Etiket arşivi: fatih sultan mehmet

Fatih Sultan Mehmet’in büyük ideali neydi?

Fatih Sultan Mehmed Türk tarihinin en önemli devlet başkanlarındandı. İcraatları ve düşünceleriyle dünya tarihinin en önemli isimlerinden oldu. Bunu hiç bitmeyen merakı, devamlı okuması ve farklı milletlerden, âlimlerden istifade etmesiyle başarmıştı.

Batı’da olan bitenleri hep haber aldı

Ali Kuşçu, Amirutzes, Georgios Trapezuntios, Hocazâde gibi Doğu’yu ve Batı’yı temsil eden devrin büyük zekâları Fatih Sultan Mehmed huzurunda bir araya geliyorlardı. Fatih, Doğu’nun ve Batı’nın âlimlerine sahip çıkan bir hükümdardı. Hıristiyan âlim ve sanatkârları sarayına davet ederek, birikimlerinden istifade etmiştir.

Fatih, çevresinde yalnız Müslümanlar’ı bulundurmaz, Hıristiyanlar’la da oturup konuşmayı severdi. Büyük İskender, Anibal, Keykavus ve Sezar gibi büyük komutanların dünyayı sarsan zaferleri nasıl kazandığını merak eder ve bu konularda kitaplar okuturdu.

Fatih, Hıristiyan devletlerin askerî güçleri ve kendi aralarındaki rekabetle ilgili bilgi almak için de Floransalı Benedetto Dei gibi birçok Batılı’yı kullandı. Rahipler, tüccarlar, her sınıftan insan Fatih’e hizmet etmiş, Türkler aleyhine toplantı yapılan şehirlerden haberler kısa sürede Osmanlı sultanına ulaşmıştı. Rahip Jacop Unrest, 1472’de yazdığı eserinde “Türk imparatoru Avrupa’daki bütün şehirleri haritasında belirlemiş. Sürgün edilmiş bir rahipten ve iki yüksek rütbeli Hıristiyan din görevlisinden bilgi alıyor” demişti.

İtalya’nın geleceğini gördü

Floransalı Benedetto Dei, 1460’larda Fatih’le görüştüğünde sultana İtalya’daki devletlerin özelliklerini anlatmış ve “Para, itibar ve silah sahibi dört güç Milano, Napoli, Floransa, Venedik ve diğer İtalyan prenslikleri kara ve deniz güçlerini birleştirebilirlerse günümüzdeki İtalyanlar atalarından daha başarılı olurlar” deyince ilginç bir cevap almıştı.

Fatih, Dei’ye “Floransalı, söylediğin her şeyi dinledim. Hepsine inanıyorum. Ancak sana şunu söyleyeyim ki, İtalya geçmişte yaptığı büyük işleri artık başaramaz. Çünkü büyük işler yaptığı günlerde, bunları Romalılar’ın gücü sayesinde yapıyordu.

Romalılar o zamanlar İtalyan’ın tek hakimiydi ama günümüzde ülken 20 devlete ve çeşitli güç odaklarına bölünmüş durumda. Birbirinizle savaşıyorsunuz ve birbirinizin can düşmanısınız. Yaptığım plana yardımcı olacak çok şey biliyorum. Genç, zengin ve talihli olduğumu gördüğümden Sezar’ı, İskender’i, Anibal’ı, Afrikalı Scipio’yu, Pyrhus’u ve Keykavus’u aşmak niyetindeyim” dedi.

Fatih’e hizmet eden Batılı âlimler

Fatih’in Batı kültürüyle tanışması Manisa’da şehzadelik yıllarında başlamıştır. Fatih’in hizmetine giren İtalyan hümanisti Ciriaco d’Ancona 1454 yılına kadar maiyetinde bulunmuş, saraydaki diğer İtalyan ve Rumlar padişaha Roma ve Batı tarihlerini okumuşlardır.

Fatih, İstanbul’un fethinden sonra şehirde kalan âlimleri huzuruna çağırarak onlara görevler vermiş ve eserler yazdırmıştır. Katolik ve Ortodoks kiliselerinin birleşmesine karşı çıkan ünlü Bizanslı âlim Gennadios’u saklandığı köyden getirterek patrik olarak atamış ve onunla Hıristiyanlığı tartışmıştı.

Gennadios, bu tartışmayı yazıp Fatih’e sunmuş, sultan da eseri tercüme ettirerek incelemişti. Gennadios veya başka bir kişi tarafından 15. yüzyıl yeni Platoncusu Gemistos Plethon’un Kanunlar isimli eseri yine Fatih zamanında Arapça’ya tercüme edilmişti. Bizanslı tarihçi Kritovulos uzun müddet padişahın yanında bulunmuş ve savaşlarını anlatan kıymetli bir tarih kitabı yazmıştı.

Osmanlı hükümdarı, 1461’de Trabzon’un fethinden sonra hizmetine giren ve felsefî konuşmalar yaptığı Trabzonlu Amirutzes ile oğluna kitapların çevirisini yaptırmıştır. Amirutzes’in çevirdiği eserler arasında Batlamyus’un Geographia adlı eseri de vardı. Amirutzes, ayrıca bir İstanbul haritası da çizmişti.

Fatih, coğrafî ve askerî konuları özel bir ilgiyle izlerdi. Onun 1458’de Atina’yı ziyareti sırasında Akropol’ü gezerek “Medînetü’l-hükemâ” (filozofların şehri) şeklinde Atinalılar’a iltifatta bulunması İslâm düşüncesinde Aristo ve Platon’a (Eflatun) duyulan saygıdan kaynaklanmaktaydı.

II. Mehmed, Avrupa’dan birçok ressam ve bilim adamını ülkesine davet etmişti. Onun döneminde Osmanlı sarayına birçok İtalyan ressam, heykeltıraş ve sanatçı gelmiştir. Bunların en ünlüsü 1479-1481 yılları arasında sarayda bulunup, padişahın çeşitli portrelerini ve madalyonlarını yapan Gentile Bellini’ydi. Fatih’in saltanatının son iki yılında önemli sayıda Avrupalı’nın İstanbul’da atölyesi bulunmaktaydı. Ancak Avrupa’dan ne kadar sanatçı geldiği belli değildir. Costanzo da Ferrara, Bertoldo di Giovanni eserleri elimizde olan sanatçılardır.

