Etiket arşivi: Dr.Selçuk Eskiçubuk

Batıdan Gelen Manevi Buhran ve Bediüzzaman’ın Çözümü

Bugün Batı Dünyasında Hristiyanlık, Doğu Dünyasında ise İslamiyet ve diğer dinler hüküm sürüyor. Genellikle Peygamberler doğudan, felsefeciler ise batıdan çıkmıştır. “Din” ve “felsefe”, tarih boyunca toplumları etkileyen iki faktör olmuştur.

Hz. İsa, Roma İmparatorluğu’nun Yahudiye eyaletinde, kendisi de bir Yahudi olan Hz. Meryem’den bir mucize olarak dünyaya, babasız gelmiştir. Hıristiyanlık, onun ölümünden sonra Havarileri ve daha sonra da din adamları tarafından Dünyaya yayılmıştır.

  1. İznik Konsili M.S. 325 yılında  İmparator Konstantin tarafından  Roma İmparatorluğu’nda resmi din olacak Hıristiyanlığın içerisinde tartışılan bazı konuları netleştirmek amacı ile toplanmıştır.  O ana kadar yazılan 300 farklı İncil’den sadece “teslis inancını” (Baba,oğul ve Ruh-ül Kudüs) benimseyen 4 tanesi kullanılmak üzere seçilerek diğer bütün İncillerin yok edilmesi kararı verilmiştir. Bu 4 İncil Markos, Matta, Luka ve Yuhanna tarafından kaleme alınmış İncillerdir. Mesela teslisi ve İsa’nın ilahlığını ret eden ve İbrahim Peygamberin oğlu İsmail’i kurban etmek istediğinden bahseden Havarilerden Barnabas’ın yazdığı İncili de yok edilenler arasındadır.

Hz. İsa’dan sonra Hıristiyanlığın yayılması, çok badireler atlattıktan sonra Ortaçağda Katolik kilisesinin görüşlerinin her şeye hakim oluşu ile zirveye çıkmış ama aynı zamanda Batı dünyasında çok farklı ve zıt gelişmelere de kapı açmıştır. Bu bağlamda, sonunda “Akıl ile imanın, din ile bilimin koparılması” noktasına kadar gelinmiştir.

Orta çağda Kilise’nin “Dünya merkezli evren” görüşüne karşı Galile’nin de Kopernik’in “Güneş merkezli evren” tezini savunması, Kilise ile bilim adamları arasındaki iplerin gerilmesine neden olmuştur. Bilim ile Hıristiyanlığın çatışmasının ilk ciddi kıvılcımları böyle ortaya çıkmıştır. Gücü elinde tutan Katolik din adamları, Engizisyon mahkemeleri kurarak, maalesef bilim adamlarına baskıyla görüşlerinden geri adım attırmışlar, hiçbir temele dayanmayan evrenle ilgili kendi görüşlerini ise kabul ettirmişlerdi.

Orta çağda bazı felsefeciler mesela Fideizm gibi ekoller; insan aklının, Hıristiyanlığın sunduğu dini görüşlerle bağdaştırılamayacağını ve imana giden yolun akıl ile bulanamayacağını kabul ettiler. Akılcı (Rasyonalist) felsefeciler ise her şeyi çözecek tek anahtarın, yalnız akıl olduğuna inanarak ondan başka hiçbir şeye önem vermediler. Her şeyi akılla çözmeye kalktılar, ama arkadan gelen başka birileri de aynı aklı kullanarak onların tezlerini çürüttü.

İslam dünyasının kutsal kitabı olan Kur’an ise Hz. Muhammed’e miladi 610 yılında ilk ayetinin gelmesinden sonra, 23 yıl içinde yavaş yavaş tamamlandı. Peygamberin hayatında gösterdiği mucizeler ve Kur’an’ın bizzat kendi ayetleri birer mucize olarak insanlar tarafından kabul edildi. Zamanla birçok ülkede yaşayanların kabul etmesiyle de Dünyaya yayıldı. Diğer dinler gibi o da bu dünyada inanan insanlara hitap etti.

Geçmişte İslamiyet’in geniş dairesi içindeki tasavvufi bir ekol ”Lâ mevcudu illa Hu” diyerek Allah adına evreni inkâr ediyor, eşyayı bir hayal olarak görüyor veya ona bağlı başka bir ekol ise yine huzur bulmak için ”Lâ meşhûde illa Hu” diyerek kâinatı görmezden gelmeyi kendine rehber ediniyordu. Bu anlayışlar uzun yıllar insanlara huzur verdi, mutlu bir şekilde yaşadılar. Ta ki madde yakından incelenmeye başlayıncaya kadar.

Zamanla fenler ilerledi, madde ve tabiat daha yakından keşfedilmeye başlandı ve insanların aklı da gözüne inince, tasavvufi ekollerin yaptığı bu tür izahlar insanlara yetmemeye başladı. Fen bilimleriyle uğraşan medenilere üstünlük sağlamak ikna ile olduğuna göre, onlar nasıl ikna edilecekti? Hıristiyanlık onlara bir cevap bulamıyordu, manevi bir burhan içindeydi. İslam dünyası, Batı dünyasının içine düştüğü bu manevi buhranın, kendi sınırlarının içine girmesine acaba nasıl engel olacaktı?

