Etiket arşivi: fetö

FETÖ Gibi Yapıların Türememesi İçin Ne Yapmalı? Cemaatlar Nasıl Olmalı?

Memleketimiz zor ve sıkıntılı günlerden geçiyor.

Hükümetimiz hain FETÖ örgütüyle tüm kurumlarıyla mücadele etmeye çalışırken, puslu havadan faydalanmaya çalışan birtakım kendini bilmezler büyük bir iştiyakla FETÖ üzerinden cemaatlere saldırmakta, onların da ileride zararlı olabileceğini ileri sürmektedirler. Televizyonlarda, açık açık cemaat, tarikat isimleri verilerek Ehl-i Sünnet cemaatler, tarikatlar hedef gösteriliyor. Dahası bu hedef göstermeler, bazı ilahiyat profesörlerine yaptırılıyor. Bu insanlar, bilip bilmeden -belki de bilerek- hem “Türkiye’yi ancak laiklik kurtarabilir” derken, hem de açık açık isim vererek cemaatleri, tarikatları acımasızca tenkit etmektedirler..

Önce şu ayırımı herkesin mutlaka yapması gerekiyor: FETÖ, aslâ bir cemaat değildir.

FETÖ’nün başvurduğu yöntemler, hiç bir şekilde İslâm’la bağdaştırılamaz! Hedefe varmak için her türlü gayr-ı meşrû yolu meşrû olarak gören bir oluşum asla Müslüman bir cemaat olamaz!
CIA’ye, MOSSAD’a, Vatikan’a ve İngiliz derin devletine derinden bağlı bir hareket asla İslâmî bir cemaat olamaz!

Ülkesinin Meclisini bombalayan, halkını tankların altında ezen, uçaklarla halkına bomba yağdıran, Müslüman bir Cumhurbaşkanına suikast üstüne suikast düzenleyen bir terör örgütü asla Müslüman ve Ehl-i Sünnet bir cemaat olamaz! Takiyye ahlaksızlığıyla münafıkane kılıktan kılığa giren karaktersiz bir şebeke asla Ehl-i Sünnet ve cemaat olamaz! FETÖ’yle mücadele ederken bir taraftan laikler, diğer taraftan -YENİ-FETÖ’cüler, tankların önüne yatan cemaatleri, tarikatları hedef tahtasına koymaya çalışıyorlar.

Şunu unutmamak gerekiyor: Eğer cemaatler ve tarikatlar çökerse, Ehl-i Sünnet çöker. Ehl-i Sünnet çökerse, özelde bu toplumu, genelde İslâm dünyasını bin küsur yıl ayakta dimdik ve diri tutan omurga çöker.

Önce bu toplum, ardından da İslâm dünyası orta ve uzun vadede kaosun eşiğine sürüklenir. Ve bir daha da belini doğrultamaz.

İslâm dünyasının bin küsur yıl huzur ve barış içinde olmasını, Selçuklu ve Osmanlı’nın bin yıllık mücadele ve mücahedeyle kurup koruduğu Ehl-i Sünnet omurgaya borçlu olduğunu bilmeliyiz.

Bir zararı gidermeye çalışırken toplumun din algısında tedavisi zor başka yaralar açmamak icap eder.

Kuran’ı en doğru anlayan, en doğru uygulayan Peygamberimiz Hz. Muhammed(ASM)’dir. Muhammed (ASM)’siz bir İslam, mesnetleri yıkılmış bir Kur’an, sünnetten mahrum edilmiş bir din ve nihayetinde zembereği dağılmış, başı koparılmış bir Müslümanlık elimize verilmek isteniyor. Cemaatleri tenkit edip itibarsızlaştırma çabalarının altında böyle bir niyetin olduğunu unutmayalım.

O yüzden şunun altını çizerek söyleyelim ki: Cumhurbaşkanımız da, Başbakanımız da, Diyanet İşleri Başkanımız da mutlaka Ehl-i Sünnet’e, cemaatlere ve tarikatlara sahip çıkmalı, halkı bu konuda doğru yönlendirmelidirler..

CEMAATLARDAKİ EHLİ SÜNNET ANLAYIŞ; TERÖRE VE DEVLETE İSYANA İZİN VERMEZ

Öncelikle Ehl-i Sünnet cemaatler ana ilkelerini Kur’an ve Sünnetten almışlardır. Bu ilkeler FETÖ benzeri bir kalkışmaya izin vermez. Cemaatlerin asıl amacı İslam’ı öğrenmek, yaşamak, iyi bir kul olmak, insanı kamil olmak ve İslam’ı başkalarına tebliğ etmektir. Bunun için de eğitim faaliyetleri yapmaktadırlar. Cemaat mensubu şahısların hataları genelleştirilmemeli, şahıslarına hasredilmelidir. Kur’an-ı Kerim’de yer alan; “Birinin hatasıyla başkası mesul tutulamaz”(En’am: 164) mealindeki ayetin hükmü gereği, bir cemaat mensubunun hatası yüzünden bütün cemaat suçlanmamalı. Nasıl ki ahlaksız bir doktor yüzünden ‘bütün doktorlar ahlaksızdır’ demek çoğunluğu ahlaklı olan doktorlara haksızlık olduğu gibi… Şu gerçeği kabul edelim ki; her yönüyle mükemmel insanlardan oluşan bir topluluk yeryüzünde bulunmamaktadır. Ehil olmayanlar bir işe girerse suistimaller olabilir. Dikkat edilmesi gereken nokta, iyi taraflarının mı yoksa kötü taraflarının mı fazla olduğudur. Mahşerde Allah’ın adaletinin de böyle tecelli edeceğini Resulullah bildirmiştir.. Öyleyse bizim de insanlara Allah’ın bu adalet ölçüsüyle muamele etmemiz gerekir. Yani iyi tarafları fazla ise o insan veya cemaat sevilmeye, saygı duyulmaya ve takdir edilmeye layıktır. Kötü tarafları fazla ise kötüdür deyip ona göre muamele etmeliyiz.. Cemaatlerin iyi taraflarının fazla olduğu aşikardır. Cemaatlar imkanları ölçüsünde ulaşabildikleri insanlara islamı öğretme, sevdirme gayreti içindedirler. Oradan aldığı derslerin etkisiyle, sıradan bir cemaat mensubu bile yetersiz de olsa harama helale dikkat etmeye çalışır, ibadetlerini eksik de olsa yerine getirmeye çalışır. İslamiyet’e samimi taraftardır. İslami değerlere hürmetkardır.

Tabii ki tebliğ ve irşad tarzları; meşrepleri ve meslekleri aynı olmayan bir kısım tarikat ve cemaat mensuplarının, birbirleri hakkında bazı eleştiriler getirmeleri anlayışla karşılanabilir. Açık bir iftira ve şeriatın zahirine muhalif olmadıkça bu eleştirilere ilişilmemelidir.

CEMAATLAR NASIL OLMALI?

Cemaatlar ittifak etmeli, birbirlerini tenkit etmemeli,

Büyük İslam müçtehidleri, ana ilkeleri aynı olan mezhepler hakkında nasıl ki hepsi de haktır deyip, Müslümanlar arasında barışı hoşgörüyü, birlikteliği sağlamışlarsa, bugün de Kuran’ve İslam’a hizmet eden, ana ilkeleri aynı olan Ehl-i Sünnet cemaatler arasındaki tarz farklılıkları saygıyla karşılanmalı. Her cemaat taraftarı; “benim cemaatim, şeyhim iyidir, doğrudur, daha güzeldir” diyebilmeli. Fakat “sadece benimki doğru, diğerleri yanlış” dememeli. Ana esaslar aynı olduktan sonra teferruattaki farklılıklar anlayış ve hoşgörüyle karşılanmalıdır.. Yüzlerce ayet ve hadis-i şerifin şiddetle emrettikleri uhuvvet, muhabbet ve yardımlaşmayı yapıp din karşıtlarından daha şiddetli olarak dindaşlarımızla ittifak etmeliyiz. Yani birbirimizle sürtüşmemeliyiz. Tenkit etmemeliyiz.

