Etiket arşivi: fetö

FETO’nun Kitap ve Sohbetlerinden İslâm’ı Tahrif ve Bozma Örnekleri

 

FETO’ya göre; Müslüman olmak şart olmayıp, Hıristiyan ve Yahudiler de kurtulacak!

Önceki yazılarımızda; FETO’nun kitap ve konuşmalarındaki İslâm ve Ehl-i Sünnet’e zıt ve aykırı görüşlerin; ayrıca kendindeki kibir ve seçilmiş, üstün kişi olduğu inancını gösteren cümlelerin; ayrıca konjonktür ve menfaatine göre “dün dediği, bugün dediğinin zıttı olan” ifadelerin ve son olarakta söyledikleriyle – yaptıkları arasındaki tutarsızlık ve çelişkilerin tespit ve tahliline çalışacağız demiş ve şu ikazı yapmıştık: En kötü ve aldatıcı, gizli ve sinsi yalan; içine doğru kırıntıları serpiştirilmiş yalandır! Bir yem işlevi gören o doğrularla insanları avlarlar; “bunlar doğruysa, şu dedikleri de yüksek olasılıkla doğru olabilir ve doğrudur” ihtimâl ve zannına yol açarak; o doğrularla, böylece diğer yalan – yanlışları da peyderpey yuttururlar!

Bedî’üzzaman Said Nursi Hazretlerinin (R.Â.) dediği gibi; bütün bâtıl cemaât ve mezhep, eğri felsefî ve siyasî doktrinlerin herbirisinde; o ekolün hayatta kalıp, taraftar bulmasını sağlayan bir “dâne-i hakikât” bulunur. Tüm sapkın gruplar, başlangıç ve çıkış noktaları olarak o “dâne-i hakikât”in üzerine bina ederler diğer yalan ve yanlış fikir ve davranış ve politikalarını. Yani söylenilen şeyin doğru olması yetmez; bir de o doğru’nun neden / niçin söylendiği, yani batıla alet edilip edilmediği de sorgulanmalı!

Bir de FETO’yu halâ “İsa, Mehdi, Hızır” görenlere sözüm: Faraza FETO “Mehdi”, hatta peygamber bile olsa; Allah’ın Kitabında haram dediğini helâl; helâl dediğini haram yapamaz; haram ve günah birşeyi emir ve tavsiye edemez; dinin herhangi bir hükmünü geçersiz kılamaz! Peygamber’in bile haramı helâl, helâli haram yetkisi olmadığını bilen FETÖ’cüler, halâ FETO’nun gayrimeşru emir ve işlerinde bir hikmet ve sevap arıyorlarsa; bunlara “saf ve cahil” demek, saflık ve cehalete hakaret olur! Evet, haram ve günaha girerek, Allah’ın sevgi ve rızasını kazanacağını sanmanın, saflık ve cehaletle izah edilebilir bir tarafı yok!

FETÖ’cülerin yaptıklarına gerekçe ve mazeret olarak; AKParti iktidarını kastederek, “28 Şubat’ta bile böyle zulüm görmedik” bahanelerinde ise şöyle bir hakikât payı var: O dönem FETO’nun Çevik BİR, daha sonraları Emin ÇÖLAŞAN’a yazdığı övgü ve aşırı iltifat dolu mektup ve mesajlar, daha doğrusu önlerinde eğilme ve ayak öpmeler!… 28 Şubat’ın başaktörü Genelkurmay Başkanı KARADAYI’ya, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın, Yılın Hoşgörü Ödülü’nü vermek istemesi; KARADAYI’nın reddetmesi üzerine, onun üzerinde “başkomutan” gördükleri S. DEMİREL’e vermeler!… Yani 28 Şubat’a bırakınız direnme ve tavır koyma veya hiç değilse sessiz kalarak, “sessiz protesto” gösterme; bilâkis destekleyici ve alkışlayıcı tavırları ve o günler Refah Partisi aleyhine / 28 Şubatçılar lehine kendi medyalarında çıkan haberlere bakılırsa; hele bir de 28 Şubat Kararlarıyla İmam – Hatip ve Kur’ân Kurs / Yurtlarının önü kapatılınca, kendi okul ve yurtlarına talebin de arttığı gözönüne alınırsa; 28 Şubat’tan bırakın zarar görmek, (ferdî istisnalar hariç olmak üzere, Cemaatin bütünsel ve toplamda) maddî – manevî kâr ve fayda elde ettiği anlaşılır!

Yazımıza FETO’nun kitap ve konuşmalarındaki İslâm ve Ehl-i Sünnet’e zıt ve aykırı görüşlerinden, aşağıda maddeler hâlinde örnekler vererek devam ediyoruz:

1)Kur’ân-ı Kerîm, Kitap ehline çağrıda bulunurken; ‘Ey Kitap ehli! Aramızda müşterek olan bir kelimeyi gelin.’ Nedir o kelime?: ‘ALLAH’tan başkasına ibadet yapmayalım.’ Allah’a kul olan başkasına kul olmaktan kurtulur. İşte gelin, sizinle bu mevzu üzerinde birleşip bütünleşelim. Kur’ân devamla; “Allah’ı bırakıp da, bazılarımız bazılarımızı Rab edinmesin” diyor. Dikkat edin, bu mesajda ‘Muhammedün Rasûlüllah’ yok” diyor. (Hoşgörü ve Diyalog İklimi, Sayfa 241)

2)Kur’ân-ı Kerîm’in gelmesiyle yürürlükten kalkmış olan İncil ve Tevrat’ın hükümleri hâlâ geçerlidir. Bugünkü İnciller’e ve Tevrat’a inanan Yahudi ve Hıristiyanlar da cennetliktir. Ehl-i Kitap ile ilgili âyetler, hadisler tarihseldir; dolayısıyla bugünkü Yahudi ve Hıristiyanları değil o dönemin insanlarını bağlar.” (Hoşgörü ve Diyalog İklimi, Sayfa 155 – 156)

3)Yahudileri ve Hıristiyanları azarlayan âyetler, ya Hazret-i Muhammed (S.Â.V.) döneminde yaşayan ya da kendi peygamberleri döneminde yaşayan bazı Yahudi ve Hıristiyanlar hakkındadır. Zamanımızda bulunan Yahudi ve Hıristiyanlar bu azarlamanın dışındadırlar.” (Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın yayınladığı Küresel Barışa Doğru / Kozadan Kelebeğe-3, Sayfa 260)

4)Yahudileri ve Hıristiyanları kınayan ve azarlayan âyetler ya Hazret-i Muhammed (A.S.M.) döneminde yaşayan ya da kendi peygamberlerleri döneminde yaşayan bazı Yahudi ve Hıristiyanlar hakkındadır.” (Küresel Barışa Doğru, Sayfa 45)

5)Hâsılı, herkes kelime-i şehadeti esas alarak etrafındaki insanlara bakış açısını yeniden ayarlamalı. Hatta onun birini söyleyip diğerini, yani ‘Muhammedün Resulallah’ı söylemeyen insanlara bile, rahmet, merhamet nazarıyla bakmalı. Çünkü hadislerde anlatıldığına göre, Allah’ın o engin rahmeti ahirette öyle tecelli edecektir ki, şeytan bile: ‘Acaba ben de istifade edebilir miyim?’ diye ümide kapılacaktır. Şimdi böyle bir rahmet enginliği karşısında, cimrilik yapma, o cimriliği temsil etme bize yaraşmaz. Hem bize ne? Mülk O’nun, hazine O’nun, kul O’nun. Öyleyse herkes haddini bilmeli.” (Fasıldan Fasıla, Cilt:3, Sayfa 144 – Basım: İzmir / 1997)

Zaman Gazetesi Yazarlarından Ahmet ŞAHİN ise köşesinde yazdığı yazıda FETO’nun demek istediğini şu cümleleriyle özetlemiş: “Ehli Kitap ile amentüde ittifak halindeyiz. Üç dinden herhangi bir dine inanmak yeterlidir. Mühim olan kelime-i tevhid inancıdır. Hz. Muhammed’i kabul ve tasdik etmek ise şart olmayıp, bir kemâl mertebesidir.” (Ahmet ŞAHİN, Zaman Gazetesi – 17.04.2000)

Ehli Kitap (mes’elâ Hıristiyanların “tevhid” yerine “teslis”e inandığı veya Yahudiler’in “peygamberle güreşen tanrı” gibi “anthropomorphic / andropomorfik / insan biçiminde” tanrı/lara inanması gibi) ile amentüde ittifak hâlinde olmadığımız, bilakis ihtilâflı olduğumuz bir yana; eğer ŞAHİN’in dediği gibi amentü’deki “mühim olan kelime-i tevhid (Allah) inancı” diğer 5 tanesi önemsiz ve teferruât ise; o hâlde Peygamberimiz Döneminde Resulullah Efendimizle savaşanlar, O’nu öldürmeye çalışanlar da “tek tanrının varlığına” inanıyorlardı!

Kur’ân-ı Kerîm’in çeşitli âyetlerinde geçen (meâlen) ifadesiyle:Onlara (kâfir ve müşriklere): ‘Gökleri ve yeri yaratıp, güneş ve ayı emri altında tutan kimdir?’ diye sorsan, elbette şüphesiz ‘Allah’ diyecekler…” (Ankebut Suresi, 61. Âyet / Zuhruf Suresi, 43. Âyet / Lokman Suresi, 25. Âyet / Zümer Suresi, 38. Âyet). Âyetlerde de geçtiği gibi, Peygamberimiz döneminde yaşayan kâfir ve müşriklerin de çoğu Allah’ın var ve tek olduğuna inanıyordu. Tek Allah’a inandıkları için zaten, putları Allah’ın yeryüzündeki icraatlarına vasıta ve O’na vesile ve şefaâtçi olduğuna inanıyorlardı! Dahası amentüdeki iman şartlarında geçen “melekler”e de inanıyor; Kur’ân’da anlatılan “cin” gibi varlıkları da kabul ediyorlardı!

