelinde görev yapan ilçe müftülerini bir araya getirdi. İlkinin Eğitim Hizmetleri Genel Müdürlüğü tarafından 2012 yılında seminer halinde gerçekleştiği toplantı, bu yıl farklı olarak kongre çatısı altında toplandı. “90. Yılında Türkiye’de Din ve Diyanet Hizmetleri” teması altında gerçekleşen I. İlçe Müftüleri Kongresi’ne Diyanet İşleri Başkanı Prof.Dr.Mehmet Görmez de katıldı. 
 
İlçe müftüleri kongresinin sıradan bir toplantı olmadığını, bir muhasebe toplantısı olduğunu vurgulayan Diyanet İşleri Başkanı Görmez, “Bu toplantı sıradan bir toplantı ya da seminer değil, çok ciddi bir muhasebe toplantısıdır. Ulusaldan küresele, yerelden evrensele doğru din ve diyanet hizmetlerini değerlendirmek, geçmişin muhasebesini yapmak, bugünün değerlendirmesini yapmak ve geleceğin planlamasını yapmak üzere bu kongreyi gerçekleştiriyoruz” dedi.
 
“Toplumun din algısı üzerinde oluşan yaraların tedavisi için bizlere büyük görevler düşüyor…”
 
Din-i Mübin-i İslam, bütün dünyada çok zor bir süreçten geçiyor. İslam dünyasının her tarafından alevler yükseliyor. Hatta İslam dünyasın Osmanlı’nın son dönemlerini yaşıyor.  Ülke olarak da çok zor günlerden geçiyoruz. Son zamanlarda toplumda din algısı büyük yara almıştır. Genç kuşaklarda din ve dindarlık algısı yara almıştır. Bütün toplumun fertlerinde İslam’a, dine ve dindarlığa karşı bir hayal kırıklığı yaşanıyor. Milletin her ferdini kucaklayarak toplumdaki bu hayal kırıklığını tedavi etmek gibi bir görevimiz var. Diyanet İşleri Başkanlığı manevi boşluk bırakmadan manevi rehberliğini yaparsa toplumda bu hayal kırıklığı yaşanmaz. Toplumdaki bu hayal kırıklığını nasıl giderebiliriz? Din nasıl yara aldı? Toplumun bütün fertlerini yeniden nasıl kucaklayabiliriz? Bunlar üzerinde durmamız gerekiyor. Kutlu Doğum Haftasını bütün bu yaşananlar için, bütün bu yaraları tedavi etmek için iyi bir fırsat olarak değerlendirmeliyiz. Bu sene “Hz. Peygamber, Din ve Samimiyet” konusunu ele alıyoruz. Din, samimiyettir. Kendimizden başlayarak toplum olarak samimiyet eksikliği ile ilgili ne gibi eksikliklerimiz varsa hepsini tedavi etmek için seferber olmalıyız. 
 
“Bütün görev tanımlarımız değişmiştir…”
 
Çok sevdiğim bir müftü tanımı vardır. Müftü, İslam akidesine göre, beyan vazifesini ifa etmede, yerine getirmede takliden değil tesisen Hz. Peygamberin halifesidir. Müftülük makamı, görevlilerin idari ve bürokratik işlemlerinin yerine getirildiği bir müdürlük değildir. Müftülük, şehrin dini-manevi hayatını sevk ve idare eden merkezdir. Bunu irşad kurulları marifetiyle yerine getirir. Şehrin manevi hayatını kemiren bütün kötülükleri tespit ederek yerine getirir. Evlenme-boşanma oranlarını, suç oranlarını temin ederek yerine getirir. Bölgesel farklılıkları göz önünde bulundurarak yerine getirir. Buna göre vaazlarını, irşad faaliyetlerini belirler. Aynı şekilde din görevlisinin tarifleri de değişmiştir. Din görevlisi sadece camide namaz kıldırmakla görevli olan imam ve müezzin demek değildir. Mahallesinin, camisinin hoca efendisidir. Ebu Davud da geçen bir hadis-i şerifte Sevgili Peygamberimiz (sas): “İmam, bütün insanların kefilidir, namazda önüne durduğu bütün insanların kefilidir. Müezzin de müstemendir, yani en büyük emindir.” buyuruyor. Buna göre topluma götürdüğümüz bütün hizmetleri yeniden ele almamız gerekiyor.  
 
Beş gün sürecek ve durum değerlendirmelerinin yapılacağı kongreye, Diyanet İşleri Başkan Yardımcıları Prof. Dr. Mehmet Emin Özafşar, Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz ve Diyanet teşkilatının üst düzey yöneticileriyle birlikte Türkiye geneli görev yapan ilçe müftüleri katıldı.

Yılın Bürokratı, Diyanet Reisidir!

Bürokrat, üst düzey yönetici, istisnai memur; devleti yasa ve yönetmeliklere dayanarak icra ettiği kimsedir. Ancak Bürokratın kalitesi, bilgi ve cesareti, vizyonu ve mizacı başında olan kurumun işleyişini, verimini arttırdığı gibi kalite kat sayısını da arttırıyor.

Örneğin Milli Eğitim Bakanına fırsat verilirse eğitim öğretim camiasına bir heyecan bir motivasyon kazandırabilir, tabi o bir Bakan. Ancak bir bürokratımız var ki, kanaatimce yılın bürokratı olmayı şimdiden hak etmiş bile. Bu zat, Diyanet Reisi Prof.Dr. Mehmet Görmez’dir. Neden mi? Beraber değerlendirelim;

1-Diyarbakır’da bir ilk olarak Kürtçe Mevlit okudu ve Tükçe Mevlidin yazarı Süleyman Çelebi ile Kürtçe mevlidin yazarı Melayı Bateyi’nin dost olan ruhlarına, duygu birlikteliğine vurgu yaparak, barış sürecine katkı verdi, bu vesileyle örülmeye olan barış duvarına bir tuğla da kendisi bıraktı.