Yukarıdaki tasavvufi yaklaşımlar asrımızdaki bu buhranı çözebilecek güçte miydi? Elbette hayır! Çünkü Kur’an, birçok ayetleriyle insanın bakışını kâinata çevirmesini emrederken 310 defa “semâvat’tan, 451 defa “arz“dan bahsetmekteydi. Asla onları inkar etmiyor bilhassa onları gözler önüne seriyordu.

Kilise ile yollarını tamamen ayıran Batı bilim dünyasında madde ön plana çıkmış ve bilimsel araştırmalarla her gün maddenin ve evrenin yeni bir özelliği keşfedilirken ve buluşlar yapılırken, İslamiyetin en temel konuları mesela en başta tevhid, haşir ve diğer imani meseleler bütün dünyaya nasıl anlatılmalıydı? Bu konu da yeni bir yönteme ihtiyaç yok muydu?

İşte Bediüzzaman 20.yüzyıl başlarında, Dünya’nın yaşadığı manevi burhandan kurtulması için yeni çareler araştırıyor ve bunu İslam Dünyasına sunuyordu. Bugün bulaşıcı bir hastalık gibi yayılan manevi buhranın yanına, bir de maddi buhran, kargaşa ve Müslümanlar arasında yürütülen mezhep savaşları eklendi. Batı da gizli veya aşikar, bu savaşları halen kışkırtmaya devam etmektedir.

Bediüzzaman, Batıda baş gösteren ve Dünyaya yayılacak olan manevi buhrana karşı alınacak önlemleri o günlerde şöyle açıklıyordu.

*Dünya, büyük bir mânevî buhran geçiriyor. Mânevî temelleri sarsılan Garb cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir vebâ, bir tâun felâketi, gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sâri illete karşı İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bâtıl formülleriyle mi? Yoksa, İslâm cemiyetinin ter ü taze îman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. Îman kalesini küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için, ben yalnız îman üzerine mesâimi teksif etmiş bulunuyorum.

Risâle-i Nur’u anlamıyorlar, yahut anlamak istemiyorlar. Beni skolastik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müsbet ilimlerle, asr-ı hâzır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hattâ bu hususta da bâzı eserler telif eyledim. Fakat, ben öyle mantık oyunları bilmiyorum, felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem. Ben, cemiyetin iç hayatını, mânevî varlığını, vicdan ve îmânını terennüm ediyorum, yalnız Kur’ân’ın tesis ettiği Tevhid ve îman esâsı üzerinde işliyorum ki; İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur. (T.HAYAT)

Bediüzzaman; bu problemlerin çözümü için akla kapı açacak yollar sunuyordu. Bunun için ne pozitif bilim adamları ve felsefecilerin, yalnız aklı ve maddeyi ön planda tutuşlarını, ne de tasavvuf ehlinin yalnız kalbi ön plana aldığı yollara itibar etmiyor, ikisini birlikte ele alıyordu. Kâinata yani maddeye bakıp oradan yalnız akıl yoluyla değil, kalbi de beraberinde götürmeyi esas alan yeni bir metotla hakikate varmanın kapısını çalıyordu. İşte bu yepyeni metot, ateizmin yayıldığı dünyaya başka bir bakış açısı getiriyordu. Ne eski medrese hocalarının içine düştüğü taassuba düşüyor ne de bilim insanlarının ve felsefecilerin yalnız akılla giderek düştükleri şüphe ve hilelere düşüyordu.

Bediüzzaman; tarihsel gelişim içinde hem batı hem de İslam dünyasında aklı tek yol olarak alan felsefecilerin ve bilim adamlarının düştüğü çıkmazları ise şöyle anlatıyordu:

*akıllarına güvenen akılsız feylesoflar gibi, ‘Aklımız bize yeter’ deyip (SÖZLER,25.SÖZ)

Felsefe yolunda giden Eflatun ve Aristo gibi daha sonra yaşamış İbn-i Sina ve Farabi gibi İslam felsefecileri de yanlış yoldan gitmişler, doğruyu bulamamışlardı. Onların da durumunu Bediüzzaman şu şekilde özetliyordu:

*silsile-i felsefenin en mükemmel fertleri ve o silsilenin dâhîleri olan Eflâtun ve Aristo, İbn-i Sînâ ve Farâbî gibi adamlar, “İnsaniyetin gâyetü’l-gâyâtı, ‘teşebbüh-ü bilvâcib’dir, yani Vâcibü’l-Vücuda benzemektir” deyip, Firavunâne bir hüküm vermişler ve enâniyeti kamçılayıp, şirk derelerinde serbest koşturarak, esbâbperest, sanemperest, tabiatperest, nücumperest gibi çok enva-ı şirk tâifelerine meydan açmışlar. İnsaniyetin esâsında münderiç olan acz ve zaaf, fakr ve ihtiyaç, naks ve kusur kapılarını kapayıp, ubûdiyetin yolunu seddetmişler. Tabiata saplanıp, şirkten tamamen çıkamayıp, şükrün geniş kapısını bulamamışlar. (SÖZLER, 30.Söz)

*aklı hâkim yapan mütehakkim mûtezile gibi kendilerini Halıkın işlerine rakîb ve müfettiş tahayyül edip, Halık-ı Zülcelâli mes’ul tutmak mı istiyorlar? Sakın fütur getirme. Öyle hodbînlerin inkârlarından birşey çıkmaz. Sen de aldırma.(SÖZLER, 25.Söz)

İşrakiyyun akımı,  hakikatlara, kalbin aydınlanması ve sezgi ile varılacağını savunan ve yeni Eflatunculuk felsefesinin tesirinde kalan, aynı zamanda, İslam tasavvufundan da etkilenen bir düşünce  ekoluydu. İslam toplumunda ortaya çıkan İşrakiyyun felsefecileri de aynı bataklığa saplanıp bir daha çıkamamışlardı. Felsefeciler Batıda da Doğuda da işin içinden çıkamıyorlardı.