Yani %1’lik ateisleri ayrı tutarsak insanların %99’u zaten “kâinatı yaratan ve idare eden üstün bir güç” olduğu konusunda hemfikir; sadece, O’nun isminin “Allah mı, Nirvana mı, God mu, Yehova mı” olduğu veya insanlarla hiç irtibat kurup-kurmadığı ve varlık – isim ve sıfatlarını bildirip-bildirmediği ve bildirmişse bunların ne olduğu; elhasıl O’nun isim ve sıfat ve özellikleri ve insan – kâinatla münasebeti konusunda bir ihtilâf var. (Bedî’üzzaman’ın Risaleler’de ‘anlam itibariyle / mânaca’ geçen ifadesiyle; “Kâfirler de Allah’a inanıyor, fakat isim – sıfatlarında hata ediyorlar. Onların bazılarını kabul – red veya tahrif ediyorlar.” (Risale-i Nur Külliyatı / Şuâlar / 5. Şuâ / 2. Makam / 4. Mes’ele)

Elhasıl Allah’ın varlık – isim ve sıfatlarına inanıp, iman etmek; ama hakiki ve gerçek ve realitede olan Allah’a; yani İslâm’ın bildirip – tanıttığı Allah’a inanıp, tanımak; yani dinimizin Rabbine iman ve itaat makbûl ve kurtuluş vesilesidir.

Bedî’üzzaman’ın (R.Â.) birebir (aynen) ifadesiyle:Halbuki Allah’ı bilmek, bütün kâinata ihata eden rububiyetine ve zerrelerden yıldızlara kadar cüz’î ve küllî herşey O’nun kabza-i tasarrufunda ve kudret ve iradesiyle olduğuna kat’î iman etmek ve mülkünde hiçbir şeriki olmadığına ve ‘Lâ ilâhe illâllah’ kelime-i kudsîyesine, hakikatlarına iman etmek, kalben tasdik etmekle olur. Yoksa “Bir Allah var’ deyip, bütün mülkünü esbaba ve tabiata taksim etmek ve onlara isnad etmek, hâşâ hadsiz şerikleri hükmünde esbabı merci’ tanımak ve herşeyin yanında hazır irade ve ilmini bilmemek ve şiddetli emirlerini tanımamak ve sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini, peygamberlerini bilmemek, elbette hiçbir cihette Allah’a iman hakikatı onda yoktur… Evet inkâr etmemek başkadır, iman etmek bütün bütün başkadır… Fakat O’na iman etmek, Kur’ân-ı Azîmüşşanın ders verdiği gibi, O Hâlıkı, sıfatlarıyla, isimleriyle, umum kâinatın şehadetine istinaden kalben tasdik etmek; ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak; ve günah ve emre muhalefet ettiği vakit, kalben tevbe ve nedamet etmek iledir…” (Risale-i Nur Külliyatı / Emirdağ Lâhikası, Cilt:1, 151. Mektup)

Elhasıl aslı bozulmuş din ve insan zekâ ve hayâlinin sınırladığı ve tanımladığı “tanrı, melek, ahiret, kitap”a inanıp – iman etmek başka; bir de son gönderilen ve tahrif edilmemiş Kur’ân-ı Kerîm, son Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.Â.V.) Efendimiz’in isim ve sıfat ve icraatlarıyla ta’rif edip, tanıttığı Allah’a, Peygamberlerine, Kitaplarına, Meleklerine, Ahirete iman etmek bütün bütün başka! (Gene Bedî’üzzaman’ın Risaleler’de ‘anlam itibariyle / mânaca’ geçen ifadesiyle; “İnkâr ve ret etmemek başkadır, kabul ve iman etmek başkadır, ret ve inkâr etmek başkadır.” (Risale-i Nur Külliyatı / Mektûbat / 26. Mektub / 1 ve 4. Mebhas)

Elhasıl “doğru Allah”a, “doğru iman” etmek; geçerli ve makbûl iman oluyor; bunu da Hz. Muhammed Efendimiz’den (S.Â.V.) öğrenebiliyoruz sadece! Hem bir insanı “müslüman”, yani “mü’min ve müslim” yapıp, İslâmiyet’e dahil eden ve diğer bâtıl din ve inançlardan ayıran en büyük ve temel fark ve ayrışma noktası zaten “Muhammedun Resulullah”a iman ve itaat etmesidir! Kelime-i Şehadet’in bu kısmını (haşa!) “teferruâtmış” gibi önemsiz görür ve gösterirsek; ortada ne Peygamberimiz’e vahyolunmuş, uyulacak bir Kur’ân-ı Kerîm kalır, ne de doğru bir Allah tasavvur ve inancı!

Elhasıl Hıristiyanlığı da, İslâmiyet gibi hak din olarak göstermek; “onlar da Allah’a inanıyor biz de Allah’a inanıyoruz, Peygamberlerin farklı olması önemli değil(!)” inancını yaymak; Müslümanların imanını sarsmak ve dinden çıkartmanın sinsi ve gizli bir yöntemidir! Çünkü dinimizde bir insan, son peygamber Muhammed Âleyhisselam’a inanmadıkça, O’na tabi olmadıkça; İslâmiyet’i son ve hak din, diğerlerini bâtıl ve nesholmuş, geçersiz din kabul etmedikçe Müslüman olamaz!

Eğer Hıristiyanlık ve diğer dinler bozulmayıp, doğru olsaydı ve bu aslı bozulmuş, eğer bozulmayan birkaç hüküm ve doğruları varsa bile son gelen İslâm’la bu ahkâmları da nesholmuş bu dinlerin sadece “bir tanrı’nın varlığına inanma”ları yeterli olsaydı; O’nun Peygamberimiz vasıtasıyla bildirdiği isim ve sıfatları ve son hak din İslâmiyet’le gönderdiği yeni emir – yasaklar teferruât kabilinden, önemsiz olsaydı; Muhammed Âleyhisselam’ın gönderilmesi de gereksiz, en azından teferruât olmaz mıydı!? Peygamberimiz’in, bütün ömrü boyunca, insanları İslâm’a davet etmesi; verdiği bunca mücadeleler haşa lüzumsuz muydu!? Öyle ya, “madem Hıristiyan ve Yahudiler de ‘tek tanrı’ya inanıyor, madem Peygamberimiz’i kabul etmeleri şart değil; yani madem o batıl dinlerde olanlar da Cennet’e gidecek(!)” ne lüzum var bunca insanın ölmesi, mücadele ve sıkıntıya!

Bedî’üzzaman Hazretleri Kelime-i Tevhid’in 2 rüknünün, yani Allah’a ve Peygamber Efendimiz’e (S.Â.V.) iman etmenin birbirinden ayrılamayacağını; zaten mantık olarak, Peygamber Efendimiz’e inanmayanların gerçek manada Allah’a iman etmiş olamayacağını; hatta imanın 6 esasının bir bütün olup, birine  inanmayanın, diğerlerine de inkâr ettiğini söyleyerek; amentüdeki 6 şarttan birine bile inanmayanın müslüman olamayacağını; müslümansa da “mürted” olup, küfre girdiğini söylemektedir. Risale-i Nur Külliyatı’ndan konuyla ilgili kısımları aşağıya aynen alıyoruz:

Saniyen: Mektubunuzda “Mücerred لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ kâfi midir? Yani مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ demezse ehl-i necat olabilir mi?” diye, diğer bir maksadı soruyorsunuz. Bunun cevabı uzundur. Yalnız şimdi bu kadar deriz ki: Kelime-i Şehadet’in iki kelâmı birbirinden ayrılmaz, birbirini ispat eder, birbirini tazammun eder, biri birisiz olmaz. Madem Peygamber Âleyhissalâtü Vesselâm Hâtemü’l-Enbiyadır, bütün enbiyanın vârisidir. Elbette bütün vusul yollarının başındadır. Onun cadde-i kübrâsından hariç hakikat ve necat yolu olamaz…

Fakat bununla beraber, en mühim bir cihet budur ki: Adem-i kabul başkadır, kabul-ü adem başkadır. Bu çeşit ehl-i cezbe ve ehl-i uzlet veya işitmeyen veya bilmeyen adamlar, Peygamberi bilmiyorlar veya düşünmüyorlar ki kabul etsinler. O noktada cahil kalıyorlar. Marifet-i İlâhiyeye karşı yalnız لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ biliyorlar. Bunlar ehl-i necat olabilirler.

Fakat Peygamberi işiten ve dâvâsını bilen adamlar onu tasdik etmezse, Cenâb-ı Hakkı tanımaz. Onun hakkında yalnız لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ kelâmı, sebeb-i necat olan tevhidi ifade edemez. Çünkü o hal, bir derece medar-ı özür olan cahilâne adem-i kabul değil; belki o kabul-ü ademdir ve o inkârdır. Mu’cizâtıyla, âsârıyla kâinatın medar-ı fahri ve nev-i beşerin medar-ı şerefi olan Muhammed Âleyhissalâtü Vesselâmı inkâr eden adam, elbette hiçbir cihette hiçbir nura mazhar olamaz ve Allah’ı tanımaz… (Risale-i Nur Külliyatı / Mektûbat / 26. Mektub / 4. Mebhas / 5. Mes’ele)

——–

Hem kabul etmemek başkadır, inkâr etmek başkadır. “Adem-i kabul” bir lâkaytlıktır, bir göz kapamaktır ve câhilâne bir hükümsüzlüktür. Bu surette, çok muhal şeyler onun içinde gizlenebilir. Onun aklı onlarla uğraşmaz. Amma inkâr ise, o “adem-i kabul” değil, belki o “kabul-ü adem”dir, bir hükümdür. Onun aklı hareket etmeye mecburdur. (Risale-i Nur Külliyatı / Mektûbat / 26. Mektub / 1. Mebhas)

——–

Neden bir cüz-ü hakikat-ı imaniyeyi inkâr eden kâfir olur ve kabul etmeyen Müslüman olmaz? Halbuki, Allah ve âhirete iman, birer güneş gibi o karanlığı izale etmek lâzım geliyor. Hem neden bir rükün ve hakikat-i imaniyeyi inkâr eden mürted olur, küfr-ü mutlaka düşer ve kabul etmeyen İslâmiyetten çıkar? Halbuki sair erkân-ı imaniyeye imanı varsa, onu küfr-ü mutlaktan kurtarmak lâzım geliyor.

