Etiket arşivi: hayat

Hayat Yolu Düz Değil

İnişi de var, çıkışı da hayatın. Acısı da var, tatlısı da. Mühim olan acıyı bal eylemek. Yunus gibi. İnsan ne kadar zayıf bir varlık. En büyükten en küçüğe kadar her şey ona ilişir. Sevdiğiniz bir insan, bir hayvan ölse, sevdiğiniz bir ağaç kesilse, saksıdaki bir çiçek solsa dünyanız kararıverir, üzülürsünüz. Sevdiğiniz biri ayrılıp gitse, unutamazsınız bir türlü. Kalbiniz burkulur. Gönlünüz de onun ardı sıra gider durur. Hayat böyle… Düşe kalka gidiyoruz. Hayat yolu düz değil…

Çok hastalanan doktor olurmuş, çok yürüyen de yolcu! Rabbim yine de bir an olsun hiç yalnız bırakmıyor. Bazen öylesine daralıp sıkılıyorsunuz ki, nerede ise patlayacak bir hâle geliyorsunuz. Bir dost yüzü görmek, bir dost sesi duymak ihtiyaç oluyor. Kışımız bahara dönüyor birden. Can dostları bir başkadır. Mal dostu malından geçmez, ama can dostu canından geçer. Bazı insanlarda böyle bir sır, böyle bir cazibe var. Onların bir an olsun yüzlerini görmek bile ferahlatır içimizi. Âlemimizi değiştirir. Allah dostları böyledir. Aldıkları manevî bir işaret üzerine, vazifeli oldukları yere giderler. Allah bir kulunu sevdi mi, ona ihtiyaç duyulan yere gönderir. Bir dert bir sıkıntı varsa, iki de ferahlık var. Her zorluğa karşılık iki kolaylık var.

Geçenlerde eski bir dostu ziyaret ettim. Onca derdine ve perişanlığına rağmen, hem gülümsüyor, hem de izzet ve ikramdan geri kalmıyordu. Bakışlarımdan ne sormak istediğimi anlamış gibi; “Bize başka türlü bir hayat yakışmaz.” dedi. Ne söz ama. İnanın ruhuma işledi. Cömerdin kalbi gibi, dili de temizdir. Böyle güzel bir söz yerde kalmaz zannımca, kanatlanır, arşa gider. Yere düşen bir kesme şekerin bile çevresini yüzlerce karınca sarıyor. Küçük bir nimetin kırıntısının kokusu bile rızık sahiplerini hemen kendine çekiyor. Aynen bunun gibi, Allah için söylenen güzel sözler de melekleri çekiyor. Ruhanîlerin gıdaları oluyor. Rabbim sesimizi de, sözümüzü de güzel eylesin. Rahmetli M. Selâhaddin Şimşek’in dediği gibi: “Sesini değil, sözünü yükselt. Yağmurlardır büyüten zambakları, gök gürültüleri değil.” Kolay değil elbette. Akla gelen elden gelse, bitmeyen iş kalmazdı. Ha demekle hemen her şey olmuyor. Önce azim ve gayret, sonra da sabır ve sebat gerek. Ya tahammül, ya zafer gerek…

Hayat yolu düz değil… Baharı var, kışı var. Gecesi var, gündüzü var. Her insan da bir değil. İyisi var, kötüsü var. Madem ki bu dünyadayız, imtihana da alışacağız. Hayat yolu düz değil. Hz. Mevlânâ hayatını üç kelimede özetliyor: “Hamdım, piştim, yandım.” Ve devam ediyor: “Bu dünya bir ağaca benzer. Bizler de bu ağacın yarı ham, yarı olmuş meyveleri gibiyiz. Ham meyveler ağacın dalına iyice yapışır; oradan kolay kolay kopmazlar. Çünkü ham meyve köşke ve saraya lâyık değildir. Bu dünyadan başka hayat tanımayanların, ham meyveden bir farkı yok. Onlar dünyadan hiç ayrılmak ve hiç çıkmak istemezler. Çünkü Allah’ın huzuruna, O Yüce Sultanın sarayına, Cennete çıkacak ne yüzleri vardır, ne de olgunlukları.” İyilerin çekmedikleri bir eza, bir cefa yok bu dünyada. Onlara dadanan düşmanların sayısı hesaba gelmez ama neticede kazanan yine hep iyilerdir. Ve onların yolundan gidenlerdir. Hayat böyle…

Hayat yolu düz değil. Görmek isteyen gözünü, işitmek isteyen kulağını açacak. Su içmek isteyen eğilecek. Lokmayı ağza atmak yetmez; yutmak isteyen onu çiğneyecek. Hangi kapının önünde durduk, hangi kapıyı çaldık da o kapı açılmadı ki? Allah’ım bizi kendinden başka hiç kimseye muhtaç etme. Ama her şeye rağmen zahmetlerin bir hikmeti olacak. Hikmeti nedir derseniz ona da cevap var. Bir gün, bir grup mümin, zalimlerin zulmünden şikâyetçi olmak üzere Mevlânâ’ya gelirler. Hz. Mevlânâ onlara şöyle bir ders verir: “Kasaplar pazarında hiç köpek kesiyorlar mı? Öldürülmeye en çok onlar lâyık olduğu halde, kesilen ve kesilmek zahmetine katlanan yine koyunlardır. Allah’ın yardımı da müminlere daha fazla olduğu için, zahmetleri de daha çok olacaktır. Onlar hakkındaki rahmet ise, o zahmete göredir. Sonsuz ve sayısızdır.”

Evet, koyunların yaşadığı zahmet ve sıkıntılar, hep onların değerli ve kıymetli oluşlarındandır. Köpeklerin kesilmemesi ve o sıkıntıları yaşamamaları ise kıymetlerinden değildir. Bu dünya da iyi insanların derecelerinin yükselmesi ve arınmaları için bir fırsattır. Şunu da unutmamak gerekir, burası hizmet yeridir, ücret yeri değildir. Zorluk, zahmet çok olur. Ama Rabbimizin rahmeti de bol olur. Dikenler çok olsa da bir gülün güzelliği, her zahmeti, her çileyi unutturur. Bir gül hatırı için, nice bin dikene katlanır bahçıvan. Mümin için dünya da böyledir. Burası ahiretin tarlasıdır. Dikeniyle uğraşma. Gülünü deren gider. Hayat yolu düz değil. Sen doğru yolda ve iyilik üzere ol. Attığın her adım, söylediğin her söz, verdiğin her sadaka, Allah için olsun yeter. Gerçek iyilik, gerçek zenginlik de bu değil mi? İşte size harika bir kıssa: Âlemlerin en sevgilisi Hz. Peygamber (sav.) anlatıyor:

Vakti zamanında bir adam;

“Bu gece illâ ki Allah için birine sadaka vereceğim,” deyip evinden çıktı ve sokakları dolaşmaya başladı. Karşıdan gelen bir adamın avucuna bir miktar para sıkıştırdı ve evine geri döndü. Sabah olunca köyün bazı yerlerinde toplanan insanların:

“Bu gece akılsızın biri, falan azılı hırsıza bir avuç dolusu sadaka vermiş. Sadaka verilecek başka kimse yok muydu?” diye konuşup gülüştüklerini, olayı anlatıp alay ettiklerini duydu ve üzüntü içinde evine döndü. Kendi içinden şöyle dedi:

“Ey Allah’ım, şükür sana lâyıktır, ben sadakayı senin için verdim. Bu gece yine sadaka vereceğim” diyerek, gece olunca yine evinden çıktı. Bir sokağın kenarında bekleyen bir kadına sadakasını verip evine geri döndü. Ertesi sabah halkın:

“Hayat kadınlığı yapıp hayasızlığı meslek edinmiş olan falan kötü kadına adamın biri sadaka vermiş, bu adam ne kadar akılsızdır, sadaka verecek başka birini bulamamış mıdır?” diye söylendiklerini, dedikodu yaptıklarını işitti. Adamın içinde bir burukluk meydana geldi. Adam evine gelip yine kendi içinden şöyle dedi:

“Allah’ım, sana şükürler olsun. Ne olursa olsun ben sadakayı senin rızan için verdim. Bu gece yine senin rızan için sadaka vereceğim” diyerek, gece vakti evinden çıktı. Sokakta ilk rastladığı bir adamın avucuna sadakasını sıkıştırıp geri döndü. Sabah olunca bazı köylülerin;

“Bu gece delinin biri, zengin bir adama sadaka vermiş” dediklerini, alay edip gülüştüklerini duydu. İçindeki üzüntü ile evine geri döndü ve şöyle dedi:

“Allah’ım sana tekrar tekrar şükürler olsun. Ben sırf seni hoşnut etmek için sadaka vermek istedim. Birincisinde sadakamı bilmeden bir hırsıza vermişim. İkincisinde tanımadığım bir hayat kadınına vermişim. Üçüncüsünde ise sadakaya muhtaç olmayan zengin birine sadakam gitmiş. Ben hikmetini bilmesem de, sana yine şükürler ediyorum,” deyip uykuya daldı. Gece rüyasında ona şöyle seslenildi:

“Ey sadaka veren kişi! Verdiğin sadakaların her biri yerini bulmuştur. Hırsıza giden sadakan, onu hırsızlıktan alıkoyacaktır. Zinakâr kadına verdiğin sadakan ise onu zinadan tövbe ettirecektir. Zengine verdiğin sadakan ise, ona ders olacak; kendisinin de malından sadaka vermesini sağlayacaktır.” (Buhari)

Evet, gönülde yaşanan güzel hayatlar insanı cennette kılar. Gönül sahibi olanlar, bu dünyada o gönül hayatına ererler. Allahım şu mübarek günler hürmetine, hayrı ve hasenatı sadece Senin rızan için yapan kullarından eyle. Amin. Hz. Peygamber Efendimize sonsuza kadar salâtu selâm olsun.

Son söz:

Efendimiz buyurdular ki: Bir gün bana Cenâb-ı Hakk’ın dört büyük meleği geldi. Bunlar Cebrail, Mikâil, İsrafil ve Azrail aleyhimüsselâm idiler.

Cebrail aleyhisselâm bana dedi ki: “Yâ Resulallah! Senin ümmetinden bir kimse size günde on defa salâvat ederse yarın kıyamet gününde ben onun elinden tutar, sıratı kuşlar gibi geçiririm.”

Mikâil aleyhisselâm da dedi ki: “Ben o kula senin Kevser havuzundan kana kana içiririm.”

İsrafil aleyhisselâm dedi ki: “Yâ Resulallah, o kulun affı için başımı secdeye koyarım Allahu Teâlâ onu affetmedikçe başımı secdeden kaldırmam.”

Azrail aleyhisselâm da: “Yâ Nebiyallah, sana günde on defa salâvat edenin ruhunu Peygamberler gibi kabz ederim” dediler.

Bunun üzerine Nebiler Nebisi Efendimiz: “Bu ne büyük lütuf yâ Rabbi! Bu ne büyük ihsan Allah’ım” buyurdu.

Selim Gündüzalp

Zafer Dergisi

Ve Kapı Çalmaz

Kapı çalar…
Sabahın erken saatlerinde… Açarsınız. Sütçünüzdür gelen. Sütçünün litreliğinden kabınıza dökülen beyazlıkta sabahın güzelliğine kavuşursunuz. Gözünüzde pırıl pırıl bir sabah kahvaltısı canlanır. İçinizden “Bugün kahvaltıyı bahçede yapalım” diye geçirirsiniz…
•••
Kapı çalar…
Gelen postacıdır. Kucağında büyükçe bir paket. Uzattığı kâğıda bir imza atarsınız. Daha önceden ısmarladığınız kitaplara kavuşmanın sevincini yaşarsınız. Zaten tatilde olduğunuzdan bu kitaplara çok ihtiyacınız vardır. “Artık canım sıkılmayacak” deyip keyiflenirsiniz. En çok merak ettiğinizi alıp şezlonga uzanırsınız…
•••
Zil çalar…
Kapıya koşarsınız.
Yıllardır görmediğiniz bir dost gelmiştir. Sevinirsiniz. Sohbetleriniz saatler boyu hatta günlerce sürer. “Yaşamak ne güzel” dersiniz içinizden. Hele böyle dostlar varken…
•••
Kapı çalar…
Dürbünden bakarsınız. Kimseyi göremezsiniz. Dönüp yeniden koltuğa gömülürsünüz. Bir daha çalar. Bakarsınız, yine kimse yok. Tam o sırada bir daha çalınca kapıyı açarsınız. Komşunuzun oğlu. Elindeki sopayla zile uzanmakta. Meğer tuzları bitmiş. İçeriden tuz getirirken kendi kendinize söylenirsiniz “Elbette göremem. Keratanın boyu bir metre…” Bu küçük hâdise neşelendiriverir ortalığı. Hatta koşup hanımınıza anlatırsınız.
•••
Kapı çalar…
Düşüp bayılacak kadar şaşırırsınız. Askerdeki oğlunuz haber vermeden izne çıkmıştır. “Oğlum benim…” diye hasretle kucaklarken gözyaşlarınızı zaptedemezsiniz. Mutululuğunuz oğlunuzun izni kadar uzar…
•••
Kapının her çalışında sanki mutluluğa koşmaktasınız. Huzur tüter gözlerinizden. Her sessizlikte kulaklarınız zil sesi arar…
”Ve kapı çalmaz…”
En büyük misafir gelir.
Âdetâ kapıyı kırmıştır. Alıp gider sizi, şaşırırsınız. “Niye haber vermedi?” diye içinizden geçirirken “Doğduğundan beri zile basmaktayım” der. Bir şeyler söylemek istersiniz o an. Ama o andan sonra diliniz dönmez.

Ölüm sessiz sedasız gelivermiştir…

Murat Başaran / Zafer Dergisi

Sonbahar Fakültesi

‘Ne işim var benim burada? Annem nerede? Şimdi ne olacak? Eve gitmek istiyorum. Oyuncaklarımı istiyorum. Ben çizgi çizmek istemiyorum… En güzel çizgiler benim çizdiklerim… Annem dışarıda bekliyor mu acaba?’ İlkokul; bir.