2-Din görevlilerine seslendiği bir etkinlikte, “eğer yıllardır cemaatiniz belli şahsiyetlerden oluşan 3-5 kişi ise siz o zaman namaz kıldırma memurusunuz, tebliğ görevinde yetersisiniz” diyerek din görevlilerini özeleştiriye davet etti.

3-Cami cemaatinin hassasiyetini en ince noktasına kadar düşünerek, seccade motifli halıların cemaat mantığına aykırı olduğu, insanlar arasındaki samimiyeti bozduğuna vurgu yaptı.

4-Diyanet Riyasetinin dini ve ilmi açıdan özerk olması gerektiği üzerinde durdu ve faydalarını dile getirdi.

5-Alim, Amil ve Fadıl bir insan, saygın bir din adamı profilini sergiliyor, kamuoyuna güven verip, diyanetin saygınlığını arttırıyor.

Sevgili dostlar, Diyanet sürekli eğitime katkı verebilecek, hayatın her aşamasında vatandaşı aydınlatma mevzuunda aktif rol alabilecek nadide bir kuruluştur. Bir kuruluş düşünün ki memleketin en ücra köşesine kadar sesi ulaşıyor, hem de toplumun en saygın kimseleri aracılığıyla. Niye saygın diyorum, çünkü istisnalar hariç hala da din adamlarına saygı duyuluyor.

Bu manidar kuruluştan bir talebim var, en geç Kurban Bayramına kadar tüm Türkiye’de bir “Barış Hutbesi”nin okutulması ve bu vesileyle ülkemizde bir barış, huzur ve kardeşliğin tesisi için katkıda bulunmasını talep ediyorum.

Türkiye’nin doğusu ve batısı yıllardır, medya üzerinde bir birleri hakkında yanlış bir bilgi sahibidirler, maalesef bu bilgi de sağlıklı olmadığı gibi, aynı zamanda taraflı bir bilgidir. Nefret ve düşmanlığı aşılamaya yöneliktir.

Eski devlet anlayışı bu memlekete sıkıntı oluşturduğu, bu süreçte yetişen defolu vatandaşın hayatı birilerine zehir ettiği, devlet adına yapılan zulümlerin artık son bulması gerektiği, devletin kutsallığı, adalet ve hizmetkâr olmasından kaynaklandığını, devlet adına kimsenin vatandaşa sıkıntı verme hakkına sahip olmadığını, bu şekilde davranan devlet adamı olsa şayet yanlışı örtbas etme adına onlara karşı sessiz kalmanın bir marifet olmadığı gerçeğine vurguda bulunma gerekliliği üzerinde durulmalıdır.

Biz de nitelikli vatandaş olarak bu konuyu gündemde tutmamız gerektiğine inanıyorum. Siz sevgili okurlarımı Diyanet Reisi Prof. Dr. Mehmet Görmez’e, sahip olduğu misyona sahip çıkmanız gerektiği kanaatini taşıyorum. Ayrıca tüm imkânlarımızla barış sürecinin arkasında olup, varsa bir yanlış düzeltmek için çalışıp çabalamamız gerekir diye düşünüyorum.

Bu sürecin adil, adaletten taraf ve cesur bir adamı olarak Sayın Görmez’i yılın bürokratı ilan ediyor, katkılarınızı bekliyorum.

Selam ve saygılarımla

Eyüphan Kaya

www.NurNet.Org

Diyanet İşleri Başkanı Görmez’den “Hicri Yıl ve Hicret Mesajı”

Müslümanlar için bir dönüm noktası olan hicret, tarihte yeni bir sayfa açmıştır. Hz. Ömer’in halifeliği döneminde hicretin gerçekleştiği gün, Hz. Ali’nin teklifiyle hicrî takvimin başlangıcı sayılmıştır. O günden itibaren de İslam âleminde 1 Muharrem hicrî takvimin başlangıcı olarak kabul görmüştür.

Bilindiği gibi İslâm’ın yayılmaya başladığı Mekke döneminde Sevgili Peygamberimiz ve ilk Müslümanlar sürekli baskı ve işkencelere hedef oldular. Sosyal, ekonomik ve kültürel ambargoya maruz kaldılar. İlk Müslümanlar önce Habeşistan’a, sonra da Medine’ye hicret ettiler. Peygamber Efendimiz (sas) ve ashab-ı kiram doğup büyüdükleri ve çok sevdikleri şehirleri Mekke ve Kâbe’den ayrılmak durumunda kaldılar.

Müslümanlar için bir milat olan hicret; Allah’a ve O’nun Kutlu Elçisi Rahmet Peygamberine gönülden bağlılığın bir ifadesi; hakka, hakikate, ilme, irfana ve medeniyete yapılan yolculuktur.

Hicret, Allah rızası için; anadan, babadan, evlattan, yardan, diyardan, maldan, mülkten hatta candan vazgeçmenin ibretli ve meşakkatli bir öyküsü; Yüce dinimizin rahmet yüklü mesajlarını bütün insanlığa ulaştırmak için çıkılan kutlu yolculuğun adıdır.