Fatih’in yanında Floransalı, Cenevizli, Raguzalı ve Rum danışmanlar da bulunmaktaydı. Demetrios Apokaukos Kyritzes, Thomas Katabolenos (Yunus Bey) ve Dokeianos gibi Rum âlim ve tercümanlar Fatih’e hizmet etmişti.

Avrupalı âlimlerin Fatih’e ithaf ettiği kitaplar

1480’lerin başlarında Floransalı Francesco Berlinghieri, “Geographia” isimli eserini Fatih’e ithaf yazısıyla göndermişti. Casenalı Angelo Vadio da, “De re Militari” isimli savaş üzerine yazdığı kitabını sultana hediye etmişti. Giovanni Maria, Fatih için 4.706 dizeden oluşan Latince bir methiye yazmıştı. Osmanlı sultanı için 16 Grekçe yazma kaleme alınmıştır. Türk tarzı ciltlenmiş bu eserlerin bugün 14’ü İstanbul’da 1’i Paris’te biri de Vatikan’dadır.

Fatih, Bizans’tan kalan Latince ve Grekçe el yazmalarını muhafaza ettirmiştir. Fatih’in kütüphanesindeki Batı kültürüyle ilgili 60 kadar eser günümüze intikal etmiştir. Bunların 42’si Grekçe’dir. Eserlerden sekizi tarihe, altısı matematik ve astronomiye dairdir. Tarihe ve coğrafyaya ait eserler mevcudun üçte birinden fazladır. Julian Raby’in Fatih’in kütüphanesi üzerine yaptığı araştırmalardan bu konuda teferruatlı bilgileri öğreniyoruz.

Seher vakti doğdu

Osmanlı tarihinin en büyük hükümdarı Fatih Sultan Mehmed 30 Mart 1432 Pazar günü, seher vakti Edirne Sarayı’nda dünyaya geldi. II. Murad’ın dördüncü oğluydu. Annesi Hüma Hatun’dur. Şehzade başlangıçta dikbaşlı ve sert olmasına rağmen zamanla hocalarının yardımıyla çok iyi bir eğitim gördü. Molla Gürani gibi devrinin önemli âlimleri tarafından yetiştirildi.

Şehzadeliğinden itibaren Batı’yı inceledi

Fatih’in Batı kültürüne olan ilgisi daha şehzade iken Manisa Sarayı’nda başladı. İtalyan hümanisti Ciriaco d’Ancona (Anconalı Ciriaco) ve saraydaki başka İtalyanlar ona Roma ve Batı tarihleriyle eski Yunan filozoflarının hayatlarıyla ilgili kitapları okutmuşlardı.

Erhan Afyoncu / Bugün gazetesi

Bir Kez Daha Ayasofya

 Her şeyden önce Ayasofya konusunda bu yazıyı yazmamızın amacı yeni bilgiler ortaya koymak değildir. Bu vesileyle kendi çapımızda da olsa,konunun bir kez daha gündeme gelmesi,bazı hatırlatmalarda bulunma ve bir duyarlığın oluşmasına katkı sağlamaktır.

ayasofya camii Birkaç gündür internetten ve bazı kitaplardan Ayasofya üzerine yazılanları okuyorum. Bir arama motorunda “Ayasofya” kelimesini arayınca; 4.090.000 sonuç bulunduğu belirtiliyordu. Geçekten Ayasofya üzerine onlarca yazı ve şiirler yazılmış. Tabiki burada bu yazılanları tek tek değerlendirmemiz mümkün değildir.

 Ayasofya, İmparator Jüstinianos (527-565) tarafından yaptırılmıştır. Yapım çalışmaları sırasında iki baş mimar ile birlikte 100 mimar ve her mimarın emrinde 100 işçi çalıştığı kaynaklarda geçmektedir. Yapımına 23 Şubat 532 de başlanmış, 5 yıl 10 ay gibi bir sürede tamamlanarak, büyük bir törenle 27 Aralık 537 ‘de ibadete açılmıştır.

  916 yıl kilise olan yapı, 1453 te Fatih’in İstanbul’u fethetmesiyle, camiye çevrilerek, 482 yıl cami olarak kullanılmıştır. 24.11.1934 tarih ve 1589 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile müze olması kararlaştırılmıştır.

 Ayasofya üzerine yazılanları şöyle gruplandırabiliriz:

 *Ayasofya’nın müze olarak devam etmesini savunanlar. Bunlara göre, Ayasofya camiye çevrilirse, içindeki sanat değeri taşıyan tasvirler ve benzeri şeylerin yok olacağını, bunun sanat karşıtı bir tutum olarak algılanacağını belirtiyorlar.

 *Açık bir şekilde söylemeselerde, Ayasofya’nın başlangıçta kilise olarak yapıldığını, tekrar kiliseye dönüştürülmesi gerektiğini düşünenler. Bunlara göre Fatih bugün yaşasa imiş, Ayasofya’yı camiye çevirmezmiş.

 *Sayıları az da olsa, Ayasofya’nın, hem kilise hem de cami olarak varlığını sürdürmesi gerektiğini savunanlar. Bunlara göre Ayasofya’da Pazar günleri kilise olarak ayin yapılmalı, diğer günlerde ise tasvirlerin üzeri perde ile kapatılarak cami olarak görevini sürdürmeli.

 *Ayasofya’nın ikiye bölünmesini savunanlar. Bunlara göre; Ayasofya’nın ortasından doğo-batı istikametinde, 70 santim yüksekliğinde ahşap bir pergole ile cami ,güney ve kuzey olarak ikiye ayrılır. Güney tarafında isteyen namazını kılar, isteyen turist kuzey tarafta camiyi gezebilir.

 *Ayasofya’yı tamamen yıkıp yerine Süleymaniye gibi, Sultanahmet gibi bir cami yapalım diyen tarih şuurundan uzak insanlar da var maalesef  bu ülkede.

 *Büyük bir çoğunluk ise Ayasofya’nın tekrar camiye çevrilmesi gerektiğini savunuyor.

  Bediüzzaman Said-i Nursi hazretleri, D.P yöneticilerine bir mektup yazmış, muhalefetin hücumuna karşı, üç şey yerine getirilirse, iktidarlarının süreceğini, yoksa yıkılacağını söylemiş. “Bu üç şeyden birincisini yaptınız. Ezanı aslıyla okuttunuz. Eğer Ayasofya’yı cami olarak açar ve Risale-i Nurun neşrini yaparsanız (devlet eliyle basılıp dağıtılması ve radyodan okunması), bir badireden kendinizi korumuş olursunuz” demiş özet olarak bu mektupta.