Böyle bir ittifak mümkün mü? Evet mümkündür. . Ancak doğru ve gerçekçi bir başlangıç yapılırsa gerçekleşebilmesi mümkündür. İstanbul için şöyle bir uygulama ile başlanabilir. TGTV nin üyesi olan çok sayıda vakıf var. Bu vakıfların çoğunun arkasında da bir cemaat var. TGTV 3-4 ayda bir bu vakıflarla tanışma toplantıları düzenliyebilir. Bu toplantılarda her vakfın temsilcisi 10-15 dakika içinde vakfını tanıtır, faaliyetlerini anlatır. Genel gidişat hakkında dilek ve temennilerini dile getirilir. Ardından da toplanan iletişim bilgileri bütün katılımcılara verilir. Bu tür toplantılar mutad olarak devam ettirilirse vakıf temsilcileri birbirlerini tanırlar, aralarında dostluklar arkadaşlıklar oluşur. Faaliyetlerine birbirlerini davet ederler. İnsanlar birbirlerini tanıdıkça da bakarlar ki bu kardeşim de benim gibi iyi niyetle islam davası için gayret ediyor. Öyleyse yolumuz ve hedefimiz aynı. Ben onun hizmetlerini takdir etmeliyim. Başarılarından sevinmeliyim. Onun başarısıyla iftihar etmeliyim. Onun hizmetini kendi hizmetimmiş gibi görmeliyim. Böylece yakınlaşmalar oluşur. Birbirlerini tenkit etmezler, kıskanmazlar. yardımlaşırlar Zaten ittifak böyle olursa mümkündür. Yoksa kimse başlattığı hizmetini, vakfını kapatıp başkasının vakfına dahil olmayı kabul etmez. Birlikte el ele yardımlaşarak, olursa aynı hedefe doğru İslam davasını hep birlikte yüceltmiş oluruz.

Şahıslar Kutsallaştırılmamalı;

İslami cemaatlerde; çok fazla tenkit edilen konulardan biri de; kanaat önderlerinin aşırı kutsallaştırılıp, “tek adam, mübarek adam, keramet sahibi adam, tasarruf sahibi adam, her yaptığında-her sözünde bir hikmet vardır, yanlış bir şey söylemez, hata yapmaz” konumuna yükseltilmesidir. Çözüm olarak da ;şahıslar kutsallaştırılmamalı şahıslara değil ilkelere ve davalara bağlanılmalı.

Üstad Bediüzzaman bu konu ile ilgili bir hatırasını şöyle naklediyor: “Kardeşim Abdullah dedi ki; Şeyhim Ziyaeddin Efendi bütün ilimleri biliyor çok mübarek bir zattır, siz de ona intisap edin. Ona dedim ki; o Zat’ın, zannettiğin gibi her şeyi bilen bir Zat olmadığını sana ispat etsem, sen onu bırakır kaçarsın. Ama ben o Zat’ı makamı için değil İslam’a hizmet ediyor diye sevip takdir ediyorum. Manevi makamı yüksekmiş, ilmi varmış yokmuş, benim için önemli değil.” demiştir.

Bizler de mensubu olduğumuz cemaatimizdeki hocalarımızı, şeyhlerimizi, ağabeylerimizi manevi makamlarının büyüklükleri için değil de, bize rehberlik yapıyor, dinimizi öğretiyor, İslam’a güzel hizmetler yapıyor, insanlara faydalı oluyor, büyük fedakarlıklarda bulunuyor, güzel ahlaki meziyetleri var. İhlaslı, mütevazı bir insan vs deyip, o yönleriyle takdir etmeliyiz, dua etmeliyiz. Öğüt ve nasihatlerini İslami ölçülere uyuyorsa kabul etmeliyiz. Uymuyorsa kabul etmemeliyiz. Onların hata yapabileceğini kabul etmeliyiz. Söylediklerini mihenge vurmalıyız. Mihengimiz İslam’ın (kitap ve sünnetin) ölçüleri olmalı. Uyarsa kabul etmeliyiz uymazsa iade etmeliyiz.

Bu konuda Bediüzzaman diyor ki; “Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalpte saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz. (Münazarat-1909)” diyerek kendi sözünün ayet gibi kabul edilmemesi gereğini vurgulamıştır.

Bunun için Sadece kalbimizin sesini değil aklımızın da sesini dinlemeliyiz. Dini gösterip dünya isteyen, Allah’ı gösterip kendisine adanmışlık isteyen gizli müşriklere dikkat etmeliyiz.

Cemaatler kurumsallaşmalı. Kurumsal bir yapı olmalı;

Tek kişinin değil de istişare ve ortak akılla bir heyetin idare ettiği, bir anlayışın tekamül ettirilmesine ihtiyaç vardır. Tek şahsın idare ettiği, o şahsın kararlarının tartışmasız kabul edildiği cemaatlerde doğru yoldan sapma ihtimali her zaman potansiyel olarak vardır. Bir heyetin istişare ile idare ettiği cemaatler daha istikametli olurlar, daha az hata yaparlar.

Bu konuda Bediüzzaman yıllar öncesinden zaman şahıs zamanı değil şahs-ı manevi zamanıdır dersini Risale-i Nurda çok yerde ifade etmiştir. Kurumsal Şirketlerde uygulanmaya çalışılan “toplam kalite yönetimi” anlayışı cemaatlerde de uygulanmalıdır. Yan yana omuz omuza dizilmiş “1”lerden oluşan sayının değeri yükseldiği gibi heyetteki her üyenin eşit temsil edildiği, her üyenin değerinin eşit kabul edildiği, vesayetin, tahakkümün olmadığı, birbiriyle dayanışma halindeki heyetler idare etmeli cemaatleri. Kararlar Cemaat liderinin emir ve talimatlarına göre değil, mutlaka istişare ile verilmeli.

İlke ve prensip kararları mütevelli heyeti tarafından icra kararları ise herkesin eşit temsil edildiği, tahakkümün, vesayetin olmadığı Vakıf Yönetim kurulu tarafından verilmelidir.

Mütevelli Heyeti ve Yönetim kurulu Üyeleri seçimle belirlenmeli;

Mütevelli heyeti ve Yönetim kurulu üyeleri atama ile değil de belli süreler için ve cemaat mensuplarının oylarıyla seçilmelidir.

Bu konu ile ilgili yapılan önemli bir yanlış da Vakıf Tüzüğü hazırlanırken vakıf mütevelli üyeleri ölüm veya istifa sebebiyle mütevelli üyeliğinden düşebiliyor.. Bununla birlikte diğer bir yanlış da öldüğü veya istifa ettiği zaman vasiyet mektubunda yerine kimin geçmesini istedi ise o kişi seçilmek zorunda kalınıyor. Bu usul aile vakıflarında normal karşılanablir. Ancak cemaat vakıflarında bu usul sıkıntılıdır.. Böyle olunca Vakıf yönetiminin belli kişilerin kontrolunda kalmasına ve vesayetin devamına sebep olur. Cemaat vakıflarında mütevelli üyelerine belli bir süre konmalı. Bir dönem sonra mütevelli üyeleri tamamen değişmeli. Yeni üyeleri de Yönetim (İcra) kurulunun teklif edeceği adaylar arasından en az 40-50 kişiden oluşan vakıfta hizmeti geçmiş kıdemli vakıf gönüllüleri tarafından gizli oyla seçilmeli. Bu kıdemli vakıf gönüllülerinin isimleri de önceden Vakıf yönetimi tarafından belirlenip ilan edilmeli. Bunun adına Vakıf Meclisi veya delegeler gibi bir isim de verilebilir. Misal olarak, 5 yıl gibi bir süre için seçilmiş olan Vakıf Mütevelli Heyeti de 2-3 yıl gibi daha kısa bir süre için vakıf yönetim kurulunu seçmeli.

Vakıf Yönetimi şeffaf olmalı;

Cemaatın bütün gelir giderleri cemaaatın resmi vakıf hesabı üzerinden olmalı. Hesaplar ve faaliyetler denetlenebilir, hesap verilebilir yani şeffaf olmalıdır.

Bu konuda devlete düşen görev de; Cemaat vakıflarının “Vergi Muafiyeti Kazanmış Vakıf” statüsü kazanmalarını teşvik etmeli, formaliteleri kolaylaştırmalı, özendirmelidir. Bu sayede Maliye Bakanlığı tarafından daha sıkı denetlenmiş olacaktır.

Cemaatlar kadrolaşma faaliyetlerine girişmemeli;

Cemaatların devleti ele geçirme, mensuplarını devletin önemli kurumlarına yerleştirme, devletle veya siyasi partilerle pazarlıklar yapma gibi faaliyet ve teşebbüsleri kesinlikle olmamalı. Cemaatın görevi islamı insanlara anlatmak, tebliğ etmek, eğitim faaliyetleri yapmak, topluma iyi insan, dindar insan yetiştirmek olmalıdır. Yetiştirdiği bir talebeyi serbest bırakmalı, ondan faydalanmayı düşünmemelidir. Burada şu ince noktayı da belirtmek lazım; İşsiz veya yeni mezun bir insana iş bulmak insani bir vazife olarak anlayışla karşılanabilir. Ama bir kurumda çalışan bir personel, cemaatımızın mensubu diye Onu iyi makamlara getirmek için girişimde bulunmak kadrolaşmaktır. Son derece yanlıştır. O zaman FETÖ’nün durumuna düşülür. Toplumda rahatsızlıklara sebep olur. Makamlara eleman seçimi, tamamen devlete bırakılmalıdır. Devlet liyakata göre uygun olanı seçmelidir. Cemaatın temsilcileri bu konuda devlet nezdinde girişimlerde bulunmamalıdır.