Hicret, yardımlaşma, dayanışma, paylaşma, dostluk ve kardeşliğin ifadesidir. Kardeşine kucak açarak onunla evini, iş yerini, yiyeceğini ve varlığını paylaşmanın; kardeşini himaye etme ve sahiplenmenin adıdır.

Hicret, asla maddi zorluklar ve zorlamalar karşısında bir kaçış değil; aksine İslâm’ı öğrenmek, öğretmek, yaşamak ve yaşatmak için yeni imkân ve zemin arayışıdır.

Aslında hicret, bir anlamda medeniyete hicrettir. Zira Peygamber Efendimizin (sas) hicretiyle Yesrib, Medine’ye dönüştü. Medine de medeniyet üretti. İslâm Peygamberi Hz. Muhammed (sas) kin, nefret ve intikam toplumundan bir sevgi ve merhamet toplumu meydana getirdi. Katı kalpli insanlardan, can taşıyan her varlığa, hatta eşyaya dahi şefkat ve merhametle muamele edecek bir toplum oluşturdu. Hem maddi hem manevi açıdan arındırdı onları. Çıkarcılığı, çapulculuğu ve fırsatçılığı revaçta olan bir topluma, kendisi için istediğini, kardeşi için de istemeyi, diğerkâmlığı ve kardeşliği öğretti. Komşusu aç iken tok gezilemeyeceğini gösterdi. Dürüstlüğü, güvenilirliği, aldatmamayı, helal kazancı, alın terini, hak ve hukuku, hakkaniyeti, eşitlik ve adaleti öğretti. İyiliği, güzelliği, hayrı, ahlâkı, samimiyeti, olgunluğu, takvayı gösterdi. İnsanlara hizmette, emanet ve mesuliyet bilincini, liyakati getirdi. İffetli ve ahlaklı bir toplum kurdu. İlim ve hikmete, hak ve hakikate, bilgi ve öğrenmeye âşık örnek bir nesil yetiştirdi. Fakirler, sahipsiz olmadıklarını; güçsüzler kimsesiz kalmadıklarını hep ondan, onun uygulamalarından öğrendi. Kısacası onlara temiz bir toplumun nasıl oluşması gerektiğini göstererek insan onurunu, insanca yaşamı, Müslümanlığı ve medeniyeti gösterdi.

Bugün bizim için de bir hicret söz konusudur. Fakat bu hicret sadece göç edecek yer ve yurt aramak değil; her durumda daha iyinin, daha güzelin peşinde koşmak, İslâm’ı daha bir samimiyet içinde yaşamaya çalışmaktır. Hicret işte bu yolculuğun adıdır. Hz. İbrahim’in (as) dediği gibi, hepimiz Rabbimize hicret etmekteyiz. Geçici olan bu dünyadan, ebedi olan gerçek âleme doğru göç etmekteyiz. Buradaki hicret, Sevgili Peygamberimizin bir hadislerinde buyurduğu gibi, Allah’ın yasaklarını terk etmektir.

Ne mutlu hicret edenlere! Ne mutlu yüreklerinde hicret ruhunu taşıyanlara!

Bu vesileyle bütün İslâm âleminin yeni hicri yılını tebrik ediyor; hicrî 1434 senesinin ülkemiz, gönül coğrafyamız, İslâm dünyası ve tüm insanlık için hayırlara vesile olmasını Yüce Rabbimden niyaz ediyorum.

Prof. Dr. Mehmet GÖRMEZ

Diyanet İşleri Başkanı

Görmez: Film, küresel bir provokasyondur!

Diyanet İşleri Başkanı Görmez, Hz. Peygambere hakaret içerdiği gerekçesiyle İslâm dünyasında protesto gösterilerine neden olan “Müslümanların Masumiyeti” filmini ve dün Bingöl’de 8 polisin şehit düştüğü olayları değerlendirdi.

Amerika’da yayınlanan film, küresel bir provokasyondur. Öyle bireysel veya toplumsal değil, küresel bir provokasyondur. Çünkü bir kısır döngüye girildi ve provokasyonların sayısı çoğaldı.” diyen Diyanet İşleri Başkanı Görmez, tarih boyunca İslâm’a yönelik birçok eleştiri olduğunu ancak son dönemlerde bu eleştirilerin aşağılama ve hakaret boyutuna vardığını söyledi. İslâm dünyasında ortaya çıkan tepkilerin sadece bir filme yönelik olmadığının altını çizen Başkan Görmez, şöyle konuştu:

“Salman Rüşdî ile başlayan aşağılamaya varan eleştiriler Fitne filmi, karikatür krizi, Papa’nın Regensburg konuşması, İsviçre’deki minare referandumu, Almanya’da son zamanlarda gündeme gelen sünnet yasağı ve Müslümanların varlığını sadece bir güvenlik meselesi olarak ele alan başörtülü afişler ve son olarak da Amerika’da ortaya çıkan bu bayağı, pespaye film. Bütün bunlara baktığımızda ortak noktaları, bunların hiçbir düşünsel, bilimsel, kültürel, sanatsal değerlerinin olmayışıdır. Filmin, sadece aşağılamak, sadece kutsala saldırmak, sadece tahkir etmek üzere bina edilen bir provokasyon olduğu anlaşılıyor.”