  Necip Fazıl, birçok yazısında Ayasofya’dan bahseder ve Ayasofya’nın Lozan Anlaşmasında yazılı  olmasa da verilen sözler sonucu müzeye çevrildiğini belirtir. Ayrıca “Ayasofya “adıyla bir hitabesi vardır. Sezai Karakoç’ta, Ayasofya’nın cami olarak açılması gerektiğini belirten bir çok yazı yazmıştır.Bu yazılarda belirtilenleri özet olarak şöyle sıralayabiliriz:

 *Ayasofya, topraklarımızda bulunan ve yaklaşık 500 yıl cami olan bir mabet olduğundan, onu tekrar camiye çevirmek en tabii hakkımızdır.

 *Ayasofya’nın cami olarak tekrar açılması, İslam Dünyası’nın da bize bakışını değiştirecektir. Ayasofya kapalı kaldıkça , bize kuşkuyla bakmaya devam edeceklerdir.

 *Ayasofya, tarihi doğu-batı savaşında, zaferin hangi tarafta olduğunu gösterici bir semboldür. Ayasofya cami olduğu sürece üstünlük İslamdadır. O, cami olmaktan çıktığı andan itibaren, üstünlüğün batıda olduğu bil fiil kabul edilmiş olur.

 *Çarmıha gerili olan Hz.İsa değil, bu haliyle Ayasofya’dır.

 *Ayasofya, tarihi yapı olarak müze olmasının dışında müze bile değildir. Çünkü içinde tek bir müze eşyası yoktur.

 *Ayasofya bir tapınak olarak yapıldığı için, onu başka bir yapıya dönüştürmek, başta Ayasofya’yı yaptıran İmparatora ve mimarlarına saygısızlıktır.

 *Daha İstanbul fethedilmeden, Bizans’ın Ayasofya’yı koruyacak gücü kalmamış ve Müslümanlardan yardım istemişlerdir. Öyle ki yardım için giden Müslüman mimarlar, camiye çevrilmesini kolaylaştıracak şekilde tamirini yapmışlardır.

 *Ayasofya’nın günümüze kadar gelmesini, yine Osmanlı mimarlarına, bilhassa Mimar Sinan’a borçluyuz. Etrafına yapılan minareler, medreseler,patişah türbeleri vb. ile o tam bir İslam külliyesi haline gelmiştir.

  *Yakın tarihte, Ayasofya’nın etrafındaki minareler, Ayasofya’ya uymuyor diye neredeyse yıkılacaktı. Allah Ayasofya’yı korudu ve bu emellerine ulaşamadılar.

 *Birinci Dünya savaşı sırasında, İstanbul işgal edildiğinde, Ayasofya, askeri bir birlik tarafından korunuyordu. İşgalciler bu birliğin alınmasını istediler. Maksatları onu kilise yapmaktı. Ama bu birliğin komutanı Binbaşı Tevfik Bey, asla Ayasofya’yı terk etmeyeceklerini, eğer ısrar edilirse Ayasofya’yı kendileriyle birlikte havaya uçuracaklarını söyledi. İşgalciler bu ısrardan vazgeçtiler.

*Ayasofya, çapı meçhul kişilerce ibadete açılamaz. Ancak batı karşısında, İslam Alemi olarak tam bağımsız olduğumuz gün, yada Ortadoğu’nun gerçek kurtarıcısı  aydınlarının devreye girdiği gün,  Ayasofya, cami olarak ibadete  açılacaktır.

 Ayasofya cami olursa, tasvirlerin üzeri badalanacak, bu çağda bu nasıl yapılır itirazına karşı Sezai Karakoç : “Dekorasyon sanatı buna çözüm bulacaktır. Öteden beri yeri geldikçe özel sohbetlerimizde söylediğimiz ve çevreye de yansıyan çözüm şudur: Bir düğmeye basarsınız bütün tasvirler bir perdeyle örtülür. Bir düğmeye basarsınız perdeler açılır, tasvirler ortaya çıkar. Namaz kılmanın olmadığı sabah  saat  9-11  arasında düğmeye basılır, perdeler açılır, isteyen turist gelip, kilise görünümüyle Ayasofya’yı görebilir. Günün diğer saatlerinde ise, bir düğmeye basmakla, bütün tasvirlerin örtülüp buranın cami haline gelmesi sağlanır. Namaz kılınır. Bu halinde de turistler gelip binayı gezebilirler. Süleymaniye ve Sultanahmed’i gezdikleri gibi.”

  Böyle bir düzenleme ile onurumuz korunmuş olur, dünyanın her tarafından gelen Müslümanlar Ayasofya’da namaz kılabilirler, turistler onu gezebilirler, hatta eski haliyle de görebilirler. Olgu, İslam dininin gücünü ve toleransını da somut bir şekilde göstermiş ve bilgelik Mabedi demek olan Ayasofya’nın anlamına da uyan bir özelliği taşımış olur.(Haftalık Diriliş dergisi.12 Ocak 1990.sayı 78.Kaderimizin Ayasofya’sı,Ayasofya’mızın kaderi,başlıklı yazıdan)

 Sezai Karakoç’un yukarıda ismi geçen yazısı şu parağrafla son bulur: “Ayasofya, ruhumuzun trajedisini ifşa eden bir sfenks mi? Zincire vurulmuş Promete mi? Onu ancak Kafkas kartalları mı zincirlerinden kurtarıp özgürlüğüne kavuşturur? Talihimizin dönüşünü haykıracak bir ilan mı olacak minarelerinden yükselecek ezanlar? Bağımsızlığın gerçek sesi ezanlar.”

 Ayasofya’nın cami olarak ibadete  açılması için bugüne dek bir çok imza kampanyası yapılmıştır. Sivil toplum kuruluşları yeni bir imza kampanyası düzenleyip, milyonlarca imza toplayarak, konuyu bir daha gündeme  getirmeleri, tarihi bir görev olsa gerek… Fatih’in aşağıdaki vasiyetini de bir kere daha okumakta yarar var.

