Etiket arşivi: hayat

Hepsi Hikâye mi?

Anlatacak ne çok şeyimiz var.

Duygularımız, düşüncelerimiz, isteklerimiz, hatıralarımız, hedeflerimiz, yaptıklarımız, başkalarının yaptıkları(!)…

Hepimiz her gün birilerine bir şeyler anlatmaya çalışıyoruz. Fakat anlattığımız şey, her zaman, kolay anlaşılır bir şey olmayabiliyor, değil mi? Hepimiz yaşamışızdır bu durumu. Hani bizim için konu kolaydır ama karşımızdaki, anlattığımızı o kadar kolay anlayamaz ya!..

İşte, böyle durumlarda, anlattığımız şeyin karşımızdaki tarafından daha kolay anlaşılmasını sağlamak maksadıyla kullandığımız bir yöntem, hikâyeleştirme yöntemidir. Bu yöntemde, verilecek mesaj, bir hikâye ile muhatabın zihninde ortaya çıkarılmaya çalışılır. Oradan gerçeğe geçiş yapılır.

Hikâyelerle anlatma Kur’an’da sıklıkla kullanılır. Hz. İbrahim’in, Hz. Musa’nın, Hz. İsa’nın, Hz. Yusuf’un kıssaları ve daha pek çoğu ilahi mesajı daha kolay anlayabilelim diye Kur’an içinde bize anlatılır.

kalpHz. Peygamber (a.s.m.) da pek çok mesajını, çevresindeki sahabelerinin dünyasına hitap eden hikâyelerle iletmiştir.

Burada bir parantez açıyor ve hikâye kelimesi ile bir anlatım tarzını kast ettiğimizi belirtiyoruz. Buradan, “Kur’an ve hadiste anlatılanlar hikâyedir, gerçek değildir” gibi bir mana çıkarılmasın.

Bu yöntem, Kur’an’ın son asırdaki muhataplarına yazılmış tefsirlerinden biri olan Risale-i Nur’da da aynen kullanılır.

Bu hikâyelerde bazen iki asker olur, bazen iki yolcu; bazen yol yaya geçilir, bazen şimendiferle, bazen gemiyle; bazen kuyuya düşülür, bazen karanlık köprüden geçilir, bazen süt denizinde uçulur…

Bildiğimiz gibi, bu eserlerin müellifi Bediüzzaman Hazretlerinin hayatı bütün dönemleriyle kayıt altındadır. Çocukluk döneminde de, gençlik döneminde de, sonraki dönemlerde de hayatında iz bırakan kişiler hep bellidir.

Peki, acaba hiç düşündük mü, mesela birinci sözdeki iki asker, Bediüzzaman’ın hayatında kimleri temsil ediyor? Daha doğru bir ifadeyle, onun hayatındaki hangi kişiler, birinci sözdeki hikâyede, iki asker olarak karşımıza çıkıyor? Bunlardan hangisi bir reisin ismini aldı, hangisi almadı?

Acaba yirmi dört altın verilip bir yolculuğa gönderilenler kimler? Ve hangisi bu altınları çarçur etti, hangisi gerektiği gibi kullandı?

Padişah’ın kendisine verdiği çiftliği savaş zamanı padişaha satan kişi, acaba hizmetinde bulunanlardan biri mi? Acaba Barla’dakilerden mi? Ya satmayan kim?

Şu anda ne saçmalıyor bu adam diyorsunuz, değil mi?

Çünkü hepimiz biliyoruz ki, o “temsilî” hikâyeciklerdeki şahıslar da, olaylar da asıl mesaj anlaşılabilsin diye kurgulanmışlardır ve hepsi semboliktir.

Zaten hikâyeciklerden sonra da Bediüzzaman, o sembollerin gerçek hayatta neyi temsil ettiklerini anlatır. Hikâye ile zihinlerde oluşturduğu kurgunun üzerine, gerçek hayattan kişi ve kavramları oturtuverir. Tabii, her ne kadar biz burada “kişi” demiş olsak da, bu aslında belirli bir tavrı sergileyen kişileri ifade eder. Namaz kılmayan, iman etmeyen vb. gibi…

Özetlersek; iletilmek istenen mesaj, anlaşılması zor bir mesajsa, bunu iletmek için bir hikâye kurgulanır. Bu hikâye ile muhatabın zihninde bir yapı oluşturulur. Sonra gerçek hayattaki karşılıkları, bu yapıdaki yerlerine yerleştirilir. Böylece muhatap, anlatılmak isteneni kolaylıkla anlar.

Bu metodu hepimiz anlıyoruz ve kullanıyoruz.

