Etiket arşivi: fatih sultan mehmet

Fatih’ten Şiirler-1 (Cananını Kasteder)

Avnî (Fatih Sultan Mehmet Han)Bağda gülden bahseden yanağını kasdeder 
Serviden söz açanlar endamını kasdederDilbere vasıl olmak dar-ı dünyadan murad 
Aşık aşkın derdi ile dermanını kasdeder

Bu fani dünya için değmez kuru kavgaya 

Ecel ki bu dünyanın ziyanını kasdeder Yıldızlardan yücedir gözyaşı eşiğinde
Bu bulutlar ahımın dumanını kasdeder 

Ey Avni beyti bozma bahsi ağyar eyleyip
Şiir o ki sadece cananını kasdeder  Bu fani dünya için değmez kuru kavgaya 
Ecel ki bu dünyanın ziyanını kasdeder 

Gözümden akan yaş mıdır kan mıdır 
Lebun yadına lal-u mercan mıdır 

Gönülde ne var ise faş etti göz 
Seni sevdiğim yar pinhan mıdır 

Gözüm ile derya nice bahseder 
Gözüm gibi ol gevher efşan mıdır 

Gönül ızdırap ile oldu helak 
Gelin görün ol afeti can mıdır 

Demiş Avni’ye ben cefa etmezem 
Ona cevreden yoksa devran mıdır 

Avnî 

Kasd: Niyet. Tasavvur. İsteyerek. Niyet ederek.

Dil-ber: (Farsça) Gönül alan, kalbi çeken. Güzel, dilber.

Vâsıl: Ulaşan, erişen, kavuşan. Hakka vâsıl olan.

Dâr: Yer, mekân, konak.

Murad: İstenerek, ümid ederek beklenen. Arzu edilen şey. Gâye. Maksad. Emel.

Ziyan: (Farsça) Zarar, ziyan, kayıp, hasar.

Eşik: Çukur yer(“Gözyaşı eşiğinde”)

Ağyar: Başkaları, yabancılar, eller

Lebun: Sütlü hayvan. Sütü bol olan hayvan.

Yâd: Gönül, hatır. Anma. Hatırda tutma. Zikretme. Hatır, gönül.

Lal: Kırmızı. Al renk. Dudak. Kırmızı ve kıymetli bir süs taşı.

Mercan: Denizde geniş resif meydana getiren ve mercanlar takımının örneği olan hayvan ve bunun kalkerli yatağından çıkarılan çoğu kırmızı renkte ve ince dal şeklinde bir madde(Canlı) .

Faş: Meydana çıkmış. Yayılmış. Anlaşılmış olan.

Pinhan: Gizli, saklı, hafi, mahfi, mestur, müstetir.

Gevher: Elmas, cevher, mücevher. İnci. Bir şeyin künhü ve esası. Hakikat. Özü.

Efşan: Dağıtan, saçan, serpen.

Afet: Belâ. Musibet. Büyük felâket. Dâhiye. Mc: Son derece güzel.

Cefa: Eziyet. Sıkıntı. Zulüm.

Cevir(cevr) : 1.Cefa, eziyet, sıkıntı, üzüntü. Zulüm. 2.Tas: Tarikat adamının ruhen ilerlemesine mâni olan şey.

Devran: Devir, felek, zaman, deveran, dünya.

Avnî (Fatih Sultan Mehmet Han)

 

İstanbul’un Fethi

Ünlü biyograf , deneme yazarı Stefan Zweig İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar, isimli kitabında on iki tarihsel minyatür anlatır. Üçüncü minyatürü ünlü denemeci Bizans’ın Fethi adı altında Fatih Sultan Mehmet Han’a ayırır.

Bir Avrupalı biyograf deneme yazarının gözü ile istanbul’un onun dili ile Bizans’ın fethi anlatılır. 5 Şubat 1451 de bir ulak istanbul’a Sultan Murat’ın büyük oğlu 21 yaşındaki Manisa Sancak Bey’i Şehzade Mehmet’e babasının öldüğü haberini getiriyor. Geleceğin sultanı saf kan atına binerek altı yüz yirmi mil koşturarak babasının öldüğünü ancak Gelibolu’da adamlarına söylüyor, seçme askerleri ile Edirne’ye giriyor, hiçbir direnişle karşılaşmadan tahta geçiyor.

