Etiket arşivi: hayat

Hırçınlaşmış ruhlarımız ve Risale-i Nur hizmetimiz

Hırçınlaşmış ruhlarımız ve Risale-i Nur hizmetimiz

 

Okunan manaları hazmetmek, sürekli okumak, dikkat ve tefekkür ile okumak ile olur.

Hizmet eden kardeşini hazmetmek, bu da hakiki manada hizmet düsturları ve bu düsturların temelini teşkil eden Yirmi ve Yirmi Birinci Lem’aları hazmetmek ve hizmette tatbik etmekle mümkündür.

“Hazm olmayan ilim telkin edilmemeli.”[1] Yani insan tam olarak anlamadığı, hazm edemediği şeyleri ne tatbik ne de başkasına tebliğ etmemeli. Veya yapmadığı şeyleri başkasına yapmış gibi anlatmamalı. Ta ki sözleri tesir etsin. Yapılmayan şeyleri yani kendisinde olmayan, yapmadığı, terk ettiği şeyleri insanın telkin etmesi sakıncalıdır.

Okunan eserlerin çeşitli metodlarla hazmedilmesi daha kolaydır. Çünkü “Temasülse, tezadın mühim bir sebebidir.”[2] Birbirine eşit olan kimseler arasında rekabet olur. Bu rekabet eğer müsbet ise, müsabaka ismini alır. Menfi tarzda olan rekabet varsa bu rekabet olur ve tenkis-i gayr ile kendi kemalini ortaya koyma yarışına girer ki bu da Risale-i Nur hizmetinde istenmeyen bir tavırdır.

İnsanın, abisinde, şeyhinde, hocasında, üstadında fâni olması çok kolaydır. Çünkü biliyor ki kendisinden kat be kat rüçhaniyet/üstünlük söz konusudur. Ama insan emsali olan birisinde fâni olması çok suubetlidir. Çünkü meziyet olarak kendisiyle emsal olduğu için kendisinden üstün göreceği bir şey yok ki onda erisin. Ya yaş veya iştigal olarak bir farklılık olur ki bu da pek geçerli bir sebep değildir.

Mataryalizm, fikri olarak karşımızda şu anda yok; ama lehviyat ve hevesat suretinde dünyevi yaşam ve neticesinde çıkan hedonizm ve narsizm olarak karşımıza çıkmaktadır. Yani enaniyeti zirveye götürerek insan kendisini dünyada en üstün varlık olarak görmeye ve kendisinden başka herkesi aşağı seviyesine indiriyor.

Akıl ve fikri ön plana alarak önce insanlara yaklaşıp sonra da akıl ve fikri his ve heves ile köreltip lehviyat ve hevasatın hücuma açık hedef ederek insanları hırçınlaştırıyor. İşlenen günahlar insanları hırçınlaştırıp kendisi gibi olmayan veya kendi hedefine çıkmayan, işine yaramayan her şeyi abes görme meyline giderek diğergamlık olan hamiyeti de devre dışı bırakıyor. Hâl böyle olunca da hizmette hizmet arkadaşımızı hazm edememek de bundandır. Buna da çeşitli bahaneler bulmak kolaydır. Meşrebi bozuk, izahlı okuyor, düz okuyor, bağnaz, geçimsiz vb bahanelerle kendisini haklı gösterir.

İhlas Risalelerini on beş günde bir okunması telkini de bundandır. Hatta üç günde bir okunması da kitaba geçmemiş rivayet içindedir. Beraber kaliteli zaman geçirerek insan, hizmet arkadaşını hazmedebilir. Kalitesiz zaman geçirmek ise yaklaşmaya değil, uzaklaşmaya yani tesanüte değil tenakuza sebeptir.

Rabbim diğergamlık ile hizmet arkadaşlarımızı hazm etmeyi nasip eylesin, inşallah.

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

[1] Sözler (706)
[2] Sözler (726)

Kaynak:RisaleHaber

www.NurNet.org

Tutarsızlıklarımızın Sebebi

Tutarsızlıklarımızın Sebebi

İnsan, bir çok işleve sahip olan bir sistem demektir. Ama bu sistem o kadar çetrefillidir ki bir anı bir anını tutmamaktadır. On sekiz bin alem dürülmüş paket program olarak insan ismi verilen sisteme takılmıştır. Temsilde hata olmasın sistemin ana kartı insan; on sekiz bin alem ise paket programdır.

Bu sistem Nefis, Ruh ve Ene olmak üzere üç temele inkisam etmiştir. Bu sistemin işletiminde ise “muhtelif fehimler ve istidadlar..”[1] olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu sebeple muhtelif hadisat ve vaziyetlerle içtimai ve şahsi hayatta karşılaşmakta ve aynı hadiseye farklı manalar ve tavırlar sergilemekteyiz.

Bu sistem o kadar karmaşıktır ki içinden çıkabilmek çok zordur. Sistemi çözemeyen insanlar ise farklı farklı olan haletlere, duygu ve hisler arasında ki tutarsızlıklara mana verememektedir. Sistemin analizi ve sentezini yapanlar ise tutarsızlık sergilememekteler. Şu zamanımızda insanın en büyük problemlerinin arasında tutarsızlık gelmektedir.