“İslâm bu topraklarda kaldıkça terör, bir katiller hareketi olarak kalmaya devam edecektir”

Diyanet İşleri Başkanı Görmez, dün Bingöl Karlıova’da meydana gelen terör saldırısı nedeniyle şehit düşen 8 polisle ilgili de şunları söyledi:

“Aslında sözün tükendiği bir zaman diliminde olduğumuzu biliyorum. Artık başsağlığı dilemenin, mesajlar yayınlamanın çok anlamsızlaştığını biliyorum. Ancak bununla birlikte öncelikle bütün şehitlerimizin yakınlarına, ailelerine başsağlığı; milletimize sabır ve metanet diliyorum. Bütün bu olup bitenlere rağmen, bizim millet olarak, hangi düşünceden, hangi inanıştan, hangi ırktan, hangi dilden olursa olsun, milletimizin her ferdinin kardeşlikte ısrar etmesi gerekiyor. Terörün otuz yıldır bir amacı var: Sahip olduğu ideolojiyi toplumsallaştırmak, toplumun fertlerini karşı karşıya getirmek. Ancak hesap etmedikleri bir şey var. Din-i mübin-i İslâm bu topraklarda kaldıkça, bizi birbirimize kardeş kılan ortak değerlerimiz var oldukça terör, bir katiller hareketi olarak kalmaya devam edecektir. Şehitlerimizin bize bıraktığı en büyük emanet, her birimizin onların bu ideolojisinin toplumsallaşmaması için çaba göstermek, birbirimize daha da yakınlaşmak, kardeşliğimizi daha da pekiştirmek olmalı. Ben tekrar bütün milletimize başsağlığı diliyorum.”

“Kardeşliğimizi pekiştirmek, birlik ve beraberliğimizi zedeleyen unsurları ortadan kaldırmak için çaba sarf ediyoruz”

Diyanet İşleri Başkanlığının görev alanlarının yanında toplumsal konularda da duyarlılık gösteren bir kurum olduğuna işaret eden Başkan Görmez, şöyle devam etti:

“Diyanet İşleri Başkanlığının görevi yalnızda camileri yönetmek, sadece cami içinde topluma manevi rehberlik yapmak değildir. Diyanet İşleri Başkanlığı olarak aynı zamanda kardeşliğimizi pekiştirmek, birlik ve beraberliğimizi zedeleyen unsurları ortadan kaldırmak için de bir çabamız, gayretimiz, görevimiz var. Sadece Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde, on dokuz bin arkadaşımızla çalışıyoruz. Onların her birisiyle ben bizzat bir araya geliyorum. Onlarla birlikte bunları değerlendiriyoruz. Hatta birlikte özeleştiri yapıyoruz. ‘Demek ki biz, bizi kardeş kılan değerleri aktarmakta zaaf gösteriyoruz. Demek ki biz görevimizi hakkıyla ifa etmiyoruz.’ diye sürekli özeleştiriler yapıyoruz. Sadece bu tür konuları gündemine alarak çaba göstermek zaman zaman çok fayda vermiyor. Ama görünmeyen çabalarımızın çok daha farklı olduğunu ifade edebilirim.

“Mele projesiyle bilge şahsiyetlerin bilgi ve irfanlarından yararlanmayı hedefliyoruz…”

Mele projesinin, terör hareketinin başlattığı bir proje olmadığına vurgu yapan Başkan Görmez, şunları söyledi:

“Bu proje, bizim tarihimizin, kültürümüzün bir değeri olarak ortaya çıkan; ancak zamanla ötekileştirdiğimiz bilge şahsiyetlerin bilgisinden de istifade etmeyi de amaçladığımız, yalnızca Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgeleriyle sınırlı olmayan, Karadeniz ve Marmara’da, Türkiye’nin muhtelif yerlerinde eserleriyle kendilerini ortaya koymuş bilge şahsiyetlerin bilgilerinden, kültürlerinden, irfanından, tabiri caizse ustalıklarından yararlanmayı hedeflediğimiz bir proje oldu. Şu anda bin kadar arkadaşımız göreve başladı. Bununla birlikte projenin ilk olumlu, müspet sonuçlarını aldığımızı söyleyebilirim. Gayet güzel bir şekilde gidiyor. Şimdi yakında o arkadaşlarımızla bir eğitim yapacağız. Hem onların birikimlerinden faydalanacağız, hem de Diyanet İşleri Başkanlığının birikimini, tecrübesini arkadaşlarımıza, hocalarımıza aktarmaya çalışacağız.”

Diyanet İşleri Başkanı Görmez’in açıklamalarından diğer başlıklar şöyle:

“İslâm, hiçbir zaman şiddete başvurmayı, rastgele büyükelçiliklere saldırıp insan katletmeyi meşru görmez…”

Libya’da, Mısır’da ve dünyanın farklı bölgelerinde feryat eden insanların yaşadığı 200 yıllık yaralanmış bir bilinç var. Ben insanların sadece bu filme tepki gösterdiklerini zannetmiyorum. Sömürge dönemi var. İşgaller ve işgallerin bıraktığı 30- 40 yıllık yönetimler var. Müslümanlar gösterdikleri tepkiyle aslında şunu söylüyorlar: “Yer altındaki bütün kaynaklarımızı aldınız, götürdünüz. Sizin olsun. Her yerde canımızı aldınız, kanımız aktı. Ama hiç olmazsa bizim kutsallarımıza dokunmayın.” Ancak bu, hiçbir zaman sokağa çıkıp provokatörlerin emellerine alet olmayı, İslâm’ın hiçbir zaman uygun görmediği şiddete başvurmayı, rastgele büyükelçiliklere saldırıp insan katletmeyi meşru kılmaz. Zaten bu kısır döngüde beni en çok üzen şey, en büyük zararı İslam’ın görmesi. O film kendi başına kalsaydı dünyada kaç kişi izleyecekti o filmi? Ama o film bütün dünyanın izlediği bir film haline getirildi. Bu film niçin Arapça alt yazı yazılıp, internet erişiminin en düşük olduğu Mısır ve Libya’da piyasaya sürülüyor? Amaç çok açık. Dolayısıyla bütün bunlardan en büyük zararı İslâm görüyor. İslamofobia bundan besleniyor. Onun için tabii ki Müslümanların bu gösterdiği tepkinin sebeplerini tahlil ettiğimizde, gösterilen tepkilerin sadece o filme bir tepki olarak gösterilmediğini ben şahsen biliyorum. Derin bir tarihi birikim, aşağılama, tahkir, iki yüz yıllık yaralı bir bilinç ve kültürel işkenceye varabilecek saldırılar var. Ancak bu film ne kadar bayağı, ne kadar pespaye, ne kadar provokatif olursan olsun bu hiçbir zaman herhangi bir Müslümanın sokağa çıkıp, ilgili veya ilgisiz demeden rastgele insan öldürmesini asla meşru kılmaz.