En büyük vasıflarından biri iradesi ve kararlılığı olan Sultan ‘ın başa geçmesi Bizans’ı dehşete düşürüyor. Yeni padişahın askeri ve politik konularda büyük bir bilgi ve yetenek sahibi olduğu Bizans tarafından bilinmektedir. Sezar’ı ve romalıların yaşam öykülerini Latince özgün metinlerinden okuyabilen bir bilim adamı ve sanatseverdir. Baygın bakışlı, zarif gözlü ve papağan burunlu bu adam, yorgunluk bilmez bir işçi, yaman bir asker ve başarılı bir diplomattır.

Bizans haçlılar tarafından iliğine kadar soyulmuş salgın hastalıklar yüzünden halkı neredeyse yarı yarıya yok olmuş, göçebe kavimlerin bitmez tükenmez saldırılarına karşı koymaktan yorgun düşmüş , ulus ve din kavgaları yüzünden parçalanmış olan bu kentin bir ahtapot gibi kollarını her yandan saran düşmana karşı kendisini kavunması için ne askeri gücü ne de cesareti vardır.

Hükümdar ilk iş olarak Bizans’ın batı ile ilişkilerini kesmek için Pers seferleri sırasında hükümdar kserkes’in boğazı geçtiği yere Rumeli hisarı denilen boğazın en dar yerine bir kale inşa eder.Bizans’ın karadenize geçme özgürlüğü elinden alınır.Ülkenin her yanına gönderilen haberciler herkesi savaşa çağırıyor 5 Nisan 1453 de savaş başlıyor.karargahın önünde sancağını dalgalandırmadan önce seccadesini yere sermelerini buyuruyor. Daha sonra ayakkabılarını çıkarıyor ve seccadenin üstüne geliyor, yüzünü Mekke’ye dönüyor ve üç rekat namaz kılıyor, arkasından aynı hareketi ordusu tekrarlıyor. Sultanla birlikte namaz kılıyorlar.

İstanbul’un tek gücü surlarıdır. Üç katlı bir zırh tabakası ile kent bir üçgen gibi çevrelenmiştir. Konstantin bu surları inşa etmiş Justinianus da onları sağlamlaştırmış ve genişletmiştir. Surlar o çağ için ele geçrilmezliğin bir simgesidir. Çağın bilinen bütün silahlarına meydan okur Sultan Mehmet. Yıllarca bu ele geçirilmez kenti nasıl alacağı ve yıkılması imkansız surları nasıl yıkacağını düşünür. Surların önündeki ve arkasındaki her tepeyi, her meyli ve su yolunu avucunun içi gibi bilmektedir, uzmanları o zamanın toplarının bu surları yıkamayacağını ona söylerler, bu surlara yeni toplar icad etmek gerektiğini kabul eder.

Urbas ya da Orbas isimli bir Macar, şimdiye kadar hiç görülmemiş büyüklükte bir top yapmaya hazır olduğunu sultana bildirir. Binlerce arabayla Edirne’ye demir cevheri taşınır. Üç ay süren zorlu bir çalışmayla ve gizlilik içinde yürütülen sertleştirme yöntemiyle sonunda kalıbı hazırlıyor. Artık döküm başlamıştır. İlk deneme atışı yapılmadan önce Sultan hamile kadınlara haber verdirir şehir içinde. İlk atış hedefi yerle bir edince topların üretimine hız verilir.

Yeni sorun bu canavarları demirden ejderleri Trakya’dan geçirip Bizans surlarının önüne nasıl getireceklerdir. Bu eşsiz Odysseia destanını şimdi Türkler yazıyor. Bütün bir millet iki ay bu topları istanbul’a taşıyor. Her arabada elli çift öküz bu yükleri taşır.Topu düşmekten korumak için iki yüz adam arabanın etrafında yürüyorlar. (Ne muhteşem bir hayal ve uygulama). Elli araba ustası ve marangoz da tahta tekerlerleri değiştirmek ve yağlamak , payandaları sağlamlaştırmak , köprüler kurmak için sürekli iş başındadırlar. Doğu roma imparatorluğunun bin yıllık surları ile yeni Osmanlı sultanının yeni topları arasındaki savaş başlamış olur.