Şimdi size bir soru soracağım.

Rabbimizin de, Kur’an’da, verdiği mesajların anlaşılması için böyle hikâyecikleri bir yöntem olarak kullandığını bildiğimize göre, acaba bizim gerçek hayat dediğimiz şey de, aslında bir temsili hikâyecik olabilir mi?

Hayatta karşılaştığımız iyi insanlar, kötü insanlar, olaylar, anlaşmalar, anlaşmazlıklar, hastalanmalar, iyileşmeler, öğrenmeler, unutmalar, sevinçler, üzüntüler hep bir temsili hikâyeciğin parçaları mıdır?

Daha doğrusu bunlara, temsili hikâyeciğe baktığımız gibi mi bakmalıyız?

Acaba hayat dediğimiz şey, bize bir mesaj vermek için mi var?

Acaba biz belli bir mesajı almak için mi var edilmişiz?

Acaba gerçek mesajı anlayabilmek için, hikâyedeki misallerin arkasındaki gerçek anlamları mı görmeliyiz?

Acaba güncel hayatta karşılaştığımız olaylara, “O onu yaptı, bu bunu etti, şu şunu dedi…” şeklinde tepki vermekle, yazının başında yaptığımız gibi, temsili hikâyecikteki karakterlere yanlış anlam mı veriyoruz?

Acaba verdiğimiz bir karar, temsili hikâyecikteki o yol ayırımı olabilir mi? Hikâyedeki o yol ayrımı ile gerçekte temsil ettiği mana arasındaki benzerlik ne kadarsa, verdiğimiz bir kararın bize görünen durumu ile mana âlemindeki karşılıkları arasındaki benzerlik de ancak o kadar mı?

Acaba hayatımızı hikâye dinler gibi mi yaşıyoruz?

Yoksa hikâyenin anlattığı asıl manaları anlamaya mı çaba gösteriyoruz?

Muhiddin Yenigün

 

Ölüm Gerçeği (Şiir)

Her derdin devası var ölüm ise çaresiz

Her yerde kol geziyor geliyor sessiz sessiz

 

Ölümdür her hanenin ışığını söndüren

Odur herkesten sonra o mekânı terk eden

 

Ölüm olmasa eğer her şey ortada kalır

Yaşanılacak ne yer ne de bir mekân kalır

 

Bir düşün o olmasa her şey ortada kalsa

Dedeler ve nineler hiç ölmeden yaşasa

 

Çürümüş vücutlarla hastalık kol gezerdi

Herkes üst üste kalır birbirini ezerdi

 

Odur kokuşmuşluktan insanları kurtaran

İnsan istemese de medeniyeti kuran

 

Ölüm belki en iyi ve belki en çalışkan

Bir de en faydalısı hem de en tartışılan

 

Hem ilaçsız bir derttir hem her derdin ilacı

Yokluğu ayrı bir dert varlığı da çok acı

 

Yaşayan insanları çürümekten kurtaran

Odur en çok kızılan hem de en çok kırdıran

 

Acıların dostudur hastaların şifası

Muzdarip hastaların ancak ölüm devası

 

Ölüm gelince başa her hastalık bitmiştir

Hastalık bitince de demek ölüm gelmiştir

 

Hayat bir imtihandır ona çok çalışmalı

Ölüm gelmeden önce ölümü yaşamalı

 

Ölüm yokluk değildir müjdeler olsun size

Bir tebdili mekândır bir ferahlıktır bize

 

Ahmet TANYERİ – DİYARBAKIR

www.NurNet.org

Hayatın Dini

Zaman zaman çevremizden şöyle tepkilerle karşılaşıyoruz.

– Biz de Müslüman’ız ama siz dini çok fazla hayatın içine sokuyorsunuz…

– Biz de Müslüman’ız ama adamın bütün gündemi din…

– Biz de Müslüman’ız ama o her şeyi dine bağlıyor…

Bu ithamların(!) üzerinde biraz düşünmek, biraz fikir jimnastiği yapmak, biraz ölçüp biçmek gerektiğini, düşünüyorum.

Bir insanın hayatında din ne kadar yer tutmalı?

Bunun cevabı zannediyorum ki herkes için aynı değil. Yani buna cevap verebilmek için önce sorudaki “bir insanın” bazı özellikleri bilinmelidir.

Örneğin, o insan her hangi bir inanışa sahip değilse elbette ki hayatında dine ait hiç bir emare bulunmayacaktır. Dolayısı ile bizim konumuzun dışındadır.

Peki, bu kategoriye dâhil değilse?

O zaman bir dine mensuptur ve/veya bir dini inanışı vardır.