        SULTAN FATİH’İN AYASOFYA VAKFİYESİ

“İşte bu benim Ayasofya Vakfiyem, dolayısıyla kim bu Ayasofyayı camiye dönüştüren vakfiyemi değiştirirse, bir maddesini tebdil ederse onu iptal veya tedile koşarsa, fasit veya fasık bir teville veya herhangi bir dalavereyle Ayasofya Camisi’nin vakıf hükmünü yürürlükten kaldırmaya kastederlerse, aslını değiştirir, füruuna itiraz eder ve bunları yapanlara yol gösterirlerse ve hatta yardım ederlerse ve kanunsuz olarak onda tasarruf yapmaya kalkarlar, camilikten çıkarırlar ve sahte evrak düzenleyerek, mütevellilik hakkı gibi şeyler ister yahut onu kendi batıl defterlerine kaydederler veya yalandan kendi hesaplarına geçirirlerse ifade ediyorum ki huzurunuzda, en büyük haram işlemiş ve günahları kazanmış olurlar.

Bu sebeple, bu vakfiyeyi kim değiştirirse;

Allâh’ın, Peygamber’in, meleklerin, bütün yöneticilerin ve dahi bütün Müslümanların ebediyen LANETİ ONUN VE ONLARIN ÜZERİNE OLSUN, azapları hafiflemesin onların, haşr gününde yüzlerine bakılmasın.

 Kim bunları işittikten sonra hala bu değiştirme işine devam ederse, günahı onu değiştirene ait olacaktır. Allâh’ın azabı onlaradır. Allâh işitendir, bilendir.”

Nizamettin Yıldız

www.NurNet.org

Fatih Sultan Mehmet’e Atılan İftiraya Cevap!

Ecdat tartışması aldı başını gidiyor. Ne çok tarihçimiz ve ne çok tarih filozofumuz varmış meğer. Hayret. Her şey bu yalnızca köşelerinden kükreyebilen aslanlarımızın buyurduğu keskinlikte halledilebilmiş olsaydı tarih diye bir disipline de ihtiyaç kalmazdı.

Klişeler ormanında yürüyoruz. Metafizik uykusundan uyanmakta olan bir “köşebent” geçmişe bir put gibi taptığımızı tespit etmiş. Alnından öpülmeyi bekliyor olmalı. Ona göre Necip Fazıl, Osmanlı’ya asla toz kondurmazmış. Gayet emin bir edayla şu cümleyi atıyor önümüze: “Alın bakın Necip Fazıl’ın padişahlarla ilgili yazdıklarına. Tam bir tepkisel yüceltme yazılarıdır.” Necip Fazıl’ı okumamış olsak lokmayı yutardık ama çok şükür Osmanlı’yı onun kadar ağır eleştiren çok az yazar olduğunu bilenlerdeniz. Fatih ve II. Abdülhamid gibi bir iki isim hariç neredeyse bütün Osmanlı tarihini hallaç pamuğu gibi atan Necip Fazıl’dan zılgıt yemeyen padişah ise yok gibidir. Kanuni ile ilgili söylediklerinden birkaç örnek:

“Tarih olsaydı bugün, alçalmamızın Kanuni ile başlatıldığı okutulurdu! O bir mirasyedidir!”

“Kanuni iki suç işlemiştir: Yahudi’yi memlekete sokmak ve şeyhülislamları atamayla getirmek. İkincisi ise en büyük cinayet!..”

“Kanuni kendi şahsıyla büyük değildir, devriyle büyüktür.”

Bu mudur ‘yüceltme’? Daha ne desin zatıalinizi memnun etmek için!

Bu birkaç cümle bile Necip Fazıl’ı okumadığını, okumuşsa da anlamadığını, yaşadığı başdöndürücü değişim esnasında fikirlerini başkalarınınkiyle karıştırdığını göstermiş oldu. Şimdi “şanlı ecdat tarihi” dersi vermeye kalkan ufak tefek köşebentleri atlıyor ve yanlış anlatılan tarihî bir gerçeği açıklamaya başlıyorum.

Murat Belge, öğrencilik yıllarımdan beri takip ettiğim bir aydın. Yazar, çevirmen, akademisyen… “İstanbul Gezi Rehberi” maddi hatalarına rağmen zevkle okunabilen bir kitabı. “Vatan” gazetesinde “ecdat” üzerine bir söyleşisi çıktı. Katılmadığım o kadar çok görüş beyan etmiş ki, hepsini tartışmak haftalarca bu köşeyi kapatmak anlamına gelecekti. Bu yüzden Murat Bey’e mahsus olmayan bir hatasına demir atmakla yetineceğim.

Belge, hem “Osmanlı’da Kurumlar ve Kültür” adlı iddialı kitabında hem de Mine Şenocaklı’ya verdiği röportajda Fatih’in İtalyan ressamlara Topkapı Sarayı’nın duvarlarına “pornografik resimler” veya “freskolar” çizdirdiğini belirtiyor. Güya İstanbul Fatih’inin saray duvarlarına yaptırdığı bu müstehcen resimleri oğlu “sofu” Bayezid kazıtmış veya üzerini örttürmüş imiş! Şimdi “Sen Peygamber’in müjdesine nail olmuş birine nasıl bu iğrenç eylemi yakıştırırsın?” desem, ‘Bakın, dememiş miydik, bunlar şanlı ecdat hastalığına kaptırmışlar kendilerini, iflah olmazlar’ diyeceklerinden eminim. İsterseniz içinizden deyin diyeceğinizi ama müsaadenizle ben aydınlarımızı daldıkları bu rüyadan uyandırmak için sorgulama düğmesine basayım.

Kim söylemiş Fatih’in sarayının duvarlarına pornografik resimler çizdirdiğini?

Eğriboz’da Fatih’in kuvvetlerine esir düşen ve II. Bayezid zamanına kadar sarayda kaldığını söyleyen Angiolello adlı İtalyan, ülkesine döndükten sonra hatıralarını yazmış. Angiolello’nun hatıralarından öncelikle Franz Babinger’in Fatih hakkındaki cüretkâr ve garazkâr kitabıyla haberdar olmuştu Türk okuyucusu. Halil İnalcık hoca vaktiyle bu kitabı yerden yere vurmasına ve tarafgir bir eser olduğunu bilimsel olarak ortaya koymasına rağmen nedense kimsenin umurunda olmadı. Varsa yoksa Babinger. Bu ülkede ille ‘gâvur’ mu olmak gerek sözünü dinletmek için?

Yeri gelmişken belirteyim ki, Babinger pek çok başka efsanenin olduğu gibi Fatih’in saray duvarlarına ‘pornografik resimler’ çizdirdiği efsanesinin de ana kaynağıdır. Eskidendi o, ‘Babinger yazmış canım’ dediniz mi akan sular dururdu. Lakin artık durmuyor, onu da, ona biat edenleri de sorgu odasına davet ediyoruz.