Toplar Bizans surlarını dövmeye başlarlar. Sultan’ın kuvvetleri papalık tarafından gönderilen dört geminin şehre girmesine engel olamazlar. Bizans biraz ümitlenir. Sultan Mehmet hedeflerini ve hülyalarını gerçekleştirmede emsalsiz bir insandır. Savaş tarihinde örneğini yanızca Annibal ve Napoleon’ un kişiliğinde görebildiğimiz atak bir plan ortaya konur. Haliç körfezini ele geçirmek pratikte olası değildir. Bu nedenle Sultan tavaş tarihinde benzerine rastlanmayan bir plan yaparak dış denizde eli kolu bağlı öylece bekleyen donanmasını karadan yürütüp iç denize , Haliç limanına taşımaya karar veriyor.

Yüzlerce gemiyi dağlık bir araziden geçirmeyi amaç edinen insanın aklına durgunluk veren bu çılgınca düşünce, başlangıçta saçma ve uygulanamaz görünüyor. Cenevizliler tıpkı bir zamanlar Romalıların daha sonra ları da Avusturyalıların, Anibal’in ve Napoleon’in Alpler’i hızla geçebileceklerini düşünmedikleri gibi savunma planlarında stratejik bir değişiklik yapma gereğini duymuyorlar.

İş zordur ama olmazı olur yapmanın Mehmet gibi hırslı ve üstün zekalı bir devlet adamlarının elinde olduğunu tarih bize gösteriyor. Savaş sırasında savaş kuralları ile alay eden sırası geldiğinde bilinen savaş yöntemlerinin yerine kendi buluşlarını uygulayan askeri dehalar her zaman görülmüştür.

Tarih kitaplarında örneğine az rastlayabildiğimiz müthiş hareket başlıyor.Sultan büyük bir gizlilik içinde çok sayıda yuvarlak odunlar getirtiyor ve marangozlarına denizden çıkarılacak gemilerini Haliç’e kaydırmak için tıpkı hareket eden bir kara tersanesini hatırlatan kızaklar yaptırtıyor. Binlerce işçinin faaliyeti görülmesin diye Galata tarafından top atışları yaptırarak gemilerin hareketini gizler.

Mucizevari bir büyük başarı ile donanma gece Haliç ‘e iniyor. Hiç kimse onun planının farkında olamamıştır. Bu dahi Sultan bir keresinde kendine şöyle demiş “Eğer sakalımın bir teli bile aklımdan geçeni öğrenmiş olsaydı onu hemen yolardım” 22 Nisan gecesinde yetmiş parça savaş gemisi dağlar vadiler aşarak bir denizden ötekine taşınıyor. Ertesi sabah uyanan Bizanslılar düş gördüklerini sanıyorlar.Sanki bir sihirli el donanmayı taşımıştır . Sultan’ın pençesi düşmanının boğazını gittikçe sıkmaktadır.

Surların arkasındaki sekiz bin asker dışardaki yüz elli bin askerin saldırısına dayanamayacaktır. Hristiyan dünyasının en büyük ve güzel kilisesi olan Ayasofya’nın Türklerin camisi olma tehlikesiyle karşı karşıya bulunurken papa hazretleri buna kayıtsız kalabilir mi ? Venedik donanmasına haber verilecektir. Argos gemisi gemidekilere Türk kıyafetleri giydirip, 3 Mayıs günü zincir gevşetilir ve bunlar Venediğe haber vermek için hareket ederler. Fakat Ege denizinde Venedik ile ilgili bir gemiye rastlamazlar. Gemi kimseye haber vermeden Bizans’a geri döner , büyük bir hayal kırıklığı yaşanır. Hristiyan dünyası Bizans’ı unutmuştur.