Elcevap: İman, altı rüknünden çıkan öyle bir vahdânî hakikattir ki, tefrik kabul etmez. Ve öyle bir küllîdir ki, tecezzî kaldırmaz. Ve öyle bir külldür ki, kabil-i inkısam olmazlar. Çünkü, herbir rükn-ü imanî, kendini ispat eden hüccetleriyle, sair erkân-ı imaniyeyi ispat eder. Herbiri herbirisine gayet kuvvetli bir hüccet-i âzam olur. Öyle ise, bütün erkânı bütün delilleriyle sarsmayan bir fikr-i bâtıl, hakikat nazarında birtek rüknü, belki bir hakikati iptal edip inkâr edemez. Belki adem-i kabul perdesi altında gözünü kapamakla, bir küfr-ü inadî yapabilir…

Demek imanın altı rüknü birbirlerinden ayrılmaları mümkün değildir. Herbirisi umumunu ispat eder, ister, iktiza eder. O altı, öyle bir küll ve küllîdir ki, tecezzî kabul etmez ve inkısamı imkân hâricindedir. Nasıl ki, kökü göklerde tûbâ ağacı gibi, herbir dalı, herbir meyvesi, herbir yaprağı, o koca ağacın küllî, tükenmez hayatına dayanıyor. O kuvvetli ve güneş gibi zâhir o hayatı inkâr edemeyen, birtek muttasıl yaprağın hayatını inkâr edemez. Eğer etse, o ağaç, dalları ve meyveleri ve yaprakları sayısınca o münkiri tekzip edecek, susturacak. Öyle de, iman, altı rükünleriyle aynı vaziyettedir…

Ve tam anlaşıldı ki, bir Müslüman bir hakikat-ı imaniyeyi inkâr etse, küfr-ü mutlaka düşer. Çünkü, başka dinlerin icmallerine mukàbil İslâmiyette tam izahat verilmiş, rükünler birbiriyle zincirlenmiş. Muhammed Âleyhissalâtü Vesselâmı tanımayan, tasdik etmeyen bir Müslüman, Allah’ı da sıfâtıyla daha tanımaz ve âhireti bilmez. Bir Müslümanın imanı o kadar kuvvetli ve sarsılmaz hadsiz hüccetlere dayanıyor ki, inkârda hiçbir özür kalmıyor, âdeta akıl kabulde mecbur oluyor. (Risale-i Nur Külliyatı / 11. Şuâ / 9. Mes’ele)

6) FETÖ’nün dinimizi tahrif çalışmalarından diğer bir örnekte; Zaman Gazetesi’nin seneler önce okuyucularına dağıttığı Kur’ân meâl / tefsiri üzerinden; hem de bunu (Allahû Teâlâ rahmet eylesin) merhum Elmalılı Hamdi Yazır’a isnad ve iftira ederek yapması! Bunu da Yazır’ın “Hak Dini Kur’an Dili” isimli tefsirini, “sadeleştirme” adı altında, eserin orjinalini tahrif ederek yapması! Evet 70 küsur sene önce yazılmış esere, “sadeleştirme” diye yapılan tahrifatttan başkası değildi!

Örneğin: Eserin orjinalinde “Senden evvel de resul olarak başka değil, ancak kendilerine vahy veriyor idiğimiz erler göndermişizdir, ehl-i zikre sorun bilmiyorsanız” (Nahl Suresi, 43. Âyet) ifadesi, Diyalogçu FETÖ’nün elinde “(Ey Peygamber!) Senden önce de, kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını peygamber olarak göndermedik. Eğer bunu bilmiyorsanız Tevrat ve İncil Âlimlerine sorun” şeklinde tahrif edilerek; âyette geçen “ehli zikir”, ‘Tevrat ve İncil Âlimleri’ne dönüştürülmüştür!

1400 küsur senedir, tüm meâl ve tefsirlerde “bilenlere sorun” şeklinde anlaşılan ve anlatılan “ehli zikre sorun” ifadesi; üstelik âyetin siyak – sibak / kontekstine de uymayan; yani anlam ve bağlamının da reddettiği “Tevrat ve İncil Âlimlerine sorun” diye tahrif ediliyor! (Misâlen: Diyanet’in meâlinde âyetin anlamı: “Senden önce de kendilerine vahyettiğimiz kişilerden başkasını peygamber olarak göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, bilenlere sorun” diye geçiyor.)

Aşağıda  Elmalı merhumun âyetin meâlini verdiği orjinal metin, diğeri de Diyalogçu FETÖ’nün elinde, peygamberler hakkında bilgi almak için bizi, doğruyu yanlışla karıştırmış Yahudi ve Hıristiyan dinadamlarının bilgi ve şahitliğine başvurmaya çağıran tahrif edilmiş hâli:

Burada bu âyetin “Diyalogçu FETÖ”nün elinde (“diyalogcu” derken; tüm müslüman cemaâtler dışında, herkesle diyalog yapan ve yapmaya çalışan!); batıl ve neshedilmiş muharref dinlerin dinadamlarının bozuk bilgilerine değer ve önem, referans ve atıf yapması bir tarafa; bunu Elmalı merhumun ağzıyla, o demiş gibi yapması ikinci bir yalan ve iftira! Fakat şaşırmıyoruz, çünkü Rabbimiz’in “ehli zikre sorun” sözünü, “Tevrat ve İncil Âlimlerine sorun” şeklinde anlamlandırıp, değiştiren bu zihniyetten herşey beklenir ve beklenmeli!…

FETO’nun “Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü” safsatalarında şöyle bir problem de var: Müslümanlar, hıristiyan ve yahudilerin önceki aslı bozulmamış “din, peygamber ve kitaplarını” zaten kabul ediyor ama onlar bizimkini kabul etmiyor! Yani eşit ve ortak bir zeminde diyalog ve hoşgörü olacaksa, adım atması sırası onlarda!

Hem zaten Müslümanların, Hıristiyan ve Yahudilerle ticarî, kültürel, siyasî diyalog ve işbirlikleri kurmalarına mâni hiçbirşey yok! Onlarla beşerî – sosyâl – ekonomik ortaklık ve işbirlikleri kuracaksan kur ve zaten Selçuklu’dan beri bu işbirlikleri kurulmuş ve günümüzde de kuruluyor. Yani bizim, diğer inançta olan insanlarla “beşerî, sosyâl, ticarî” diyalog ve organizasyonlar kurmamıza herhangi bir engel yok!

Farklı dinlerden İnsanların Diyaloğu” veya “Farklı dinlerden Dinadamlarının Diyaloğu” yerine “Dinlerarası Diyalog” dersen olmaz! Çünkü “dinlerarası diyalog” olmaz, “insanlararası diyalog” olur; hele bir de “diyalog kuracağım” diye İslâmiyet hiçbir sentez, ekleme – çıkarma ve tavizi; hele bunun için nasları eğip bükmeyi kabul etmez! Bâtıl olan diğer dinler de, kendi nasları üzerinde oynanmasını kabul etmez.

Şimdi sormak lazım: Bu bir “dinlerarası diyalog” mu, yoksa “hak din İslâm’ı, batıl olan diğer dinlerle yakınlaştırıp”, sonraki aşamada “dinleri birleştirme” mi!? Konu sadece diyalogsa; yukarıda da belirttik, diyalog zaten asırlardır devam etmektedir. Mes’elâ İstanbul’da aynı mahallede, Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi komşuydular. Birbirlerinin inançlarına saygı gösteriyorlardı. Bugün de komşuluk ve sosyâl münasebetler kurmalarına bir mâni yok. Fakat hiçbir zaman bir Müslüman, nikâh için kiliseye, havraya gitmezdi! Onlar da câmiye gelmezdi. Herkes kendi ibadetini kendi mabedinde yapardı. Doğru ve olması gereken de zaten bu değil mi!? Bunun tersini düşünmek; inançların sınırlarına saygısızlık, daha da önemlisi İslâm’ı hafife almak ve sulandırmak olmaz mı!?

İllâ diyalog yapacağım diye; “ben de, sen de doğru olabiliriz”, bu mümkün mü!? Bu, kişinin dininden şüphe etmesi manasına gelir! Çünkü iman; “benim dinim doğru, diğer dinler yanlış” demektir. Dinimize göre; bir Müslüman “benim dinim doğru, senin dinin de doğru olabilir” derse o kimsenin dinle ilgisi kalmaz, dinden çıkmış olur! Çünkü inancımıza göre bugünkü Hıristiyanlık ve Yahudilik “hak din” değildir; bunlar İslâmiyet’in gelmesiyle, nesh edilip – yürürlükten kaldırılmıştır.

İslâmiyete göre; bir insan, son peygamber Muhammed Âleyhisselam’a inanmadıkça, O’na tâbi olmadıkça; İslâmiyet’i son ve hak din, diğerlerini bâtıl, geçersiz din kabul etmedikçe Müslüman olamaz. Başka dinlerden müslümanlığa geçenlerin dil ile ikrar ve kâlp ile tasdik etmesi gerektiği “kelime-i şehadet”in ihtiva ettiği anlam da zaten budur.

Efendim, diyalog ve hoşgörü devam edecekse, Hıristiyanlarla konuşurken ‘Sizin kitabınız bozulmuş, sonradan değiştirilmiş; hak din İslâm’ demeyeceksiniz.”(!) Yani diyalog ve hoşgörü uğruna kendi Dinimizin, Kitabımızın ve Peygamberimizin hak ve en son olduğunu söylemememiz gerekiyormuş! İllâ diyaloğa gireceğim diye “Dinimizin, Kitabımızın ve Peygamberimizin hak ve en son olduğunu” söylemeyecek–söyleyemeyecek ve belki bir sonraki aşamada “Emr-i bi’l Ma’ruf Nehy-i Ânil Münker” yapamayacak ve İslâm’ı tebliğ edemeyeceksek, olmasın bu diyalog! Hem “İbrahimî din” ifadesi de ne demek oluyor? Aslını, özünü, orjinalliğini kaybetmiş olan dinler Hz. İbrahim Âleyhisselâmın dini olamaz; yani “İbrahimî Dinler” olmaz, “İbrahimî Din” olur; o da İslâm’dır! (Bu paragraf, Gazeteci Ali EREN’in 17.Nisan.2000, Akit Gazetesindeki ifadesinin biraz değiştirilmiş hâlidir. Ayrıca yukarıdaki diğer birkaç paragrafta da bazı ifadelerine yer verilmiştir.)