Sistemin karmaşık olduğuna dair;

“Cenab-ı Hak, insan nev’ini binler nevileri sünbül verecek ve hayvanatın sair binler nevileri kadar tabakat gösterecek bir fıtratta yaratmıştır. Sair hayvanat gibi kuvalarına, latifelerine, duygularına hadd konulmamış; serbest bırakıp hadsiz makamatta gezecek istidad verdiğinden, bir nevi iken binler nevi hükmüne geçtiği içindir ki, arzın halifesi ve kâinatın neticesi ve zîhayatın sultanı hükmüne geçmiştir.”[2] İnsanı sair mahlukattan ayıran farklardan birisi de kuvve ve latifelerine bir sınır çizilmemiş olmasıdır. Sair mahlukat ise bir yere kadar sınır çizilmiştir. Ama insanın Şeheviye, Gazabiye ve Akliyesine konmadığı için hem mahlukatın mümessili halifesi veya en alçağı da olabilecek bir sistemdir. Asansör gibi alt katlara da üst katlara da gidip gelmesi mümkündür. Şayet Rabbini tanımak gayretinde olursa mahlukatın mümessili olur. Veya bu istidat ve kabiliyetlerini dünyevi bir şeye de sarf etse onda da fani olabilir.

“insanların kuvalarına ve hissiyatlarına fıtraten bir had bırakmamış; fıtrî bir kayıd koymamış, serbest bırakmış. Sair hayvanatın kuvaları ve hissiyatları mahduddur, fıtrî bir kayıd altındadır. Halbuki insanın her kuvası, hadsiz bir mesafede cevelan eder gibi, gayr-ı mütenahî canibine gider. Çünki insan, Hâlık-ı Kâinat’ın esmasının nihayetsiz tecellilerine bir âyine olduğu için, kuvalarına nihayetsiz bir istidad verilmiş.”[3] Cenab-ı Hakkın nice esma ve sıfatı olduğu malumdur. Bunları en güzel gösteren ise insan denilen sistem ayinesidir.

İnsanın sistemi o kadar mükemmeldir, o kadar harikadır ki şu surette tavsif edilmiştir. “İnsan cismen küçük, zaîf ve âciz olmakla beraber, hayvanattan addedildiği halde, pek yüksek bir ruhu taşıyor ve pek büyük bir istidada mâliktir ve hasredilmeyecek derecede meyilleri vardır ve gayr-ı mütenahî emeller sahibidir ve addedilemez fikirleri vardır ve gayr-ı mahdud şeheviye ve gazabiye gibi kuvveleri vardır ve öyle acaib bir yaratılışı vardır ki, sanki bütün enva’ ve âlemlere fihriste olarak yaratılmıştır.”[4]

Tabiki insanın backgroundu yani birikimleri, tecrübesinin nispeti insanın değerini gösterir. Adeta Background insanın mihengidir ne kadar değerlidir kalitesini gösterir. “Saadet-i ebediyeye işaret eden bürhanlardan biri de, insandaki gayr-ı mütenahî istidadlardır. Evet, Cenab-ı Hak tarafından mükerrem kılınan insanın cevher-i ruhunda ekilen ve rakamlara sığmayan istidadlar var. Bu istidadların altında, hesaba gelmeyen kabiliyetler var. Ve bunlardan neş’et eden hadde gelmeyen meyiller var. Ve bunlardan husule gelen gayr-ı mütenahî efkâr ve tasavvurat var.”[5]

İnsanın ana kartında önemli bir yer olan ruhunda dercedilmiş olan nice istidatlar var. Yani üzerine düşülse o istidada layık bir surette çalışma yapılsa kabiliyete inkılab edecek olan kuvalar var. Herkeste doktor olmak istidadı vardır; ama kabiliyet yoktur. Yani o istidada layık çalışılırsa kabiliyet olur, meleke kesbeder. Bu kesbiyetten reşhalanan meyillerimiz var. Bu meyillerden katarat halinde olan fikirler ve düşünceler hasıl olmakta. Adeta insan bir okyanus meyiller, efkar ve tasavvurat, kuva ve istidatlar ise o okyanustan kaynağını alan açık havza gibidir.

“İnsanın ne kadar hüsünperver ve zevkperest ve zînete meftun ve cemale müştak duyguları ve hasseleri ve kuvaları ve latifeleri varsa, umumunu memnun edip doyuracak ve herbirisini ayrı ayrı okşayıp mes’ud edecek, maddî ve manevî her nevi zînet ve hüsn-ü cemal…”[6] demek ki insanın bu kuvaları maddi ve manevi güzelliğe sahip olan her şeyle alakadardır ve onlardan beslenmektedir.