Altı hafta süren savaştan sonra Sultanın sabrı tükenmek üzeredir. Büyük saldırının 29 Mayıs’ta yapılacağına karar verilir. Önce bir dua günü düzenliyor , yüz elli bin asker ilkinden sonuncusuna kadar hepsi de dinin emrettiği şartlarda aptes alacaklar, namaz kılacaklar üç kez büyük duayı Fetih suresini okuyacaklardır.

Davullar çalar, borular öttürülür Sultan Allah’ın ve Hazreti Muhammed’in ve yüz yirmi dört bin peygamberin adını anarak Babası Sultan Murat ve bütün atalarının aziz ruhları üzerine yemin etmiştir ki alınışını izleyen üç gün boyunca, kendi yağmalayabileceklerdir. Surlardaki herşey askerlerin olacaktır. Sultan ise kendi ganimet hakkından vazgeçecektir.”İmparatorluğu ele geçirmek her türlü ganimetin üstündedir.”

Bu buyruk coşkuyla karşılanır. Dini anlaşmazlıklar ve siyasi kavgalar yüzünden birbirine düşmüş olan kent halkı bir araya geliyor ve Ayasofya’da büyük ayin düzenliyorlar. Ortodokslar, Katolikler, rahipler herkes, çocuklar ve ihtiyarlar Kyrie Eleison duasını yapmak için bir araya geliyorlar. İmparator bir hitap ile başarırlarsa tarihlerinin önemli bir sayfa kazanacağını söyler.

Avrupa tarihinin en acıklı sahnelerinden biri insanlığın hiçbir zaman unutamayacağı çöküş anının son sahnesi işte böyle başlıyor. Doğu roma imparatorluğunun soy ayini ölüler ayini işte böyle başlar. Çünkü Justinianus’un katedralinde Hristiyanlık inancının duası son kez olarak okunuyordu. Duadan sonra duvarların arkasındaki binlerce insan korku içinde sabahı ve ölümü bekliyor.

Gece yarısından sonra saat birde Sultan Mehmet her türlü silah, merdiven, ip ve kargılarla donatılmış yüz bin asker dalgalanan görkemli sancaklar eşliğinde Allah Allah sesleri ile surlara saldırırlar. Bir süre sonra Sultan Mehmet yedekte tuttuğu seçme birlikleri ile on iki bin genç ve seçkin asker başlarında hükümdarları yorgun düşmanın üzerine atlıyorlar. Bu sırada dış surlarda açılan ve asıl saldırı yerinin hemen yanında bulunan bir gedikten içeriye birkaç Türk askeri sokuluyor, bunlar Kerkapotra denilen küçük bir kapının anlaşılmaz bir tedbirsizlik yüzünden açık kalmış olduğunu hayretle görüyorlar. Buradan giren askerler sur savunucularını arkadan sarıveriyorlar. Büyük bir çatışma başlıyor ve imparator savaş sırasında ölüyor. Ertesi gün ceset yığınları arasında çift erguvan renkli ayakkabılarından tanınıyor.

Zaferin ikinci günü Sultan kente giriyor, hiçbir kazanç peşinde değildir, atını Ayasofya’ya sürüyor, daha sonra yerden bir avuç toprak alıyor ve başının üzerine serperek kendisinin de ölümlü olduğunu, kazanılan zaferle böbürlenmemesi gerektiğini kendine hatırlatıyor. Kul ve ölümlü olduğunu gösterdikten sonra Kliseye giriyor. Bir imam getiriliyor, Mimbere çıkan imam camideki cemaat ve Sultan ile birlikte namaz kılıyorlar. Korkunç haber batı dünyasında Roma, Venedik ve Floransa’da duyuluyor. Bir tek saatin kaybettirdiği şeyi bin yıl geri getiremez.