FETO’nun “Dinlerarası Diyalog, Semavî Dinler, İbrahimî Dinler” safsatalarındaki sinsi tuzak ve akıl çeldiricileri farkedebilmek için: “Şüphesiz, Allah’ı ve peygamberlerini inkâr edenler, Allah’a inanıp peygamberlerine inanmayarak ayrım yapmak isteyenler; ‘(Peygamberlerin) kimine inanırız, kimini inkâr ederiz’ diyenler ve böylece bu ikisinin (imanla – küfrün) arasında bir yol tutmak isteyenler var ya; işte onlar gerçekten kâfirlerdir. Biz de kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.” (Nisa Suresi, Âyet 150 – 151) âyetini hatırlamakta zihin açıcı olabilir…

Dinlerarası Diyalog, İbrahimî Dinler, Semavî Dinler, Hoşgörü, Ilımlı İslâm” gibi yanlış söylemlerle; önceki dinleri nesheden ve yürürlükten kaldıran İslâm’ı, “Semavî – İbrahimî Din” paydasıyla diğer bâtıl dinlerle eşitleyen ve İslâm’ı “dinlerden bir din” olarak gösteren FETO’nun bu çarpık anlayışına göre; Hıristiyan ve Yahudiler’in de Sırat Köprüsü’nden geçip, Cennet’e gideceklerini gösteren; 13.Mayıs.2004’te Mardin’de, Dinlerarası Diyalog havarilerinin organizesiyle “Dinler ve Barış / Kültürlerarası Diyalog Platform / Sempozyumu”nda (müftü veya Diyanet İşleri Başkan Yardımcısından başka) Papaz, Patrik, Hahamın da sembolik “Sırat Köprüsü”nden geçirildiği video görüntülerini veriyoruz.

  1. Video: FETO’ya göre; Hıristiyan ve Yahudiler de Sırat Köprüsü’nden geçeçek(miş)!

https://youtu.be/h3LFv4NXFZU

  1. Video: FETO’nun kesin inandığı bir konuda Peygamberimizi bile (hem de rü’yada değil, uyanıkken, aynı suretiyle canlı olarak şimdi karşısına gelse bile!) dinlemeyecek kadar kibirli ve dikbaşlı ve sabit fikirli olduğunu gösteren sözleri var. (Hatırlarsınız; daha önceleri de, Rabbimiz’den vahiy getiren Cebrail Âleyhisselâm’ı dinlemeyeceğini ifade eden videosunu yayımlamıştık!)

FETO, Peygamberimizi bile Dinlemezmiş!

http://www.metabilgi.org/feto-peygamberimizi-bile-dinlemezmis/

Sorry, site not recognized

  1. Video: FETO’nun Cumhurbaşkanımız ERDOĞAN’a zina iftirası ve “ölümüm için 10 defa büyü yaptırdı” iftirası var!

FETO’dan ERDOĞAN’a Zina İftirası!

https://youtu.be/9etNrfQo29c

  1. Video: Konuyla ilgili olmasa da; kapatılmadan önce Samanyolu TV’nin çarpıtma / yalan haberlerinden bir örneği de ibret ve kayıt için koyduk.

Samanyolu TV’nin Çarpıtma Haberlerinden bir Örnek!

https://youtu.be/re2IBpKtv78

Bu yazıyı burada bitirecektik ama üstad Bedî’üzzaman’ı zan ve töhmetlerle perdelememek ve gelebilecek şüphe ve iftiraları bertaraf etmek için bir konuyu daha netleştirmemiz gerekiyor. O da şu: Yukarıda Bedî’üzzaman’dan yaptığımız nakillerden de anlaşılacağı gibi; O asla Yahudi ve Hıristiyanların kendi dinlerinde kalabileceklerini, İslam’a girmeseler bile kurtulacaklarını söylememiştir!

Ayrıca 1951 yılında Vatikan’la kurduğu münasebette İslâmiyet’in tebliğini yapmıştır, öyle Papa’ya diyalog ve ortak işbirliği mektubu ve teklifi göndermemiştir! Tam tersine Hz. Muhammed Efendimiz’in (A.S.M.) peygamberliğini ve Kur’ân’ın mu’cizelik ve Allahu Teâlâ’dan geldiğini, Tevhid ve Haşri izah ve isbat eden “Zülfikar Mecmuâsı” ve “Asâ-yı Musa” kitabını Papa’ya göndermiştir. Yani Papa’nın enesi ve temsil ettiği makamın hassasiyetini dikkate alarak, İslâm’ı indirekt tebliğ ve teklif etmiştir.

Öyle; Vatikan’ın projesi olup, FETO’dan çok önceleri başlatılan “Dinlerarası Diyalog” projesinin Türkiye (ve/veya Ortadoğu) sorumlusu olmayı gönüllü olarak, hem de sevinç ve minnetle isteyen, bunu talep ve kabul eden FETO’nun 10.Şubat.1998 Zaman Gazetesi’nde yayınlanan, Papa II. John Paul’a yazdığı mektupta dediği gibi: “Papa 6. Paul Cenapları tarafından başlatılan ve devam etmekte olan Dinlerarası Diyalog için Papalık Konseyi (PCID) misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz. Bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz. En aciz bir şekilde, hatta biraz cüretle, bu pek kıymetli hizmetinizi icra etme yolunda en mütevazı yardımlarımızı sunmak için size geldik” [Kaynak: Mesut Erişen, Mustafa Ermek – Roma / VATİKAN (Zaman) 10 Şubat 1998 Zaman Gazetesi] dememiştir!

Risaleler’de geçen; bazı ehl-i kitabın, “ehl-i necat” olabileceği ifadesi de “ehli fetret”, hususan 2. Dünya Savaşı gibi bir afette ölen mazlûm ve ma’sum gayri müslimler için olup; bu tespit veya kanaâti de, İslâm Tefekküründe yeni ortaya çıkmış bid’ât bir görüş ve içtihad veya şaz bir yorum değildir. O bu ifadesiyle, “ehli fetretin kurtulabileceğini” söyleyen İmam-ı Gazalî (R.Â.) ve İmam-ı Şafiî (R.Â) ve İmam-ı Eş’ârî’nin (R.Â.) içtihad ve kanaâtlerini ifade ve izah, tasdik ve kabul etmiştir sadece. Bedî’üzzaman’ın konuyla ilgili sözleri aynen şöyle:

Şiddet-i şefkât ve rikkatten, bu kışın şiddetli soğuğuyla beraber mânevî ve şiddetli bir soğuk ve musibet-i beşeriyeden biçarelere gelen felâketler, helâketler, sefaletler, açlıklar şiddetle rikkatime dokundu. Birden ihtar edildi ki: Böyle musibetlerde kâfir de olsa hakkında bir nevi merhamet ve mükâfat vardır ki, o musibet ona nispeten çok ucuz düşer. Böyle musibet-i semavîye mâsumlar hakkında bir nevi şehadet hükmüne geçiyor.

Üç dört aydır ki, dünyanın vaziyetinden ve harbinden hiçbir haberim yokken; Avrupa’da, Rusya’daki çoluk çocuğa acıyarak tahattur ettim. O mânevî ihtarın beyan ettiği taksimat bu elîm şefkâte bir merhem oldu. Şöyle ki:

O musibet-i semavîyeden ve beşerin zâlim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felâketten vefat eden ve perişan olanlar, eğer onbeş yaşına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun şehid hükmündedir. Müslümanlar gibi büyük mükâfat-ı mâneviyeleri, o musibeti hiçe indirir.

Onbeşinden yukarı olanlar, eğer mâsum ve mazlum ise, mükâfatı büyüktür, belki onu Cehennemden kurtarır. Çünkü âhirzamanda madem fetret derecesinde din ve Din-i Muhammedîye (A.S.M.) bir lâkaytlık perdesi gelmiş. Ve madem âhirzamanda Hazret-i İsâ’nın (Â.S.) din-i hakikîsi hükmedecek, İslâmiyetle omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa’ya (Â.S.) mensup Hıristiyanların mazlûmları, çektikleri felâketler onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zaifler, müstebit büyük zâlimlerin cebir ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet onlar hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalâletinden ve küfründen gelen günahlara keffaret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır diye hakikâtten haber aldım, Cenab-ı Erhamürrâhîmine hadsiz şükrettim. Ve o elîm elem ve şefkatten tesellî buldum.

Eğer o felâketi gören zâlimler ise ve beşerin perişaniyetini ihzar eden gaddarlar ve kendi menfaati için insan âlemine ateş veren hodgâm, alçak insî şeytanlar ise, tam müstehak ve tam adalet-i Rabbaniyedir.

Eğer o felâketi çekenler mazlumların imdadına koşanlar ve istirahat-i beşeriye için ve esasat-ı dinîyeyi ve mukaddesat-ı semavîyeyi ve hukuk-u insanîyeyi muhafaza için mücadele edenler ise, elbette o fedakârlığın mânevî ve uhrevî neticesi o kadar büyüktür ki, o musibeti onlar hakkında medâr-ı şeref yapar, sevdirir. (Risale-i Nur Külliyatı’ndan Kastamonu Lâhikası, 76. Mektub)

Bizim de “Biz Resul göndermediğimiz bir kavme azap etmeyiz” (İsrâ Sûresi, 15. Âyet) Âyeti Kerîmesi sırrınca kurtulabileceklerine kanaâtimiz var. Bu, yukarıda Bedî’üzzaman Hazretlerinin naklettiğimiz yazısında da belirttiği gibi, kendi kanaâtinden ibarettir. Kanaâte de; Kur’ân, Sünnet ve İcma-yı Ümmet’e aykırı olmamak şartıyla itiraz edilmez.