Cemaatler kesinlikle siyasi faaliyet göstermemeli;

Özellikle dini cemaatlar gaye ve maksatlarını açıkça ortaya koymalıdırlar. .Bu gün var olan dini cemaatların bilinen gayeleri; islamı öğretmek, tebliğ etmek için eğitim ve hayır faaliyetleri yapmaktır. Bu gayeler zamana göre değişmeyen islamın emirlerine göre yapılmalıdır. Siyasilerle çok içli dışlı olan cemaatlar zaman zaman menfaat gördüğü siyasi partinin istek ve beklentileri doğrultusunda kendi ilkelerinden taviz verebilirler. Bu durum da cemaatın güvenilirliğine gölge düşürür. Cemaat islamın, müslümaların, ülkenin maslahatına en uygun bir partiye oy vermeyi mensuplarına tavsiye edebilir. Ama bu destek tavsiye derecesinde kalmalı, ev ev, sokak sokak dolaşıp o partiye oy isteme şeklinde bir faaliyetin içinde olmamalı. Oy verdik deyip o partinin iktidarından Dünyevi menfaat beklenmemeli.. Çünkü islami bir cemaatın ana ilkesi islamı bütün insanlığa duyurmak, tebliğ etmektir. Bir partinin ateşli savunucusu olarak görülmüş, ve öyle tanınmış bir cemaat mensubu, o partiden olmıyan kişilere islamı tebliğ etmekte sıkıntılar yaşıyacaktır. İslamı anlatmak isteyen şahsa partici gözüyle bakılacak, onun partisine muhalifse duygusal olarak anlattığı gerçeklere de muhalefet edecektir. Dini siyasete alet etme suçlamasına muhatap olabilecektir.

Cemaatların maddi ve ekonomik bir hedefi olmamalı;

Cemaatlar, cemaat adına şirket kurmak, yapı kooperatifi kurmak, cemaat adına gazete çıkarmak, radyo – televizyon açmak, finans kurumu açmak gibi faaliyetlerde bulunmamalı. Menfaatin girdiği bir cemaatta rekabet ve dedikodular yüzünden huzursuzluklar başlar, İyi niyet, ihlas ve Allah rızası gibi kavramlar ikinci dereceye düşer. Cemaat arasında tesanüd zayıflar ve bir süre sonra dağılır veya bölünür. Cemaatta Allah rızası kavramının güçlü olması için hiçbir menfaat gayesinin olmaması gerekir.

Kurulacak şirketler ancak cemaat mensubu şahıslara tavsiye edilebilir. Şahıslar kendi adına şirket kurabilirler., Ticaretin kurallarına göre çalıştırırlar. O zaman o şirketin hatası da savabı da cemaata gelmez. Şahıslara gider. Hatta okul açma, üniversite açma gibi cemaatın gayesine yönelik faaliyet gösterecek kurumlar bile cemaat adına değil şahıslar adına açılmalı. Belki fazla karlı olmadığı için pek tercih edilmiyen yayınevi kurma dini kitap neşretme, öğrenci yurdu açma gibi faaliyetlere şahıslar fazla girmedikleri için cemaatın vakfının iktisadi teşekkülü gibi kurulup faaliyetleri cemaat tarafından desteklenebilir. Onun dışındaki hiçbir ticari faaliyete cemaat girmemeli. Faaliyetlerini mensuplarının ve gönüllülerinin bağış ve destekleriyle yürütmelidir.

Bu konuda devletin üzerine düşen görevler de bulunmaktadır..

1. Devlet, vakıfların faaliyetlerini kolaylaştırmalı. Mevzuat olarak bazı kolaylıklar ve avantajlar getirmelidir. Çünkü kamu yararına eğitim faaliyeti yapmakta ve devletin bu yöndeki yükünü hafifletmektedirler. Vergi muafiyeti kazanmış vakıf statüsüne girme teşvik edilmeli ve formaliteleri kolaylaştırılmalıdır.

2. Cemaatların kendilerini gizlemeye sevkeden Medreslerin kapatılması kanunu ile Tekke ve Zaviyelerin kapatılması kanunları kaldırmalıdır.. Dergah ve Medrese açmak suç olmaktan çıkarılmalıdır.

3. Devletten beklediğimiz önemli bir görev de; Mısırdaki Ezher Üniversitesinden daha büyük ve Ehli sünnet itikadındaki alimlerin öğretim üyesi olarak tercih edildiği, bir İslam Üniversitesi açmaktır. Müslümanların birleşmesi; ancak Ehl-i Sünnetin kucaklayıcı, birleştirici, tekamüle açık, farklılıkları kabul eden anlayışının güçlü ve yaygın olmasıyla mümkün olabilecektır.

Türkiye’de Ezher Üniversitesinin kardeşi olacak ve sağlam Ehli sünnet anlayışında dünya çapında ilim adamları yetiştirecek büyük bir İslam üniversitesine ihtiyaç vardır. Böyle bir üniversitenin merkezi de elbetteki İstanbul’da olmalıdır.

Kuleli Askeri Lisesi binası böyle bir üniversite için çok elverişli bir mekandır. Benzer bir tarihi bina da -biraz daha küçük olarak- Bursa da Işıklar Askeri Lisesi adında gene aynı tarihte -1845 yılında-yapılmış bir bina daha bulunmaktadır. Ayrıca İzmir’de de 1983 yılında yeni hizmete açılan Maltepe Askeri Lisesi olarak kullanılmış olan bir mekan daha vardır. Bu mekan da bir Üniversiteye yakışacak büyüklükte bir kampüs şeklinde geniş bir alanda konuşlanmıştır.

Bu her üç bina da İslam Üniversitesinin bölümleri, fakülteleri olarak hizmete sunulursa hükümetimiz; çok hayırlı kalıcı, bütün İslam dünyasına ilim adamı yetiştirecek büyük bir eser bırakmış olacaktır.

FETÖ İLE ETKİN MÜCADELE DEVAM ETMELİ

FETÖ ile mücadelenin başımıza yeni bir çorap örmesini önlemek için bu mücadeleyi stratejik ve dikkatli bir şekilde götürmek gerekiyor.

Cumhurbaşkanımızın ifade ettiği gibi örgütün17/25 Aralıktan sonra bile hala uyanmayıp ihanete devam eden ve 15 Temmuz darbe girişimine aktif olarak katılan ve destekleyen üst kesimi için hukukun emrettiği en ağır cezai yaptırımlar uygulanmalıdır. Ticaret kesimine uygulanacak yaptırımlar hukuka uygun olmalı, yargılanmalı, kanunun uygun gördüğü cezalar verilmelidir. İbadet kesimi ise çoğu İslami hassasiyetinden dolayı bu hain örgütün gerçek yüzünü bilemedikleri için, islami hizmet zannederek taraftar olmuş, sevap kazanma niyetiyle destek vermiş, saf, mümin, Müslüman insanlardır. Bunların taraftarlıklarının zaman içinde örgütün ve örgüt liderinin kirli yüzü açığa çıktıkça yapılan yayınların etkisiyle peyderpey soğuyacaklardır.

Ameller niyetlere göredir. Niyetin ihanet mi ibadet mi olduğunu anlayabilmek için mahkemece yargılanmalılar. Bizim kültürümüzde “Şeriatın kestiği parmak acımaz” anlayışı vardır. Mahkemenin verdiği karara kimse itiraz etmez. Mahkeme kararı ile de ihaneti belgelendiğine göre demek ki ihanet etmiş denilir kamu vicdanında da mahkum olurlar. İhanet niyetinde olmayanlar da destek ve taraftarlıkları için pişmanlık duyabilirler.