Bir başka felsefe ekolü Septisizm(Sofestai) idi. O da kâinatın yaratıcısını, Cenab-ı Hakk’ı kabul etmemek için her şeyi hatta kendini de inkâr eden, müsbet veya menfi hiç bir hükme varmayan, daima şüphe içinde kalmayı esas alan bir akımdı. Bu akımların hiçbiri insanlık dünyasının düştüğü manevi buhrandan bir çıkış yolu gösteremiyordu.

*ehl-i felsefenin en ziyade ileri gidenleri olan sofestâîler, tarik-i haktan yüzlerini çevirdiklerinden, küfür ve dalâlet tarikine bakmışlar; görmüşler ki, şirk yolu, tarik-i haktan ve tevhid yolundan yüz bin defa daha müşkülâtlıdır, nihayet derecede gayr-ı makuldür. Onun için, bilmecburiye, herşeyin vücudunu inkâr ederek akıldan istifa etmişler (MEKTUBAT, 20.mektup)

Bediüzzaman; Felsefecilerin düştüğü o sonu gelmeyen bataklığa düşmemek için nasıl davranmak gerektiğini şöyle anlatır:

*eğer insan yalnız bir kalbden ibaret olsaydı, bütün masivayı terk, hatta esma ve sıfatı dahi bırakmak yalnız Cenab-ı Hakkın zatına rabt-ı kalb etmek lazım gelirdi. Fakat insanın akıl, ruh, sır, nefis gibi pek çok vazifedar letâifi ve hasseleri vardır. İnsan-ı kâmil odur ki, bütün o letâifi, kendilerine mahsus ayrı ayrı tarîk-ı ubûdiyette, hakikat cânibine sevk etmek ile, Sahabe gibi geniş bir dairede, zengin bir sûrette; kalp, bir kumandan gibi, letâif askerleriyle kahramanâne maksada yürüsün. Yoksa kalp, yalnız kendini kurtarmak için askerini bırakıp tek başıyla gitmek, medâr-ı iftihar değil, belki netice-i ıztırârdır. (SÖZLER,27.Söz)

İnsanın manevi yapısı içinde akıl, ruh, sır, nefis gibi çok vazifelerle görevli yapılar vardır.  İnsanı kâmil denilen mükemmel insan; bunların her birisini kendisine özel, ayrı ayrı yollarla kulluk görevlerini yapmakta kullanır. Sahabelerin yaptığı gibi en geniş dairede, kalp bir kumandan edasıyla bütün duyguları ve güçleri, kahraman birer asker gibi yönlendirir ve amacına doğru yürütür. Yoksa yalnız kendini kurtarmak için askerini bırakan ve tek başına yola koyulan kumandanın hali övünülecek bir şey değildir. Çünkü o çaresizlik içindedir. Bu bütüncül anlayış biçimi, onu Tarikatların yalnız kalbi esas alan anlayışından ayıran en önemli özelliğidir.

Bediüzzaman; hayatı boyunca gayret etmesine rağmen tam anlamıyla anlaşılamadı. O, bilime önem vermeyen sadece dini ilimleri tahsil etmiş Skolastik bataklığına saplanıp kalmış biri değildi. Tasavvuf yoluyla ilerleyen biri de değildi. O asrındaki dini ilimleri ve fen bilimlerini okumuş bir alimdi.

Akıl yürütmek, muhakeme yapabilmek insanın en önemli özelliğidir. Derinlere dalarak gerçeği yakalamak, öze ulaşmak aklın görevidir. Akıl yürütmeyen kişi en kolayı seçer, o da taklitçiliktir. Başkasının aklıyla yürümektir.

Bediüzzaman insanlara hem dini hem de fen bilimlerini birlikte okutacak okulların açılması fikrin niçin ihtiyaç olduğunu şu şekilde ifade ediyor:

*Vicdanın ziyası, ulûm-u dîniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder. (MÜNAZARAT)

İnsanın maddi yapısının, organlarının ve sistemlerinin dışında bir de manevi yapısı vardır. Gerçekleri bulmak ve anlamak için onlardan yalnız biriyle değil, onların her birinden faydalanmalıdır.

*İnsanda, cisimden başka nasıl akıl, kalb, ruh, hayal, hâfıza gibi mânevî vücudlar da var. (SÖZ,31.Söz)

Aklınla yürüyüş yaparken bazen kalbin elinden tutmak, arkadaş olmak ve ortak hareket etmek imkanı varken, niçin yalnız duygularla veya yalnızca akılla bu yolda yürünsün ki. Çünkü yollar çok uzun, engebeli ve karanlık. Karanlıklardan aydınlığa çıkmak, gerçekten aydınlanmak, huzur ve mutluluk bulmak ancak birlikte hareketle mümkün olacaktır.