“Dünyadaki işimiz de, o saadet-i ebediye yollarını temin etmekle, re’s-ül malımız olan istidadlarımızı nemalandırmaktır.”[7]

 “iman, Şems-i Ezelî’den ihsan edilmiş bir nur olduğu gibi; saadet-i ebediyeden de bir parıltıdır. Ve o parıltı ile, vicdanında bulunan bütün emel ve istidadlarının tohumları, bir şecere-i tûbâ gibi neşv ü nemaya başlar, ebed memleketine doğru hareket eder, gider.”[8]

“zaman-ı saadetten evvel insan âleminin ihtiva ettiği ümmetler, milletler arasında maddeten ve manen, istidaden ve terbiyeten pek muhtelif ve geniş mesafeler vardı. Bunun içindi ki, terbiye-i vâhide ve davet-i münferide kâfi gelmiyordu. Vakta ki, âlem-i insaniyet zaman-ı saadetin şems-i saadetiyle uyandı ve müdavele-i efkâr ile, an’anelerinin terkiyle, tebdiliyle ve kavimlerin birbirine ihtilatlarıyla ittihada meyil gösterdi ve aralarında münakale ve muhabere başladı; hattâ Küre-i Arz bir memleket, belki bir vilayet, belki bir köy gibi oldu; bir davet ve bir nübüvvet umum insanlara kâfi görüldü.”[9]

İşte, insan denen sistemin kısımlarını tesis eden istidad ve kuvalar ve kabiliyet ve latifeler ise üzerinde tek tek durulup analiz, sentez ve tahlil edilerek laakal kendi sistemimizin tez-antitez-sentezini en bariz net hale gelene dek yapabiliriz.

Bir insan ne kadar malumat elde ederse etsin bu malumatı tatbik etmediği müddetçe hayatının sentezini yapamadığı müddetçe bu malumat ilme inkılab edemez. İlme inkılab etmeyen malumat ise insanı ifrat ve tefrit gayyalarına kapılmaktan kurtaramaz. Çünkü malumat insanın enaniyetini kamçılar, havalandırır ve tekebbüre yuvarlar, ifrat kapısını açar. Bu kapıdan geçtiğinin farkına da varamaz. Vardığında ise artık bor’un pazarı geçmiş olur.“Ehl-i dikkat nazarında, za’fı gösteren tekebbür[10] ise, özelde insan genelde topluma çok vahim neticeler doğurmuştur. İnsanın zaaf sahibi olduğunun en bariz alameti tekebbürden başka bir şey değildir.

  Tekebbür eden kimselere bakıldığında kendisini adeta kainatta ne kadar ulum varsa hepsi kendisinde tecelli ve cem olmuş gibi bir tavır takındığı görülmektedir. Mütekebbir insanın hali o kadar vahimdir ki herkesten saygı ve hürmet beklentisi içerisindedir. Bu ise manen zillet ve minnete sebeptir. Bu kibir ve gururları sebebiyle adeta kendisini kusursuz zannedip, kendisinden maada herkesi esfel-i safilinde görmeye sebeptir.

“Havastaki meziyet, filhakika sebebdir tevazu’, mahviyete. Olmuş maatteessüf sebeb tahakküme,

 Tekebbüre hem illet. Fakirlerdeki aczi, âmilerdeki fakrı filhakika sebebdir ihsan ve merhamete.”[11]

  “Men arefe nefse, fe gad arefe rabbe” sırrına eren kimseler kalb ve ruhun mezciyle malumatlarını ilme inkılab ettirmesiyle amil sıfatına haiz olur. Amil olanlar tevazu ve mahviyet sahibidir. Şayet amil zannolunan birisi beklenti içerisindeyse saygı, hürmet, alaka gibi o kimsenin amil olmadığına tam delildir.“Velayetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe’ni tevazu ve mahviyettir. Tekebbür ve tahakküm değildir. Demek tekebbür eden, sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız.”[12] Şayet büyük zannolunan birisi kendisine hürmet istiyorsa o kimse büyük filan değildir. Çünkü malumatı onun enesini kene yapmış ve ene enaniyete inkılab edip bu insanı havalandırmış bu havalanmak sebebiyle yüksek görünmüştür. Aslı bir balon gibidir. Bir iğne ile büyüklüğü gider havası söner. Hadisat-ı alem şahittir.

  Manevi hizmetlerde olmazsa olmaz olan şey tevazu ve mahviyettir. Bunlar insanın backgroundunda olmazsa hizmet denen şey şahsın hevasına ve hevesine hizmet olur. Hakka hizmet zannolunan o hizmet aslen ama batıla hizmet veya hezimete sebep olmaktadır.

   Bu beklenti şahısi olduğu gibi kutsal addedilen bir zümreye de olabilir. Kendilerine bir kulp takıp bilmem ne heyeti bilmem ne zümresi bilmem ne istişaresi meşvereti diye de karşımıza çıkabilir. Mütekebbir bir heyet olabilir.

   Bu beklentiye malik olanlar ister şahıs ister zümre olsun insanları hakka yaklaştırmak yerine uzaklaştırmaktadır, tiksindirmektedir.

   Hani ashab-ı güzinden Muaz Bin Cebel demiş: “ey iman edenler gelin bir saat iman edelim.” Tıpkı bunun gibi ey ahir zaman insanı gelin bir saat sistemimizi çözmek için elden gelen gayreti sarf edelim ki rahat edelim ve bu sayede tutarsızlık sergilememiş olalım.

            Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

www.NurNet.Org


[1] İşarat-ül İ’caz ( 40 )

[2] Lem’alar ( 171 )

[3] Mektubat ( 332 )

[4] İşarat-ül İ’caz ( 85 )

[5] İşarat-ül İ’caz ( 55 )

[6] Sözler ( 501 )

[7] İşarat-ül İ’caz ( 13 )

[8] İşarat-ül İ’caz ( 42 )

[9] İşarat-ül İ’caz ( 52 )

[10] Sözler ( 315 )

[11] Sözler ( 708 )

[12] Münazarat ( 24 )

BACKGROUND VE İNSAN

BACKGROUND VE İNSAN

İnsan demek o kadar ihatası ve kapsama alanı geniş olan bir tabirdir ki hakkında on sekiz bin alemin envaı kadar yazılar yazılması, sarf-ı kelam edilmesi akıldan uzak değildir. Tabiki bu donanıma/background’a sahip olmak gerekir. Background nispetinde insanda iz’an ve iltizam hasıl olmaktadır. Bu ister şahsi ister içtimai isterse siyasal meselelerde olsun netice aynıdır. İnsanın istikameti background’u nispetindedir.

Background insana basiret ve feraset katmaktadır. Ama kazanılan bu basiret ve ferasetin önünde Alp – Himalaya Dağ silsilesi gibi duran manialar durmaktadır. Mesela, Taassub, enaniyet, cehalet, asabiyet, mevhumu mutlak zannetmek, bildiğine itimad etmek, senetsiz sözlere itibar etmek, muteber gördüğü insanlara aldanmak, tahkik etmemek, tembellik, aklını başkasının cebine koymak, aklını kullanamamak, fikren ve zikren başkasının ağzına bakıp kölesi olmak, aklı ipotek etmek, kendi anlayışından başkasını kabul etmemek, hazımsızlık, dar görüşlülük… ve hakeza insanların istidatlarının kabiliyetlere inkılab etmesine mani olan her ne varsa bu manaya su taşımaktadır.

Üstadımız burada meşrutiyetten bahsediyor lakin biz meselemize tatbik edelim. “Zira sizin şu vahşetengiz, cehâletperver husumetefzâ olan sarp dağ ve derelerinizdeki, vahşet ayılarından, cehâlet ejderhasından, husumet kurtlarından bîçare meşrutiyet korkar, kolaylıkla gelmeye cesâret edemez.”[1]  Burada insanın inkişaf etmesine mani olan bazı şeyleri görüyoruz.

Önce üstadımız burada bir tasvir yapıyor ve “ruh-u beşerde vedîa olarak ekilen gayr-ı mütenahî tohumları sulamak ve neşv ü nemalandırmak için[2] beşer yolculuğunda çevremizi betimliyor. Bu yolculukta neşv ü nemaya mani olacak şeylere nazar edelim.

  1. vahşetengiz, cehâletperver husumetefzâ..
  2. sarp dağ ve dereler,
  3. vahşet ayıları,
  4. cehâlet ejderhası,
  5. husumet kurtları

bunlar aslında herbirisi birer simge semboldür. Ifade ettiği manalar var. bu yolda bizleri bekleyen çevre “vahşetengiz, cehâletperver husumetefzâ” dır.

Manialar ise, “sarp dağ ve dereler” gibi çetindir yani kolay bir şeye gönderilmediğimiz.

Bizi bu yoldan geri koymak isteyen ise yol üstünde kurulan çöller ise, “vahşet ayılarından, cehâlet ejderhasından, husumet kurtları..” olarak tasvir ediliyor. Korkunç ve ürkütücü olan kaba kuvvet taraftarları olan ayı fıtratlılar, cehaleti seven, insanların cehaletinden istifade ederek kendi anlayışını umuma “bu budur” olarak dayatan ve istediği olmayınca karşısındakine ateş püsküren erderhalar, insanlar arasına düşmanlık fitne ve fesad yayıp puslu bulanık havada avlanan kurt fıtratlı insanlar ise bu yolculuk esnasında karşımıza çıkacak olan şeylerdir.

Bu arada insanın siretinin bozulma meselesi dimağıma geldi. Başka yerlerde izah ettim sadece bu sıralamayı alıyorum. “Şu medenîlerden çoğunun, eğer içini dışına çevirirsen, görürsün: Başta maymunla tilki, yılanla ayı, hınzır. Sîreti olur suret.     Gelir hayali karşına, postlarıyla tüyleri.” [3] insan manen/sireten bozulunca önce beden kötü bir koku yaymaya başlar. Sonra da taklit, kurnazlık, sinsilik, kaba kuvvet, manevi hiçbir şey kendisini alakadar etmez hale gelir.

Manen terakki ettikçe de “Eğer istersen hayalinle Nurşin karyesindeki Seyda‘nın meclisine git bak: Orada fukara kıyafetinde melikler, padişahlar ve insan elbisesinde melaikeleri bir sohbet-i kudsiyede göreceksin. Sonra Paris’e git ve en büyük localarına gir, göreceksin ki, akrepler insan libası giymişler ve ifritler adam suretini almışlar..”[4] olarak iz’an edebilir. “Bir kısım ecsam-ı seyyare, seyyarattan tut tâ katarata kadar, bir kısım melaikenin merakibidirler. Onlar bunlara izn-i İlahî ile binerler, âlem-i şehadeti seyredip gezerler. Hem denilebilir ki, bir kısım ecsam-ı hayvaniye, hadîste “Tuyurun Hudrun” tesmiye edilen cennet kuşlarından tut, tâ sineklere kadar bir cins ervahın tayyareleridirler. Onlar, bunların içine emr-i Hak ile girerler, âlem-i cismaniyatı seyran edip o cesedlerdeki hasselerin pencereleriyle, cismanî mu’cizat-ı fıtratı temaşa ederler.”[5] Başkasının gözüyle bakabilmek de bir basiret ve ferasettir.