İmam-ı Gazalî’nin (R.Â.) Faysalü’t Tefrika adlı kitabındaki mevzuumuz ile ilgili bölümü şöyle: “İnancıma göre, İnşâallah Allah-ü Teâlâ, zamanımızdaki Rum, Hrıstiyan ve Türklerin pek çoğunu da Rahmet-i İlâhiye şümûlüne alacaktır. Bunlardan maksadım, uzak memleketlerde yaşayan ve kendilerine İslâm’ın dâveti ulaşmayan Rum ve Türklerdir. Bunlar üç kısımdır: 1) Hazret-i Muhammed’in (A.S.M.) ismini hiç duymamış olanlar. 2) Hazret-i Peygamberin ismini, sıfatlarını ve gösterdiği mu’cizelerini duymuş olanlar. Bunlar İslâm memleketlerine komşu olan yerlerde veya Müslümanlar arasında yaşayan kimselerdir. Bunlar kâfir ve mülhidlerdir. 3) Bu iki derece arasında bulunan gruptur. Hazret-i Peygamber’in ismini duymuşlarsa da vasıf ve hususiyetlerini duymamışlardır. Daha doğrusu; bunlar Hazret-i Peygamber’i tâ küçüklüklerinden beri ‘ismi Muhammed olan, peygamberlik iddiasında bulunan birisi(!)’ olarak tanımışlardır. Tıpkı bizim çocuklarımızın ‘El Mukaffa adında birisinin, Allah’ın kendisini peygamber olarak gönderdiğini iddia ettiğini’ duymaları gibi. Kanaâtime göre bunların durumu birinci grupta olanların durumu gibidir. Çünkü bunlar Hazret-i Peygamber’in ismini, haiz bulunduğu vasıfların zıdlarıyla birlikte duymuşlardır. Bu ise hakikâtı araştırmak için insanı düşünmeye ve araştırmaya sevk etmez. Bunlar da birinci grup gibi ehl-i necattırlar.” (Faysalü’t Tefrika, İmam-ı Gazalî, sayfa 96)

Konuyla ilgili çeşitli İslâmî kaynaklarda yazanların özeti: “Ehl-i Fetret”; yani Peygamberimizi, İslâmiyet’i hiç duymamış, duymuşsa da hep “yalancı peygamber, deccal, bâtıl din” şeklinde hep menfî olarak işitmişler. Konu: Dünyanın, haberleşme imkânlarından mahrum ücra bir köşesinde veya esaret altındaki bir beldede dünyaya gelen bir insanın, bir İslâm ülkesinde dünyaya gelen insanla nasıl bir tutulacağı; bu iki şahsın imtihan şartlarındaki adaletin nasıl izah edilebileceği? Sonuçta herkes, gördüğü derslerden sorumlu olup, sınav soruları da buralardan çıkar…

Burada diğer bir ayrışma noktası: “Ehli Fetret”; Hanefîlerin itikattaki imamları olan Mâtüridî’ye göre sadece kendisinin ve bu âlemin bir yaratıcısı olduğunu bilmekle mükelleftir. Diğer iman hakikâtlerine ve İslâmî hükümlere aklıyla erişemeyeceği için, onlardan mes’ul değildir. Şâfiîlerin büyük çoğunluğunun itikattaki imamları olan İmam-ı Eş’arî’ye göre ise; böyle bir kimse Allah’a iman etmese de ehl-i necattır. (Bedî’üzzaman da Şafiî mezhebindendir.) Fakat, ilm-i kelâm âlimlerinin büyük çoğunluğu birinci görüşü benimsemişlerdir…

Fetret”, inkıta manâsınadır. Bi’set-i enbiyânın inkıtaiyla vahy-i İlâhî’nin münkatı olduğu zamana denir. Hazret-i İsa ile Hâtem-ül Enbiyâ Hazretleri’nin arasında yaşayan insanlar gibi. Böyle bir zamanda yaşayan insanlara “ehl-i fetret” denir. Bi’set-i Nebeviyye’den sonra dünyaya geldikleri halde, toplum ve medeniyetlerden uzak, dağ ve ormanlarda yaşadıkları için kendilerine İslâm tebliği ulaşmayanlar da buna dahildir. Bunlar bu cihetle mazur olduklarından “namaz, oruç” gibi şer’î ahkâm ile mükellef olmazlar. Ancak Allahû Teâlâ’ya imanın bunlara farz olup olmaması hususunda ihtilâf vardır. Eş’arîye’ye göre; vahiy olmadan mücerred akıl ve nazar, Allah’a iman ve O’nu tanımak için kâfi değildir. Bu sebepten “ehl-i fetret” iman etmediklerinden dolayı sorumlu olmamaları gerekir. Nitekim, “Biz bir kavme Resul göndermedikçe azap etmeyiz” (İsrâ Sûresi, 15. Âyet) nass-ı Kur’ânîsi de bunu nâtıktır. Fakat Mâtüridîyye İmamları derler ki: “Allahû Teâlâ’ya imân etmek fıtrat ve yaratılış muktezasıdır. Herkes, aklen, Rabbimiz’in varlık ve tekliğini kâinat ve kendi vicdanında görüp, hissedebilir. Bir insan nerede ve hangi zamanda bulunursa bulunsun, daima nazarına çarpan binlerce yaratılış mu’cizelerini görüp dururken; ‘bu mu’cizevî, harika şeylerin büyük bir yaratıcı ve gözeteni olmalı’ kanaât ve düşüncesinin akla gelmemesi mümkün olamaz. Akıl ve vicdan ve fıtratlarının iktizasına rağmen gene de bu kadarcık bile iman ve ma’rifet kazanamayan bu insanlar için ‘Biz bir kavme Resul göndermedikçe azap etmeyiz’ âyetiyle nefyolunan azaptan maksad ise dünya azabıdır, âhiret azabı değildir. Yahut bu Âyet-i Kerîmenin anlattığı ‘azap etmeyiz’; salt akıl ve vicdanla bilinme ve idrâki mümkün olmayan ‘ahlâk ve ibadet-i şer’îyyenin uygulanmamasından dolayı azap etmeyiz’ demektir. Yani ‘azap etmeyiz’; aklen ve vicdanen idrak ve sezilmesi mümkün olan iman ve ma’rifetullahın terkini kapsamaz.

“Ehl-i fetret” hakkında detaylı bilgi için şu kaynaklara bakılabilir: Ruh’ul Meânî, Al’usî, 15.Cilt, 42. Sayfa / Cevheretü’t Tevhid, İbrahim Lekkanî, 29. sayfa / Mezâhib-i Erbaa, Abdurrahman Cezerî / Şerhu’l-Emâli ve Şerh âlel-Fıkhi’l-Ekber, Aliyyü’l-Karî.

Ayhan KÜFLÜOĞLU / 29.Eylül.2016

FETÖ üzerinden Said Nursi’ye Bakmak Fitnedir

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, son zamanlarda FETÖ üzerinden Risale-i Nur ve Bediüzzaman Said Nursi’ye saldırmaya çalışanlara cevap verdi. Nurculuğun 1980’li yıllardan itibaren FETÖ’yü dışına attığına dikkat çeken Görmez, FETÖ üzerinden Said Nursi ve Risale-i Nur’u değerlendirmenin son derece yanlış olduğunu söyledi.

NTV’de Oğuz Haksever’in sorularını cevaplayan Görmez, “fitne”ye dikkat çekti. Cemaat ve tarikatların realite olduğunu vurgulayan Görmez, FETÖ bahanesiyle bu yapılan eleştirilerin doğru olmadığını söyledi.

Görmez’in sözleri şöyle:

BÜTÜN CEMAATLERİ AYNI KATEGORİYE SOKMAK DOĞRU DEĞİLDİR

“Benim en büyük korkum, bu sürecin bir fitneye dönüşmesi. Fitne kelimesi dinin insanları ikaz etmek için kullandığı çok önemli bir kavramdır. Kur’an-ı Kerim “Fitne adam öldürmekten daha beterdir, daha şiddetlidir” diyor.

Çeşitli fitneler dolaşabilir o fitnelerden bir tanesi de bu ihanet üzerinden birtakım bütün yapıları aynı kategoriye sokarak suçlamak. Dünyaya İslam’ın mesajı geldiği andan itibaren Hz. Peygambere (asm) mensubiyeti ifade eden bir ümmet kavramı vardır ve o ümmetin vahdet içinde olması istenmiştir. Bu vahdeti parçalamayacak İslam’ın temel referanslarına sadık yapılara biz cemaat diyoruz. Aslında daha çok tarikat deniyordu. Bu tarikatlar tasavvuftan neşet etmişlerdi. Tasavvufi yapılardı. İslam tarihi içinde hep bir realite olmuştur. Doğruları olmuştur, yanlışları olmuştur.

FETÖ dediğimiz bir ihaneti konuşurken o ihanet üzerinden nice masum yapıları içerisinde barındıran bütün din hizmetine, din eğitimine katkıda bulunan bütün cemaatleri aynı kategoriye sokmak doğru değildir. Türkiye’de cemaatlerin büyük bir kısmı. Her birinin tarihi bir geçmişi, geneleği vardır.

Siz İsmailağa dergahı, Nakşi dergahı dediğinizde bir kaç asır geriye gidebilirsiniz. Cumhuriyetin ilk yıllarındada tekkeler, dergahlar, bunlar yasaklandıktan sonra her biri farklı bir şekle bürünmek istedi. Din eğitimin olmadığı zor zamanlarda topluma yönelik çok hizmetleri olanlar oldu. Buradan bakarak tamamını aynı kategoriye sokmak doğru değil. Özeleştiriye onların ihtiyacı yok mu? Evet ihtiyacı var.  Aynı hataya düşmemeleri için her birisinin özeleştiri yapması gerekiyor.

CEMAAT VE TARİKATLAR İÇİN CUMHURİYET TARİHİ BOYUNCA İKİ YANLIŞ YOL KONUŞULDU

Cumhuriyet tarihi boyunca iki yol konuşuldu. Bütün cemaatlerden kurtulmanın yolu olarak iki yol zaman zaman önerildi. ‘Ya yasaklamak’, hiçbir zaman çare olmamıştır. Çare olmaz, doğru da değildir. Biri de “Devletleştirmek, hepsini Diyanet’e bağlayalım, hepsini kontrol altına alalım.”

Bu da doğru olmaz. Doğru olan İslam’ın ana yolundan sapmamaları için yanlış yola sapmamaları için şeffaf olmaları, liyakat ve sadakat esaslarına bağlı kalmalarını sağlayacak bir mekanizmanın oluşması ve belki de en önemlisi de bütün bunlarla beraber kendi iç disiplinlerini kurmalarını sağlamak. Yani birisi yanlış bir şey İslam’a aykırı bir şey söylediği zaman aldatanla, aldatmayan tefrik edilmeli. Güvenliğimizi tehlikeye sokacak bir davranış içerisine girmemeli. Cemaatin liderinin söyledikleri vahiy yerine konmamalı, ona bir kutsiyet atfedilmemeli. Kendisiden olmayanı dalalete görmemeli, tekfir etmemeli, tevsik etmemeli, tadlil etmemeli.  Aldığı bir kuruş zekati bile nereye harcadığını görmeliyiz.