*Aklım yürüyüş yaparken, bazan kalbim ile arkadaş olur. Kalb zevkiyle bulduğu şeyi akla veriyor. Akıl berveçh-i mutad, burhan şeklinde bir temsil ile ibraz ediyor. (MESNEVİ-İ NURİYE, Şule)

*Eğer kalb kulağıyla ve akıl gözüyle dinleyip baksanız, göreceksiniz(MÜNAZARAT)

Bediüzzaman; Batı Dünyasının içine düştüğü ve oradan da Dünya’ya yayılan manevi buhranın çözümü için Risale-i Nur adını verdiği eserlerinde takip ettiği yolu ise şöyle açıklıyordu:

*Hem Risaletü’n-Nur sair ulemanın eserleri gibi, yalnız aklın ayağı ve nazarıyla ders vermez ve evliya misilli yalnız kalbin keşif ve zevkiyle hareket etmiyor. Belki akıl ve kalbin ittihat ve imtizacı ve ruh ve sair letaifin teavünü ayağıyla hareket ederek evc-i âlâya uçar. Taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişmediği yerlere çıkar, hakaik-i imaniyeyi kör gözüne de gösterir (SİKKE-İ TASDİK-İ GAYBİ)

*Müslümanlar, bürhana tâbi oluyoruz, akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efradları gibi ruhbanları taklit için bürhanı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı aklîye istinat eden ve bütün hükümlerini akla tespit ettiren Kur’ân hükmedecek. (HUTBE-İ ŞAMİYE)

İşte günümüz insanlarına sunulmuş Risale-i Nur eserleri, 60 dan fazla dile çevrilmiş bir miras olarak kapılarında duruyor. Kapıyı açıp içeriye girip girmemek, insanların elinde. Aklını ve bütün duygularını istediği gibi kullanmakta insanlar özgürdür. İster bu kapıdan girerler, içine düştükleri manevi ve maddi buhranlardan kurtulurlar, istemezlerse de diledikleri yolda gitmeye devam ederler.

Akıl, insanlara doğruyu bulmak için verilmemiş miydi?

Dr. Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org

Aziz Üstadım!

Senin bizi terk etmenin üzerinden 55 yıl geçti. Bizler seni yaşarken göremedik, bazılarımız daha dünyaya gelmemişti, bazılarımız da benim gibi çocuktu o zamanlar. Hem o günlerde sen zaten ziyaretçilerle görüşmüyordun ki. Çok nadiren görüştüklerinin de gidiş dönüş yol masraflarını onlara ödüyordun. Bugün bütün talebelerinle görüşsen, aynı kaideyi uygulasan onlara paran da yetmez ki.

 “Ehl-i hakikatin sohbetine zaman, mekân mâni olmaz; manevi radyo hükmünde biri şarkta, biri garpta, biri dünyada, biri berzahta olsa da rabıta-i Kur’aniye ve imaniye onları birbiriyle konuşturur.”  diyordun ya, bu yüzden seninle aramızdaki irtibat hiç kopmadı, Sen alem-i ervahta, bizler, alem-i şahadet’teyiz ama,  aramızda ki ”müfritane irtibat” yine eserlerin sayesinde imani bağlarla devam ediyor.

Aziz Üstadım! Talebelerin çoğaldı, dünyanın dört bir tarafına dağıldılar, Risale-i Nur’lar bugün 50 den fazla dile çevrildi. Sen1925 yılında Van’daki Medresenden ve talebelerinden koparılarak getirildiğin Burdur, Isparta, Barla, Kastamonu ve Emirdağ’dan bugünleri görüp öyle yazıyordun, her çileye bugünler için katlanıyordun, “ Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennetasa bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır.” diyordun ama, kızma Üstadım! bizler ancak şimdi anlayabiliyoruz. Bizim akıl fenerimiz yakınları görüyor, uzaklara bakamıyor ki. Ama bizler senin fenerinin ışığıyla elde ettiğimiz talebelikle iftihar ediyoruz. Sen bizi kardeş, talebe kabul ettin ya, o bizlere yeter.

Aziz Üstadım! Sen,” Risale-i Nurlar Kur’anın malıdır” diyordun, onları Diyanet işleri başkanlığı bassın diye ta o zamanlar Ahmed Hamdi Akseki’ye talebelerini göndermiştin ya, o isteğin bugünlerde kabul oldu. Onun halefi Diyanet işleri başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez beyefendi, hükümetin kararlı desteğiyle ” İşarat-ül İcaz” isimli kitabını bastırdı, ardından diğerleri de gelecek diye müjdeler verdi. Bu bizler için de çok önemliydi. 28 yıl seni sürgünden sürgüne gönderenler, 163. Madde ile seni ve talebelerini hukuksuz yere hapislere attıranlar gitmiş, çoktan toprak olmuş, çürümüşler, şimdilerde tanıyanları bile kalmamışken Risale-i Nurlar’ın devlet eliyle bastırılması, “Devlet-millet barışması” adına ne güzel bir örnek oldu değil mi?