‘Bu matematikçi çok ters bir adama benziyor… Zil çalsa da teneffüse çıksak… Çok susadım. Hiçbir şey anlamadım ben bu ‘x’ten, ‘y’den… Evde bakarım. Boş ver… Son ders beden… Top oynarız. Ben büyüyünce avukat olacağım… Yok, yok bilgisayar mühendisi olmak daha iyi. Versene oğlum silgimi…’ Ortaokul; bir.

‘Çok güzel yaaa… Ama çok zenginler… Saçlarımızı da yapamadık sabah sabah. Kesin bana bakıyor işte oğlum… Zengin mengin… Çok güzel… Anlamadım hocam… Tamam hocam… Bi ehliyet alsam… Ulan araban yok. Ehliyetin olsa ne olacak… Babamınki de hurda… Yarın imtihan mı var? Hadi be… Ne zaman çalışacağız yaa…’ Lise; bir.

‘Girdik bu bölüme de… Biter mi acaba? Güya ekonomi okuyacaktık. Okula bak: Hititoloji… Neyse… Kapağı attık ya… Diploma diplomadır. Aslında bi yandan İngilizce kursuna gitmek lâzım… Şu yurt işi hallolsa… Enişte gıcık adam… Fazla kalınmaz orada… Offf. Dört sene ya… O da biterse… Askerlik… İş…’ Üniversite; bir.

Yine sonbahar… Ah şu serin ama üşütmeyen havalar… Tertemiz… Yeşil sararıyor… Yapraklar dökülecek… Hani renk cümbüşü. Erken sararanlar, dökülenler, o sırada hâlâ yeşil olanlar… Kızıl olanlar… Aman Yarabbi.

Sonbahar… Şu son lafı hiç yakışmıyor bu mevsime… Son mu? Başlangıç mı? Yine son bahar. Yinelenen son olur mu? Hazan… Daha güzel… Hazan; ölümü hatırlatan yaşamak arzusu.

Yaşamanın farkına varma duygusu.

Hazan… Hayat; otuz, kırk, elli…

Murat Başaran / Zafer Dergisi

Hayat Nedir?