Tarihçilikte ana kaynağa gitmediğiniz sürece yanılma ihtimaliniz çok yüksektir. Hele ikinci el kaynak kullanıyorsanız rehberinizi kargalardan seçmemelisiniz. Peki bütün atıfların kaynağı olan Angiolello ne diyor kitabında? Türkçe tercümesinde şunu:

Gentile (Bellini) tarafından birçok güzel tablo yapılmış ve hepsi saraya konulmuştu.”

Bu kadar. Şimdi Babinger’in bu cümleyi ne hale getirdiğini görelim: “Bellini, Fatih’in ve saray çevresindekilerin portrelerini yapmakla kalmamış, sarayın mahrem odalarını erotik ve muhtemelen müstehcen resimlerle de süslemişti. Bu resimler açıkça ‘şehevî nesneler’ (cose di lussuria) diye nitelendirilmiştir.” Numarasını yakaladığımız nokta tam da burası işte. Babinger “cose di lussuria”yı elçabukluğu marifet hesabı “şehevî nesneler” haline getiriyor, sonra onu “erotik” diye yorumluyor, ardından da “muhtemelen” kılıfı altında “müstehcen” (obscene) noktasına kadar dayıyor.

Eh, Babinger işi “erotik” ve “müstehcen”e getirir de bizimkilerin eli armut toplar mı? “Pornografik” yaftası bugünler için var zaten.

Halkın çok büyük bir kısmının İstanbul’u fethettiği için Nebevî müjdeye nail olduğuna inandığı bu büyük zatın içine düşürülmek istendiği tuzağı böylece yakalıyoruz. Şimdi “cose di lussuria”nın yanlış bir çeviri olabileceğine geliyoruz.

Princeton Üniversitesi öğretim üyelerinden Patricia Fortini Brown’ın mükemmel çalışması “Venetian Narrative Painting in the Age of Carpaccio” Babinger’e en susturucu cevabı veriyor aslında. Brown’a göre Angiolello’nun genellikle “erotik” veya bizimkilerin dediği gibi “pornografik” diye çevrilen İtalyanca ifadesinin tam olarak neyi kastettiği bilinmiyormuş.

Neymiş peki? Genellikle “şehevî şeyler” veya “erotik freskolar” diye çevrilmesine rağmen, Osmanlı sarayında verilen ziyafetler ve diğer şenlik sahnelerinin resimlerinin yapıldığı anlamına da gelebilirmiş bu ifade! Zira ‘lussuria’, ‘lux’ kelimesiyle aynı kökten geliyor. Şehvet kadar eğlence, şenlik vs. gibi anlamları da var. Nitekim Avrupa ve Osmanlı saraylarında kır manzaraları ve eğlence sahnelerinin duvar resimlerinde yer aldığını biliyoruz. Venedik saraylarında bile bulunmayan ‘pornografik freskolar’ın Osmanlı sarayında ne işi olabilir Allah aşkına? Bakın Halil İnalcık ne güzel anlatmış “The Ottoman Empire” adlı kitabında:

Fatih, Bellini’yi Venedik’ten kendi sarayına freskolar yapması için davet etti. Fakat Fatih’i çağdaş Rönesans yöneticileri arasına sokanlar meseleyi abartıyorlar. O her şeyden önce Müslüman bir gâzi yöneticiydi, amacı da devleti dünyanın en güçlü imparatorluğuna dönüştürmekti.”

Dikkat ettiyseniz hoca hem ‘erotik’ ifadesini kullanmıyor hem de Fatih’in bütün açılımlarını yöneten ana fikrin İslamiyet olduğunu adeta haykırıyor. Tarihe tapıyormuşuz! Hayır efendiler, tarihe tapan eden yok. Tek gayemiz, tarihi muhabbet sofralarınıza meze olmaktan kurtarmaktır!

 Mustafa Armağan

www.mustafaarmagan.com.tr

Osmanlı’da Peygamber (ASM) Sevgisi

Ceddimiz, Kâbe ve çevresinin tamir ve imarına, hacıların hizmetlerinin görülmesine ve hac yolunun güvenlik ve işleyişine ayrı bir titizlik göstermiştir. Bu hizmetleri bir ibadet neşvesi ile yapmıştır.

Osmanlı’nın özünü ve temellerini besleyen manevî unsurların en başında ilâ-yı kelimetullâh aşkı ve peygamber sevgisi gelmiştir. Osmanlı sultanları, hayatları boyunca gaza meydanlarında bu mukaddes değerlere karşı sonsuz sevgi, saygı ve bağlılıklarını ispatlama sevdasıyla harikalar sergilemiştir. Peygamberimize ve mukaddes beldelere hürmet, muhabbet, hizmet ve sadakat soylu ceddimizin her daim şiarı olmuştur.

Padişahlar devlet işlerinin aksamaması için şeyhülislâmların verdiği fetvaya dayanarak hacca gidememişler, ancak Hz. Peygambere ve mübarek topraklara karşı Veysel Karâni gibi gönül bağlamaktan da geri kalmamışlardır. Osmanlı, Yavuz Sultan’ın tabiriyle Harem-i Şerif’in hadimi olma telâkkisini, buralar elinden çıkana kadar sürdürmüş, Haremeyn’e sancak asmaktan, vali ve kadı göndermekten bile hayâ etmiştir. Osmanlılar Resulullah’ın, Ehl-i Beyt’in ve Ashâb-ı Kirâm’ın kabirlerini ihya edip hatıralarını günümüze kadar taşımaya öncülük etmiş; hünkârlar, hanım sultanlar ve devlet erkânı Mekke ve Medine’de hayır kurumu, medrese ve imarethane inşası için birbirleriyle yarışmışlardır.

DEVLET-İ ÂL-İ MUHAMMEDÎ

Her şeyden önce Osmanlı, devlet hâline geldikten hemen sonra kurduğu askerî birliği, O’nun davasını güttüğünden ötürü “Peygamber ocağı” payesiyle onurlandırmış, neferini de “Mehmetçik” adıyla taltif etmiştir. Ordusuna verdiği isimlerden biri de “Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye”dir. Devletinin başka bir adını ise Sultan Vahdeddin’in ifadesiyle, “Devlet-i Âliye-i Muhammediye” koymuştur.