“Eğer siz tembel kalıpta onun yolunu yapmazsanız, tembellik etseniz, yüz sene sonra tamamen cemâlini göreceksiniz.”[6] Bu cümleyi şu şekilde meselemize tatbik edelim. Eğer siz tembel kalıp basiret ve feraseti ihtiva eden şeyleri ve tekemmülata dair elzem olanların gereğini yolunu yapmazsanız, tembellik etseniz, yüz sene tamamen cemalini göreceksiniz. Bu ise vasati bir insan ömrünün üstündedir. Yani siz değil sizden sonraki nesil sizin birikimlerinizi devam ettirip bayrağı ötelere götürmek davasında olursa ancak gayenize nefesiniz değil nesliniz vasıl olur. Yok tembeliği seçip gayret etmezseniz zaten yolda size ayı, ejderha ve kurtlar parçalamak için size bekliyor olacaktır. O kadar çetin bir yol tabiki bu kolay olmayacaktır. Ama insan öyle idealist olmalıdır ki ya nefesi ya nesli o hedefe vasıl olacak şekilde gayret etmelidir. “muhtelif fehimler ve istidadlar[7] bunlar yerinde istimal edilmelidir.

“Zira eski zamanın adamlarına benzersiniz. O nâzik meşrutiyet, İstanbul havâlisindeki yılanlardan kurtulsa, şu uzun mesâfeden geçmekle, cehâlet gibi müthiş bataklığı, fakr gibi mütevahhiş kıraçları, husumet gibi gâyet keyşer dağları katetmekle beraber, eşkiyaya rast geçecektir.”

Ezcümle: Bazı cezâ-yı sezâsını hazmetmeyen, bir kısım da başkasının etini yemekten dişi çıkarılan ve bazı bir meşhur bektâşi gibi mânâ verenler, yol üzerine çıkıp, gasp ve garet ediyorlar. Daha onların öte tarafında da bir kısım gevezeler vardır; bazı bahane ile, parça parça etmek istiyorlar.” [8] Şahsi ve içtimai meselelerde yol üstünde bekleyen şâki ve gevezeler ve enesi çiftelilerden sakınmak için formüller geliştirilmeli ve basiret ve feraset sahibi olanlarla beraber olup backgroundumuzu kısa zamanda genişletmeliyiz. Bu sebeple muhtelif hadisat ve vaziyetlerle içtimai ve şahsi hayatta karşılaşmaktayız. Sistemin karmaşası sebebiyle işin içinden çıkabilmek çok zordur. Sistemi çözemeyen insanlar ise farklı farklı olan haletlere, duygu ve hisler arasında ki tutarsızlıklara mana verememektedir. Bu sebeplerle insan donanıma/background’a sahip olması gerekir ki feraset ve basireti açık olup iz’an ve iltizam sahibi olsun ki sistemi analiz edebilsin. Öyle ise, ona bir yol veyahut bir balon yapınız.”[9] Bu hususta istifade etmeliyiz. İstidat ve kabiliyet sahipleri yeni farklı tarz ve metodlar insana arzedebilir..

Hülasa: İnsan demek bir çok işleve sahip olan bir sistem demektir. Ama bu sistem o kadar çetrefillidir ki bir anı bir anını tutmamaktadır. On sekiz bin alem dürülmüş paket program olarak insan ismi verilen sisteme takılmıştır.  “insanların kuvalarına ve hissiyatlarına fıtraten bir had bırakmamış; fıtrî bir kayıd koymamış, serbest bırakmış. Sair hayvanatın kuvaları ve hissiyatları mahduddur, fıtrî bir kayıd altındadır. Halbuki insanın her kuvası, hadsiz bir mesafede cevelan eder gibi, gayr-ı mütenahî canibine gider. Çünki insan, Hâlık-ı Kâinat’ın esmasının nihayetsiz tecellilerine bir âyine olduğu için, kuvalarına nihayetsiz bir istidad verilmiş.”[10]

Ne mutlu o insana ki istidad ve kabiliyetlerini hak yolda kullanıp tekemmülat-ı şahsiye ve insaniyeye gayret eder.

Bedbaht o insandır ki ne kendi sistemini çözmeye gayret eder ne de insanlığa bir katkısı vardır.

Büyük bir cinayet-i azimedir ki muhtelif istidad ve kabiliyetlerden istifade edip kendisini inşa edip backgroundunu inkişaf ve inbisat ettirmez ve var olan müstaidleri de çürütüp kaldırmaya önüne set tekil etmeye çalışır.

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

www.NurNet.Org

[1] Münazarat / Asar-ı Bediyye ( 309 )

[2] İşarat-ül İ’caz ( 164 )

[3] Sözler ( 712 )

[4] Mesnevi-i Nuriye ( 263 )

[5] Sözler ( 176 – 177 )

[6] Münazarat / Asar-ı Bediyye ( 309 )

[7] İşarat-ül İ’caz ( 40 )

[8][9] Münazarat / Asar-ı Bediyye ( 309 )

 [10] Mektubat ( 332 )

 

Yazarın Tüm Yazıları

Prensiplerimizden Vazgeçmemeliyiz!