Meşhur bir Batılı romancı “Hem insan olmak hem de hayatı hayvanlardan daha az anlamak, ne hazin şey” demiştir. Hayatı hayvanlardan daha az anlamak, biz insanlara büyük bir hakaret gibi gelse de maalesef insanların ekseriyeti bu durumdadır.
“Hayat görüşüm”, “Bana göre hayat” “Hayat felsefem” gibi bilgiçlik taslayan iddialı girişlerle söylenenler, umumiyetle “Hayat nedir?” sorusuna cevap verebilmekten çok uzak kalmaktadır.
Bu meselenin üzerinde sathî kalmaktan çıkıp derinine inmeye çalıştığımızda, ilk anda bize ağır ve haksız olarak yapılmış bir hakaret gibi gelen o Batılı romancının sözündeki hakikat payını, yavaş yavaş kavrar gibi oluruz.
Yaşadığı halde yaşadığından gafil olmak, insan gibi en mütekamil ve şuurlu canlılar için hakikaten çok hazin değil midir? Peki, nedir bu hayat? İsterseniz bu mühim mesele hakkında biraz imâl-i fikir edip derinine nüfuz etmeye çalışalım:
İlköğretimden itibaren okullarda ders olarak verilen “Biyoloji”, “Hayat Bilimi” manâsındadır. Okul eğitimi sisteminde lise, yüksek okul, üniversite ve üniversite üstü (lisans üstü) seviyesinde yazılmış biyoloji kitaplarını incelerseniz, ismi “Hayat Bilimi” manâsına gelen bu bilim alanının en evvel yapması icap eden “hayatın mahiyetini açıklamak” işini yapmadığını görürsünüz. Bugün dünyanın her tarafında bulunan binlerce biyoloji profesörüne “Hayat nedir?” sorusunu sorsak, hiçbirinden bu sorumuzun tatminkar bir cevabını alamayız. Bize hayatın ne olduğunu açıklamak yerine ancak hayat sahibi, yani “canlı” olmanın emarelerinden, tezahürlerinden bahsederler.
Bir bilim alanında en yüksek akademik ünvanları taşıdığı halde, o bilim alanının adının tatminkar bir açıklamasını bile yapamamak, hayret edilecek bir husustur. Diğer bilim alanlarında (fizik, kimya, jeoloji…) bu hal görülmez. O bilim alanlarının adının manâsı, mahiyeti, daha ilköğretim seviyesindeki kitaplarda bile açıklanabilir.
Biyoloji, hayat bilimi manâsına geldiği halde, bu bilimle meşgul olanların en başta yapmaları icabeden hayatın mahiyetini açıklayamamaları, hatta bilimsel açıklama yapmayı bir tarafa bıraksak, hayatın mahiyeti hakkında medar-ı bahis olabilecek bir felsefi görüşün bile şimdiye kadar ortaya konulamaması, “Hayat nedir?”sorusunu fevkalade alâka çekici hale getirmektedir. Madem hayat, en alt mertebesi kabul edilen bitki hayatından itibaren hayvanların hayatı ve insanların hayatı şeklindeki daha yüksek mertebeleriyle binlerce yıldır var olduğu halde, bunun mahiyeti hakkında şimdiye kadar insanların fenleri ve felsefeleri bir açıklamada bulunamamıştır. Bu hal, hayatın inkâr edilemez hakikatının açıklamasını fenlerin ve felsefenin dışında aramaya bizi mecbur bırakmaktadır. Fenlerin ve felsefenin dışında, hayatın açıklamasını sorabileceğimiz de sadece din vardır. Din, nakle dayanır. Semavi dinler, Allah’ın (c.c) peygamberleri, suhuf ve kitapları ile bize bildirdikleridir. Bunların arasında en son, tahrif edilmemiş, en mükemmel ve kıyamete kadar baki kalacak din olan İslamiyet, Kur’an âyetlerinde hayatın mahiyetine de açıklama getirmiştir.
Allah (c.c); “Yuhyî”, yani “hayatı veren”dir. Hayat; hakikatlerin en şereflisi, en temizi, en büyük nimet, kudret-i ezeliyenin en büyük ve en ince ve en acib bir mucizesi, dışı da içi de iki yüzü de lâtif olduğundan, insanlara hoş gelmeyen hiçbir çirkin tarafı bulunmadığından, Allah (c.c) “Yuhyî” sıfatını tecelli ettirirken, insan aklının nazarında, kudret elinin perdecisi olarak Sâni’i gizleyecek sebebleri, vasıtaları araya koymamıştır. Bu sebeple, başta biyoloji (hayat bilimi) olmak üzere, nakle dayanmayan fenler ve felsefeler, hayatın mahiyetini açıklayabilmek için bu açıklamalarını dayandırabilecekleri sebepler ve vasıtalar bulamamakta, bundan dolayı da hayatın mahiyetini açıklayamamaktadır.
Allah’ın (c.c) diğer bir sıfatı olan “Yumît” “mevti (ölümü) veren” manâsındadır. Ölümün ekseriya zahirî yüzü insanlara hoş gelmediği için Allah (c.c) hakikatte öldüren kendisi olduğu halde, insan aklının nazarında kudret elinin perdecisi olacak ölüm sebeplerini ve bu sebeblerin de üstünde dört büyük melekten biri olan Azrail’i (a.s) ölüm meleği olarak vasıta kılmıştır. İnsanlar bir akraba veya dostlarının ölümü halinde büyük ekseriyetle bu sebepler ve vasıtalara takılırlar ve Allah’ın (c.c) izzet ve azametine karşı bir söz söyleyene pek rastlanmaz. Ölüm için bin bir sebep ve vasıta vardır: Çeşitli hastalıklar, yaşlılık, çeşitli kazalar, harpler, darbler ve kendisi de Allah’ın (c.c.) öldürme fiiline perde olan Azrail (a.s.)…
Hayatı veren de ölümü veren de Allah (c.c) olduğu halde, hayatı verirken insan aklının nazarında perde olacak hiçbir sebep ve vasıta koymayıp, ölümü halk ederken ise çeşitli sebeb vasıtaları insan aklının nazarında perde yapması, Allah’ın (c.c) hikmetidir. Hayatı veren de hayatı alıp ölümü veren de hakiki fail Cenab-ı Hak olduğu halde. Ölüm meleği olarak Hz. Azrail’in (a.s) vazifeli olmasına mukabil, “Hayat meleği” olarak bir melek isminin duyulmamış olması, hayat ile kudret-i ilahiye arasında zahirî bir sebep bulunmadığının bir delilidir.
“Ol mâhiler ki, derya içredürler; deryayı bilmezler.” (O balıklar ki, denizin içindedirler; ama denizi bilmezler) demiştir, meşhur bir şâirimiz. İnsanlar da hayat denizinin içindedir, fakat hayatı bilmez! Halbuki, “Kaînatın ruhu, nuru, mayası, esası, neticesi, hülâsası hayattır. Hayatı veren kim ise bütün kâinatın Hâlikı da O’dur. Hayatı veren, elbette O’dur, Hayy ü Kayyûm’dur”
Hayat, Allah’ın (c.c) bize en büyük nimetidir. Dünya hayatı, bize âhiret hayatını kazanabilmek için verilmiş bir imtihan fırsatıdır. Ebedî âhiret saadeti imanla kazanılır; fakat hayat olmadan iman olmaz. Yani, imtihana girilmeden imtihanda muvaffak olunmaz!
İnsanlar umumiyetle gaflettedir; yaşadıkları hayatın kendilerine kimin tarafından niçin ve ne maksatla verildiğini, bu hayatı nasıl yaşamaları icab ettiğini, bu hayattan sonra kendilerini neyin beklediğini bilmeden bu dünyada yaşar ve giderler. Bu, denizin içinde olduğu halde denizi bilmeyen balıkların haline göre, çok daha fazla garip karşılanacak bir haldir. Çünkü, balıklarda şuur yoktur ki, içinde yaşadığı denizi bilebilsin. İnsana ise şuur verilmiştir ve bu şuurla birlikte bunu iyi kullanabilmek mesuliyeti de yüklenmiştir. Verilen her hakkın ve nimetin, bu hak ve nimeti iyi kullanabilme mesuliyetini de yüklemesinin en mühim bir misali; insana bu hayatın verilişiyle yüklenen mesuliyettir, denilebilir. Dünyanın sonu olan kıyametle, bütün insanların imtihanları da tamamlamış olacak, insanlar yeniden diriltilip haşir meydanında toplanacak, Mahkeme-i Kübrâ’da bütün insanların dünyadaki imtihanlarının neticesi görülecek ve bu büyük imtihanı kazananlar ile kaybedenler tefrik edilecek, ayrılacaktır.