Diğer taraftan bu hain yapıya en ufak bir taraftarlığı olmadığı ve hatta açıkça karşı tavır sergilediği halde, bir şekilde FETÖ kurumlarına ucundan kenarından bulaşmış (Bankasya’da hesabı olması, okullarında veya dersanelerinde okuması veya çocuğunu okutması gibi) basit gerekçelerle birçok masumun da mağdur edildiği hikayelerini çokça duyuyoruz. Değişik mahfillerde, “şunu da işten atmışlar veya tutuklamışlar, halbuki onlarla hiç alakası yoktu” gibi konuşmalara sıkça şahit oluyoruz. “Birileri FETÖ ile mücadele adı altında, fırsatı değerlendirmek için bilerek hedefi genişletiyor olabilir” değerlendirmeleri de sıkça yapılıyor. Bu işin toplumdaki yansımalarından olarak da; cemaatların dini sohbetlerine katılmalarda gözle görülür derecede azalmaların olduğu, istikametli ehl-i sünnet cemaatların evlerinde kalmak isteyen üniversite öğrencilerinin sayısında geçen yıllara göre üçte bir oranında azalma olduğu da yapılan konuşmalar arasındadır. Zan ve yakıştırma üzerine ihbar edilip nezarete alınan kamu görevlileri mahkemece suçsuz sayılıp görevlerine iade edilseler bile, işgüzar idareciler tarafından sizinle çalışamam denilip işlerinden istifa ettirilmektedirler. Mahkeme suçsuz bulduğu halde bu insanlar vatan hainliği gibi ağır bir suçtan yargılanmak ağırlarına gitmekte, suçsuz bulunup salıverildiklerini en yakınlarına bile söyliyememektedirler. İşlemedikleri ağır bir suçlama karşısında ağır bir travma yaşamaktadırlar. Bu işin faturası da korkarım ki hükümetimize çıkarılabilir… Onun için bu yanlışlara derhal müdahale edilmeli, Yapılan bütün uygulamalar yargıya açık olmalı, yargısız infazların suistimale açık olduğu unutulmamalıdır.

28 Şubat döneminde yapılan yargısız infazların özellikle TSK’da yapılanların acısını bizzat yaşayanlardanım. Emekliliğini haketmiş olan subaylar sürgün, taciz, itibarsızlaştırma gibi mobing uygulamalarıyla genç yaşlarda ve düşük rütbelerde istifa ettirildiler. Aynı şekilde yüzlerce askeri öğrenci de ya atıldı ya da baskı yapılarak istekli ayrılıyor gösterildi. Emekliliğini doldurmamış olan subay ve astsubaylar da YAŞ kararıyla yargısız atıldılar. Bu mağduriyetlerden hiç olmazsa YAŞ kararıyla atılanlar, Sayın Cumhurbaşkanımızın Başbakanı olduğu hükümet tarafından düzeltildi ve bu sayede çok dua ettik.. Diğer iki grubun mağduriyeti devam ediyor.

Sonuç olarak; şahısların insafına bırakılmış bu yargısız infazların giderek tedavisi imkânsız bir yaraya dönüşmemesi, ileride başımızın ağrımaması için, bu FETÖ ihaneti ile mücadele yargı yolu ile yapılmalıdır.

Biz, Hz.Ömer’in “Adalet mülkün temelidir” kaidesiyle, insanlığa adalet dersi vermiş büyük bir milletin evlatlarıyız. Böyle büyük bir devletin devamıyız.

Büyük milletler güçlü oldukları zaman da adaletli olmuşlardır.

“Zalime karşı şiddetli ama mazluma karşı şefkatli” bir devlet yönetiminden ayrılmamak dilek ve temennisiyle….

Selahattin ARSLAN

Kaynak: nurdanhaber.com

Mehdî bahane, asıl hedef hadisler!

FETÖ’nün ipliğinin pazara çıkması, ilâhiyat mühendislerine yeni bir pazar kapısını açtı.

Mühendislerimiz, şimdi FETÖ’nün en büyük istismar kaynaklarından biri olan Mehdî inancı üzerinden hadisleri ve hadis kaynaklarını yoğun bombardıman altında tutmak suretiyle, Hadis ilmini yeni baştan düzenlemek için şartları olgunlaştırmaya çalışıyorlar.

Hadis mühendislerinin bu konuda kullandıkları başlıca yöntem, her ne kadar akademik şartları taşımasa da, “vurduğu yerden ses getiren” bir yöntem. Şöyle bir mantık silsilesi izliyor mühendislerimiz:

FETÖ ve benzeri sapık cereyanlar Mehdî inancını kullanmışlardır.

— Öyleyse sakatlık Mehdî inancındadır.

Mehdî inancı hadislerde yer almaktadır.

— Öyleyse bu hadisler de sakattır.

Bu hadisler muteber hadis kaynaklarında da mevcuttur.

— Öyleyse bu kaynaklar da sakattır.

Veya, daha kesin ve kestirme bir ifadeyle söyleyelim: Hadis mühendislerimizin kendi gönüllerince ayıklayarak size sundukları hadislerin dışında “güvenilir hadis kaynağı veya sahih hadis diye birşey yoktur.”

Bu mantık yürütme her ne kadar bilimsellikten uzak düşse de, yoğun medya desteği altında yürütülen algı operasyonlarında bir hayli başarılı sonuçlar verebiliyor.

Ve,  sahayı ilâhiyat mühendislerimizin önündeki en büyük engel olan hadislerden temizlemek suretiyle, dini yeni baştan düzenlemek için tarihî bir fırsat ortaya çıkarıyor.

Daha da açacak olursak:

Bugün tartışılmakta olan konu Mehdî inancı gibi görünse de, asıl mesele bu değil, hadislerin tâ kendisi.

Müsteşriklerin izini takip ederek, hadislerin Asr-ı Saadetten sonra tedvin edildiğini ileri süren ve bu zaman aralığını hadislerin sıhhatine engel olarak gören mühendislerimiz, böylece, Asr-ı Saadetten on dört asır sonra Hadis ilmini “sağlıklı bir şekilde” (!) yeni baştan düzenleme imkânına kavuşmuş bulunuyorlar!

İşte, son zamanlarda her nasılsa birden bire alevlenen ve ekranlardan gazete köşelerine kadar ilgili-ilgisiz, bilgili-bilgisiz birçok kişiyi esrarengiz bir şekilde içine çekiveren Mehdî tartışmalarının mahiyeti de, hedefi de, mühendislerimizin önüne böyle bir imkânı sermekten ibarettir.

İnanmayanlar, mühendislerimizin çözüm önerilerine baksınlar.

Yazar Ümit Şimşek

Diyanet, FETÖ’yü İslam dünyasına böyle anlatacak

Diyanet İşleri Başkanlığınca, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından hazırlanan “FETÖ Raporu”, Avrasya İslam Şurası’nda paylaşılacak.

Fetullahçı Terör Örgütü’nün (FETÖ) 15 Temmuz darbe girişimi sonrası ağustos ayında Olağanüstü Din Şurası’nı toplayan Diyanet İşleri Başkanlığı, burada alınan kararlar doğrultusunda “FETÖ Raporu” hazırladı.

10 dile tercüme edilen raporda, FETÖ’nün dini bir yapı olarak nitelendirilemeyeceği belirtilerek, örgüt lideri Fetullah Gülen’in, zaman ve zemine göre pragmatist bir tavır takındığı ve her ortama uygun bir söylem geliştirdiği ifade edildi.

“Gülen, zaman içerisinde bu gizli hedef uğrunda İslam ahlakıyla asla bağdaşmayan her türlü nifak ve fesat odaklı işleri yaptıracak hale gelmiştir. Başlangıçta dini bir cemaat hüviyetindeyken, süreç içerisinde gizli projeleri olan bir örgüte dönüşerek yabancılaşmıştır.” değerlendirmesinde bulunan raporda, şunlar kaydedildi:

“Örgüt elebaşısı, başlangıçta dini eğitim vaadiyle geniş halk kitlelerini aldatmış, sonunda ise ülkemizi fesat yerine çevirmeye çalışan eylemlerin ve sivil halkın üzerine ateş açarak toplu katliamlar yapma gibi gayriahlaki ve gayriinsani cürümlerin emrini vermiştir. İçeride ve dışarıda ülkemize yönelmiş küresel terör örgütlerine karşı mücadelenin verildiği kritik bir zaman diliminde yönettiği darbe girişimi ile devlet kurumlarını yıkmaya ve ülkemizi yabancıların işgaline hazır hale getirmeye kalkışmıştır.

Kendisini, başlangıçta bir ahlak ve eğitim hareketi olarak takdim eden Gülen grubu, önce dini bir kült, ardından bir terör örgütü haline dönüşmüştür. Bu hastalıklı yapı, dini bir cemaat değil küresel sistemin sinsi bir projesidir. Dolayısıyla Kur’an ve sünnet rehberliğinde değil; belli bir ‘üst akıl’ ile sevk ve idare edilen, dış güçlerle iş birliği içerisinde olan, egemen güçlerin gizli emellerine hizmet eden bir yapı asla dini bir teşekkül olamaz.”

“FETÖ liderine atfedilen sıfatlar İslam ile bağdaştırılamaz”

İslam’a göre masum, tartışılmaz bir otorite ve rehberin kabul edilemeyeceği vurgulanan raporda, bazı dini grupların, önderlerine yaptıkları gibi Gülen örgütü mensuplarının da liderlerine adeta peygamberlere tanınan “korunmuşluk” vasfını yüklediği aktarıldı.