Tepkiler Hz. Peygamberin hikmetine ve onun bize öğrettiği Kur’an-ı Kerim’e uygun olmalı

İslâm dini bize hak aramanın da bir hukuku olduğunu öğretmiştir. Acaba hukukunu savunmak için sokağa çıktığımız peygamber, bizim eylemlerimizin, hareketlerimizin, tavırlarımızın hangilerini beğenir? Hiçbir Müslüman bunun izahını yapabilir mi? Resul-i Ekrem’e hayatı boyunca defalarca saldırılar yapılmıştır ve onun bütün saldırılara verdiği karşılıklar bellidir. Bütün bu provokasyonları boşa çıkarmanın yolu, hikmetten ve adaletten, ahlaktan ve hukuktan ayrılmadan tepkilerimizi dile getirmekten geçer. Peygamberimizin hukukunu korumak her Müslümanın görevidir. Ama O’nun hukukunu korumak, Peygamber ahlakına ters bir şekilde sokağa çıkıp gördüğümüz bütün dükkanları, Batılı ifadelerin bulunduğu bütün iş yerlerini yağmalamak, saldırmak şeklinde olmamalı. Zaten provokasyonun amacı da bu olsa gerektir. Müslümanların göstereceği tepki mutlaka Peygamberin hikmetine ve onun bize öğrettiği Kur’an-ı Kerim’e uygun olmalı.

İslâm algımızı yeniden gözden geçirmeliyiz…

Küreselleşme, insanlık tarihinde gerçekten çok büyük bir gelişme. Bu büyük gelişme karşısında insanlık bu duruma uygun bir dil geliştiremedi. Bu duruma uygun bir ortak yaşama kültüründen aciz kaldı. Bu duruma uygun bir düşünce gelişmedi. Böyle olduğu için de ciddi sorunlar çıkmaya başladı. Buna paralel olarak insanlar kimliklerini korumak için dinlerine sarıldılar. Başta İslâm olmak üzere bütün ilahi dinler, evrenseldir. Yani tam da bu durumu dikkate alarak, bütün insanlığa, kâinata, varlığa karşı bize sorumluluk yükleyen inançlarımız var. İslâm’ın Rabbi, bütün âlemlerin Rabbidir, İslâm’ın peygamberi bütün âlemlere rahmettir. Biz Müslümanların İslâm anlayışı, İslâm algısı, İslâm tatbikatı, İslâm’ın evrenselliğine yakışıyor mu? Yakışmıyor. Bizim İslâm algımız ve anlayışımız, İslâm’ı yerelleştiriyor, bölgeselleştiriyor, mevzileştiriyor. Böyle olduğu için, bütün bunların üstesinden gelmekte sıkıntılar yaşıyoruz.

Küresel provokasyonlar, Müslüman toplumlar üzerinde soyut ve kültürel bir işkenceye dönüşüyor…

Bu tür provokasyonlara karşı iki şey çok önem arz ediyor. İlk olarak bütün İslâmî kurumların ve Müslüman kanaat önderlerinin, Müslüman bilim adamı, fikir ve düşünce insanlarının bu türden provokasyonların devamının geleceğini de dikkate alarak bir araya gelmek suretiyle Müslüman toplumlarda bu tür küresel provokasyonlara karşılık vermenin ortak bilincini, ortak kültürünü oluşturmanın yollarını aramalıdır. Örneğin bunların İslâm dünyasındaki tüm camilerde vaaz konuları içerisinde yer almasını sağlayabilmeliyiz. Uluslararası toplantılar düzenlenerek bir daha böyle bir küresel provokasyon olduğunda Müslümanların tepkilerini nasıl ifade etmeleri gerektiği ile ilgili çok ciddi çalışmalar yapılmalıdır. Bu küresel provokasyonlar, Müslüman toplumlar üzerinde soyut ve kültürel bir işkenceye dönüşüyor. Çok farklı bir algı ile bilinçsiz kitleler öfkelerine hâkim olamıyorlar. Elbette kitleler kendi tepkilerini muhakkak vereceklerdir. Ama bu tepkiler nasıl olmalı, her şeyden önce bilinçli olarak bunun çalışmalarını yapmak zorundayız.