Bütünlemesi ve telâfisi olmayan bu dünya imtihanında “akıllı geçinenler” değil de “hakikaten akıllıca yaşayanlar”ın yapacağı, âkibette kendisine kazanç getirecek şekilde yaşaması, ebedî zararını celbedecek halden uzak kalmaya çalışmasıdır. Yaradan’ını, onun kendisine gönderdiği elçisini, kitabını tanıması; kim olduğunu, nereden geldiğini, nasıl hayat sahibi olduğunu, nereye gittiğini, ölümün mahiyetinin ne olduğunu anlaması ve bu anlayışla yaşamayı, en başta gelen vazifesi bilmesidir. “Hayat nedir?” sorusunun, insanların ortaya koyduğu fenlerde ve felsefelerde bulunmayan cevabını veren Allah’ın (c.c) kelamı Kur’an, bu cevapla aynı zamanda insanın kim olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini, ölüm ve sonrası ile alâkalı, insanın meraklı suallerinin cevabını da vermiş olmaktadır. Bu âyetlerden biri olan Bakara Sûresinin 28. âyetinin meali şöyledir: “Ne suretle Allah’ı inkâr ediyorsunuz. Halbuki, sizin hayatınız yoktu; O, size hayatı verdi, sonra sizi öldürecektir. Sonra yine hayat verecektir, sonra O’na rücu edip gideceksiniz.”
Bu dünyaya kendi isteğiyle geldiğini, bedenini, azalarını, şuurunu, hislerini, hafızasını, muhakemesini ve insan olarak bütün varlık unsurlarını kendisinin meydana getirdiğini iddia edebilecek hiçbir normal insana rastlanmaz; böyle bir iddiada bulunana deli nazarıyla bakılır. İnsan, mevcut bu varlığını kendisi meydana getirmiş olamayacağı gibi, anası-babası, tabiat, tesadüf, evren bilinci, vs. de yapmış olamaz. Bu fiilin sahibi ancak tek (Vahid) bir Allah (c.c) olabilir. İnsanoğluna, imtihan sırrı icabı, akıl ve iradesi ile bu dünyada bir derece hür ve serbest olmak imkanı tanındığından, bu hür ve serbest oluşu gaflet ve dalâlete sapmak yolunda kötüye kullanabiliyor. Halbuki,Yaratan ne diyor? Onu merak edip onu anlamaya ve yaşamaya çalışması, aklını ve iradesini kullanırken en doğru seçimi olabilir. Dikkat edelim: “Kâinat mescid-i kebîrinde Kur’an, kâinatı okuyor! O’nu dinleyelim. O nur ile nurlanalım. Hidâyetiyle amel edelim. Ve onu vird-i zeban edelim. Evet, söz odur ve ona derler. Hak olup, Hak’tan gelip hak diyen ve hakikatı gösteren ve nuranî hikmeti neşreden o dur.” (B.S.N, Sözler)
* * *
1984 yılında, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Histoloji-Embriyoloji Anabilim dalında doçent (şimdi profesör) olan bir arkadaşımı ziyaret gitmiştim. Bana, Üniversite kütüphanesinden aldığı İngilizce bir embriyoloji kitabının bazı sayfalarını gösterdi. Kitap, Kanada’nın Toronto Üniversitesi Anatomi Bölüm Başkanı ve çeşitli ilim kuruşlarının üyesi olan Prof. Dr. Keith L. Moore’a ait, ismi “Gelişen İnsan” olarak tercüme edilebilecek büyük boy ilmî bir eserdi. Embriyoloji ilmine göre, insanın tek bir hücreden itibaren gelişimini teferruatiyle anlatan bu kıymetli eserin, insan embriyolojisinin tarihçesinden bahseden sekizinci ve dokuzuncu sayfalarında, Ortaçağda insanların fen ilimlerinde terakkilerinin yavaş olduğundan ve ancak müslümanların mukaddes kitabı Kur’an’da insanın tek bir hücreden itibaren gelişimi hakkında mühim bilgiler verildiğinden geniş bir şekilde bahseden kısmı, bilhassa dikkati çekmekteydi (Kitabın tam ismi : Moore, K. L; The Developing Human-Clinically Oriented Embryology, 3.rd Ed. Philadel-phia, W.B Saunders Co, 1982).
Bu anabilim dalının dışında olmama rağmen, benden bu mevzuyu işlememi isteyen arkadaşımın isteği üzerine, Zafer dergisinin Eylül 1984 sayısında neşredilen çok kısa bir yazı göndermiştim. Bu yazıda; “Çeşitli fen ilimlerinin tarihî gelişimleri incelendiğinde, araştırma metot ve vasıtalarının bugünküne nisbeten çok daha kifayetsiz olduğu Ortaçağda, insanların umumiyetle daha önceki bilgilerin tahliline dayalı yeni tahmin ve yakıştırmalarla, sonradan yanlışlığı ispatlanan teoriler ortaya atmaktan fazla ileri gidemedikleri görülmektedir. İnsanın ilk 40 günlük nutfe, ikinci 40 günlük alaka ve üçüncü 40 günlük mudga safhalarından geçerek tek hücreden itibaren gelişimine dair 14 asır önce “Ortaçağ” denilen zaman aralığı içinde insanlara nazil olan Kur’an’da verilen bilgiler, bugünkü modern embriyoloji ilmiyle de teyid ve tasdik edilmektedir.” demiştim.
Bu yazımı okuyan, Kanada’nın Toronto şehrindeki Zafer dergisi okuyucusu olan Türkler, kendi şehirlerindeki bu profesörü ziyaret edip meseleyi geniş bir şekilde konuşmuşlar. Bir Kanada radyosunda kendisiyle uzun bir program da yaptıktan sonra, Prof. Moore, “The Gazette” ve “The Globe and Mail” adlı günlük iki gazetede, 22-23 Kasım 1984 tarihlerinde neşredilen sayısında geniş beyanatta bulunmuş, ayrıca ilmî bir makalesinde bu mevzuyu işlemişti.
“Embriyoloji Mevzuunda Mucizeler” başlığıyla neşredilen ilmî makalesinde Prof. Moore, Kur’an âyetlerini ve hadisleri hem orijinal yazılışıyla hem de İngilizce mealleriyle klişeler halinde hazırladığı posterleri basın toplantısında gazetecilere göstererek resim çektirmiş, bunları sayfa ebadına göre küçültülmüş halde ilmî makalesine de koymuştu.
Prof. Dr. Keith L. Moore, neşrettiği bu ilmî makalesinde, Kur’an ve hadisten embriyoloji mevzuunda tespit ettiği mucizelere şöyle işaret ediyordu. “Embriyoloji mevzuundaki ilk çalışmalar, bildiğimiz kadarıyla M.Ö. 4. asırda yapılmış ve gelişen civciv embriyonları incelenerek mukayeseli bir neticeye varılmak istenmişti. Bu çalışmanın üzerinden geçen yaklaşık 2000 yıl boyunca embriyolojide dikkate değer bir gelişme görülmedi. Ve mikroskobun 17. yüzyılda keşfedilmesiyle insan hücresindeki embriyolojik safhalar belirlenmeye başladı. Birkaç yıl boyunca Kur’an ve hadislerüzerinde çalışma yaparak insanın embriyolojik gelişmesini inceledim ve 7. yüzyılda insanlığa gönderilen bu ilâhî kitaptaki ilmî hakikatlerle tam uyum gösteren bilgiler karşısında şaşırıp kaldım.