II. MURAD’IN VAKFETTİĞİ MİRAS

Ceddimiz, Kâbe ve çevresinin tamir ve imarına, hacıların hizmetlerinin görülmesine ve hac yolunun güvenlik ve işleyişine ayrı bir titizlik göstermiştir. Bu hizmetleri bir ibadet neşvesi içerisinde yerine getirmiş ve bunu devletinin aslî görevlerinden saymıştır. Mesela Peygamber müjdesine erişmiş Fatih gibi büyük bir dâhiyi yetiştiren Sultan II. Murad, malının yüklü bir kısmını Mekke ve Medine fukarası ile Kâbe, Ravza-i Mutahhara ve Mescid-i Aksa’da yetmiş bin kere okunacak Kelime-i Tevhid’in ve Kur’ân hatimlerinin sevabının ruhuna ita edilmesi için harcanmasını vasiyet etmiştir.

FATİH’İN EŞSİZ SEVGİSİ

Peygamber aşkıyla yanmada başı çeken Osmanlı padişahı belki de Fatih Sultan Mehmed’dir. Öyle olmasaydı asırlar öncesinden Hz. Peygamberin övgüsüne herhalde mazhar olamazdı. O’na karşı tarifsiz muhabbetini, en güzel biçimde İstanbul’un Fethi’nde ortaya koymuştur. Rumeli Hisarı’nı, O’nun güzel ismi “Muhammed”in Arapça yazılışına göre inşa etmiş, fethin gerçekleşmesi için de O’ndan şöyle imdat dilemiştir: “Avn-ı ilâhî ve imdâd-ı peygamberi ile beldeyi düşman elinden alacağız!” Başka bir mısrada aynı hissiyatını şu şekilde dile getirmiştir: “Ey Muhammed mu’cizât-ı Ahmed’i muhtar ile/ Umarım gâlib ola a’dâ-yı dine devletim.

CEM SULTAN’IN KÂBETULLAH BEYTİ

Osmanlı’nın, hassaten de Kâ’be-i Muazzama’ya hürmet ve alakası bambaşkaydı. Cem Sultan’ın hac fârizasını ifâ ettikten sonra yazdığı şu beyitler, padişahların duygularına tercüman olan en harika sözlerdendir: “Kâbetullah’a varıp bir kez tavaf eyledim/ Bin Karaman, bin Acem, bin memleket-i Osman’dır.

HÜRMETİN SEMBOLÜ: NÂKİBÜ’L EŞRAFLIK

Devlet-i Âli Osman, Efendimiz’e ve Ehl-i Beyt’e hürmet ve hizmetini müesseseler kurarak da fiilen göstermiştir. Peygamber soyuna mensup Seyyid (Hz. Hüseyin) ve Şeriflerin (Hz. Hasan) şecerelerini çıkarıp kaydetmek ve her türlü hizmetlerini görmek amacıyla “Nâkibü’l Eşraflık” müessesesi kurmuş ve başına da Âl-i Beyt’ten “Nâkibü’l Eşraf” adlı bir memur atamıştır.

Osmanlı, Nâkibü’l Eşraflara hürmet ve ihtiramda o kadar ileri gitmiştir ki mesela III. Ahmed, I. Mahmud ve III. Mustafa’nın Eyüp Sultan türbesindeki cülus merasimlerinde, şeyhülislâm ile beraber Nâkibü’l Eşraf kılıç kuşandırmıştır. Savaşlarda ise padişahla birlikte Nâkibü’l Eşraf da sefere katılmış ve Hz. Peygamber’in sancağı dibinde yürümüştür.

İKİNCİ MAHMUD’UN ŞİİRİ

Vehhâbiler, Mekke ve Medine’de çok büyük zulüm ve vahşette bulunarak, Ehl-i Sünnet Müslümanları kılıçtan geçirip, seleften yadigâr kalmış bütün türbeleri ve camileri yıkınca; Sultan İkinci Mahmud, Vehhâbi eşkıyasını def ve tard ettikten sonra, buradaki bütün eserleri yeniden inşa ve ihya eylemiştir. 1820’de Hücre-i Saadet’e hediye ettiği şamdanla birlikte gönderdiği aşağıdaki şiir, İkinci Mahmud’un Resûlullah’a beslediği hürmet ve muhabbetin bir vesikasıdır:

Şamdan ihdâya eyledim cüret ya Resûlallah!

Muradımdır Ulyâya hizmet, ya Resûlallah!

Değildir ravzaya şayeste destâvri-i naçizim,

Kabulünde kıl ihsan u inayet, ya Resûlallah!

Kimim var hazretinden gayrı, hâlim eyleyem i’lâm,

Cenabındandır ihsan u mürüvvet, ya Resûlallah!

Dahîlek, el-emân, sad-el-emân, dergâhına düşdüm

Terahhüm kıl, bana eyle şefaat ya Resûlallah!

Dü-âlemde kıl istishâb han-ı Mahmûd-i adlîyi,

Senindir evvel ve ahirde devlet ya Resûlallah!

SULTAN ABDÜLHAMİD’İN HASSASİYETİ

Hazreti Peygambere ve O’nun davasına, ceddi Yavuz gibi, en fazla gönül verip, kendini adayan ulu hakanlardan biri de cennet mekân Sultan İkinci Abdülhamid’di. Abdülhamid Han, Peygamberimize olan tazim ve muhabbetini, O’nun kutsal beldesine hizmetler götürmekle ve İslam Birliği gayesini gerçekleştirmeye çabalamakla, arz-ı endam ettirmeye çalışmıştır.

Hicaz bölgesiyle münasebetleri kuvvetlendirmek ve mukaddes topraklarla aradaki mesafeyi kaldırmak niyetiyle yaptırdığı Hicaz ve Bağdat Demiryolu, bunun en güzel ifadesi olmuştur. Bu projenin gerçekleşmesi için pek çok İslam Ülkesinden gelen yardımların yanı sıra padişah da 50 bin lira bağışta bulunmuştur.

Demiryolu yapımının Medine’ye ulaştığı esnada, Sultan’ın verdiği şu çok özel talimat; onun, Ehl-i Beyt’in şahsında Hazreti Peygamber’e olan sevgi, saygı ve bağlılıktaki hassasiyetini göstermesi açısından, eşine az rastlanır müthiş bir misâldir: “Mümkün olan âletlerin üzerine keçeler sarınız ki fazla gürültü olmasın ve Ehl-i Beyt’in ve burada yatanların ruhları rahatsız olmasın!