Prensiplerimizden Vazgeçmemeliyiz!

“Bu âhirzaman fitnesinde, açlık ehemmiyetli bir rol oynayacak. Onunla ehl-i dalalet, bîçare aç ehl-i imanı derd-i maişet içinde boğdurup, hissiyat-ı diniyeyi ya unutturup, ya ikinci, üçüncü derecede bırakmağa çalışacak..”[1]

Ahir zamanda olduğumuz alenidir. Hatta neredeyse alamet-i ekber kaldı sadece. Yani güneşin batıdan çıkması kaldı. Bunun garbdan tulu’ meselesi ise İslamiyet garbda inkişaf etmesidir. Diğeri de zahir manadır.

Ahir zaman denmesinin sebebi ise; eski zamanlarda bir insanın ömrünce işlediği günahları ve haramları bugün bir insan rahatlıkla işleyebilecek bir potansiyele sahip olması ve eskide dünyanın genelinde işlenen günah ve zulümlerin bugün bir mahallede işlenebilir bir hale gelmiş olmasındandır.

Aslında dünya veya zaman kötü değil. Zaman içinde insanlar nefs-i emaresini havalandırıp adeta             “fetret derecesinde din ve din-i Muhammedî’ye (A.S.M.) bir lâkaydlık perdesi”[2] gelmiş olması neticesinde hevalarını ilahlaştırıp onlara secde eder derekeye inmiş olmasından tezahür etmiştir. Nefsi-i emmarenin de maddi olarak tatminsiz olması neticesinde hayat süresi insanlar için bir yarış atı gibi koşturmak ve mücahede etmek gibi bir şey olmuştur.

            Dünyayı taabbudi bir mertebeye getirmek ise “lâkaydlık perdesi”[3]ni insanlar üzerine bir battaniye gibi sermiş ve bu uyuşukluk da gafleti ve ülfeti netice vermiştir. Okunanlar sadece okunan metinde kalıyor. Yani okunan başka tatbikat başka oluyor.

Sekülerizm; toplumda ahiretten ve diğer dini ruhani meselelerden ziyade dünya hayatına odaklanılması yönündeki hareket olarak tarif edilmektedir. Müslümanlar materyalizmle 19.yy. karşılaştılar ve koca devletler materyalizmin şövalyesi oldular. Rusya ve Çin gibi.. Hatta Türkiye de bir ara meyletti materyalizme.

Materyalizm fikri olarak çökmesine ve şövalyelerinin yok olmasına karşın insanlık fikrî olarak menfaat üzerine endeksli bir hayata teveccüh ettiler. Ve sekülerizmin ellerinde birer kukla olarak kendilerini buldular. Her yapılan şeyde menfaat ve fayda gözetleyip hayat kar ve zarar dengesi üzerine konuldu. Müslümanların şuurlu davranmayanları ise adeta lâ dini yani dinsizcesine bir lâkaydlıkla hayatı bütün “dehşetli vicdan azablarıyla ve dünya hayatının bütün bütün fâni ve muvakkat olması ve medeniyet fantaziyelerinin aldatıcı ve uyutucu olduğu..”[4] bilmesine rağmen gaflet  hayatı “batn ve fercin hizmetine..”[5] münhasır zannederek hayvancasına, dinsizcesine bir derekeye indirdi. “Deccal’ın yalancı Cennet’i ise, medeniyetin cazibedar lehviyatı ve fantaziyeleridir.”[6] sözünün insanlık kuvve-i şeheviye ve gazabiyesiyle imza attı. Bir ürünün reklamında en küçük şeyin teşhirinde bile teşhir malzemesi olarak gelincik çiçeklerimiz olan taife-i nisa kullanılır hale geldi. Hal böyle olup kuvve-i şeheviye ve gadabiye ise ifrata girip insanların istikameti batın ve ferç oldu. “mütemadiyen ehl-i dalalet nazar-ı dikkati şu fâni hayata celb ede ede..[7]ehl-i ahiret olan insanlarda da var olan nefsin sesini dinlemeye sevketmiştir. “Şu asırda ehl-i dalalet eneye binmiş, dalalet vâdilerinde koşuyor.[8] Binaenaleyh ehl-i hak ve ehl-i sünnet vel cemaat olan insanlar ehl-i dalaletin kamyonlarla dalalete sevkiyatından her vesileyle uzak durmak gayreti içerisinde olmalıdır. En azından gayret etmelidir. Bu sebeple de salih veya müttaki olarak bildiği insanlarla daha fazla zaman geçirmelidir ki “zaîf şeyler içtima’ ettikçe kuvvetleşir. İncecik ipler topak yapılsa, kuvvetli halat olur. Kuvvetli halatlar topak yapılsa, kimse koparamaz.[9] bu misal hayatında tezahür etsin.