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.Org

İstanbul’un Fethi (29 Mayıs 1453)

Bugün 29 Mayıs 2014, İstanbul´un Fethi´nin 561. yılı. Bizans İmparatorluğu´nun başkenti olan İstanbul (Bizans)‚ Fatih Sultan Mehmet tarafından 53 gün süren bir kuşatmadan sonra 29 Mayıs 1453´te fethedilmiştir. Tarihin çeşitli dönemlerinde birçok devletler tarafından 28 defa kuşatılmalara karşı koyan İstanbul´un aşılması güç olan ünlü surları‚ 29 Mayıs 1453 tarihinde aşılmış ve İstanbul (Bizans) fethedilmiştir.

Fatih Sultan Mehmet (II. Mehmet)‚ Sultan II. Murat´ın oğlu olarak 1431 yılında Edirne´de dünyaya geldi. Edirne‚ İstanbul´un fethinden 91 yıl önce fethedildiğinden (1362) dolayı‚ İstanbul´un fethine kadar Osmanlı Devleti´nin başkentiydi. Babasının inzivaya çekilmesi sebebiyle tahtını oğluna bırakması üzerine II. Mehmet‚ 13 yaşında padişah olmuştur. Osmanlı tahtına 13 yaşında bir çocuğun geçmesini fırsat bilen batı‚ ordu toplayıp Osmanlı Edirne üzerine yürümeye başlar. Bunu haber alan padişah Sultan II. Mehmet‚ o ünlü mektubunu babasına yazar.

Sultan Mehmet, mektubunda, babasına hitaben şöyle der;

-Baba‚ padişah sen isen‚ ordunun başına geç! Yok eğer padişah ben isem‚ emrediyorum ordunun başına geç!

Babası Sultan II. Murat Manisa´dan‚ başkent Edirne´ye gelerek tekrar tahta geçer ve haçlı ordularını bozguna uğratır.

1451 yılında Sultan II. Murat´ın ölümü üzerine 19 yaşında olan oğlu II. Mehmet, ikinci defa tekrar tahta çıkar. Tahta oturduğu günden itibaren Bizans´ı fethetmek düşüncesi kafasını meşgul eder. Hatta bu düşünce; “-Ya Bizans´ı alırım‚ ya da Bizans beni alır” diyecek kadar sabit fikir haline gelir. Bu düşüncesini uygulamaya koymak için hazırlıklara girişti. Bunun için Edirne´de beş büyük top döktürdü. Her bir topu 60 manda çekebiliyordu. 350 adet irili ufaklı gemi yaptırarak güçlü bir donanma meydana getirdi.

Bizans´ın Karadeniz yoluyla Rusya´dan yardım almasını önlemek için‚ İstanbul Boğazı´nda‚ Yıldırım Beyazıt´ın 1392 yılında yaptırttığı Anadolu Hisarı´nın tam karşısındaki kıyıya Rumeli Hisarı´nı, dört ay gibi kısa bir zamanda yaptırdı.

Bu hazırlıklar yaklaşık 2 yıl sürdü. Hazırlıklar tamamlanınca da 1453 yılının 6 Nisan günü‚ 150.000 kişilik bir orduyla Edirne’den gelerek, İstanbul´u kuşattı. Sultan Mehmet, ordusunu‚ İstanbul´un kara surları önünde savaş düzenine sokar. Ordugahını da, Bizans İmparatoru’nun, kuşatma süresince savaşı seyir ve idare ettiği Tekfur Sarayı’nın tam karşısında, şimdiki Topkapı-Maltepe mevkisinde kurar.

Bizans İmparatoru´na elçi göndererek şehri teslim etmesini ister. Bunu isterken de Bizans İmparatoru´na‚ “-Yapabileceklerim‚ senin hayallerinin çok ötesindedir” diyerek kararlılığını dile getirir. Tabi beklendiği gibi ve de haklı olarak İstanbul Surları´nın aşılmazlığına güvenen Bizans İmparatoru bu talebi reddeder ve savaş başlar. Savaş günlerce sürer.

21 Nisan 1453 günü Sultan Mehmet 72 parçalık bir donanmayı‚ Tophane´den karadan yağlı kızaklar üzerinde çektirerek‚ Tophane-Taksim´in kuzey tarafı-Kasımpaşa güzergahından geçirerek Haliç´e indirir. Bu durum düşman tarafında şaşkınlık ve moral bozukluğuyla karşılanır.