Şimdi Kur’an’dan seçtiğim âyetleri, embriyolojideki son gelişmelerin ışığındaki bilgilere dayanarak ele alacağım.
İnsanoğlunun ana rahminde devreler halinde geliştiği, bir fikir olarak 1942 yılında ortaya atılmış, ancak, bugün de geçerli olan son bilgiler, 1974 yılında herkes tarafından kabul edilmiştir. Halbuki, Kur’an, Zümer Sûresi 6. âyette mealen: “Allah sizi tek bir nefisten yarattı, sonra da ondan eşini yarattı. Sizin için hayvanlardan sekiz eş meydana getirdi. Sizi de annelerinizin karınlarında üç katlı karanlık içinde çeşitli safhalardan geçirerek yaratıyor. İşte bu yaratıcı, Rabbiniz Allah’tır. Mülk O’nundur. O’ndan başka ilah yoktur. Öyleyken nasıl oluyor da (O’na kulluktan) çevriliyorsunuz?” demek suretiyle, insanın gelişmesinin üç karanlık bölgede cereyan ettiğini açıkça belirtmektedir. Embriyoloji biliminin son tespitlerine tam olarak uygunluk gösteren bu bölgelerden birincisi rahim duvarı, ikincisiannenin karın zarı, üçüncüsü ise, birleşik embriyo ve kroyonların meydana getirdiği amniyokoriyonik membran’dır. Bu üç anatomik bölge, embriyonu dış tesirlerden ve zararlardan korur. Mü’minûn Sûresi 12-14. âyetleri ise, ilk haftalardaki gelişmeleri dile getirirken insan embriyosunun da eksiksiz bir tarifini yapıyor ve onun “tırmanan sülük” gibi bir şekilden, bir çiğnemlik ete döndüğünü ifade ediyordu.“Biz insanı çamurdan, bir sülâle’den yarattık. Sonra onun neslini sağlam bir karargâh olan dölyatağında dökülmüş su yaptık. Sonra o dökülmüş suyu kan pıhtısı, bu kanı da bir çiğnem et yaptık. O bir çiğnem etten kemikler yarattık. Kemikleri de et ile örttük. Sonra onu başka bir yaratılışta yaptık. Allah; bilgide, güçte ve kuvvette pek yücedir, yaratanların en güzelidir.”
Bu âyetleri ilk önce anlamamış olmamıza rağmen, insan embriyosunun 24. gün sonunda aldığı şekli Arap sülükleriyle karşılaştırdığımızda, hayret içinde kaldık. Embriyonun bu hali, sülüklere son derecede benziyordu. Ve bu dönem alakanın lügat manalarından biri olan “tırmanan sülük” ifadesine uygun olarak, embriyonun rahim duvarına tırmandığı dönemdi.
Asırlar boyunca, insanın ufak bir modelinin erkeğe ait spermler içinde bulunduğuna ve bunun ana rahminde hiç değişmeden büyüdüğüne inanıldı. Benzer şekilde diğer bir grup da anne yumurtasında bir insan modelinin bulunduğunu ileri sürüyordu. Yani asırlar boyunca, sperm ve yumurta hücreleri birbirinden ayrı olarak ele alındı. Embriyolojide insanın zigot denilen tek bir hücreden yaratıldığını, bunun da yumurta hücresinin döllenmesiyle meydana geldiğini, ancak 18. yüzyılda Spallanazani tarafından yapılan deneyler neticesinde öğrendik. Halbuki Kıyame Suresi’nin 37. ve Secde Suresi’nin 8. âyetleri bu keşiften tam on bir asır önce, “Nutfe” olarak bahsedilen zigotun nasıl meydana geldiğini belirtiyor, Abese Suresi’nin 19. âyeti ise, zigotun gelişmekte olan insanoğlunun özelliklerini ve onun hayat programını taşıdığını açıkça anlatıyordu. 19. yüzyılın sonlarında keşfedilen bu durum, Kur’an tarafından asırlar öncesinden belirtilmişti ve işin enteresan tarafı bu âyetlerin o asrın insanları için bile rahatlıkla anlaşılabilecek şeklide olmasıydı.
Spermin, döllenmeyi sağlayan faktör olduğu son asırlarda keşfedilirken, Kur’an âyetleri döllenmeyi, tarif etmekle kalmamış ve spermin özelliklerini de ortaya koymuştu. Dışarı atılan milyonlarca spermin ancak çok küçük bir bölümünün yumurtanın beklediği rahime ulaşabildiği ve bunlardan sadece bir tanesinin yumurta hücresi ile birleştiği 18. yüzyılda keşfedilmişti. Halbuki, Allah, Kıyame Suresi’nin 37. âyetinde “O, (döl yatağına) akıtılan meninin içinden bir nutfe (sperm) değil miydi?” ve Secde Suresi 8. âyetinde “Sonra onun zürriyetini, dayanıksız bir suyun özünden üretmiştir.” denilerek 1200 sene öncesinden insanın bu yaratılış safhasını açıklamış bulunuyordu. Bununla alâkalı bir hadiste de, her meniden çocuk olmadığı açıkça ifade edilmekteydi.
Dr. Moore, mucize olarak vasıflandırdığı diğer tespitlerini de şöyle anlatmaktadır:
Araştırmalara göre, embriyo döllendikten on gün son rahime iner. Sekizinci haftada insana benzer. Rahime gelmesinden 50-55 gün sonra, embriyo her şeyiyle insandır artık. Ancak kulak ve gözler, 4. haftada şekillenmeye başlar. 6 hafta sonra iyice belirgin hale gelir.
Bir hadiste: “(Nutfe meydana geldikten kırk iki gün sonra, Allah (c.c) ona bir meleğini gönderir, cenine karakterini aşılar, duyularını (göz ve kulak gibi) yerleştirir, etini, kemiğini yaratır ve melek “Allah’ım” diye sorar. Bu erkek mi, dişi mi?” buyrulur. Peygamber (s.a.v) kelamında, ancak 1100 sene sonra ilmen ispatlanabilecek bir hadisenin günleri aynen verilerek tarif edilmesi, acaba “mucize”den başka hangi kelimeyle ifade edilebilir?
Bu hadiste bir incelik daha vardır. Melek, Rabb’ine niçin bebeğin cinsiyetini sormaktadır? Bu sorunun cevabına, bugünkü ilmî bilgilerle bakıldığında hayret vericidir: Çünkü kırk ikinci güne gelinceye kadar, ceninin eti, kemiği tamamlandığı, karakteri ve duyuları yerleştiği halde, cinsiyeti henüz belli değildir ve hadiste bu durum 1200 sene önce, harika bir şekilde bildirilmiştir.
Kur’an, ayrıca insan blastosistine ait bir işleme de implantasyon, (yani ekme işlemi) açıklık getirmektedir. Bakara Sûresi’nin 223. âyeti: “Kadınlarınız sizin için bir tarladır…” demek suretiyle blastosistin rahimdeki durumunu, toprağa atılan tohuma benzetir. Bu âyet de çok mânidardır. Çünkü, toprak tohumu örttüğü gibi, rahmin epidelyumu da ona asılan blasosisti örter. Ve blasosist, hemen ardından beslenmek maksadıyla kroyonik villi (chorionic villi) adı verilen lifçikleri meydana getirir. Aynen tohumların, toprak içindeyken beslenmek için çıkardıkları kökler gibi…
Dr. Moore, kendisini hayrete düşüren bir başka tespitini de şöyle anlatıyor: “Daha önce verdiğimiz Kur’an âyetleri, insan embriyosunun dört haftalık şeklinden, neden “bir çiğnemlik et” (mudga) olarak bahsetmektedir? Kur’an’da “mudga” kelimesiyle ifade edilen bu 4 haftalık embriyonu incelediğimizde, üzerinde tesbihimsi bir yapı meydana geldiğini ve bu yapının görünüş olarak, diş izlerine benzediğini, hayretle gördük. Dört haftalık insan embriyosunu plastikten bir modelini yaptık ve ağzımızla çiğneyip diş izlerimizi bıraktık. Meydana gelen şekil, hakikî embriyoya fevkalade derecede benziyor ve Kur’an’ın bu safhadaki embriyodan niçin “mudga” (bir çiğnemlik et) olarak bahsettiğini çok güzel açıklıyordu. Bir çiğnemlik et hakkında Kur’an’da verilen bilgilerle, bugünkü embriyolojik çalışmaların neticeleri arasındaki uygunluk bundan ibaret de değildir. Müminûn Sûresi’nin 14. âyetindeki “… O bir çiğnem ette kemikler yarattık. Kemikleri de et ile örttük. Sonra onu başka bir yaratılışta yaptık.” “Mudga”da meydana getirildiği bildirilen bu gelişmeler, yapılan embriyolojik çalışmalar neticesinde de aynen âyetin ifadesindeki gibi tesbit edilmiş; hatta beyin ve kalp gibi organların da bu safhada teşekküle başladığı görülmüştür.”
Bugünkü embriyoloji ilminin tespitleriyle Kur’an ve hadisi karşılaştırarak Kur’an ve hadislerdeki mucizelere hem basın toplantısıyla hem de kitaplarla dikkati çeken Kanadalı Profesör Keith L. Moore bu mevzuda son olarak şunu söylemektedir: “Kur’an âyetlerinin ve hadislerin açıklamalarının bugünkü müsbet ilimlerle de doğrulanmış hakikatlarını, bilgimin artmasıyla daha iyi değerlendirebileceğimi zannediyorum. Din ile ilim arasında yıllar boyu bırakılan mesafenin, Kur’an ve hadislerin hakikatlerinin anlaşılması ve anlatılması ile kapatılabileceğine inanmaktayım.”
Prof. Dr. Keith L. Moore’un müslüman olup olmadığını bilmiyoruz. Eğer Kur’an ve hadislerde, profesörlük mevzuu ile alâkalı bu mucizelere sadece ilmî perspektifle bakmakla iktifa edip bunun ilerisine geçememişse ve iman edip müslüman olamamışsa, bu onun meselesidir ve dünyadaki kulluk imtihanıdır. Onun bu delillere rağmen iman etmemesi, bizim imanımıza bir zaaf getirmez. Aksine “En kat’i hakikat odur ki, düşmanları dahi onu tasdike mecbur olur” kaidesiyle, bağlı olduğumuz iman hakikatlerinin hakkaniyetini İslâm düşmanı bile olsa tasdikiyle imanımıza kuvvet vermiş olur.
Mü’minlerin, Allah’a (c.c), İslâm’ın hak din olduğuna, Kur’an’ın Allah’ın (c.c) kelamı, Peygamberimizin (s.a.v) Allah’ın (c.c) rasulü, bize gönderdiği elçisi olduğuna inanmak ve bu inancını arttırmak için aslında Kanadalı bir profesörden ders almaya da ihtiyacı yoktur. Çünkü gerçek bir mü’min, Kur’an’ın “En hakikî mürşid” olduğuna inanır.
Daha önce bahsettiğimiz, Bakara Suresi’nin 28. âyetinde, hayatın ne olduğu, nasıl meydana geldiği sorularının cevabı verilirken; aynı zamanda insanın nereden geldiği, nereye gittiğine dair en mühim soruların cevabı da verilmektedir. Bu âyet, hayatın Allah tarafından verildiğini, bu dünya hayatındaki ölümün zamanın geçmesiyle değil Allah tarafından husule getirildiğini, bu dünyadaki ölümden sonra âhirette yine Allah tarafından ikinci defa hayat verileceğini haşir ve kıyamette tasfiye ameliyatını gördüğü zaman, zıtların birbirinden ayrılacağını, sebepler ve vasıtaların da ortadan kalkacağını, ortadaki perde ve örtü kalktıktan sonra, herkesin Sâni’ini göreceğini ve hakîki Mâliki’ni bileceğini de vermektedir. Her bir kelimesi hayatın ve insanın ne olduğuna, insanın nereden gelip nereye gittiğine, bu dünyadaki vazifesinin ne olduğuna dair çok mühim hakikatleri çok kısa ve veciz olarak insana bildiren bu âyeti mealen tekrar okuyalım: “Ne suretle Allah’ı inkâr ediyorsunuz? Halbuki sizin hayatınız yoktu; O size hayatı verdi; sonra sizi öldürecektir. Sonra yine hayat verecektir; sonra ona rücu edip gideceksiniz.” (Bakara, 28). Elbette, biz de tüm bunlardan sonra şöyle demeliyiz: “Bu, kendisinde şüphe olmayan bir kitaptır. Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için yol göstericidir.” (Bakara, 2)