 Hayatında gayesi Hakaik-i imaniye ve Kur’aniye olanların hayatlarında “Hakaik-i imaniye, her şeyden evvel bu zamanda en birinci maksad olmak ve sair şeyler ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalmak ve Risale-i Nur’la onlara hizmet etmek en birinci vazife ve medar-ı merak ve maksud-u bizzât olmak lâzım..”[10] iken gaflet ve ülfet battaniyesinin insanı hantallaştırmasıyla bu dava meselesi ötelendi ve hizmet zeminleri garip bir hal aldı. Yeni insanlar kazanmak şöyle dursun var olan mevcud kaybolmaya ve bu hadise umursanmamaya başladı.

            Medreseler mülk olması gibi bir mana tezahür etti. Lüks medreseler ve ortamlar var ama bu lükslük içinde ihlas yetmez veya görünmez oldu. Devasa medreseler oldu ama bazı mefhumlar kaybolmaya, içi boşalmaya başladı.  “اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللّٰهِ âyeti ile اِتَّبِعُوا مَنْ لاَ يَسْئَلُكُمْ اَجْرًا âyeti gibi insanlardan istiğna hakkındaki âyâtın mühim bir sırrını tefsir eder. Ve ilim ve dini neşre çalışan insanlar, mümkün olduğu kadar istiğna ve kanaatla hareket etmezse; hem ehl-i dalaletin ittihamına hedef olur, hem izzet-i ilmiyeyi muhafaza edemez. Hem salahat ve neşr-i din gibi umûr-u uhreviyeye mukabil hediyeleri almak, âhiret meyvelerini dünyada fâni bir surette yemek demektir.”[11] Hizmetin temel prensipleri göz ardı edinmeye ve bazı şeyler perdelenmeye başladı.

Sekülerizm dediğimiz melanet ne bulursan at yarım saat kaynat mantalitesiyle her yerde karma bir şey meydana getirdi. Karma bir kültür oluştu. Komünizmin halkların kardeşliği ve sloganının kültürel manada zeminini ihzar etti.

Her yerde aynı manaya gelecek şekilde bir kültür ve kavram yozlaşması tezahür etti.

Bunun neticesinde mefhumlarımız, ideallerimizden ve prensiplerimizden taviz verir bir hale geldik.

Derdimiz davamız olacakken medeniyet-i fantaziyeler almaya başladı. Samimi dostluklar menfaat işlemine döndü.

Samimi bir tevbe ile davamıza mesleğimize dönüp canla başla hizmet etmeliyiz Kur’an tilmizi olmak yolunda. Tebliğ kulak ardı edinmek yerine ön plana gelmeli. Merhum Said Özdemir ağabeyim “bir yere giderken hizmet niyetiyle git ki güzel bir niyetle ibadet hükmünü alsın.” Sözü nazarlara alınmalı.

Ahir zamanda açlık hükmedecek hadisini açgözlülük olarak da görsek zannederim hata etmiş olmalıyız.

Karnı aç olanı doyurmak kolay ama gözü aç olanı doyurmak namümkündür.

Hizmetlerde de manaya hizmet etmeli maevi açlığı gidermeliyiz. Yoksa aç gözlülükle mal mülk ticaret sevdası bir yere kök salarsa orada dava mefhumu kaybolmaya dünya sevgisi köklenme başlamıştır.

Ne mutlu o adama ki medeniyet-i fantaziyeye esir olmaz.

Bedbahtır o adam ki hakkı hak bilir ama imtisal etmez.

Rabbim meslek-i hademe-i Kur’aniyede ayaklarımızı sabit etsin.

“Dostlarla uzun konuşmak hem tatlı, hem makbul olduğundan; şu kısa mes’elede uzun konuştum, belki de israf ettim.[12]

 

            Selam  ve Duayla

Muhammed Numan ÖZEL

[1] Kastamonu Lahikası ( 140 )

[2] Kastamonu Lahikası ( 111 )

[3] Kastamonu Lahikası ( 111 )

[4] Sözler ( 154 )

[5] Sözler ( 126 )

[6] Mektubat ( 58 )

[7] Tarihçe-i Hayat ( 293 )

[8] Mektubat ( 425 )

[9] Mektubat ( 119 )

[10] Kastamonu Lahikası ( 117 )

[11] Mektubat ( 484 )

[12] Mektubat ( 350 )

Hayat Kompozisyonun Nasıl?

Hayat Kompozisyonun Nasıl?

varis neşriyatlar

  “Hayat, âlem-i şehadetin ziyasıdır ve istilâ ediyor ve vücudun neticesi ve gayesidir ve Hâlık-ı Kâinat’ın en câmi’ âyinesidir ve faaliyet-i Rabbaniyenin en mükemmel enmuzeci ve fihristesidir. Temsilde hata olmasın, bir nevi proğramı hükmündedir. Elbette âlem-i gayb, yani mazi müstakbel, yani geçmiş ve gelecek mahlukatın hayat-ı maneviyeleri hükmünde olan intizam ve nizam ve malûmiyet ve meşhudiyet ve taayyün ve evamir-i tekviniyeyi imtisale müheyya bir vaziyette bulunmalarını, sırr-ı hayat iktiza ediyor.”[1]

    Hayat aslında çok içli dışlı olduğumuz bir kompozisyondur. Aldığımız nefes yaptığımız her şey ise o kompozisyonun kelimeleri hükmündedir. Kalem bizim hayatımız, mürekkebi ise bizim ecelimizdir.