Günlerce süren yıpratıcı hücumlardan sonra ve kuşatmanın 53. gününde‚ bugünkü Topkapı ile Vatan Caddesi arasında bulunan Kale Kapısı denilen bölüm de bulunan surlarda açılan gediklerden Türk orduları şehre girerler. İstanbul’un Fethi ile birlikte Bizans İmparatorluğu da tarih sahnesinden çekilir.

M.S. 330 yılında Roma İmparatoru Constantin’in (Konstantin), sarayını Bizans şehrine getirmesi ve burayı başkent yapmasıyla birlikte, bundan sonra kendi adıyla Constantinopolis (Konstantin’in Şehri) olarak anılır. 395 yılında Roma İmparatorluğu´nun, doğu ve batı olmak üzere ikiye bölünmesi üzerine de İstanbul‚ Doğu Roma İmparatorluğu´nun başkenti olmuştur. M.S. 475 yılında Batı Roma İmparatorluğu´nun çökmesiyle Doğu Roma İmparatorluğu (daha sonraları Bizans İmparatorluğu)‚ fethe kadar yaklaşık bin yıl kadar bir süre daha hüküm sürecektir.

İstanbul’un Fethi’nin, dünya tarihinde birçok etkileri olmuştur :

  • Fetihle birlikte Bizans İmparatorluğu tarihe karışmıştır.
  • Bizans´ın fethiyle‚ orta çağ kapanıp‚ yeni çağ başlamıştır.
  • Bundan böyle Sultan Mehmet‚ Fatih Sultan Mehmet olarak anılacaktır.
  • Osmanlı Devleti‚ İmparatorluk olma yolunda önemli bir adım atmıştır.
  • Geçmişte Bizans İmparatorluğu´nun egemen olduğu yerlerde ve çok daha fazlasında‚ 30 Ekim 1918 yılında yıkılışına kadar geçen 600 küsür yıl gibi uzun bir süre, Osmanlı İmparatorluğu egemen olacaktır.

İstanbul´un Fethi´nin 561. yılı kutlu olsun.

macits

Not:

Kısmen yararlandığım kaynaklar:

-Bilinmeyen Osmanlı‚ Prof. Dr. Ahmet Akgündüz.

-Türk Tarih Kurumu.

-İstanbul´un Fethi ve Fethin Karanlık Noktaları‚ Hasan Kazankaya.

www.NurNet.org 

Alçak Sesle Söyle

Fatih Sultan Mehmet bir gün dilencinin birine bir altın vermişti. Dilenci, Padişahın verdiği altını az bularak şöyle bir soru sordu:

 – Bu nasıl olur Padişahım? Ben senin kardeşin olduğum halde nasıl olur da bana bir altın verirsin?

 Dilencinin ne demek istediğini tam anlamayan Fatih sordu:

 – Sen benim nereden kardeşim oluyorsun?

 Dilenci şu açıklamayı yaptı:

 – İkimizde de Adem babamız ve Havva anamızdan dünyaya gelmedik mi? Böyle bir durumda kardeş sayılmıyor muyuz?

 Fatih gülümsedi. Bu cevap hoşuna gitmişti çünkü. Dilencinin kulağına eğilerek şöyle dedi:

– Aman alçak sesle söyle. Bu söylediğini diğer kardeşlerimiz de işitip gelirlerse, senin payına bir altın bile düşmez.

Fatih “İstanbul’”u Fethetmemişti !

Malum, gazetecilik biraz da başlık atma sanatıdır. Başlıkla dikkatler çekilir yazıya. Lakin bugünkü başlığımız, sırf daha fazla kafa bu yazıya yönelsin diye atılmadı. Fetih olayındaki ihmal edilmiş bir inceliği sizlere hissetirmekti maksadım.