Kutsal değerlere hakaret, tüm dünyada suç olarak kabul edilmelidir…

Ama bununla birlikte uluslararası kurumların ve uluslararası camianın da atması gereken adımlar var. Aslında karikatür krizinden itibaren İslam İşbirliği Teşkilatının da bu konuda yoğun bir çabası oldu. Öncelikle bu tür provokasyonların tüm hukuk sistemleri tarafından suç olarak tanımlanması gerekiyor. Bugün dünya üzerinde ırkçılık ve ayrımcılık nasıl suç sayılıyorsa, nasıl nefret suçları diye bir suç çeşidi varsa, bu şekilde kültürlerin ve milletlerin kutsal değerlerini aşağılamak, tahkir etmek, bilimsel, sanatsal, kültürel hiçbir değeri olmayan, sadece provokasyon olan bu tür operasyonlar da aynı şekilde bütün hukuk sistemleri tarafından nefret suçları kapsamına alınmalıdır. Çünkü bu tür küresel provokasyonlar sadece Müslüman kitlelerin sabrını, sadece Müslümanların masumiyetini test etmeye yönelik değil, aynı zamanda batı dünyasında yüreklere yerleştirilen İslamofobiayı da tahriktir. Nitekim bunu Norveç’te gördük yakın zamanda. Breivik diye birisi ortaya çıkıp kendisini Hıristiyanlığın kurtarıcısı olarak lanse ediyor ve 77 masum insanı katledebiliyor. Dolayısıyla bu tür provokasyonlar, sadece Müslümanlara ve İslâm dünyasına zarar vermeyecek aynı zamanda batı dünyasında da ayrımcılığı, İslamofobiayı, ırkçılığı, körükleyecek ve küresel ölçekte bir şiddeti, terörü besleyecektir.

Uluslararası camia bu provokasyonları ifade özgürlüğü olarak değerlendirmemeli, ırkçılık gibi nefret suçu saymalı…

İslâm dünyasında zaten zihinler, bilinçler yaralı. 3 milyon insan ölmüş Irak’ta. Yanı başımızdaki Suriye’de 30-40 bin insan öldü. Afganistan’da, Filistin’de, Arakan’da ve dünyanın muhtelif yerlerinde zaten açılmış birçok yara var. Bütün bu yaraların her Müslüman bilinçte meydana getirdiği bir zedelenme var. Bunun üzerine bir de tahkir, kutsal değerlere, toplumun canından aziz bildiği peygamberine böyle bir saldırı olduğunda, işte böylesine hiç tasvip edilmeyen, İslâm’a da uygun düşmeyen tepkisel davranışlar ortaya çıkabiliyor. Ancak tekrar ifade ediyorum, bütün bunlar karşı şiddeti, saldırıyı, öfkeye hâkim olmadan yanlış işler yapmayı meşru kılmıyor. İkisini birbirinden ayrı ayrı ve çok iyi tahlil etmemiz gerekiyor. Hem o küresel provokasyonu ve artık bunun kültürel bir işkenceye dönüştüğünü, hem de bunun doğu-batı çatışmasını, medeniyetler çatışmasını nasıl körüklediğini; bunun, ifade ve inanç özgürlüğü ile ilgisinin olmadığını çok güzel değerlendirmek lazım. Bir daha bu tür provokasyonlara gelinmemesi için kendi aramızda nasıl ortak bir bilinç geliştirebiliriz, peygamberî ve hikmetli bir tavır nasıl geliştirebiliriz, bunun üzerinde çalışmamız lazım. Aynı zamanda uluslararası camianın da bu tür provokasyonları suç sayacak ve bunun ifade özgürlüğü ile hiç alakası olmadığını ortaya koyacak, bunun bir ırkçılık ve ayrımcılık gibi bir nefret suçu olduğunu ortaya koyacak bir takım kararlar alması gerekiyor.

İslâm düşmanlığı batılı ülkeler tarafından ciddiye alınmalı…

İslamofobia hakikaten özellikle batılı ülkeler tarafından ciddiye alınmıyor. Ben bütün batılı ülkelerin İslamofobiayı çok çok ciddiye almaları gerektiğini düşünüyorum. Yurtdışındaki müşavirliklerimiz aracılığıyla günlük olarak Avrupa’da yaşanan İslamofobik hadiselerin bilgileri bize geliyor. Son aylarda bu sayı öylesine hızlı bir şekilde kabarıyor ki. Mesela Avrupa ülkelerinde son yıllarda çok bayağı bir davranış ve öfkeyi ifade ediş biçimi var. Bir gece biri bir domuz kesiyor ve domuzun kafasını caminin kapısına bırakıyor. Bu, o kadar çok yaygınlaştı ki! Peki bunu neden yapıyor? Çünkü, bunun karşı taraftan nasıl bir soyut işkence olarak algılanacağını biliyor. Tüm bunları sadece dinlerden kaynaklanan bir çatışma olarak yorumlarsak eksik değerlendirmiş oluruz. Bunun siyasi sebepleri var, sosyal, kültürel ve ekonomik sebepleri var. Son aylarda Almanya’nın sünnet yasağını telaffuz etmeye başlaması; “Aranıyor!” başlığı altında Müslüman insanların fotoğraflarını da koyarak afişler hazırlamaya kalkışması, Avrupa’da her ülkede ırkçı bir partinin ortaya çıkması, Avrupalı yetkililerin İslamofobik hareket, davranış ve düşünceleri hala hafife almakta olduğunu gösteriyor. Bu çok tehlikeli bir süreçtir. Herkesin bu konu üzerinde ısrarla durması gerekiyor.