     Her kompozisyonun farklı bir mevzusu var. Aynı olanlarının ise üslubu farklı. Bazı kompozisyonlar ana kompozisyon ana tema hükmündedir ki çok kompozisyonlar o kompozisyona tabi. Bazı kompozisyonlar sadece bir karalama kağıdı bazıları ise nümune-i imtisal olmuş halde..

     Hayat dediğimiz kompozisyonumuzun nasıl olacağı ise bizim mürekkebimizin kuruyacağı vakte kadar yazılması bizim irade ve ihtiyarımız dairesindedir. Bazen yazarız bir kelimeyi daha sonra ya tamamen siler başka kelime yazarız veya sileriz orası silindiği gibi kalır.

     Bu hali ile kağıdımız bir liman bir han dua edilen bir mekan gibidir. Kainatta var olan her şey kişinin alakadarlığı ve istidad ve kabiliyeti miktarınca kelimelerle adeta resmedilir kağıda. Her mana her şey hen insan her duygu her hadise … bir kartpostal manzarası gibi nakşedilir ama kelimelerle. Bu cihetten bakıldığında hayatımızdaki her şey “âlem-i şehadetin ziyasıdır” yani kendisinde tecelli eden manaları aksettirip bizde düşünceye ve kompozisyonumuzun bir harfi ve kelimesi hükmüne geçiyor. O halde bizler kompozisyonumuzun nasıl olmasını istersek ona göre bir alakadarlık göstermeliyiz.

     Sadece istekle olmadığı herkes alenen ve çok açık bir şekilde biliyor. Bir gayret, emek ve çaba istiyor. Alemimizi istila eden her şey ya bizi idealimize yaklaştırmak için altın bir fırsat veya maksadımızdan uzaklaştıran köhne bir engel oluyor.

            Gördüğümüz her şey “Hâlık-ı Kâinat’ın en câmi’ âyinesidir ve faaliyet-i Rabbaniyenin en mükemmel enmuzeci ve fihristesidir.” Bu harita ve fihristin en mükemmel misali insandır. Tüm esmanın tecelli edebileceği bir istidada maliktir. Bu istidadlar o kadar mühimdir ki kelimeler kifayetsizdir. Biliyorum anlıyorum ama ifade edemiyorum.

“Eğer o istidad çekirdeğini İslâmiyet suyu ile, imanın ziyasıyla, ubudiyet toprağı altında terbiye ederek, evamir-i Kur’aniyeyi imtisal edip cihazat-ı maneviyesini hakikî gayelerine tevcih etse; elbette âlem-i misal ve berzahta dal ve budak verecek ve âlem-i âhiret ve Cennet’te hadsiz kemalât ve nimetlere medar olacak bir şecere-i bâkiyenin ve bir hakikat-ı daimenin cihazatına câmi’ kıymettar bir çekirdek ve revnakdar bir makine ve bu şecere-i kâinatın mübarek ve münevver bir meyvesi olacaktır.

         Evet, hakikî terakki ise; insana verilen kalb, sır, ruh, akıl hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, herbiri kendine lâyık hususî bir vazife-i ubudiyet ile meşgul olmaktadır. Yoksa ehl-i dalaletin terakki zannettikleri, hayat-ı dünyeviyenin bütün inceliklerine girmek ve zevklerinin her çeşitlerini, hattâ en süflisini tatmak için bütün letaifini ve kalb ve aklını nefs-i emmareye müsahhar edip yardımcı verse; o terakki değil, sukuttur.”[2]

insanlar, Sultan-ı Ezelî’nin kudretiyle yokluk karanlıklarından ziyadar varlık âlemine çıkarılan mahluklardır. Sultan-ı Ezelî, bütün mevcudatı içinde biz insanları seçmiş ve emanet-i kübrayı bize vermiştir. Biz haşir yoluyla saadet-i ebediyeye müteveccihen hareket etmekteyiz. Dünyadaki işimiz de, o saadet-i ebediye yollarını temin etmekle, re’s-ül malımız olan istidadlarımızı nemalandırmaktır.”[3]

     İnsan bu istidadlarını kabiliyete inkılab ettirip iki cihanda ne varsa hepsinin sahibinin istediği tarzda olmaya gayret etmelidir. Kalb, sır, ruh, akıl hattâ hayal ve sair kuvvelerin tatmini ancak bu suretle olabilecektir. Aksi halde çürüyüp gidecektir. İnsan Allah’ın yeryüzünde halifesi sıfatını kazanmaya en müsaid varlık olup bunun yolu inkişaf ve inbisattan geçmektedir. Bu ise “emanet-i kübra” olarak tesmiye edilmektedir. Ukba yolunda bizler “saadet-i ebediyeye müteveccihen hareket etmek” niyet ve gayretinden geri kalmamaya çalışmalıyız. O halde istidadlarımızdan en mükemmel istifade etmek yolunu seçelim.

     Selam olsun bu niyet ve gayrette olanlara

Muhammed Numan özel

[1] Sözler ( 110 )

[2] Sözler ( 322 )

[3] İşarat-ül İ’caz ( 13 ) 

 

www.NurNet.Org