“Yıllar boyu aldıkları eğitimden, daha doğrusu telkinlerden sonra örgüt mensupları, liderden ve abi/abla adı verilen yöneticilerden gelen her türlü talimatı adeta ‘Allah ve Peygamber emri’ olarak görmüşlerdir. Dini kural ve esaslara tamamen ters düşse dahi, verilen emirleri, ‘mutlaka bilmediğimiz bir hikmeti vardır’ ön kabulüyle hiçbir fikir beyan etmeden, tartışmadan, kayıtsız şartsız yerine getirmişlerdir.” ifadesine yer verilen raporda, gerek örgüt elebaşısının masum, yanılmaz ve seçilmiş olduğu algısının, gerekse müntesiplerinin mutlak itaat ve bağlılık tavrının, İslam’ın genel ilkeleriyle bağdaşır bir tarafının bulunmadığı vurgulandı.

FETÖ’nün açık bir din istismarı hareketi olduğuna işaret edilen raporda, örgütün Allah’ın adını, Kur’an’ı, Hazreti Peygamber’i, sahabeyi, İslami kavramları, gençleri, fetvaları istismar ettiği anlatıldı.

Din kisvesi altında FETÖ’nün bir güç ve çıkar hareketi olduğu da vurgulanan raporda, Gülen’in kurgulanmış rüya seanslarının, planlı kitlesel etkileme yöntemlerinin, bağlılarına sanal manevi hazlar ve tecrübeler yaşattığı belirtildi. Raporda böylece bağlılarında kendisinin kutsal kişiliğine, inanç ve yanılmazlığına dair kanaatin perçinlendiği bildirildi.

Allah’a yöneltilmesi gereken itaat ve teslimiyet Gülen’e yönelmiş

Örgüt içerisinde yer alanların özgür düşünme ve rasyonel değerlendirme yetilerinin zayıfladığı ve hatta köreldiği anlatılarak, “Örgüt, din yolunda hedefi saptırarak Allah’a yöneltilmesi gereken itaat ve teslimiyeti din kisvesi altında konuşan liderine karşı göstermiştir.” değerlendirmesinde bulunuldu.

Okullar aracılığıyla dünyanın farklı ülkelerine gönderilen iş adamlarından “himmet” adı altında alınan çok yüksek meblağların, örgütü tam bir çıkar hareketi haline çevirdiği bildirilen raporda, önceleri bir hizmet hareketiyken cebir, hile, entrika, montaj ve şantaj yöntemleriyle bir himmet hareketine dönüştüğü kaydedildi.

Raporda, örgütün sahte bir mehdi hareketi olduğuna da işaret edilerek, dini otorite meselesinde Gülen’in yaptığı çarpıtmalar içerisinde en önemli konulardan birinin mehdilik ve mesihlik olduğu, kendisi açıkça söylemese de bağlılarında böyle bir algının oluşmasına sebep olduğu ve göz yumduğu belirtildi.

“Bilgi kaynakları şaibeli”

FETÖ’nün bilgi kaynaklarının da şaibeli olduğu değerlendirmesine yer verilen raporda, İslam inancının temel kaynağının Kur’an ve Hazreti Peygamber olduğuna işaret edildi.

Raporda, örgütün, elemanlarını ve çevrelerindeki insanları yönlendirmede sıkça kullandıkları yöntemlerden birinin görülen veya görüldüğü iddia edilen rüyalar olduğu aktarıldı.

“Arsanın bağışlanmasından okul yapımına, tweet atmaktan oy vermeye kadar rüya formülü sıkça kullanılmaktadır. Gülen, rüyaların dinde delil olmadığını bildiği ve rüyalarla amel edilemeyeceğini söylediği halde hem kendi rüyalarını hem de müntesiplerinin rüyalarını birer hüccet gibi kullanmış, onlarla
istediği yönlendirmeyi gerçekleştirmiştir.” bilgisine yer verilen raporda, örgütün takipçilerini etkilemede kullandığı keşif ve kerametin de dinde bağlayıcılığının bulunmadığı kaydedildi.

Raporda, “Sonuç olarak keşif, keramet, rüya ve benzeri hususların, birey ve toplum için dini bir bağlayıcılığı söz konusu değildir ve bunlar üzerine herhangi bir hüküm bina edilemez.” değerlendirmesi yapıldı.

FETÖ’nün İslam ümmetinin vahdetini parçalayan bir hareket olduğu belirtilen raporda, dinler arası diyalog çalışmalarında gayrimüslimlere oldukça hoşgörü ile bakan ve onlarla sıcak ilişkiler içerisinde olan örgütün, kendilerinden olmayan Müslümanlara karşı ise olabildiğince soğuk, dışlayıcı ve ötekileştirici bir tavır sergilediği ifade edildi.

Raporda, örgütün nesilleri yok ettiğine değinilerek, “İslam ümmetini dini açıdan parçalamayı esas alan, cemaat kibrine ve narsizmine sahip olan ve bu özelliğiyle diğer Müslüman grupları küçümseyen hiçbir düşünce ve hareket masum kabul edilemez. Hakikati kendi tekeline alarak kendisinin dışında herkesi dışlayan bir yapının İslami bir dayanağı bulunamaz.” tespitine yer verildi.

“İçinde ahlak barındırmayan bir sır hareketidir”

Örgütün, içinde ahlak barındırmayan bir sır hareketi olduğuna işaret edilen raporda, “Bu yapı, insanların dini duygularını istismar ederek kendi amaçları doğrultusunda kullanmıştır.” değerledirmesi yapıldı.

İslami tebliğin aleni olduğu, gizliliğin bir metot olarak kabul edilemeyeceği bildirilen raporda, bu yapının stratejisini yalan ve aldatma üzerine kurduğu vurgulandı.

“Haşhaşiler ile önemli benzerlikler gösteriyor”

Yatay ve dikey düzlemlerde gizli bir örgütlenme yapısına sahip olan hareketin, hem teşkilat yapısı açısından gizliliğe önem verdiği hem de farklı görülmesine yol açtığı belirtilen raporda, “Örgüt, bilhassa İsmailiyye orijinli olan ve kendilerine ‘Haşhaşiler’ denilen Hasan Sabbah liderliğindeki batıni karakterli örgütlenme ile önemli benzerlikler göstermektedir.” ifadesi kullanıldı.

Raporda, Gülen örgütünün teşkilat yapılanmasının, lider ve örgütünün dili ve düşüncesine paralel biçimde ikili karakterde olduğu anlatılarak, bu ikili yapı “şeffaf ve gizli ağlar” olarak nitelendirildi.

Örgüt mensuplarının, örgüt içinde yetişsin ya da yetişmesin, tam teslimiyet sergilemeyen ve çıkarlarına aykırı gördükleri kişilere karşı “iftira” ve “kumpas” silahlarını kullandığı, bu ahlaksızlıklarını da sözde hizmetlerinin gereği ve devamı için mübah saydıkları belirtilen raporda, örgütün kişilerin özel hayatından bilgiler ve görüntüler elde ederek bunları çeşitli hile ve montajlarla işleyip bir şantaj aracı olarak kullandığı bildirildi.

Raporda, örgütün “zekat, sadaka, himmet” adı altında haraç kestiği de ifade edilerek, Allah için yapılması gereken ibadetlerin farklı amaçlar için istismar edilemeyeceği kaydedildi.

FETÖ’nün dinler arası diyalog adına kelime-i tevhidi parçalayan bir hareket olduğu bildirilen raporda, terör örgütünün, Batılı kamuoyunun ilgi ve desteğini sağlamak, medeniyetler çatışması tezine karşı duyarlılık üretme adına “dinler arası diyalog ve ılımlı İslam” diyerek şaibeli girişimler başlattığı, pek çok sırlı ve gizemli ilişkiyle dünyada Müslümanların aleyhine oluşturulan karanlık projelerin bir parçası olmaktan da kaçınmadığı anlatıldı.

“Nesilleri oyalamıştır”

FETÖ’nün Avrasya coğrafyasında içi boş bir İslam anlayışı ile nesilleri oyaladığına değinilen raporda, örgütün başta Türkiye olmak üzere özellikle Asya ve Afrika’da açtığı okullar marifetiyle içi boş bir İslam söyleminin öncüsü olduğu bildirildi.

Raporda, “FETÖ/PDY, mezkur coğrafyalarda yaşayan insanlara sahih bir din anlayışı ve eğitimi götürmeyerek hem o ülke insanlarını hem örgüte iyi niyetle destek verenleri sadece hayal kırıklığına uğratmakla kalmamış, aynı zamanda onların maneviyatlarını diri tutacak İslam’a dönük beklentilerini, umutlarını boşa çıkarmış, enerjilerini heder etmiştir.” değerlendirmesinde bulunuldu.