FETÖ ÜZERİNDEN NURCULUĞU, RİSALE-İ NUR’U VE SAİD NURSİ’Yİ OKUMAK FİTNEDİR

FETÖ denilen bu yapı bir cemaatin içinden çıktığı iddia ediliyor. O da Nurculuk yahut Risale-i Nur Külliyatı denilen bir yapı içerisinden, grup içerisinde. Ve aynı şekilde bu dönemde ortaya çıkan fitnelerden bir tanesi de yine bu yapı üzerinden topyekün Nurculuğu okumak, hatta buradan Said Nursi ve onun bütün eserlerini aynı kategoriye sokarak değerlendirmenin de ben açıkça yanlış olduğunu ifade etmek isterim.

RİSALE-İ NUR ALLAH’I ANLATMAK KONUSUNDA SON DERECE BAŞARILIDIR

Çünkü (Risale-i Nur) materyalizmin bilhassa ateizmin, “Allah yok” düşüncesinin egemen olduğu zamanlarda, bu topraklarda, kainatın ayetleri üzerinden, kevni ayetler üzerinden bu toprakların çocuklarına ve bu dünyanın insanlarına Allah’ın varlığını ve birliğini anlatmak konussunda son derece başarılı bir projedir.

NURCULUK CEMAATİ 1980’DE FETÖ’YÜ DIŞINA ATTI

Burada hatalı olan şahıslara ve eserlere kutsiyet atfetmektir. Bu doğru değildir. Kaldıki zaten hiç kimse de bunu yapmaz. Kutsiyeti sadece Allah verir. Kendisi bizatihi, “baki hakikatler fani şahsiyetler üzerine bina edilmez” sözü Bediüzzaman Said Nursi’ye aitttir. FETÖ üzerinden bütün cemaatleri aynı kategoriye sokmak ve değerlendirmek yanlıştır. Ama orada yapılması gerekenler vardır.

FETÖ üzerinden bu topraklardan çıkan özgün eserleri, Risale-i Nur’u kaldı ki Nurculuk cemaati de 80’li yıllardan itibaren FETÖ’yü dışına atmış bir yapıdır. Eserlere, eserin naşrini bir kutsiyet atfetmek yanlış olur. Ama FETÖ üzerinden okumak ve ötekileştirmek de doğru değildir. Bunu da açıkça ifade etmek isterim.

Kaynak : Risale Ajans

Tuzak içinde Tuzak, Darbe içinde İşgal var!

Evet; harp hiledir, fakat kafire ve düşmana karşı hiledir, yanındaki ve semtindeki Müslüman kardeşine karşı değil! Sana,“inançlıdır, namazında niyazındadır” vs. diyerek güvenip, sizi devlet kadrolarına yerleştirenlere karşı değil. Evet; harp hiledir, yoksul haliyle gaz lambası ışığında sabahlara kadar ders çalışıp liyakat kazandığı halde, çalınmış sorular nedeniyle devre dışı kalan din kardeşine karşı değil. Halkına bombalar atarak, sivillere kurşunlar sıkarak, tanklarla ezerek hayattan kopardığın, aynı camide birlikte secdelere gittiğin dindaşına karşı değil!!! Acaba, bunları anlayamayacak kadar sizi KÖR eden sebep nedir?…
Kainatın en doğru sözlüsü olan Allah cc Rasül’ünün,“Bizi aldatan bizden değildir” (Sahih) Hadisi Şerifini bildiğiniz halde, bu masum ve temiz halkı 40 seneden beri niçin aldattınız? Sizlere inanıp kendilerini “hizmet ediyoruz” zannı ve iyi niyetiyle, fedakarca çalışan %80 teb’anızın tüm çalışmalarını niçin heba ettiniz? Onları niçin hayal kırıklığına uğrattınız? Sizlere verdiklerine ve yıllarca hizmetlerine niçin pişman ettiniz? Bunların perişaniyetinin ve mağduriyetin vebali, tamamen sizin üzerinizedir, bilesiniz!…
• Eyy FETÖ önde gidenleri! “Ava giden avlanır” misali, sizler de ALDATILDINIZ!…
Usulsüzlüklerin ve yolsuzlukların cirit attığı dershanelerinin kapatılmasını bahane ederek düşman olduğunuz, TC Cumhurbaşkanına ve Hükümetine zarar verebilmek amacıyla, güzel ülkemizi 2023’ten önce İŞGAL etme planları yapan müttefik ülkelerin kucaklarına düştünüz. Oysa dershanelerinizin ıslahı için sizlere 2-3 sene mühlet de verilmişti. Veya meşru dairede muhalefet yolları da size tamamen açıktı. Bunun yerine Vatana ve millete acımasızca ve kalleşçe İHANETİ niçin seçtiniz? Bu masum halka hiç mi acımadınız?…
Bütün müsamahalara rağmen, “yeter ki Sn. Erdoğan veya bu hükümet zarar görsün, ne olursa olsun” moduna girdiğiniz için, bu büyük İŞGAL kuvvetlerinin emir ve planlarıyla hareket ettiniz. Yani hem sizlere zamanında kucak açanlara kalleşlik yaptınız ve ihanet ettiniz. Hem de buişgale zemin hazırlamak için, sinsice kümelendiğiniz önemli makamlardan, devlet sırlarını çalarak bu şerişgal kuvvetlerine peşkeş çektiniz.

2023’teki haklarımızı geri vermemek için haçlı seferleri düzenleyen şer güçlerin bu sinsi tuzaklarına niçin düştünüz? Evet, sizler de aldatıldınız ve bu sinsi tuzaklara resmen düşürüldünüz. Hani güvendiğiniz zat Hz. Muhammed’den emir alıyordu? Bu doğru olsaydı, böyle mi olurdu?…

Eğer bu darbe girişiminde sizler başarılı olsaydınız, kısa bir zaman sonra o müttefik ŞER güçler tarafından, sırf sizde kalan dini kırıntılar nedeniyle, sizler de diskalifiye edilecektiniz. Çünkü onların sinsi planlarına göre bu bir darbe girişimi değildi, bir piyon hamlesiydi. Sizi kullandılar. 15 Temmuz FETÖ darbe girişiminden sonra, İŞGAL güçlerinin de devreye sokulmasının plan dahilinde olduğu çok net ortaya çıktı. İşte size 2023 Sonrası olması gereken harita (1.) ve İŞGAL sonrası için tasarlanmış harita. (2 ve 3.)
1.   2.  3.
Yani; İzmir, Manisa, Edirne, Kırklareli, Yunan işgal bölgesi… Balıkesir, Uşak, Denizli Aydın, Isparta, Antalya, Niğde, Konya,İtalyan işgal bölgesi… Artvin, Rize, Trabzon, Erzurum, Erzincan, Ermenistan işgal bölgesi… Tokat, Sivas, Malatya, Adana, Maraş, Antep, Urfa, Mardin,Fransız İşgal bölgesi… Siirt ve Musul, İngiliz işgal bölgesi… Marmara ve boğazlar bölgesi ABD ağırlıklı müşterek alan olması yerli ve yabancı haritalarla planlanmıştı. (Bkz. İnternet.)
FETÖ ve diğer tüm terör örgütleri,işte bu netice için ülkemizin üzerine salıverilmişti. Bunlar,yıllardan beri ferasetli siyaset bilimci yorumcular tarafından dillendiriliyordu. Şu anda ise bütün çıplaklığı ile ortaya çıkmıştır. Bundan sonra bölünme ve birlik-beraberliğimizi bozma adına hiç kimsenin mazereti yoktur.

Kesinlikle YEKVÜCUT ve güçlü olma zamanıdır…

Kısacası ülkemiz gerçekten Yüce Rabbimizin İnayetiyle, başkomutanımızın ferasetiyle ve bu mümtaz halkımızın canhıraş dirayetiyle çok büyük bir tehlike atlatmak üzeredir. Şimdi bu dış tehlikelere karşı tam tedbir alarak, suçluları ve sorumluları yargılama ve en ağır cezalar ile cezalandırma zamanıdır…
NETİCE: Olan, şu masum millete oldu. Olan,“hizmet ediyoruz” zannıyla aldanan ve şu anda travmalar geçiren, paralelin %80 masum hizmet ve himmet ehline oldu. Olan, son 7-8 sene içinde en hızlı kalkınan ülkelerden 4 kat daha hızlı kalkınan şu güzelim ülkemize oldu. Olan, zulüm ve işgal altında inleyenlerin tek ümidi “Türkiye’nin güçlenmesi” olan masum İslam ülkelerine oldu.

Oysa bu tuzaklara düşülmeyip, kendilerine güvenen devletiyle meşru dayanışmalar içinde olunsaydı, şu anda Türkiye tüm İslam ülkelerinin lideri ve sanayileşen dev ülkeler arasında lider pozisyonunda olacaktı. Bu zorunlu tökezlemenin, daha doğrusu tökezletmenin vebali tamamen, FETÖNÜN İHANET kanadına aittir. Elbette ticaret kanadında olanlar da mes’uldür, asla masum değil…

• Hele hele şimdi, bütün bu ortaya çıkmış ve çıkarılmış açık ve NET tabloya rağmen, hala pişmanlık duymayan FETÖ sempatizanı var ise onlara da YAZIKLAR OLSUN, yuuuuh olsun. Hatta lanetler olsun!!!…
• Ne mutlu bunları fark edip göğüslerini mermilere, tanklara ve bombalara siper edenlere. Ne mutlu bunları fark edip ‘ilk hedefte olan başkomutanlarına’ ve güzel ülkesine sahip çıkanlara. Ne mutlu (geç te olsa)“ben bu hainlere nasıl da aldanmışım, yazıklar olsun bana” diye pişmanlıklar duyarak, tövbe edenlere ve ülke bütünlüğüne sahip çıkmada diğerlerini geçenlere. Ne mutlu, 2023 haklarımızı alıncaya kadar, yekvücut olup kenetlenenlere…
A.Raif Öztürk – Risale Ajans

Sultan Muhammed Alparslan ve Haşhaşiler

Büyük  Selçuklu Devleti’nin ikinci hükümdarı olan büyük devlet adamı Alparslan, Müslüman Türklerin Orta Asya’dan Anadolu’ya gelişlerini ve mücadelesini yöneten askerî komutan ve hükümdardır. Gerçek adı Muhammed olup, daha çok unvanı olan Alparslan adıyla tanınmaktadır.