Aziz Üstadım! Senin Risale-i Nurlarla hem dilimizi bozmak isteyenlere karşı dilimizi, hem de dinimizi koruduğunu yeni anladık. Talebelerin dimdik ayakta kaldılar, dillerini de dinlerini de korudular. Osmanlı Türkçesiyle de bağlarımız kopmadı. Kur’an öğrenmenin yasak olduğu yıllarda “Risale-i Nur’un mühim bir vazifesi, âlem-i İslâmın ekseriyet-i mutlakasının yazısı ve hattı olan huruf-u Arabiyeyi muhafaza etmek” dir diyerek eserlerini çok uzun yıllar Arap harfleriyle elle yazdırdın, zaman geldi teksirle bastırdın, 1956 yılından sonra da yeni nesilleri Risale-i Nurlardan mahrum etmemek adına yeni harflerle onların hepsini bastırmaya izin verdin.

Aziz üstadım! Sen Risale-i Nurlar’ın sadeleştirmesine sağlığında karşıydın. Sen hakkını helal etmedin için, sana rağmen senin eserlerine sadeleştirme zulmünü yapanlar, halkın çoğunluğunun demokratik yolla seçtiği siyasetçileri ve siyaseti başka ülkelerden idare etmeye kalkışınca, anlamsız bir savaş başlattılar. Ateşi söndürmek için çok talebelerin eski günlerin hatırına araya girdiler, ama kimselere dinletemediler. Görüşme talepleri kabul görmedi. Sen, bir defa daha haklı çıktın ..husumete vaktimiz yoktur. Hükümetin işine karışmayacağız. Zirâ, hikmet-i hükümeti bilmiyoruz.” demiştin ama, onlar seni anlamak istemediler. Sen şahsını, hayatın boyunca hep geri plana çekip Risale-i Nurlar’ı ön plana getirdin, kitap eksenli, Kur’an eksenli iman hizmetini esas yaptın ve her zaman tek aklı değil, meşvereti, şahs-ı maneviyi önerdin talebelerine. Kendinle özel görüşmeye sınırlar koydun, zahmete gerek yok Risale-i Nurları okuyun dedin. Şimdi bunun ne demek olduğunu daha iyi anladık. Keşke oradaki samimi kardeşlerimiz de anlasa, akıllarını ve iradelerini esir vermekten, kendilerini çoban ile koyun ikilemine girmekten kurtarsalar, yine Risale-i Nurlara dönseler, onun hizmet prensiplerini esas alsalar… Sen çok şefkatlisin Üstadım, hayatında sana zulmedenlere bile hiç beddua etmedin, oradaki samimi kardeşlerimiz için bir seferlik dua etsen kabul olur inşallah, belki kurtulurlar. Kurtulmak istemezlerse, kendileri bilir artık.

Aziz Üstadım! Sen aramızda iken bugünleri görüp sanki öyle yazıyordun, şimdi de oradan bakıp ben bunları yazdım ama sizler beni anlayamadınız demiyorsun, demezsin de. Ve bizleri asla utandırmazsın. Mesela 1910 yılında Tiflis’de Şeyh San’an tepesinde Rus polisiyle konuşurken,”Niye böyle dikkatle bakıyorsun sorusuna “Medresemin planını yapıyorum” deyince seni o zaman ne o Rus polisi anladı ne de bizler anladık, ta ki Tiflis’te 1991 yılında Risale-i Nur dershanesi açılıncaya kadar.

Bugün Rusya’dan, Tayland’a, Afrika’ya, Avrupa’ya, Amerika’ya ve Kanada’ya kadar her yerde Nur dershanelerin, talebelerin var. Hani Sen üç dilde eğitim vermesini istediğin, din ilimleriyle pozitif ilimlerin birlikte okutulacağı “Medreset’üz Zehra” Üniversitesi, 2.Abdülhamid’ten istediğin ama 1913 de Sultan Reşat’ın gayretiyle Van/Edremit’te temelleri atılan o Üniversitenin devamı, 1.Dünya savaşı çıkınca olmamıştı. Daha sonra Cumhuriyetin ilk yıllarında, 1922 de sürdürdüğün azmine rağmen, yine nasip olmamıştı. Bugün Türkiye’nin her ilinde, Üniversitelerde okuyan binlerce genç, onun manasını yerine getiren Nur dershanelerinde kalıyorlar. Hem oralarda Risale-i Nurları okuyarak din dersi alıyorlar hem de Üniversitelerde pozitif ilimleri okuyorlar. Her yeni açılan dershaneden benden önce senin haberin olur ya, ben yine de söylemiş olayım.

Aziz Üstadım! . Sen, bir gün insanoğlunun Ay’a ineceğini bizlere gizli bir şekilde haber verdin. Aynen Kur’an’daki gib,i sen de bu müjdeyi eserlerinin satırları içinde sakladın, bizim bulmamızı istedin, ama bizler bu misalleri anlamadık ki. Ta 20 Temmuz 1969 da N.Armstrong bize 380 bin km uzaklıkta olan Ay’a ilk ayak basan kişi olarak karşımıza çıkıncaya kadar.

Sen Sözler’de,  Mektubat’ta ve Mesnevi-i Nuriye’de “ Evet, beşer, Kamerdeki hali anlamak için ne kadar merak eder ki; biri gidip, dönüp haber verse. Hem ne kadar fedakârlık gösterir. Eğer anlasa, ne kadar hayret ve meraka düşer.”

“eğer sana denilse, “Yarı ömrünü, yarı malını versen, Kamerden ve Müşteriden biri gelir, Kamerde ve Müşteride ne var, ne yok, ahvalini sana haber verecek. Hem doğru olarak senin istikbalini ve başına ne geleceğini doğru olarak haber verecek”; merakın varsa, vereceksin.”