Örgütün, yayılma alanı bulduğu ülkelerde verdiği zararların tespit edilmesinin elzem olduğu vurgulanan raporda, FETÖ’nün, Orta Asya, Balkanlar, Afrika ve Uzakdoğu’da gerçekleştirdiği tahrifat ve tahribatın, dini değerleri kullanarak kurdukları hegemonyanın tespit edileceği belirtildi.

FETÖ’nün dini hayata verdiği zararları tespit için ortak komisyonlar kurulması gerektiği bildirilen raporda, “Din İşleri Yüksek Kurulu bünyesinde, ilahiyat fakültelerindeki farklı branşlardan akademisyenlerin de iştirakiyle özel bir komisyon oluşturulacaktır. Bu komisyon, öncelikle FETÖ/PDY terör örgütünün İslam’a ve Müslümanlara verdiği zararları, İslam’ın inanç ilkeleri, ibadet telakkisi ve ahlak düsturlarında yaptığı tahrifat ve tahribatı, İslam’ın temel kavramlarına dair çarpıtmaları tespit edecek ve bu tespitler kamuoyu ile paylaşılacaktır.” ifadeleri kullanıldı.

Raporda, bu amaçlarla kısa vadede iki farklı etkinlik yapılacağı belirtilerek, şöyle devam edildi:

“İlki, ilahiyat fakültelerinden farklı branşlardan seçilen ilim adamlarından bir komisyon oluşturulacaktır. Komisyon üyeleriyle yapılacak çalıştaylarda acil bir eylem planı ve yol haritası belirlenecektir. Komisyon üyeleri, öncelikle örgütün basılı ve görsel yayınlarını inceleyerek, bu konuda yeterli tespit ve tenkitleri kaleme alacaklardır. Ayrıca komisyon tarafından, şimdiye kadar bu örgütün reklamını yapan, onu yücelten çeşitli yayınlar da ayrı bir değerlendirmeye tabi tutulacaktır. Bu alanda medyada ve sanal alemdeki bilgi kirliliği konusunda da komisyon üyeleri üzerlerine düşen görevi yerine getireceklerdir. Üyeler tarafından bu konuda yapılan çalışmalar Din İşleri Yüksek Kurulu’nda değerlendirildikten sonra kamuoyuyla paylaşılacaktır.

İkincisi ise yaşanan bu acı tecrübeden sonra, Diyanet İşleri Başkanlığı yasal zemin için gerekli çalışmaları yaparak, Diyanet Araştırma Merkezi ile Diyanet Akademisi’ni kurmalıdır. Bu doğrultuda oluşturulacak çeşitli birimlerde yasanın çizdiği görevler dahilinde Türkiye’deki ve yurt dışındaki dini oluşumlar, dini gelişmeler, dini sorunlar hakkında ilgili alan uzmanlarına çeşitli projeler tevdi edilmeli ve ortaya çıkan sonuçlar, kamuoyuyla paylaşılmalıdır. Diyanet Akademisi’nde ise Diyanet İşleri Başkanlığı’nın iç hizmetine dönük olarak müftü, vaiz, müşavir, ataşe ve diğer personelin nitelikli yetiştirilmesine yönelik proje ve programlar uygulanmalıdır.”

“Din eğitimi gözden geçirilecek”

Raporda, bu tür dini yapıların toplumu bir kez daha aldatmasına fırsat vermemek için din eğitim ve öğretim politikalarının yeniden gözden geçirilmesi ve bu çerçevede her seviyede din eğitimi ve öğretiminin gözden geçirilmesi gerektiğine işaret edilerek, şu değerlendirmede bulunuldu:

“Devletin, bireyin inanç dünyasını koruyan bir hukuki sisteme sahip olması, kişilerin kendilerini baskı altında hissedip dinlerini yaşayabileceklerine inandıkları gruplara yönelmelerine engel olur. Bu itibarla inanç özgürlüğü devlet eliyle koruma altına alınmalı, en geniş manada dini bilgilendirme ve din eğitimi toplumun sahih bilgi ihtiyacını karşılayacak şekilde verilmelidir. İstismarcı dini gruplara yönelimin önlenmesinde en etkin olan husus, bireylerin dini alanda sağlam ve yeterli bilgiye sahip olmalarıdır. Her seviyeden sahih bir din eğitiminin verilebilmesi ve Kur’an, sünnet gibi dinin temel kaynakları ile temel öğretilerinin bütüncül olarak kavranılabilmesi için eğitim sisteminde gerekli değişiklikler yapılmalıdır.”

Benzer yapıların oluşmaması ve benzer hataların tekrarlanmaması için sivil toplum kuruluşlarıyla ortak çalışmalar yapılması gerektiği bildirilen raporda, ayrıca dini ve ilmi denetim ve rehberlik için Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde üst kurullar oluşturulması istendi.

Başta Diyanet İşleri Başkanlığı olmak üzere, Milli Eğitim Bakanlığı, Gençlik ve Spor Bakanlığı, Yükseköğretim Kurulu ve üniversitelerin, gençlerin dini ve milli değerlerini kazanmaları, sağlam bir karakter eğitiminden geçmeleri konusunda acil bir eylem planı ortaya koyması ve derhal uygulaması gerektiğine işaret edilen raporda, “Kamuda, bürokraside, akademide ve diğer tüm görevlerde ‘adalet, eşitlik, emanet, ehliyet ve liyakat’ gibi temel ölçüler bihakkın çalıştırılmalıdır. Bu ilkelerin dışında kalan dini, mezhebi, meşrebi, yöresel, etnik hiçbir aidiyet, görevlendirmelerde asla tercih sebebi olmamalıdır.” ifadeleri kullanıldı.

Raporda, din, devlet ve toplum ilişkilerinin sağlıklı bir zemine oturtulması gerektiğine işaret edilerek, maruz kaldıkları manevi zararları önlemek için vatandaşlara ve özellikle gençlere yönelik çalışmalar yapılması istendi.

aa

Kaynak: Diyanet, FETÖ’yü İslam dünyasına böyle anlatacak

PDF İNDİRMEK İÇİN TIKLAYINIZ.

www.NurNet.Org

Iğdır Üniversitesinde Neler Oluyor?

7 Ekim 2016 tarihinde Iğdır Cumhuriyet Başsavcılığının yürüttüğü soruşturma kapsamında çoğu öğretim elemanı olmak üzere Iğdır Üniversitesine bir operasyon yapıldı. 40 kişinin evinde ve üniversitedeki odalarında arama yapıldı, ilgili şahıslar soruşturmaları yapılmak üzere emniyete götürüldü. Olay medyaya “FETÖ’nün Iğdır Üniversitesindeki yapılanmasına yönelik bir operasyon” olarak verildi. Hatta “İlahiyat Fakültesi Dekanı Şadi Eren’in odasında Fethullah Gülen’e ait kitapların bulunduğu!” bile haber kaynaklarında yer aldı.

Hâlbuki darbe girişimi sonrası hemen her resmi müessesede olduğu gibi Iğdır Üniversitesinde de FETÖ’yle ilişkisi olanlara operasyon yapılmış, 17 kişi açığa alınmıştı. Bu yeni operasyonun, sanki öncekinin bir devamı gibi gösterilmesi tamamen bir algı operasyonudur, gerçeği yansıtmamaktadır.  Cumhurbaşkanımızın tam bir basiretle ifade ettiği gibi, “son zamanlarda ülkemizin değişik yerlerinde yapılan tutuklamalarda at izi it izine karışır hale gelmiştir.” Iğdır Üniversitesine yapılan bu operasyon, bu hakikatin tipik bir örneğidir.

Konuyla ilgili bazı gerçekleri şöyle ifade edebiliriz:

1-Ülkemiz 15 Temmuz darbe girişimini püskürtmekle tarihinin en önemli olaylarından birine tanıklık etmiş, yeni bir İstiklal Harbi kazanmıştır. Iğdır Üniversitesi, Iğdır’daki demokrasi nöbetlerine aktif olarak katılmış, ciddi katkılarda bulunmuştur. Bu operasyonda tutuklanan İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerimizden Yrd. Doç. Dr. İbrahim Akgün, Yrd. Doç. Dr. Musa Çetin gibi isimler, demokrasi nöbetlerinde yaptıkları konuşmalarla milli şuurun uyanmasına ve güçlenmesine ciddi, samimi katkılar sunmuşlardır. Ancak Iğdır gibi nüfusu küçük bir ilimizde bulunan tek resmi vakfı (Iğdır Kültür Çevre ve Sağlık Vakfını) -hiçbir alakası olmadığı halde- FETÖ Vakfı olarak yasaklı vakıflar listesine aldıran bir zihniyet, bu olayda da FETÖ’yle uzaktan yakından alakası olmayan bu 40 kişiyi FETÖ mensubuymuş gibi göstermeye çalışmaktadır. Bu kişiler, asla FETÖ’den olmadıkları gibi,  aksine onlara karşı çok net bir şekilde tavır alan ve mücadele veren vatanperver kimselerdir. Kökü Amerikada olup oradan aldığı direktifleri Türkiyede uygulamaya çalışanlara karşı ciddi mücadele veren bu insanları, sanki onlardanmış gibi lanse etmek, büyük bir iftiradır, tam bir vicdansızlıktır.