SON SÜRRE ALAYI

Devlet-i Âl-i İslâm’ın mukaddes mekânlara meftuniyetinin en müşahhas misallerinden biri de her yıl hac mevsiminde Mekke ve Medine’deki Seyyid, Şerif, ulema ve fakirlere para ve hususî hediyeler götüren “Sürre Alayları”dır. İlk kez Çelebi Mehmed devrinde tertiplenen Sürre Alayları’nın taşıdığı en kutsal hediye Kâbe örtüsüydü ve yenisiyle değiştirilen eski örtü büyük bir hürmet ve itina ile getirilerek çeşitli camilere pay edilirdi. Devlet, Sürre Alayları’na o denli ehemmiyet veriyordu ki çöküş devrine girdiği I. Dünya Harbi’nde bile Sultan Reşad, yabancılardan borç almak pahasına ecdadından tevarüs eden bu harikulade geleneği kesintiye uğratmamıştır.

İsmail ÇOLAK

colak38@mynet.com

İstanbul üçüncü fethini bekliyor

Son zamanlarda İstanbul’un fethi ile ilgili birçok şey yazılmaya başlandı. Feridun Emecan Hocamızın Fetih ve Kıyamet gibi son derece kıymetli çalışması yanında pek çok kurgu roman, anlatı, dizi ve film gündemde. Esasında şu hadise bile İstanbul’un fethinin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Ve tabii tarihimizin en önemli vakasının bile hâlâ doğru dürüst anlatılamadığının da kanıtıdır.

Fakat benim temas edeceğim nokta, bunlar değil. Elbette birileri çıkıp bir tarihi hadiseyi farklı bir şekilde kurgulayıp ondan bir roman veya hikâye çıkarabilir ve meseleyi kendi gözünden irdeleyebilir.

Ancak ciddi bir sıkıntımız var. Çünkü meselenin gerçeği hâlâ su yüzüne çıkarılabilmiş değil. Maalesef Fatih’in kişiliğinden inancından tutun da savaş içindeki birtakım sembollere varıncaya kadar aydınlatılmamış birçok mesele askıda duruyor. Nerede ise Fatihi Hıristiyan yapacaklar ve İstanbul’u da hiç fethedilmemiş gösterecekler. Hele bir kesim var ki, adeta “İstanbul’un Türkler tarafından alınmış olmasından dolayı özür dilememizi isteyecek” durumdalar.

Böyle durumlarda konunun vâkıfı olmayanlar her yanlışı, her uydurmayı, her kurguyu hakikat zannedecekler. Bu bizim tarihçiliğimiz açısından da sanat ve edebiyat çalışmaları açısından da kocaman bir ayıptır, züldür, utançtır.

Ve yazıktır ki, İstanbul’un fethi meselesi -özelikle de bizim kaynaklarımızın yeterli bilgi içermemesi yüzünden- her türlü uydurma ve kurguya fırsat veriyor. Çünkü dönemin Osmanlı kaynakları İstanbul’un fethini büyütmeden, çoğu kere sıradan ama stratejik bir kalenin alınması gibi aktarmışlar.

Meseleyi büyüten, Hıristiyan tarihçilerdir. İstanbul’un fethedilmesini, (yani şehrin manevi kapılarının İslam’a açılmasını) felaket, düşüş, insanlığın sonu, kıyamet diye yansıtan Batılı kaynaklardır. Fethi en makul ve en orta karar anlatan Dukas bile, meseleyi dünyanın sonu gibi görmekten kendini alamaz.

Onların meseleyi küçültmeleri yahut bileğini bükemedikleri bir delikanlıyı kendilerinden göstermeleri, Fatih’in İstanbul’u aldıktan sonra Hıristiyanlığı kabul ettiği gibi meseleler bir aşağılık duygusunun farklı yansıtılması gibi algılanabilir.

Ya bizimkilere ne oluyor?

Onlara ne oluyor ki nerede ise fethi yok sayacaklar yahut Batı güruhundan özür dileyecekler.

Neymiş efendim, İstanbul’u müjdeleyen hadis, uydurmaymış.

Bir yığın geveze, sanki konunun uzmanı imiş gibi, güya ‘bilimsel davranma’ ayaklarıyla nübüvvetin ve Nebi (asv)’nin şeriat içindeki rolünü ve hadisi yok saymaya çalışan, düzmece din adamlarının yani ‘ulema-ı su’un’ uyduruk gerekçelerini serişte ederek ‘şu hadis şöyle bu hadis böyle’ diyorlar. Kimse de çıkıp ‘hadi ordan’ demiyor!

Efendim fetih hadisini bir tek İmam Hanbel aktarıyormuş da efendim hadisler 100-150 yıl sonra derlenmiş de bilmem neler neler…

Peki, İstanbul fethedilmiş mi?

Edilmiş!

Bununla ilgili ta ilk devirlerden itibaren sahabe arasında bir çaba ve sayısız deneme var mı?

Var!

Sayısız İslam komutanı ve devleti bu müjdeye mazhar olmak için çabalamış mı?

Çabalamış.

Neden Kudüs için böyle bir uydurma(!) yok. O, kendi devri için çok daha sembolik ve önemliydi oysa.

Ey ulema-ı su’ ve ey İslam’a karşı yüreklerinde öfkeyi o âlimlerin saçma sapan ifadelerinin arakasına gizleyenler, siz gayzınızdan ölseniz de İstanbul İslam kalmaya devam edecek ve en az üç kere, tekrar tekrar fethedilecektir. Ve inşallah, hicri 1453’te, son defa ve ebediyen bir kere daha fethin tadını çıkaracaktır. Ayasofya bir kere daha ibadete açılacaktır. Onu maksadının haricinde kullananlar da vakfiyesindeki lanete muhatap olmakla kalacaklardır…

* * *

Bir diğer mesele de İstanbul’un fethi ile kıyamet arasındaki ilişkidir ki birileri onunla da dalga geçiyor.

Ebu Hureyre (ra)’dan rivayetle Peygamber Efendimiz (asv) bir gün ashabıyla sohbet ederken “Siz hiç bir tarafı kara bir tarafı denizlerle çevrilmiş bir şehir duydunuz mu?” buyurmuşlardır.