İslamofobia, provokatörlerle kavga ederek ortadan kalkmaz…

Biz bu tespitleri yapıyoruz ama daha önemli bir şey var: İslamofobiayı önlemenin yolu, bunu üreten provokatörle kavga etmekten geçmiyor. Çünkü o kavga, hakikaten kirli bir kavga. Bizim Müslüman olarak o kavgayı yapanların seviyesine inmemiz mümkün değil. Çünkü o dil farklı bir dil, bizim bilmediğimiz bir dil, bizim anlamadığımız bir kültür. Hz. Peygamberin Hira’dan inerek Hz. Hatice’ye gelişini bu pespaye filmde ortaya koyan sahneyi gördüğüm zaman gerçekten bunlarla konuşmanın mümkün olmadığını gördüm. Ama biz Müslümanlar olarak iki şey yapabiliriz. Topyekûn Müslümanlar olarak yüreklere yerleştirilmek istenen İslâm korkusunu nasıl izale edebiliriz, bunu düşünmeliyiz. Elbette işin bilgi boyutu da önemli ancak bu hedefi sadece kitaplarla, filmlerle gerçekleştirmek mümkün değildir. Bunun en güzel yolu, bizatihi yaşayarak göstermek. Bu, özellikle gayrimüslimlerle iç içe yaşayan toplumlar için yani batıda yaşayan Müslüman topluluklar için çok daha önemli. O kardeşlerimiz, gayrimüslim komşularıyla daha yakın ilişki içinde olmalı. Biz de onların kendilerini çok daha yüksek bir özgüvenle ifade etmelerine yardımcı olmalıyız.

Medeniyetimiz içerisinde çatışma çıkarmak isteyenlere karşı dikkatli olmalıyız

Bütün bunların haricinde başka bir şey daha yapılıyor. Sadece medeniyetler arası çatışma değil, bir taraftan da medeniyet içi çatışma körükleniyor. Bir Şii-Sünni çatışması ve dinî azınlıklar meselesi çıkarılmak isteniyor. Bizim medeniyet havzamızdaki dinî azınlıklar tarih boyunca İslâm’ın verdiği o ahlak ve hukuk çerçevesinde varlıklarını gayet rahat bir şekilde idame ettirebilmişlerdir. Ama şimdi o emanete de dokunmak için bir takım şeyler yapılıyor. Bu, biraz daha yüksek bir özen ve dikkat gerektiriyor. Bu, artık küresel ideolojinin bir klasiği haline geldi. Bu klasik oyuna artık gelmemek gerekiyor. Biz Müslümanlar bir taraftan kendi kutsal değerlerimize hakaret edilmemesi için her türlü yola başvurmalı bir taraftan da bu tür provokatörlerin provokasyonlarına gelmemek için kendi öfkelerimize ve kitlesel öfkelerimize de hâkim olarak bu kültürel işkenceyi toplumlarımızın üzerinden nasıl hikmetle atmamız ve peygamberî bir tavırla nasıl karşılık vermemiz gerektiği üzerinde çalışmamız lazım.

Diyanet

Said Nursi ve Akif, kürtaj için ne demişti?

Başbakan Erdoğan’ın “Kürtaj cinayettir” açıklamasıyla başlayan tartışmada son noktayı Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez de geçtiğimiz gün yaptığı açıklamayla koydu. Görmez de “Kürtaj cinayettir ve haramdır” diyerek Diyanet’in tavrını net biçimde açıkladı.

Kürtajın İslam’a göre “haram” ve “cinayet” olduğuna dair son noktanın aslında 93 yıl önce aralarında Bediüzzaman Said-i Nursi’nin de olduğu Dârü’l-Hikmet’il-İslâmiye isimli teşkilat tarafından konduğu ortaya çıktı.

Gazeteci-yazar Sadık Albayrak’ın ilk baskısını 1974 yılında yaptığı ve 1998 yılında da genişlettiği “Son Devrin İslâm Akademisi” isimli kitapta, kürtajla ilgili çok çarpıcı bir belgeden söz ediliyor.

25 Ağustos 1918 tarihinde V. Mehmet Reşat ve Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendi zamanında; Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye isimli teşkilat, son devirlerde gerek Osmanlı İmparatorluğu ve gerekse İslâm Âleminde ortaya çıkan bir takım dinî meselelerin halli ve İslâm’a yapılan hücûmların İslâm ahkâmına göre cevaplandırılması amacıyla kurulmuş.

İşte Albayrak kitabında o teşkilata dair çarpıcı belgeler açıklamış. Teşkilatın amacına ilişkin ise Albayrak kitabında şu ifadelere yer vermiş:

“Osmanlı İmparatorluğu’nun karışık ve Batı hayranlığının devlet müesseselerinin her kademesinde revaçta olduğu bir zamanda ahlâk ve imânı elde tutmak bu teşkilâtın en başta gelen vazifelerinden biri idi. Mekteplerde talebeler İslâm ahlâkına aykırı bir tarzda muallimler tarafından yetiştirilmeye çalışıldığı takdirde kendi selâhiyetini kullanarak gerekli mercilere müracaatla Maarif’in dikkati çekiliyordu.

Basında İslâm’a yapılan hücûmlara ve İslâmı, hurafeler dini gibi göstermeğe çalışan yazarlara gerekli cevaplar veriliyor ve cezalandırılmaları kızlarının terbiyesi hususunda gerekli tedbirlerin alınması için hem Şeyhülislâmlığa ve hem de devlet makamlarına müracaattan aslâ geri kalınmıyordu.