 Prof.Dr.Mustafa Nutku

Geçmişi Kurtarmak

Gölgesi uzuyor hayatlarımızın. Sevimli ihtiyar adamların, bir cami avlusunun serinliğinde akşam ezanlarının okunmasını ya da belki bir köy kahvesinin önündeki tahta sandalyelere oturmuş, hareketleri gibi ağırlaşmış zamanın geçmesini beklerlerken birbirlerine anlattıkları geçmiş zaman hikâyelerine kapılarak bilinmeyen yerlere doğru (nerededir bütün o yaşanmış şeyler şimdi?) yitip gitmeleri ve geriye yalnızca havayı dolduran seslerin kalması gibi, hayatlarımızın gölgesi uzadıkça, geçmişe daha uzun uzun bakıyor, daha eskilere, unutuşun dipsiz kuyusuna çökmüş anıların peşinde daha derinlere, yitirilmiş bir dünyanın kalıntılarını bulup çıkarmak için dalıyor ve her defasında kimbilir hangi büyünün tesiriyle değişmiş, tanınmaz hale gelmiş, belki uzaktan uzağa birşeyleri hatırlatan, ama artık kendileri olmaktan, bütünüyle bizim olmaktan çıkmış, yine de sahiplenmekten vazgeçemediğimiz ‘şeyler’le geriye dönüyoruz. O şeylerden konuşurken kelimelerimiz bile yosun kokuyor. Gölgesi uzuyor hayatlarımızın.

kıraathaneÖmür bahçelerimize akşamın alacakaranlığı usulca çöker ve tüm yaşadıklarımız bu alacakaranlığın içinde belirsizleşip birbirine karışmaya, gitgide silinmeye yüz tutarken, yaşadıklarımızdan birşeyleri kurtarmaya, hayatta tutmaya çalışmak için bizi zorlayan bir endişe ve istek içimizde çoğalıyor. Herşeyin birbirine karıştığı bu yarıkaranlık bahçede huzur ve acı, sevinç ve üzüntü, neşe ve keder, ümit ve yeis te birbirine karışıyor, içiçe geçiyor, biri diğerinin yerini alıyor. Öyle ki, çoğu defa neyin bizi huzursuz ettiğini anlayamıyor veya binbir güçlükle netleştirdiğimiz bir görüntünün bize acı mı sevinç mi verdiğine emin olamıyoruz. Yine de bu zorluklar bizi yıldırmıyor ve ‘geçmişi kurtarmak’ gibi altından kalkılması hayli zor bir işin peşini bırakmıyoruz. Çünkü hayatlarımızın yaşanmaya değdiğine, hayatın hakkını verdiğimize kendimizi inandırabilmenin kaygısıyla doluyuz. Bu kaygılarla geçmişe ait hatırlayabildiğimiz ne varsa yazmaya, anlatmaya, kaydetmeye, biriktirmeye çalışıyor, yaşadıklarımızı hatırlatan ve o yaşanmışlıkların bütün duygularıyla, sezişleriyle, imalarıyla, kokularıyla üstüne sindiği eşyaları titizlikle saklıyoruz.

Hepimiz az çok geçmiş zaman koleksiyoncusuyuz. Koleksiyonumuzun zenginliğini yeteneklerimizin farklılığı belirliyor. Ama yalnızca zenginliğini değil, bu özel koleksiyonun bir canlılık taşımasını, parçalarının belirli bir uyumla biraraya getirilerek sağlıklı ve iyi bir bütün oluşturabilmesini de yeteneğimiz belirler. Ama yalnızca yeteneğimiz de değil. Geçmişin unutulup gitmesinden, geçmişimizle birlikte kaybolup gitmekten duyduğumuz korkunun büyüklüğü de belirleyicidir. Bu, geçmişi sadece geçmiş olarak görmemekle, Zamanı bütün parçalanmışlığına ya da onu parçalanmış olarak algılayışımııza karşılık, o parçalara aynı anda dokunabilme isteğinin içerdiği ‘aşırılık’la ilgilidir. (Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde adlı eserinde anlatmayı başardığı buydu. O, ‘Eserimi tamamlayacak vakti bulabilirsem, herşeyden önce insanları, birer hilkat garibesine benzetme pahasına da olsa, mekanda kapladıkları kısıtlı yere karşılık, Zaman içinde çok büyük, ölçüsüzce uzatılmış bir yer kaplayan varlıklar olarak tasvir edecektim’ der, ‘çünkü insanlar, yıllara dalmış devler misali, yaşamış oldukları, sayısız günden oluşan, birbirinden uzak dönemlerin hepsine aynı anda değerler.’) Zaman’la aramızdaki ilişki bizi bu aşırılığa zorlar, çünkü bu aşırılık olmadığında geriye birşey kalmamaktadır. Ölümün hayaleti dışında. Sona yaklaştıkça daha iyi anlıyoruz bir sonumuz olduğunu.