Bilmem ismini duydunuz mu daha önce? Levon Panos Dabağyan, bir Türk Ermenisi. Hatta diyebilirim ki, çoğumuzdan daha Osmanlıcıdır. Ne Fatih’e laf söyletir, ne II. Abdülhamid Han’a. Nitekim “Paylaşılamayan Belde” adlı kitabında tarihimizdeki sızılı bir noktayı ustaca avlıyor ve Fatih’in “İstanbul”u değil, “Kostantiniyye”yi fethettiğini bir cerrahın habis uru beyinden çıkarması gibi temizliyor zihnimizden. Ve ekliyor: “İstanbul fethedilmemiştir ve fethedilmeyecektir!” Allah böyle bir fethi kimseye nasip etmesin!

İlk okuduğumda benim gibi bu işlerle uğraşan birinin bile ciğerini sızlatan bu tespit de gösteriyor ki, tarih bizim için ecnebi bir memleket haline gelmiştir. Öyleyse yapmamız gereken şey, ona mecalini yeniden kazandırabilmenin yolunu yordamını aramak, oksijen alabileceği menfezler, havalandırma kanalları açmaktır. Bunun da yolu, elbette bilgiden, ama daha da önemlisi, bakış açımızı, idrak çerçevemizi, muhakeme tarzımızı genişletmekten geçiyor.

Sondaja devam öyleyse…

Eksik olmasın, bir okurum Said Nursi’nin talebelerinden Zübeyir Gündüzalp’ten bir hatıra göndermiş. Zübeyir Gündüzalp, bir keresinde Fatih’in İstanbul’u fethini gösteren resimlere dikkat çekerek sormuş: “Resimlerdeki yanlışlık nerede?” Kimse işin içinden çıkamayınca kendisi cevaplamış:

“Bu resmi yapanlar, fetih mucizesini küçültmek istiyorlar. 40-50-60 yaşlarındaki bir kumandanın zafer kazanması, bir beldeyi fethetmesi normal ve olağandır; ama 20-21 yaşındaki bir delikanlının böyle bir emsalsiz fethi harikadır. Bu yaşta bir delikanlının sakalı bile bu kadar gür olamaz. Fatih, Efendimiz’in (asm) 9 asır evvel haber verdiği fetih mucizesinin mazharıdır, dolayısıyla bu resimler, Kur’an, Allah ve Peygamber’in Müslümanlarla beraber olduğu, İslamiyet’in hakkaniyetini herkese gösterecek bu mucizevari olayı basitleştirmektedir.”

Müthiş bir tespit değil mi? Düşünün, hiç 21 yaşında bir Fatih resmi gördünüz mü? Devam edelim biraz daha.

Yarın İstanbul’un fethinin miladi takvimle 553. yıldönümünü idrak edeceğiz. Peki fethin hicri takvimle kaçıncı yıldönümünde bulunduğumuzu merak eden bir Allah’ın kulu yaşar mı aramızda? Fatih Sultan Mehmed İstanbul’a, Ferik Ahmed Muhtar Paşa’nın tespitiyle söylersek, 20 Cemaziyelevvel 857 günü girmişti. Bugün takvim 1 Cemaziyelevvel 1427 ’yi gösterdiğine göre, İstanbul’un fethinin hicri takvimle 570. yıldönümünü kutlamak için önümüzde yaklaşık 20 günlük bir süre var demektir. Hatırlayan olur mu bilmem; ama ben üzerime düşeni yapıp tarihe not düşeyim dedim.

Yalnız üzülerek de olsa bu hicri tarih meselesini biraz hafife aldığımızı söylemek zorundayım. Çünkü bizim asıl manevî damarlarımızda deveran eden kan, hicri takvimin içinde akar. Nitekim Ahmed Muhtar Paşa, “Feth-i Celile-i Kostantiniyye” adlı kitabında eskiden her 20 Cemaziyelevvel gününün halk arasında “Kudüm günü” diye anıldığını, o gün gelince fetih şehidleri ve gazilerinin ruhlarına Kur’an-ı Kerimler okunduğunu, hayır ve hasenatlarda bulunulduğunu yazmaktadır. Demek ki, Osmanlılar aynı damardan akan kandan her daim beslenebilmek için Fatih’i ve fethini hicri yıldönümlerinde hatırlıyor ve hayırla yâd ediyorlar, bunu dirilmenin bir vesilesi addediyorlardı.