2-Batı Dünyası, Ortadoğuda güçlü bir Türkiye görmek istemez. Hele hele Lozanın hükümlerinin bitmesine az bir zaman kala, masaya güçlü bir şekilde oturma potansiyeli olan Türkiye, hiç mi hiç işlerine gelmez. Son 25 yılda başta Irak olmak üzere Suriye ve ülkemizde meydana gelen olaylar bunu çok net bir şekilde ortaya koymaktadır. Batı Dünyasının İslam coğrafyasını çok iyi araştırdığı, toplumsal ve mezhepsel haritalarımızı çıkardığı ve bunlara göre stratejiler geliştirdiği, en azından konunun uzmanları tarafından bilinen bir gerçektir. Hem Irak, hem Suriyede meydana gelen olaylarda sünni-şii farklılığının ön plana çıkarılması, bunun açık bir göstergesidir. 80 li yıllarda Irak ve İran birbiriyle savaştırılmış, sekiz yıl süren bu savaşta bir milyon Müslüman hayatını kaybetmiştir. Iğdır ilimizde % 40 nüfusun Caferi mezhebine bağlı Şii olması, ülkemizi kaosa sürüklemek isteyenlerin iştihanı kabartmaktadır. Elhamdülillah, Iğdırda sünni-şii farklılığı İslam alemine model olacak şekilde medeni bir seviyededir ve taraflar birbirleriyle İslam kardeşliğine yakışır bir tarzda beraberce yaşamaktadır. Bunda Üniversitemizin, özellikle de İlahiyat Fakültemizin ve Üniversitemiz bünyesinde faaliyet gösteren Caferilik Araştırma Merkezi’nin (CAMER’in) önemli katkıları bulunmaktadır. Caferi mollalar ve İlahiyat Fakültemizin hocalarının Hz. Alinin sözlerini derleyen Nehcü’l- Belağa eserini yıllardır beraberce okumaları, bu birlik ve beraberliğin güzel göstergelerinden biridir. Ayrıca, İlahiyat Fakültemizin öğretim elemanları sünni-şii ayırımı yapmaksızın okullardaki değerler eğitimi gibi faaliyetlere katılmakta, toplumsal birlik ve beraberliğin sağlanmasına ciddi katkılar sunmaktadırlar. Eğitim camiasının içinde olanlar bunun farkındadır ve üniversitemizi takdirle karşılarlar. Ancak, bu manzaradan hoşlanmayanlar da vardır. Bu son operasyon, bu hoşlanmayanların bir operasyonudur. Bu nadide insanların Iğdır Üniversitesinden ayrılmaları sağlanıp, yerlerine başkalarının alınması planları yapılmaktadır. Öyle görülüyor ki, Iğdır’dan bazıları da kökü ta Amerikaya uzanan bu oyunun bir parçası olarak piyon görevi görmektedir. Elde edebilecekleri birkaç daire başkanlığı veya şube müdürlüğüne Iğdırın ve Türkiyenin huzur ve refahını satmak, en hafifiyle söylersek “büyük bir hıyanettir.” Ve “büyük düşün!” gerçeğinden uzak kalmaktır.

3-“Her ile bir üniversite”, hükümetimizin önemli ve başarılı projelerinden biridir. 5 yılı aşkın bir süredir Iğdır Üniversitesi İlahiyat Fakültemizde öğrencilerimize faydalı olmaya çalışan ve üniversitenin bir şehre neler kattığını günbegün gören biri olarak, yapılan bu hizmetlerin sekteye uğratılmaması gerektiğini düşünüyorum. Konuyu ifade etmesi bakımından şu hatıramı nakletmek isterim:

Bundan iki yıl evvel Kars ilimizde Kredi Yurtlar Müdürlüğü bünyesinde öğrencilere yönelik konferanslar vermek üzere davet edilmiştim. Caferi mezhebine bağlı iki esnaf arkadaş ile beraber gittik. Yolda, bu arkadaşlarımızdan biri dedi: “Hocam, şu işe bakın. İlahiyat Fakültesi Iğdıra açılacağı zaman biz buna karşı çıkmış, ‘devlet bizi asimile etmek istiyor” şeklinde düşünmüştük. Ama gelinen noktada konferansınıza biz sizi götürüyoruz.”

Bu türden yaşadığımız çok şeyler var. Özellikle kendim kaleme aldığım “Hz. Ali Diyor Ki” ve “Kardeşlik Felsefemiz” isimli eserlerin on binden fazla Üniversitemizce basılması ve değişik vesilelerle insanımıza ulaştırılması, çok faydalı sonuçlar vermiştir.

4-Iğdırda nüfusları birbirine yakın iki kesim vardır: Aşiret ve Azeriler. Bu iki kesim, aralarında ciddi bir problem yaşamamakla birlikte, tam istenilen bir birlik ve beraberlik de gösterememektedir. Üniversitemizin her iki kesimle de çok güzel münasebetleri ve faaliyetleri vardır, bu yönüyle adeta arada bir tampon görevi yapmaktadır. Böyle operasyonlar, ne Iğdıra bir fayda sağlar ne de ülkemize… Suçlular varsa elbette cezalandırılmalıdır. Fakat peşinen suçlu görüp FETÖ kılıfı altında böyle toplu bir operasyon yapmak, kamu vicdanını ciddi rahatsız etmektedir.

5- Adeta “üniversiteyi çökertme” diyebileceğimiz bu operasyonun kimin ve veya kimlerin işine yaradığı düşünülürse, resmi daha bütün olarak görebiliriz. İçeri alınan Üniversite elemanlarımız, sevilen, sayılan, saygın kimselerdir. Böyle bir operasyon, FETÖ’nün ekmeğine yağ sürer. Gezi Parkı, 17-25 Aralık operasyonları ve en sonunda meş’um 15 Temmuz Darbesiyle hedefine ulaşamayan dış güdümlü bu örgüt ve onu yönlendirenler, böyle operasyonları yönlendirerek muhalefet cephesini yaymaya, hükümet ve devlete karşı bir nefret duyulmasına sebebiyet verdirmeye çalışmaktadır. Keza, böyle bir operasyon, FETÖ davasını sulandırmaya, Ergenekon ve Balyoz gibi sonuçsuz kılmaya yol açabilir. Dolayısıyla, devlet yetkililerinin daha hassas davranması, böyle operasyonların arkasındaki büyük resmi ve hain emelleri öngörmesi beklenir.

6-Iğdır Üniversitesi İlahiyat Fakültemiz 1350 öğrencisiyle orta halli bir ilahiyat olarak Sayın Cumhurbaşkanımızın “dindar nesiller yetiştireceğiz” şeklinde formüle ettiği hedefe karınca kararınca hizmet etmektedir. Böyle kamu nezdinde küçük düşürücü, itibar zedeleyici operasyonlarla fakültemizi itibarsızlaştırmaya çalışmak, dinini ve ülkesini seven dindar halkımızı üzmektedir.

Sekiz yıldan bu yana DOST TV de proğramlar yapan ve beş ayrı yayınevinde 20 den fazla kitapları toplamda 200 binden fazla basılmış yazar bir akademisyen olarak üstteki bilgileri değerli halkımızla paylaşır, saygılar sunarım.

Prof. Dr. Şadi Eren

Iğdır Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı

Yeni FETÖ’lerin Önünü Almak Yahud “Teraküm” Eden “Gubar”ı Silkelemek-1

 “Cümlenin maksudu bir amma rivâyat muhtelif.”

Herkesçe bilinen “sağırlar diyalog”u fıkrası asıl maksadımı ifade etmiyor. Yine de hatırlatmadan edemeyeceğim.

“İşitme özürlü” iki arkadaş, sakin bir mahalde karşılaşıyorlar.

Biri diğerine “Nasılsın?” diye soruyor. Diğeriyse havanın ne güzel olduğu şeklinde cevap veriyor. Baştaki arkadaş bu sefer “Yaptığım kahvaltı pek lezizdi.” diyor. Diğeri atılıyor hemen: “Sahi, sen benim halimi, hatırımı sormadıydın.” Arkadaşı durur mu? “Ha, öyle mi? Ben de senin, halimi sorduğunu sanmıştım.”

“Ha Ali Veli, ha Veli Ali…” meseli, belki maksada daha uygun. Misaller çoğaltılabilir.