Üzerinde yaşadığımız bu cennet vatanı bizlere armağan eden ecdadımızdan birisi de Sultan Alparslan’dır. İslâm’ın bu bahadır evlâdı Malazgirt’te kalabalık Bizans ordusunu perişan ederek Anadolu’nun kapısını Müslümanlara açmıştır. Fetih ordusu da açılan bu kapılardan tekbirlerle girmiştir ve her karışını kanlarıyla sulayarak kendilerine vatan edinmişlerdir…

Sultan_Alp_ArslanAlparslan, amcası Tuğrul Beyin 7 Eylül 1063’te evlat bırakmadan vefat etmesi üzerine, 7 Aralık 1063’te Selçuklu Beyleri tarafından tahta çıkarıldı ve kendisine biat edildi. Kısa zamanda bütün Selçuklu beyleri ve Tuğrul Beyin veziri El-Kunduri de Alparslan’a biat etti  27 Nisan 1064 günü Halife Kaim bi Amrillah’ın da hazır bulunduğu bir mecliste cülus merasimi yapıldı ve Alparslan sultan ilan edildi.

Alparslan ilk icraat olarak, asayişi temin etti. İsyanları bastırdı. Devlet teşkilatına ve orduya çeki düzen verdi. Akabinde de fetih harekâtına başladı. 1064’te bir Hıristiyan krallığı olan Gürcistan’ı fethetti. Kars’ı ve Ani’yi aldı.

Devleti için Bizanslıları devamlı bir tehdit unsuru olarak gören Alparslan, düşman üzerlerine gelmeden önce düşmanın üzerine gidilmesi yolunu seçti ve namlı kumandanlarını Anadolu’ya akınlara gönderdi. Bunlardan, Gümüş Tekin, Afşin ve Ahmed Şah Anadolu içlerine daldılar ve Bizans ordularını bozguna uğrattılar.

Afşin Bey 1067’de Malatya civarında çok kalabalık Bizans ordusunu bozguna uğratmış, Kayseri’yi fethederek Orta Anadolu’ya kadar ilerlemişti.

Afşin Bey 1069 senesinde de Anadolu’da Bizans ordusunu bozguna uğratarak akınlara devam etmiş ve Ege sahillerine kadar ilerlemiştir.

Alparslan, Kutalmışoğlu Süleyman Şah’a da Anadolu’nun fethini emretmişti. Bu namlı kumandan aldığı emir üzerine süratle Anadolu’ya dalmış ve fetih harekatına başlamıştı.

Selçukluların Anadolu’da üst üste kazandıkları zaferlerden ürken Bizanslılar, kesin netice almak için büyük bu ordu hazırlamışlardı. İki yüz bin kişilik bir büyük ordunun başına imparator Romanos Diogenes geçmişti. Niyetleri Müslüman Türkleri Anadolu’dan çıkarmak, hatta bütün Selçuklu topraklarını ele geçirerek bu devleti ortadan kaldırmaktı. Bu niyetle yola çıkmışlardı ve kendilerinden de son derece eminlerdi. Böyle kalabalık bir orduya kimsenin karşı koyamayacağını zannediyorlardı.

Bizans ordusu şarka doğru ilerlediği esnada Alparslan Halep civarında bulunmaktaydı. Niyeti, bütün Suriye’yi fethetmekti. Bizanslıların Anadolu’nun doğusundaki yerleri ele geçirip Azerbaycan’a girmek maksadıyla ilerlediklerini haber alınca ordusunun bir bölümünü Suriye’nin fethi için bırakıp kalan 54 bin kişilik kuvvetle süratle yola çıktı. Fırat’ı geçip, Diyarbakır yoluyla Ahlat’a doğru hareket etti. Bu esnada Bizans ordusu Malazgirt’e gelerek kaleyi ele geçirmişti.

Sultan Alparslan, Buharalı İmam Muhammed Bin Abdülmelik’in tavsiyesi üzerine muharebeyi Cuma gününe denk getirmişti. 26 Ağustos 1071 Cuma günü bütün İslam beldelerinde ve Malazgirt ovasında kılınan Cuma namazında halifenin gönderdiği şu hutbe ve dua okunmuştur:

“Allah’ım! İslâm’ın sancaklarını yükselt ve hayatlarını Sana kulluk için esirgemeyen mücahitlerini yalnız bırakma! Ya Rabbi! Alparslan’ı düşmanlarına karşı muzaffer kıl ve onun askerlerini meleklerin ile kuvvetlendir! Zira O, Senin rızanı kazanmak için varlığını, canını ve her şeyini fedadan sakınmıyor. O Senin yolunda ve dininin üstünlüğü için nasıl cihat yapıyorsa Sen de onu öylece koru ve düşmanlarını kahret!”

Malazgirt ovasında kılınan Cuma namazından sonra bütün erler bir birleriyle helalleşmişti. Alparslan beyaz bir elbise giymişti.

Toplanan askerlerin yanına gelen Alparslan, atından inerek secdeye varmış ve Âlemlerin Rabbine şöyle niyazda bulunmuştu:

‘Ya Rabbi! Seni kendime vekil yapıyor, azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda cihad ediyorum. Ey Allah’ım! Niyetim halistir, bana yardım et, sözlerimde hilaf varsa beni kahret!”

Sultan Alparslan daha sonra askerlerine dönerek şöyle demiştir:

“Burada Allah’tan başka bir sultan yoktur; emir ve kader tamamıyla O’nun elindedir. Bu sebepten benimle birlikte savaşmakta veya savaşmamak için uzaklaşmakta serbestsiniz.”

Askerler heyecanla, hep bir ağızdan; “Asla emrinden ayrılmayacağız!” diye haykırmışlardı. Alparslan konuşmasına şöyle devam etmiştir:

“Ey askerlerim! Eğer şehid olursam bu beyaz elbise kefenim olsun, Zaferi kazanırsak önümüzde çok hayırlı günler olacaktır. Ey askerlerim ve kumandanlarım! Daha ne zamana dek biz azınlıkta düşman çoğunlukta olmak üzere, böyle bekleyeceğiz. Düşmanı yenersek arzu ettiğimiz netice hasıl olacaktır. Yoksa şehit olarak Cennete gideceğiz. Beni izlemek isteyenler gelsinler. Geri dönmek isteyenler serbestçe dönsünler. Onlara hiçbir ceza verilmeyecektir. Bugün burada ne emreden bir sultan, ne de emir alan bir asker vardır. Ben de sizlerden biriyim ve sizinle birlikte savaşacağım.”

Bu konuşmasından sonra oku, yayı atarak kılıcını sıyıran Alparslan, “Bismillah!” diyerek en ön safta düşmana doğru at sürmüştür. Kumandanlarının arkasından şimşek gibi Bizans ordusu üzerine atılan 54 bin er, düşman ordusunu perişan etmişti. Gün boyu devam eden savaş neticesinde Müslümanlar kesin zaferi kazanmış, kılıç artığı Bizans askerleri yüz geri kaçmağa başlamışlardı. İmparator Diogenes esir alınmıştı. İmparator, Sultan Alparslan’ın  huzuruna getirildi. Muzaffer padişah esir imparatorun ellerini çözdürdü ve yanına oturttu. Esir imparatora misafiriymiş gibi davranıyordu. Sohbet esnasında İmparator’a sordu:

“Ey Rum Kayzeri, ben senin eline esir düşmüş olsaydım, bana nasıl muamele ederdin? Diogenes:

“Kamçılattırırdım” diye cevap verdi. Alparslan:

“Şimdi, benim size nasıl bir muamelede bulunacağım tahmin ediyorsunuz?”

“Ya öldüreceksiniz, yahut da bir harp esiri sıfatıyla bütün Selçuk ülkesini dolaştıracaksınız. Çok zayıf bir ihtimale göre de, benden bir kurtuluş akçesi ve rehineler aldıktan sonra serbest bırakacaksınız.”

Alparslan bu cevap karşısında tebessüm etmiş ve Diogenes’e: “Bilemediniz. Düşündüğünüzün hiçbirisini yapmayacağım. Sizi karşılık beklemeden serbest bırakacağım” demiştir.

Alparslan, Diogenes’e bol miktarda altın para verdi ve yanına muhafızlar katarak İstanbul’a kadar emniyetle gitmesini temin etti. (Köymen, Mehmet Altay, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi. Cilt 3. Alparslan ve Zamanı, Ankara:2001,Türk Tarih Kurumu Yayınları)

Malazgirt zaferi üzerine Anadolu’nun kapısı Müslümanlara açılmıştır. Bu cennet belde kısa zamanda tevhid ehli ile dolmuş, tekbirlerle nurlanmıştır.

Mahir bir kumandan ve müdebbir bir idareci olan Alparslan İslâmiyet’i harfiyen yaşamaya gayret etmiş ve İslamiyet’in kazandırdığı güzel ahlakla milletine örnek olmuştur. Düşmanlarını bile affetmesiyle, üstün ahlakını göstermiştir.

Alparslan, veziri Nizamülmülke geniş selahiyetler vererek memleketin baştan  başa ilim ve irfan güneşiyle aydınlanmasına çalışmıştır. Hakkı tebliğ etmek ve yaymak için bütün imkanları seferber etmiş, Müslümanlara yönelen tehlikeleri bertaraf etmek için hayatını ortaya koymuş, cihaddan cihada koşmuştur.

Malazgirt’in büyük kahramanı, halkın içinde Hak’la beraber bir hakikat eridir. Mutfağında her gün elli koyun kesilir, fakirler ve yoksullar hep onun mutfağından yerlerdi. Divanında yoksul kimselerin isimleri kayıtlı idi. Bunlar muntazaman gelir ve kendileri için tayin edilmiş maaş ve geçim masraflarını alırlardı. Bazen hasta veya yoksul bir kimseyi gördüğü zaman son derece hislenir, teessüründen ağlar ve derhal yardım ederdi, Zira bu insanlar ona, Allah’ın birer emanetiydiler ve bu emanetten dolayı da Allah’a hesap verecekti .
Tarihçi Râvendi “Alparslan bütün cihâna at sürdü”, İbnül’Adim “hükümdarlar arasında onun kadar dine ve cihada bağlı kimse yoktur” derken, onun hayatının gayesi olan yüce ideal ve mefkûrelerin tahakkuku için her şeyini vakfettiğini belirtmektedirler.
Sultan Alparslan Maverâünnehir seferi esnasında esir edilen bir kale kumandanı tarafından hançerlendi.
Suikasta uğradığı zaman söylediği şu cümle, hem dindarlığını hem de cihan hâkimiyeti şuurunu güzel belirtir. “Bir tepe üzerine çıktığım vakit, ordumun azametinden ve askerlerimin çokluğundan altımda yerin titrediğini hissediyor ve kendi kendime “Ben dünyanın hükümdarıyım. Bu ordu ile Çin’i fethederim” diyordum, Bu gurur yüzünden bu duruma düştüm. Halbuki her sefere çıkışta daima Allah’tan yardım dilerdim…”

                                         *****

Tarihi kaynaklarda, Haşhaşilik, 11. Yüzyılda İsmaili tarikatına mensup din adamı Hasan Sabbah tarafından kurulmuş bir tarikattır. Haşhaşîlerin en belirgin özelliği; faaliyetlerini büyük bir gizlilik içinde yürütmeleri ve kendilerine muhalefet edenleri suikast yöntemi ile yok etmeleridir.