Biz de o görkemli dünyanın güzelliklerinden nasiplenebilmek için aynı tarih aralıklarına sokulma imkânlarını zorlamak durumundayız. İşte bu aralık kalmış kapılardan biri de, Fatih’in İstanbul projesidir. Peki İstanbul projesi neydi ve Fatih bu projeyi nereden ilham aldı?

Başka açılardan da yaklaşılabilir meseleye ama ben Fatih’in projesinin hadis merkezli olduğunu söyleyeceğim. Hadis merkezli, yani meşhur fetih hadisinin bir yorumu… Değil mi ki, o İki Cihan Sultanı bir belde’nin fethedileceğini ‘muhakkak’ (le) vurgusuyla beyan eylemiştir, o halde bu bir emir telakki edilmeli ve sadece dünyevî, yani bir şehrin surlarının yıkılıp içerisine ‘kahren’ girilmesi gibi dar anlamda yorumlanmamalıdır. Ya nasıl yorumlanmalıdır? İşte Fatih’in de, Fethin de, İstanbul’un da sırrı burada yatmaktadır.

Muhakkak ki, Fatih’in dünyasında Nebevî müjdeyle müjdelenmenin, göğsüne bir madalya daha takmakla alakası yoktu. O ve çevresi, fethin derin okumasını yaparak malum hadisle, insanlığın ve İslam’ın geleceğinde bu şehrin oynayacağı rolün kastedildiğini keşfetmiş ve sadece fetih sırasında değil, asırlar boyu İstanbul’u dünyanın merkezi kılmaya gayret etmişlerdi. Nitekim Fatih’in sonraki fütuhat stratejisine baktığınızda bu İstanbul merkezli düşüncenin hangi boyutlara ulaştığını görürsünüz.

Osmanlı, İstanbul’u alınca adeta uzun zamandır yatağını arayan bir nehir gibi hissetti kendisini ve bu nehrin yatağını, kuyumcu titizliğiyle bezemeye girişti. Bugün Süleymaniye veya Sultanahmet için ‘Bu eserler Bizans’ın başkentine uygun düşmüyor’ diyebilecek bir mimar olmadığını, geçen yaz İstanbul’da toplanan mimarlık kongresi katılımcılarının basındaki demeçlerinden görmüş olduk.

Fatih’in biri Karadeniz, öbürü Akdeniz olmak üzere iki denize birden hakim olmak şeklinde özetlenebilecek denizcilik siyaseti, yolları İstanbul’a bağlamaya matuf bir girişimdi. Keza Balkanlar ve Anadolu yönündeki hareketi de, İtalya’nın Otranto limanına yaptığı çıkarma da, Memlukler üzerine düzenlediğini tahmin ettiğimiz son seferi de hep İstanbul’un merkezde durduğu ve ışınlarının dalga dalga çevreye yayıldığı bir projenin elmas parçalarıydı. Tabii aynı zamanda Orta Asya, İran, Hindistan ve Mısır’dan davet ettiği Müslüman alimler ile Bizanslı filozof ve bilginleri kucaklaması, Petrark’ı Arapçaya çevirtmesi ve İbn Arabi’nin “Füsus”una şerh yazdırması, Ali Kuşçu ile ressam Bellini’yi İstanbul’da buluşturması, müfessir Musannifek’i yanına aldırması, ama öte yandan Truva harabelerini ziyaret etmesi gibi gelişmeler de gösteriyor ki, o, hadiste emir buyurulan fethin çok daha derinlerde ve uzun vadeli olduğuna inanmış ve tohumları ekmişti.

Tohumlar bitmediyse “toprak utansın” deyip işin içinden sıyrılabilir miyiz? Ben şahsen tohumların bitmediğini söyleyemiyorum. Bu proje, tarih içinde gelişti, şekillendi; ve Necip Fazıl’ca söylersek, “havada donan şimşek” gibi tarihin bağrında bizi beklemeye durdu. Belki de Fatih bu projeyi asıl bizim gerçekleştirmemizi istiyor ve zemini hazırlıyordu. Kim bilir?

M. Armağan