Kazancakis’in bir romanında, ihtiyar bir adamın nehrin sularında kendi akıp giden hayatını seyretmesi gibi, artık baktığımız herşeyde kendi faniliğimizi hatırlatan izler görüyoruz. Bugüne kadar bir fısıltı olarak duyduğumuz sesler gittikçe yükseliyor. Dünyayı dolduran bu görüntüler ve sesler, daha da yaklaştığını haber veriyorlar ”yaklaşmakta olan”ın. Bulutların geçişinde onu hatırlatan birşey var. Rüzgarların tenimize değişinde onun soluk kesici soğukluğunu hissediyoruz. Yapraklar onun rengiyle dökülüyor ağaçlardan. Onun temasıyla çiçekler kokularını kaybediyor. Denizin çekildiği kıyılardaki ağır sessizlikte, ormanların derinliklerindeki nemli kuytularda, şehirlerin gürültülü caddelerinde, evlerimizdeki ağır ve kasvetli eşyaların arasında onun hayaleti dolaşıyor. Ölüm, yaklaşıyor.

Ölüm daha da yaklaştıkça, hatırlamak hayati bir meseleye dönüşüyor. Kendimize ve başkalarına, ”hayatı hakettiğimizi, yaptıklarımızın ve yaşadıklarımızın bunu apaçık gösterdiğini” ispatlamak için hemen her şeyi hatırlamaya, onlara yeni bir görev yüklemeye, geçmişimizi bir bütün olarak sabitleyip görünür kılmaya ve gelecek ölümün dünyada bıraktığımız tüm izleri silmesini önlemeye çalışıyoruz. Bu, masum ve anlaşılabilir bir çaba olarak kalabilirdi, eğer yaşadıklarımıza dair yeniden tanıklığımız, insani bir ”içe dönüş”le sonuçlanabilseydi.

Halbuki çoğu zaman geçmişe çevirdiğmiz bakışlarımıza, ölümün hayatlarımıza yönelik bir haksızlık olduğu yargısı eşlik ediyor. Yaşadıklarımız zihinlerimize, ölümün o herşeyi anlamsızlaştırdığını düşündüğümüz dokunuşundan kurtulmayı başarmış, yalnızca kendisine işaret eden ve sonsuza dek kendini tekrarlayan bir görüntü olarak yansıyor. Geçmişin kalıntılarıyla kendimiz için bir ”özel ebediyet” inşa etmeye girişiyor ve böylece, Geçmiş düşüncesine ideolojik bir işlev yüklüyoruz. Bütün geçmiş(imiz), ölümlü olduğumuz gerçeği karşısındaki direnişimizin bir aracına dönüşüyor. Hatalarıyla, yanlışlarıyla, günahlarıyla yaşadığımız herşeyi kıskançlıkla sahipleniyoruz, çünkü hayatlarımızın hakiki sahipleri olduğumuzdan hiçbir kuşkumuz yok. ”Yaşadığım hiçbir şeyden pişman değilim” diyen kişinin, yaşadıklarını sahipleniş biçimindeki apaçık kibirden rahatsızlık duymuyor, aksine bu sözü kendisiyle barışık bir insanın rahatlığı olarak onaylıyoruz. Geçmişle kurduğumuz bu ilişki biçimine, hayata ve ölüme yüklediğimiz anlamın temelden sakatlanmış olması yol açmaktadır.

Hayatımızın sürmesini mümkün kılan şartlar ve ihtiyaçlar-ki bunlar kainat kadar geniş bir alana yayılmış ve sayısız çeşitliliktedir- karşısındaki mutlak aczimize bakmadan hayatımız üstünde mutlak sahiplik iddiasında bulunmamız, bütün saçmalığına rağmen bu iddianın temeli üzenine kurulu bir yaşayış tarzını sürdürmedeki ısrarımız ve giderek yaklaştığımız ölümümüzün bu benimsediğimiz,alıştığımız yaşayışın içinde hiçbir biçimde anlamlı bir yer tutmayışı, bu yüzden ölümü hayatlarımıza yönelik ölçüsüz bir tehdit olarak algılayışımızın doğurduğu dehşet, geçmişle kurduğumuz ilişkiyi hakikatdışı bir alana taşır. Yaşanmış olan, artık hayatımızı yeniden anlamlandırabileceğimiz bir muhasebe imkanı barındırmaz. Belki olsa olsa şenlikli, renkli bir karnaval gibi kendini işaret eder ve yalnızca gösterdiği kadarını olumlayarak sabitleşir. Onun bu görünümü, bütün yüzeysel renkliliği, çeşitliliği ve çılgınca akışına rağmen hayatın gittikçe cansızlaştığı bu dünyanın görünümüyle uyumludur. Çünkü hakikatten yoksunluk, dünyanın bu işleyiş biçimini belirlediği gibi, hayata bakışımızı da çarpıtmış durumda.

İnsan hayatının küresel ekonomi-politik işleyişin aracı olarak değersizleştirildiği bu dünyanın sözcüleri, bize hayatlarımızın sahibi olduğumuz yalanını söylemekten vazgeçmiyorlar. Biliyorlar ki, ancak onlara inandığımız sürece her tür tahakkümü ve zorbalığı meşrulaştıran zemin yerinde durabilir. Ancak, hayatlarımız üzerinde, Hayatı veren Yaratıcı’nın dışında hiçbirimizin sahiplik iddia edemeyeceğini anlamak ve buna iman etmek, hayata ve ölüme bakışımızı hakikat düzeyine çıkaracaktır. Geçmişe dönersek.. Ölüm yaklaştıkça çekildiğimiz geçmişin o donuk ebediliğinde hiçbir hayat emaresi bulunmuyor. Bizim, hayatın ve ölümün sırlarını açıklayan ”ayetler”e, aklımıza, kalbimize, ruhumuza, bütün duygularımıza seslenen ve iyileştiren ayetlere ihtiyacımız var. Onlar, hayatlarımıza yeniden indiğinde, vaat edilmiş bir ebediyetin içinde geçmişe de tüm canlılığıyla bir yer verildiğini umut edebiliriz. O (c.c.) razı olduğu için kaybolmamış, yitirilmemiş bir ömür. Bu umut, herşeyin üstündedir.

Sedat Turan / Zafer Dergisi