“Evet Ya Resulallah…” denince Peygamber Efendimiz (asv) “Beni İshak’tan yetmiş bin kişi işte bu şehre gaza edip saldırmadıkça kıyamet kopmayacaktır….” buyurur. Birilerinin aklı bunu izaha yetmediği için, “Hani İstanbul fethedildi, kıyamet niye kopmadı?” diye soruyor.

Kuran, 1400 yıl önce “Kıyamet koptu!” diyor. “Kıyamet kopacak!” demiyor. Peki şu kadar zamandır kıyamet kopmadığına göre Kur’an’ı da sümme haşa yalancılıkla suçlayacaksınız?

Zaten şu anlayışsızlığınız, ahmaklığınız ve beyinsizliğiniz değil midir ki sizi küfürde sabit kılmış. Peygamberimiz (asv) kendi zamanını “ikindi/asır vakti” diye tarif ettiğine ve akşam vaktini kıyametin zamanı diye ima etiğine göre bu ne geçmez zamanmış ki hâlâ kıyamet kopmadı?

Anlamıyor musunuz ki bu bir sembolik anlatımdır. İşarî lisandır. Bilmiyor musunuz ki Peygamberimiz “Ahir zaman Peygamberidir”. Zuhurundan sonraki tüm zamanlar, kıyamet zamanıdır. Bu ümmet de ahir zaman ümmetidir.

Bununla birlikte İstanbul’un fethi aslında hakikaten de kıyametle ilintilidir. Bilen bilir ki Batı düşüncesinin doğmasını hazırlayan Rönesans, İstanbul’un fethinin en önemli sonuçlarından ilkidir. Ve tabii bugün, insanlığı hırs, ihtiras, şehvet ve inkâr gayyasına sürüklemiş, ruhu Rabbinden, beşeri Yaratıcısından, insanı Halıkından koparmış ve böylece insanlığın meshine yol açmış; yani yerlerin ve göklerin insan aleyhine harekete geçmesine zemin hazırlamış ve hazırlamakta olan bugünkü Batı düşüncesi de Rönesans’ın eseridir. Evet, Rönesans Fethin eseridir, inkar-ı uluhiyet de Rönesans’ın! Aklınız almıyorsa da bu böyledir.

* * *

İstanbul’un fethi ile ilgili üç hadis var. Bunların ikisinde İstanbul’un fethi ile kıyamet arasında ilinti kurulur. İnkârcıların meseleyi reddine sebep olan o iki hadis -ki eski tarih kitaplarında da zikredilirler- bizim açımızdan çok önemli işaretler ihtiva ederler.

Asıl fetih hadisinde fiil, Arapça dil yapısı açısından ikisi açık, biri gizli üç pekiştirme taşır. Biz bundan anlıyoruz iki biri manevi olmak üzere İstanbul en az üç kere fethedilecektir.

Bunların ilki Fatih’in onunu zaptedip Müslüman dünyaya kazandırmasıdır. İkincisi İstanbul’un işgal kuvvetlerinden alınıp yeniden Müslüman Türk halkının yönetimine katılmasıdır. Üçüncü fetih ise ‘saklı bir fetih’ olacaktır. Evet, İstanbul zahiren özgür gibi de görünse, onun manası ve ruhu olan Ayasofya, kilit altında olduğu için işgal altındadır ve fethedilmeyi bekliyor. İşte üçüncü fetih, Ayasofya’nın yeniden Rabbine kavuşmasıyla gerçekleştirilecektir.

Bediuzzaman, ‘siyaset âleminde çıkacak mehdi’nin vazifeleri arasında, Ayasofya’nın açılmasınıda sayar. İşte o mabedin kubbeleri yeniden tekbir ve Kur’an sedalarıyla buluştuğunda -ki onun vakti çoook yaklaştı- yani onun manevi iklimi, kubbesi altında varılacak secdelerle bir kere daha nurlandığında İstanbul son defa fethedilmiş olacaktır.

İstanbul’un fethini müjdeleyen hadisin ilk kelimesi olan ‘le-tuftehan-ne’ (fetholunacaktır) kelimesi üç pekiştirme ihtiva etmektedir. Birincisi baştaki ‘le’ ikincisi sondaki ‘ne’ üçüncüsü ise, fiilin ‘edilgen gelecek zaman kipi’inde kullanılmış olmasıdır. “Filan İstanbul’u alır’ denmiyor. ‘Türkler İstanbul’u alacak’ yahut ‘birileri İstanbul’u fethedecek’ denmiyor, ‘İstanbul fetholunacak’ deniliyor. İşte fiilin bu şekilde kullanımı Arapçada (ve Türkçede de) ‘pekiştirme’ ifade eder.

Le’ , Fatih Sultan Mehmet komutasındaki ordunun İstanbul’u almasına bakıyor. ‘ne’, Milli Mücadele neticesinde işgal altındaki İstanbul’un yeniden bize geçmesine bakıyor. ‘Edilgen gelecek zaman kipi’ ise, güya Milli Mücadele ile bize yeniden geçmiş olmasına rağmen, Batının dayatmaları sonucu, “Kostantiniye’nin ihtida ettiğinin zâhirî sembolü olan Ayasofya”nın kapısına kilit vurulmasıyla işgal altında tutulan şehrin, Ayasofya’nın ibadete yeniden açılmasıyla son ve ebedi fethin gerçekleşmesine bakıyor. İşte üçüncü fetih, o işgalin sona erdirileceği fetihtir.

Evet, İstanbul bir kere daha hakiki manada İslamın başkenti olacak. Ayasofya’nın ibadete açıldığı gün bilin ki üçüncü fetih de gerçekleşmiş. Madem haber verilmiş, olacak.

Sonra?

Sonrası, işte sizin beklediğiniz! Yani kibrinizle, küfrünüzle, ahmaklığınızla yerleri ve gökleri aleyhinize geçireceğiniz zaman! Kıyametin başlama vuruşu!

“Sizin” diyorum çünkü, kıyametin nesnel olarak başlamışından kısa bir müddet sonra tüm inananlar Allahsız kitapsız zalimler eliyle yok edilecekler. Yani inananlar, sizin kıyameti doya doya yaşamanıza ortak olmayacaklar korkmayın. Tek başınıza yaşayacaksınız o sahneleri. Müminler keyfinizi kaçırmayacak! Tepine tepine, çocukların bile bir anda saçlarının ağaracağı o dehşetlerin keyfini süreceksiniz!

Mehmet Ali Bulut – Haber 7