*Kamerin ahvaline veya istikbalin hakikatine dair ita-i malumat eden adama, bütün mamelekini ona feda etmeye hazırsın.  “ diye yazdın, ama bizler anlamadık.

Aziz Üstadım! Sen bir müjde daha veriyorsun, birisi gelecek Müşteri’den (Jüpiter, Erendiz) sana ne var ne yok, haber getirecek, diyorsun. 1972 de gönderilen ilk uydudan sonra da çeşitli uydular fırlattılar, oradan bazı haberler geldi ama henüz insanlar oraya ayak basamadılar. Çünkü o gezegenin Dünya’ya uzaklığı 620 milyon km, yüzey sıcaklığı ise -147 °C kadar. Müşteri, gaz bir gezegen olduğundan bilim dünyası henüz oraya gidip gelecek ve yüzeyine inip Ay’daki gibi gezinti yapacak şartlara ulaşamadı.  Ama ben inanıyorum ki burada da bize gizli bir müjde var, zamanı gelince oraya gidilecek, oradan birileri haberler getirecek, ama ben göremeyeceğim herhalde.

Aziz Üstadım! Senden affımı diliyorum, sana bu mektubu yazarken Risale-i Nurlardaki kelimelerle yazmadım, bu mektup herkese açık olacağından, gençler de okusun anlasınlar ki Risale-i Nurlar’ı okuyanlar hem geçmişle bağlarını korurlar, kültürlerini muhafaza ederler, dinlerini öğrenerek yaşarlar, hem de şimdiki nesillerle iletişimlerini devam ettirirler. Çünkü onların kelime dağarcığı çok geniştir, öyle 300-500 kelime ile konuşup yazmazlar ki.

Aziz Üstadım! Bizi talebeliğine kabul ettiğin için Allah(C.C) senden razı olsun. Yarın mahşerde de Peygamberimizin sancağı altında seninle birlikte talebelerin olarak toplanmak ümidiyle, alem-i ervahtaki bütün kardeşlerimize, başta Peygamberimiz olmak üzere bütün Peygamberlere, evliyalara, asfiyalara ve anneme babama sizin aracılığınızla eğer kabul ederseniz selamlarımı göndermek isterim.

Aziz Üstadım! Benim de buralarda çok vaktim kalmadı, yaşım 64, emr-i hak ne gün gelir bilinmez. “Rüyada bir hitabe”de yazdığın  “Hakikaten yakaza olan rüya-yı sâdıkada bir “ziya gördüm.” sözlerinle ve  “Ey felâket, helâket asrının adamı, senin de reyin var. Fikrini beyan et!” diye davet edildiğin o meclis var ya, yine öyle meclislere katıldığında beni de bir defa olsun “o, Benim talebem” diye yanında götürür müsün? Hani talebelerin çok ya, şimdiden adımı yazdırmak için izin istedim de. Ama yine de sen bilirsen, münasip ve layık görürsen, götürürsün belki Üstadım…

Öğrenmeye hala muhtaç, kusurlu 47 yıldır devamlı talebeniz

Dr. Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org

Dünya Kadınlar Günü Nedir? (8 Mart)

Dünya Kadınlar Günü ya da Dünya Emekçi Kadınlar Günü her yıl 8 Mart’ta kutlanan Birleşmiş Milletler tarafından tanımlanmış uluslararası bir gündür. 8 Mart 1857 tarihinde ABD’nin  New York kentinde 40.000 dokuma işçisi daha iyi çalışma koşulları istemiyle bir tekstil fabrikasında greve başlarlar. Ancak polisle işçiler çatışır, fabrikada yangın çıkar ve fabrika önünde kurulan barikatlardan işçilerin kaçamaması sonucunda 129 kadın işçi can verir.

Alman sosyal demokrat partisi işçi önderlerinden Clara Zetkin, 1910 yılında Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansında 8 Mart tarihinin “Dünya Kadınlar günü” olarak kutlanmasını önerir, ancak 1921 yılında Moskovada 3.Uluslararası Kadın konferansında 8 Mart tarihinin ”Dünya emekçi kadınlar günü” olarak kutlanmasına karar verilir. Birleşmiş Milletler 16 Aralık 1977 de 8 Mart’ın “Dünya Kadınlar Günü” olarak anılmasını kabul eder. 1857 yılındaki üzücü olaydan BM lerin bu günü kutlamak için verilen karara kadar aradan tam 120 yıl geçmiştir.

Günümüzde de Dünya ülkelerinde bu kutlamalar yapılmaktadır. Ancak konu bağlamından o kadar çok saptırılmıştır ki bu yozlaşmanın kahramanları maalesef yine kadınlar olmuştur. Emeğinin hakkını almak için greve giden işçilerin mücadelesini anlatan bu gün maalesef bazı Ülkelerde yozlaştırılarak kutlanmaktadır. İşte size bir örnek: “Bu yıl Danimarka’nın başkenti Kopenhag’daki ‘Ulusal Müze’ 100’üncü kadınlar gününü 100 yıllık iç çamaşırı defilesi ile kutladı. Defilede her kilo, boy ve yaşta 40 kadın İç çamaşırının tarihinin anlatıldığı giysilerle podyuma çıkarak gönüllü mankenlik yaptılar. “