Halk arasındaki şekli daha kısa ve değişik ibareli olan “fıkra”yı hatırlatmamın sebebi şu:

15 Temmuz ihanet girişimindeki katliam emri ve icrasıyla; bağımsız “yargı” tarafından isimlendirilen FETÖ’nün darba teşebbüsüne adım adım yaklaşırken köşe taşlarının neler olduğu hususundaki tesbit ve teşhislerin hemen hemen hepsine katılmamak elde değil.

Evet, bu İslam’ı siyasete alet eden PDY\FETÖ denilen güruh, yaklaşık kırk yıldan beri böyle bir girişim için hazırlanıyordu.

Bunun delili, F.Gülen’in darbe arkasında olup olmadığını soran yabancı gazeteciye verdiği red cevabında bile yaptığı itiraftı. “(Milletin tankların karşısına dikilecek kadar şehadet aşkıyla dolu, onlarla beraber olduğunu diyen ve gösteren Liderlerinin şehadeti göze alacak kadar dik duracaklarını tahmin etmediğinden diyor:) Ben böyle acemice bir darbe girişimi ardında olamam. [Demek başarılı olsaydı kabul edecekti .] Daha 20 yaşında iken hükumeti devirmeyi planlamış birine böyle soru sorulmaz!

Bu hazırlık için önce kadrolaşıp, ardından devlete sızma teşebbüsünü gizlemek için, “Her sakala ayrı tarak vurmak” deyimini aratacak bir takiyye anlayışıyla hareket etmişler; bu da doğru.

Bu sızma hareketi için de pek çok müesseseyi yanlarına alma gayesiyle; Anadolu’nun saf gönüllü insanlarına karşı “her türlü mukaddesi” istismar ettiler; kabul.

“Ümmet-i icabe” olan İslâm Âlemi’ni avlamak için önce Türkiye’yi elde etmeleri gerektiğini biliyorlardı. “Üç yüz kişilik zındıka komitesi” ve CIA onlara bu misyonu vermişti çünkü. Bu da kabulümüzde.

İstismar ve takiyye idi en büyük silahları…

İstismarın en âzamı İslâm ve Onun “Tercüman ve mübelliği” Resul-ü Ekrem (ASM) idi. FETÖ başının vaaz denen “ucube” konuşmalarında “ Efendimiz”den –çok zaman ism-i pâkini zikretmeden- bahsetmesi; hem ağlayıp hem ağlatarak Hatemü’l-Enbiya Muhammed-i Arabî(ASM.)ın ruhaniyatının o meclise geldiğini beyanı; FETÖ’ye eleman kazandıran yurt-kurs-okul gibi “mekân”larına Resul-ü Kibriya(ASM.)nın “teşrif ettiğini” ve “Türkçe Olimpiyatları” denen milli hassasiyetlere sahip insanları avlayıcı “etkinliklerine” Hazret-i Peygamber (ASM)nin geldiğini savunmaları, kimi dizilerde Resulallah (ASM)nin ruhaniyatını cemse ya da kamyon kasasına “indirmeleri” bu istismarın en açık misalleridir. (Diğer yandan da Vatikan ağzıyla “Resulullahsız İslam” iddiaları da FETÖ’nün diğer yüzünü gösteriyor.)

Burada biraz saded haricine çıkayım:

FETÖ’yü destekleyen; ya da şöyle diyeyim, “onlardan görünmese” de “Sebep olan YAPAN gibidir”İslâmî kaidesi sırrınca kimilerinin yaptıkları TAKİYYE, istismardan sonraki en büyük aldatmacalarıydı.

Üstad Bediüzzaman’ın “En büyük hile hilesizliktir” ve “Biz ki HAKİKİ Müslümanız; aldanırız ama aldatmayız.” beyanları Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat’ın itikad düsturlarından biridir. Sulh ve İslâm cemiyeti dahilinde takiyye yoktur bizde, ancak “Harp hiledir” Hadis’i hükmünce savaş zamanında, o da karşı orduyu aldatmak için caizdir.

Şu ihtirazi kaydı koyalım yalnız; “…aldanırız ama aldatmayız.” tabiri, “farz-ı muhal aldatılsak bile BİZ YİNE DE ALDATMAYIZ.” demektir. Yoksa “Mü’min bir ısırıldığı delikten bir daha ısırılmaz.” Hadisi meseleyi bedahatla izahtadır.

Tv’deki bir canlı yayında, İran’da birkaç yıl kaldığını söyleyen bir ilim adamı, “Bu Fetö yapılanmasının yaptığı takiyyeyi ben, İran’da bile görmedim.” diyordu. Böyle bir gizlilik-takiyye ancak niyeti dünya olan “ehl-i dünya”ya mahsustur; “siyasetvari mefkureler sahibi” bir gizli örgütte ancak bulunabilir.

Mesele daha da açılabilir ama yazı sınırları içinde kalma mesuliyetini duymam, maalesef kalem hızımı azaltıyor. “ Arife işaret kafidir ” kaidesiyle zihninize havale ediyorum.

FETÖ’nün hain darbe girişiminin temelinin neler olduğunu diyenlerin teşhisleri tomar tomar ve hepsi de az çok haklı. Gizlilik, siyasi kaygılar, halkımızdaki ve dini gruplardaki dünyevileşme, kimilerinde mevki ve menfaata ulaşmadaki kolaycılık, tek parti zihniyetinin boş bıraktığı dinî sahayı doldurma iştiyakı, milletimizdeki “en büyük cinayeti işleyenleri de alicenabane affetmesi”….

Bunların ve diğer teşhislerin hepsine az çok iştirak etmekle beraber meselenin özünü teşkil eden “batıl itikad”ı yaygınlaştırmak için hususi bir gayretle yapılan cahilleştirme operasyonlarını görüyorum.

Yaklaşık yüz elli yıldan beri bu millete “yaygın biçimde”, Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat (Yani Resul-ü Ekrem[ASM.]ın tarif ettiği İslam Yolu) iman esaslarının verilmeyişi; bu itikadın yerleşmesi için “iktiza”sının yapılmaması, dolayısıyla da “iltizam” edilmemesidir. Bilgisi olmayanın da doğru ve yanlışı ayırdedebilmesi mümkün olmadığından DAEŞ ya da FETÖ gibi cemiyetler ortaya çıkmıştır.

En şiddetli cehalet ağını yüz elli yıldan başlattık ama o tarihin öncesi de var. Üstad Bediüzzaman Hazretleri bu tarihi “bin yıl”a çıkarır ki bu tarihin de şu Hadis-i Şerif’e dayandığını –bir mektubunda- tesbit eder. “Karnların en hayırlısı benim karnımdır( devrimdir). Daha sonra Ashabımın, sonra da onları görenlerinindir. Ondan sonraki karnların bir sonraki, bir öncekinden daha HAYIRSIZDIR.” Ve Risalet Hilafeti’nin 30 yıl olduğunu beyan eden hadistir.

Bilmâna olarak takdim ettiğim Hadis’teki bahsedilen hayırsızlığa Üstad “…bin yıldan beri teraküm eden ve dehşetli rahnelerle yaralanan kalb-i umumi-i millet” teşhisini koyar ve bu “yara” ile “müterakim cehaletin” (birikmiş ehl-i sünnet itikadı cahilliğinin) tedavisini “edviye-i Kur’aniye” ve “Kur’an’ın hakiki müfessiri Sünnet” itikadı ve bu asır insanının imanını zedeleyen tereddütleri giderici, şüphe-savar risaleleri olduğunu hatırlatır!

Bediüzzaman Said Nursi, “Yirmi Dokuzuncu Mektub’un Altıncı Nükte’sinde: “Na’budü”nün ‘nun’u, şu üç cemaata işaret ediyor. İşte bu halette iken, birden Kur’an-ı Hakim’in tercümanı (HADİSLERLE) ve mübelliği (TEBLİĞ VE TELKİN EDİCİSİ) Resul-ü Ekrem(ASM.)………………..” ( rnk, 427) diye dikkat çektiği gibi, Kur’an kelamı tek başına kullanılıyorsa hem Hadis’i, hem de Kur’an-ı Kerim’i ifade eder. ( Ruhül-Beyan Tefsiri).

Yok eğer, bir “usul”, ilmihal, kelam eserinde “Kur’an ve Hadis” kelimeleri ayrı ayrı kullanılıyorsa, o hükmün menşeinin hangi kaynak olduğunu söylüyor demektir.

“Eğer beni seviyorsanız, Resulüme ittiba edin ki ben de sizi seveyim.” Mealindeki Ayet-i Kerime meseleyi izahtadır.

Bir mürşide, şeyhe, hocaya “adem-i itimadsız” olarak ittibaın, Sünnet Yolunda var olup olmadığını da bir sonraki yazıda ele alalım.

M. Nuri Eminler – Nurdan Haber Merkezi