Bu teşkilâta tâyin olunan azalar azil, tâyin, istifâ ve vefatlarla 28 kadardır. Aslında, kuruluşunda görüleceği gibi dokuz aza, bir reisten teşekkül ediyordu. Bu zatların tâyinleri gelişi güzel olmadığı gibi, bu teşkilâtın içinde mevcut bulunan üç komisyondan birine (fıkıh, ahlâk ve kelâm) girebilecek olanların ilmî bir kariyere sahip olmaları icab ediyordu. Zira, Dârü’l-Hikme’de fıkıh, ahlâk ve kelâm namlarında üç komisyon vardı. Ve bu komisyonlar kendilerine taallûk eden meseleleri üçer kişilik azalar halinde, enine-boyuna müzakere eder ve karara bağlarlardı.

Neşredilen ‘Ceride-i İlmiye’ adlı mecmua son derece büyük faydalar sağlamış ve her tarafa dağıtılmasına çalışılmıştır.”

BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ DE M. AKİF ERSOY DA ÜYESİ

Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye tam 4 yıl hizmet etmiş bir teşkilat… Dört yıllık çalışması içinde de Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye teşkilâtı 222 toplantı yapmış. Bu süreçte Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’ye 26 üye atanmış… O isimler arasında Bediüzzaman Said Nursî ve İstiklal şairimiz M. Akif Ersoy da yer alıyor.

Sadık Albayrak’ın kitabında işte bu teşkilatın üyeleri, aldığı kararlar orijinal belgeleriyle sergileniyor. O belgelerden biri de “kürtaj” ile ilgili..

93 YIL ÖNCEKİ KÜRTAJ KARARI

Kürtaja o dönem “iskat-ı cenîn” deniliyor. Yani çocuk düşürme…

Sadık Albayrak’ın kitabında yer alan belgeye göre çocuk düşürmeyle ilgili 22 Kasım 1919 tarihinde “Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’nin aldığı karar metni şöyle:

8- İskat-ı cenîn adet-i seyyiesinin aile hayatı arasında açtığı rahnelere dair Hey’etçe kaleme alınan beyannamelerden altı nüsha yazılarak Matbuat Müdüriyeti vasıtasiyle gazetelere tebliği tezkir edilmiştir. 22 Taşrinisani 1335.

Peki o beyanname nedir?

İşte kürtajla ilgili o beyanname:

“Fuhşun artması, münakehatın eksilmesi, sarî hastalıkların müstevli bir seyir alması, muharrebelerin birbirini takib etmesi gibi bir çok âmillerin tesiri ile İslâm nüfusu müthiş bir surette azalıyor. Hayat mücadelesine atılan milletler için tabiî görülecek bir hal varsa o da, mevcut nüfuslarının mütemadiyen artmasıdır. Medenî cemiyetlerden hangisinde olursa olsun bu artışın günün birinde durması hâdisesi bile içtimaî bir maraz telâkkî edilerek esbabı tetkîk olunur, tedâvisine çalışılır. Maalesef bizim mütefekkirlerimiz bu felâketin önüne geçmek için ciddî çalışmalarda bulunmuyorlar.

Son zamanlarda bir çok taraflardan aldığımız mektublar, çocuk düşürme kötü âdetinin, aileler arasında çoğaldığını ve bu yüzden bir çok validelerin sıhhatı, bir çok mâsumların hayatı heder olduğu bildiriliyor. Çocuk düşürmek şeriat nazarında cinayettir. Bu cinayeti istihfâf etmek, hiç günahı olmayan bir mâsumu kendi eli ile boğmak şefkatli bir valideye asla yakışmaz. Allah’tan korkan bir aile reisi için de hayat arkadaşının böyle bir hareketine rıza göstermek kabil-i afv olamaz. Gençlik, cahillik, tecrübesizlik sebebiyle meş’um bir göreneğe kapılıp da karınlarındaki yavrularını öldüren valideler iyi bilmelidirler ki; bu cinayetin cezasını daha dünyada iken çekeceklerdir: Evet, çocuk düşürmek çoğu zamanlar validenin hayatını bitiriyor. Şayet onu bitirmezse sıhhatı üzerinde telâfisi kabil olmayan rahneler açıyor. Artık vücut en ufak bir ârızanın te’siri ile en mühlik, en müzmin hastalıkları kabule müheyyâ bir hale geliyor. İslâm Şeriatı’nın cinayet telâkkî ettiği, tıbbın katî surette men eylediği bu mühlik, bu meş’um göreneğe yakalarını kaptırmamalarını şeriatın siyaneti, İslâm cemaatının selâmeti ve kendilerinin hayat ve sıhhatı namına bütün ailelere kemal-ı ehemmiyet ve samimiyetle tavsiyeyi vecaipten addederiz.”

O TEŞKİLATIN ÖNEMİ NEDİR?

Sadık Albayrak’ın “İslam akademisi ve Yüksek İslam Şurası” diye tanımladığı “Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye” teşkilatı, dini meselelerde en selahiyetli yani son sözü söyleyecek bir kurumdu. Albayrak kitabında o kurumun önemini şöyle anlatıyor:

“Ama ne yazık ki dört senelik bir ömrü olmuştur. Şayet yaşatılmış olsaydı, bugün hem biz ve hem de İslâm Âlemi bulunduğu keşmekeşten kurtulmuş olurdu kanaatindeyiz.”

BEDİÜZZAMAN’IN ÜYELİK BELGESİ

Sadık Albayrak’ın 38 yıl önce yazdığı “Son Devrin İslâm Akademisi” kitabında yer verdiği belgeler gösteriyor ki, kürtajla ilgili “haram” kararına imza atan isimlerden biri de Bediüzzaman Said Nursî idi.

Time Türk