Bu sebeple “Suikastçılar Tarikatı” olarak da adlandırılmışlardır. Bâtınî hareket uzun yıllar imamlar ve dâîler tarafından son derece gizlilikle yürütülürken Hasan Sabbâh’ın liderliğinde “yeni bir kimlik” kazanmış ve böylece “Haşhaşîlik” ortaya çıkmıştır.

Haşhaşîler etki altına alamadıkları insanları kendilerine muhalif kabul etmişler ve onlara “şüphe” ile bakmışlar, bazılarını da zehirli hançer ile cezalandırmışlardır. Zaten Haşhaşî felsefesinde; dâîlerle propaganda, tehdit, sindirme, psikolojik baskı, muhaliflere suikast vazgeçilmez unsurlardır. Böylece birçok idareciyi kendi saflarına çekmişler ya da onları kendilerine karşı pasif konumda tutmayı başarabilmişlerdir. Diğer taraftan insanların beyinlerini uyuşturarak akıllarını kullanamaz ve mantıklı hareket edemez hale getirmişlerdir.

Selçuklu devlet erkanı ülkeyi Haşhaşîlerden korumak için gerekli tedbirleri alırken onların devlet kurumlarına sızmalarını önlemeye yönelik çalışmalar da yapmışlardır. Selçuklu Veziri Nizâmü’l-Mülk devlet hizmetine alınacak İranlılar’ın bilhassa dinî inanış bakımından temiz Müslüman olmalarına çok dikkat etmiş ve böyle yapılmazsa devletin varlığının bile tehlikeye düşebileceğini ifade etmiştir.

Sultan Alparslan beylerinden Erdem’in maiyetinde İsmailî inanca sahip birinin çalıştığını öğrenince çok sinirlenmiş ve Erdem’e: “Senin kâtibin olan Hurdâbe dedikleri o adamcağız, Haşhaşî değil midir?” diye sormuş, Erdem Bey: “Ey bendelerinin efendisi, o eğer hep zehir olsa, bu dergâhın sakinlerine ne zarar verebilir ki?” demişti. Huzura getirilen kâtibin Sultan’a Haşhaşî değil Şiî olduğunu söylemesi üzerine Alparslan: “Ey kötü adam, Râfızî mezhebi o kadar iyi midir ki, onu Haşhaşî düşüncene kalkan yapıyorsun?” diyerek kâtibi cezalandırmıştır. Sonra da: “Suç bu adamcağızın değildir, suç kötü inançlı birini kendi hizmetine alan Erdem’indir. Düşmanlarımız aciz kaldıkları müddetçe itaat gösterirler. İşlerde zayıflık zuhur ederse, öç almaya çalışırlar” demiştir. Böylece Haşhaşî yapılanmaya karşı tavrını ortaya koymuş ve devlet adamlarının da onlara karşı dikkatli olması gerektiğini ifade etmiştir.

Başkomutanımız Recep Tayyip Erdoğan, Haşhaşiler hakkında şöyle diyordu: “Büyük Selçuklu Devletinde Haşhaşiler denilen gözü dönmüş gizli bir örgütün devlet bünyesini nasıl esir almaya çalıştığını, gerektiğinde düşmanlarla nasıl işbirliğine gittiğini, asırlar önce millet olarak yaşadık ve gördük. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bu sinsi virüslere, devlet bünyesini terk etmeye yönelik sızıntılara asla geçit vermez ve vermeyecektir.”(15 Ocak 2014 Akşam)

Cumhurbaşkanımız, FETÖ teröristleri için her gittiği yerde “Haşhaşi”  sıfatını kullanıyor. Fakat bu ifadenin hukuk, siyaset ve halk üzerinde etkisi olmuyordu. Çünkü  cemaat kırk yıldır gerçek yüzünü Kur’anı, Sünneti, Risale-i Nurları kullanarak çok iyi gizlemişti. 15 Temmuz darbe kalkışmasından sonra FETÖ teröristleri için bu kelimenin biçilmiş kaftan olduğu, onları bu isimlendirme dışında başka şekilde tarif etmenin de mümkün olmadığı ortaya çıkmıştır. Haşhaşi benzetmesinin bugün ne kadar doğru ve gerçek bir ifade olduğunu artık hepimiz daha iyi anlıyoruz.

Günümüzde mazlumların, mağdurların, ezilenlerin son sığınağı, son kalesi Türkiye’dir. Fetö hainleri son kaleyi yıkmak istediler. Kırk yıl takiye yapan, bu bukalemun yapılı, robotlaşmış insanların tavanının 15 Temmuz 2016 gecesi, altın neslin, katil, hain nesle dönüşerek  haşhaşı çizgide, bir ölüm makinesine, zombiye dönüştüklerini gördük. Bunlar için hedeflerine varmak  için Haşhaşiler de olduğu gibi  her yol mubah… Ne vicdanı var, ne ahlakı var, ne kul hakkı, ne herhangi bir kutsalı var. 

“Türk milleti asırlardan beri İslamiyet’in bayraktarlığını yapmıştır. Çok veliler yetiştirmiş ve çok şehitler vermiştir. Böyle bir milletin torunlarına kılıç çekilmez. Biz Müslümanız. Onlarla kardeşiz, kardeşi kardeşe çarpıştıramayız. Bu şer’an caiz değildir. Kılıç harici düşmana karşı çekilir. Dahilde kılıç kullanılmaz…” diyordu, asrın manevi doktoru. Dinlemediler, bedelini vatan hainliği ile ödüyorlar.

“Düşmanlarımız aciz kaldıkları müddetçe itaat gösterirler. İşlerde zayıflık zuhur ederse, öç almaya çalışırlar.” Sultan Muhammet Alparslan

‘Her şeyi affedin, ama vatanınıza ihanet edenleri asla affetmeyin.’ Hz. Ali (ra)

Mehmet Abidin Kartal

Allah’ın emri terk edilerek Allah’ın rızası kazanılır mı?

15 Temmuz 2016 gecesi, kendini din kisvesine sokmuş “Allah ile aldatan” bir grup vatan haini, yıllardır sakladığı iç yüzünü göstererek büyük bir vahşete ve dudak uçuklatan bir ihanete imza attı.
Kendi insanına silah doğrultan ve 250 canı hiç acımadan şehit edip binlerce insanı yaralayan , başarılı olamayınca da yaptığına “tiyatro” diyen FETÖ isimli bu terör örgütü; Bediuzzaman’ı ve Risale-i Nurları; safsatalarına, kendi hain emellerine alet etmeye devam ediyor.
Şimdi de FETÖ grubuna ait bir üniversite olan Mevlana Üniversitesi tarafından sosyal medyada paylaşılan bir görselde Risale-i Nurdan bir cümleyi çarpıtmışlar. Üstelik manasınıcarpıttıkları bu cümleyi haksız davalarına bir dayanak olarak gösteriyorlar.
“İslam şimdi öyle mucahitler ister ki dünyasını değil ahiretini dahi feda edecek…” 
Bu ifade Ali Ulvi Kurucu tarafından Bediüzzaman’ a ithafen yazılmış ve Bediüzaman’ın onayından geçerek kendi tarihçe-i hayatının başına konulmuştur.
Murat manası da şudur: “İslamiyet sadece kendi ahiretini düşünüp, köşesine çekilip, kendi Kur’an ini okuyup, evradını yapıp hiçbir şeye karısmayan, sadece kendi şahsi kemalatını ve terakkisini düşünen kişiler değil,  (dinin ogretilmesinin yasak olduğu zamanları düşünün) kendi dünyasını sürgünlerle hapislerle zehirlenmelerle feda edip, öte yandan da sadece kendi ahiretini düşünmeden başkalarına da İslami anlatmayı hedefleyen kişiler ister.”  Yani burada ilay-i kelimetullahın ( İslam’ı başkalarına anlatmanın )  önemi anlatılıyor.
Yoksa bu cümleden murad mana : “Ahiretini feda edip farzları terk et. Ta ki başkasının cennete girmesine vesile ol” gibi bir saçmalık değildir. Zinhar olamaz da! 
Allah’ın emri çiğnenerek Allah’a hizmet edilemez.
Bediüzzaman’ ın farzlara ve Sünneti Seniyye’ye verdiği önem, hayatıyla ortadadır. Divan-i Harb-i Örfide ölümle yargılanırken bile asla islamı anlatmaktan ve Rus generale karşı idam edilme pahasına İslamiyet’in izzetini korumaktan vaz geçmemiştir. Çıktığı onlarca mahkemede hep imanı ve İslamiyet’in esaslarını anlatmış, asla dinin en cüzi bir umurundan dahi taviz vermemiştir. Talebelerine en önemli tavsiyesi “farzlarınızı işleyin,  kebairi terkedin. Sünnet-i Seniyye’ nin siperine,  Kur’an’ın kalesine takva silahı ile sığının” dır.
10.Lema olan şefkat tokatları risalesinde kendi şefkat tokadını yazarken” Ne vakit kendimi düşündüm; köşeme çekilip evradımla meşgul oldum; oradan başka bir sürgüne gönderildim” manasını ifade etmiştir….
Her şeyi kafasına ve işine geldiği gibi yorumlayan FETÖ grubu bu ifadeyi de iskembe-i kübrasına göre yorumlamış ve sanki başkalarının ahiretini kurtarmak için kişinin gerekirse harama girebileceğini ima etmiştir. Bunu Risale-i Nur’dan bir cümleyi referans göstererek ifade etme çabası ise hezeyandan başka bir şey değildir…
Vesselam…
Asuman Kılıç – Risale Ajans