Batı toplumunda ve sosyalist toplumda kadının işçi olarak çalışma hayatına girmesi bizden çok önce olmuştur. Osmanlı’da kadınların kırsal alanda üretime katılması vardı. Köylü kadını erkeği ile beraber üreticidir. Hem tarım işçisidir hem de ev ekonomisinde büyük yeri vardır. Tanzimat ile başlayan süreçte İse kadınlar, toplumsal hayata bir özne olarak katılmaya başlamışlardı. Kadınlar; imalat sektöründe, dokuma sanayinde özellikle pamuk ve ipek dokumacılığında Osmanlı’da çalışmaya başlamışladı. Ama onları çalışma hayatına iten bir başka faktör de Balkan savaşları ve 1. Dünya savaşlarıdır. Bu savaşlara katılan erkekler dolayısıyla kadınlar memur, müstahdem ve askeri terzi olarak da çalışma hayatına girmişlerdir. Geçim derdi kadınları geçmişte çalışma hayatına sokmuştur. Ama günümüzde bazı kadınlar çalışma hayatına girip memur ve işçi olarak çalıştıkları gibi bazıları da çalışma yerine zengin koca bulup hayatını garanti altına alma adına kendilerini tehlikelere atmaktadır.

Çalışma hayatının koşulları zordur. İşçilerde vardiyalı çalışma sistemi, çalışan annenin servis, hamilelik, hastalık, emzirme ve kreş gibi sorunları, çalışma hayatından kadını kısıtlayan sorunlardır. Kadına kapılarını çalışmaları için açan devlet ve özel sektör onların işyerindeki bu gibi sorunlarını halen çözebilmiş değildir. Bir tarafta kadını çalışma hayatına iten nedenler bir tarafta çalışma hayatının zor koşulları onları yıldırmış durumdadır. Onlar çalışıyor ama mutlu değildirler, haklarını alamamaktan şikâyetçilerdir. Düşük ücretle ağır işlerde çalışmaktadırlar.

Bediüzaman kadınlara genel olarak şu öneride bulunmaktadır:

*mübarek taife-i nisâiye, fıtraten yüksek ahlâka menşe olduğu gibi, fısk ve sefahatte dünya zevki için kabiliyetleri yok hükmündedir. Demek onlar daire-i terbiye-i İslâmiye içinde mesut bir aile hayatını geçirmeye mahsus bir nevi mübarek mahlûkturlar. Bu mübarekleri ifsad eden komiteler kahrolsunlar! Allah, bu hemşirelerimi de bu serserilerin şerlerinden muhafaza eylesin. Âmin.

*Maişet derdi için, serseri, ahlâksız, frenkmeşrep bir kocanın tahakkümü altına girmektense, fıtratınızdaki iktisat ve kanaatle, köylü mâsum kadınların nafakalarını kendileri çıkarmak için çalışmaları nevinden kendinizi idareye çalışınız, satmaya çalışmayınız. Şayet size münasip olmayan bir erkek kısmet olsa, siz kısmetinize razı olunuz ve kanaat ediniz. İnşaallah, rızanız ve kanaatinizle o da ıslah olur. Yoksa, şimdiki işittiğim gibi, mahkemelere boşanmak için müracaat edeceksiniz. Bu da, haysiyet-i İslâmiye ve şeref-i milliyemize yakışmaz. (LEMALAR, 24.Lema)

Clara Zetkin, daha iyi çalışma koşulları için başlatılan grev sonucu ölen 120 kadının anısına önerdiği, “Emekçi kadınlar günü”nü, bizzat kadınlar tarafından yozlaştırılması için önermedi. Bu uğurda canını verenlere saygılı olun!

Ey kadınlar!, kendinize gelin, kendi ellerinizle böyle incitici işlere alet olmayın. Ailesini, geçindirmek için bugün çalışmak zorunda olan binlerce kadın var. Çözüm bekleyen onlarca sorun varken, bu uğurda mücadele veren kadınların anısına hürmetsizlik etmeyin. Onurunuzu siz kadınlar korumazsanız, başkası hiç korumaz. Dünya kadınlar gününü kutlayacaksanız günün mana ve önemini hiç unutmayın!

İç çamaşırı defilesi yaparak Dünya kadınlar günü kutlanmadığı gibi sokakta dans ederek, göbek atarak da kadına şiddet protesto edilemez. Böyle anlamsız şeyler yerine her yıl kadın sorunlarını çözmek için neler yaptıklarınıza dönüp de bir bakın, yeter.

Dr. Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org

Kaldır Siyah Perdeleri Aradan

Edebiyat, resim, müzik, çini, seramik ve yazı gibi konular birer sanat dalıdır. İlham ile hareket eden sanatçıların elinden çıkarlar ama onları gören insanların içindeki estetik duyguları da harekete geçirirler.

Sanatçı eserini yaparken kullandığı desen ve renk sonsuz olduğu için onların bileşimleri de sonsuz olur. Desen çizimlerinin elemanları, ilkeleri vardır ama kullanılacak malzemeleri sınırsızdır. Kompozisyon, perspektif, düzen ve form ile sanatçının anlattığı konu daha başka bir önem taşır. Bazı eserlerde buna ışık da eklenir. Bütün bu araçlar sanatçının özgün sanatını belirleyen faktörlerdir.

Sanat eserlerinde uygulanan renklerin sanatçının yaşadığı ortama, kültüre göre farklı anlamları vardır. Mesela kırmızı renk: ABD’de tehlike, Fransa’da: asalet, Mısır’da ölüm, Hindistan’da yaşam, Japonya’da öfke ve tehlike, Çin’ de ise mutluluk anlamları taşır.

Her sanatçı kendi yapıtlarıyla sanatının arkasında görünür, tanınır. Aynı kategoride diğer sanatçılarla arasındaki yetenek farkları, ifade biçimleri o eserlerin sanatsal değerini gösterir.

İnsanlar tarafından üretilen sanatları teşhir için galeriler olduğu gibi evrende de ilahi sanatların çok sayıda galerisi vardır. Oralarda birbirinden çok farklı boylarda, canlı, cansız, sıcak veya soğuk, hareketsiz veya hareketli sayısız sanat eserleri sergilenmektedir.

Başını kaldırıp gökyüzüne bakan, teleskoplarla, uydularla evreni inceleyen insan; orada hareketleri, hızları, eğilimleri, büyüklüklüleri, şekilleri, yörüngeleri, atmosferleri ve sıcaklıkları birbirinden çok farklı galaksileri, yıldızları görür.

Sanat galerilerinde sergilenen eserlere bakanlar; insan sanatının nerelere kadar uzandığını seyrederler, sanatçısına hayran olurlar, ama aynı insanlar gökyüzüne bakınca oradaki ilahi sanatlar karşısında akılları hayretler içinde kalır mı acaba?

Ya da elementlerin atomlarına bakınca elementlerin çekirdekleri, elektronları ile birbirleriyle birleştiklerinde aralarındaki bağlarla kurulan atomik dizilişlerdeki sanata ne demeli? O dizilişe göre değişen fiziksel ve kimyasal özellikler, inorganik yapıdan organik yapıya geçince kazanılan hayat, canlılıklar nasıl bir sanat eseridir.

Ve o canlının ölümüyle başka canlıya geçen atomlar, yeniden özel dizilişler, cansızlardan, bitkilere, bitkilerden hayvanlara ve insanlara, hayvanlardan bitkilere veya insanlara geçişlerdeki güzellikler ve hareketler hangi sanat eserlerinde vardır ki? Sanatsever insanlar bunları hiç düşünürler mi? Veya onları yapan sanatçılar, kendi eserleriyle bu ilahi sanat eserlerini kıyaslarlar mı?

Peki mikroskopla görülebilen tek hücreli canlılardan, bitkilere, hayvanlara ve insanlara kadar uzanan maddi güzellikler, renkler, desenler, canlılık, hayat ile kendini gösteren sanat eserlerini başka nerede görebiliriz ki?

İnsanın san’atıyla Halıkın san’atı arasındaki fark: İnsan kendi san’atının arkasında görünebilir; amma Halıkın masnuu arkasında yetmiş bin perde vardır. Fakat, Halıkın bütün masnuatı def’aten bir nazarda görünebilirse, siyah perdeler ortadan kalkar, nuraniler kalır. (M. NURİYE, 10. Risale)

* Sâni-i Zülcelâlin san’atında, harekât nihayet derecede muhteliftir. Meselâ, savtın süratiyle ziyâ, elektrik, ruh, hayal süratleri ne kadar mütefâvit olduğu mâlûm. Seyyârâtın dahi, fennen harekâtı o kadar muhteliftir ki, akıl hayrettedir. (SÖZLER, 31.söz)

Kur’an ayetlerinin yavaş yavaş indiği zamanlarda Kâbe duvarlarına altınla yazılıp asılan kasideler, o günün sanat eseri sayılan en güzel edebi metinleriydi. Şair Lebid’in kızı Kur’an ayetlerini duyunca babasının eserinin artık bir kıymetinin kalmadığını görür ve onu oradan indirir.

Kur’ân, o asırdan tâ şimdiye kadar öyle bir belâgat göstermiş ki, Kâbe’nin duvarında altın ile yazılan en meşhur ediblerin “Muallakât-ı Seb’a” nâmiyle şöhretşiâr kasîdelerini o dereceye indirdi ki, Lebid’in kızı babasının kasîdesini Kâbe’den indirirken demiş: “âyâta karşı bunun kıymeti kalmadı.“(SÖZLER, 25.Söz)

Yeryüzündeki bütün sanat eserlerini gören kimseler,sanatseverler, onları yapan sanatçılar; bir o sanatlara baksınlar bir de evrendeki ilahi sanatlara, sonra canlı cansız, tüm sanat bu eserlerinin sanatkârını görmek için iyice düşünsünler.

O’nu görebilmek hem çok kolay, hem de çok zordur. Kendi sınırlarını bilip O’nun sınırlarını anlamak için ilahi sanatlardaki sebepler perdesini kaldırmak gerekir. Sebep-sonuç ilişkilerinde, sebeplerin öyle sonuç vermesini isteyen o irade, o güç kim? Sebepleri yaratanı bulmadan o eserlerin sahibi bulunmaz ki.

Galerideki eserleri sanatçıya veren insan, bu sefer onlarla mukayese bile edilemeyecek ölçüde sanat değeri taşıyan milyarlarca eserleri, tesadüfe, tabiata vermeye kalkabilir mi? Kim kalkarsa da, yazıklar olsun o akla. Hem de o akıldan istifa etsinler, ta ki akıl, onlardan utanmasın!

Dr. Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org