Eğer kişi hasbelkader bir dine mensup olmuşsa (ki genellikle bunun kararı doğuştan başkaları tarafından verilir), iki durum söz konusudur; ya o mensubiyeti sadece üzerinde bir etiket gibi taşır ya da mensup olduğu dinin (bunu kendisi seçmiş de olabilir) öğretilerine inanır.

Birinci gruptakileri, hangi takımı tuttuğu sorulduğunda bir takım (ama hep aynı takım) adı söyleyen ama o takım hakkında renklerinden başka bir bilgiye sahip olmayan kişilere benzetebiliriz. Bunlar ne maçları ne de transferleri takip eder, takım maç kazanınca sevinmez, kaybedince üzülmez, haberi bile olmaz.

İkinci gruptakiler ise bir inancı benimser ve kabul eder. İşte bizim kendimizi koyduğumuz kategori dahi budur. Bu gruba dâhil olanlar için soru, dini hayata ne kadar sokmak değildir, zira inandığı din, hayatında ne kadar yer alması gerektiğini kendisi belirler.

Her dinin kendine özgü kuralları ve ritüelleri vardır. Biz İslâm dinine mensup olduğumuz ve İslâm’la gelene inandığımızdan ötürü konuyu İslâm zemininde incelemeye devam edeceğiz. Çok iyi bilmediğimiz sulara yelken açıp, mensubu olmadığımız dinler ile ilgili örnekleme yapmıyoruz.

Artık sorumuz şu:

İslâm hayatımızın ne kadarına müdahale ediyor.

Burada “müdahale” kelimesi rahatsız edici geldi, hemen içinizden bir ses, “hayat benim hayatım müdahale ettirmem, o kim oluyor ki hayatıma müdahale edecekmiş vb.” dedi, değil mi?

İşte o sese İslâm dini nefs diyor. Kendisi genellikle Şeytan FM’e ayarlı bir radyo alıcısı gibi, gelen mesajları dinleyip kalbe dayatmaya çalışmaktadır. Diğer bir deyişle sıkı bir disiplinden geçirilip frekansı değiştirilmemişse her daim kötülüğe sevk etmektedir. Burada şunu da not olarak ekleyelim; genelde kendimizde hissettiğimiz “kalbim temiz” duygusu, nefsin yukarıda bahsi geçen disipline etme sürecinden geçtiğini değil, tam kapasite ile görev başında olduğuna işarettir.

Velhasıl, bu müdahale kelimesine pek takılmamak lazımdır. Çünkü eğer bir dinin getirdiklerine inanıyorsanız, onu hayatınıza sokmayı da kabul etmişsiniz demektir. Burada mevzubahis olan, İslâm’ın hayatınızın ne kadarına müdahale ettiğidir.

Bu sorunun cevabı belki pek çok kişiyi şaşırtacaktır ama kesindir:

Tamamına.

İslâm, insanın hayatta karşılaşacağı hangi durumda nasıl davranması gerektiğini belirlemiştir. Bunların bir kısmı Kur’an tarafından belirlenmiştir. Kur’an tarafından açıkça ifade edilmiş bir emri inkâr etmek, kişinin İslâm’la olan bağını kesebilecek kadar tehlikelidir. Burada şunu da belirtmekte yarar var ki; inkâr etmekle yerine getirmemek arasında küçük bir fark vardır. Yerine getirmemek kişiyi doğrudan dinden çıkartmamakla beraber; “bir sorumluluğu yerine getirmeme” psikolojisinin, sonunda o sorumluluğu reddetme yani inkâra götürdüğü sık görülmektedir.

Kur’an’da bildirilen emirlere İslâm literatüründe Farz denir. Bunu biraz açacak olursak:

Kur’an-ı Kerim altı binden fazla ayete sahiptir. Bu ayetlerin bir kısmı Resulullah (S.A.V.) Mekke’de yaşarken yani İslâm’ın ilk 13 yılında inmiştir ve genellikle iman ile alakalıdır. Yani nasıl bir Allah’a inanmak gerektiği, Allah’a inanmanın ve inanamamanın neticeleri ile diğer inanılması gerekenler insanlara öğretilmektedir.

Diğer kısmı da Medine’de yaşadığı 10 yıl süresince inmiştir ve genellikle inanan insanın hayatını düzene koyacak emir ve yasakları içerir. Bu kısımda ibadet, evlilik, ticaret, miras gibi her türlü konuda ayetler vardır.

Kaba bir hesapla Kur’an-ı Kerim’in yarısının bu ikinci kısma ait olduğunu düşünsek yaklaşık üç bin ayet yapar. Bunların içinde insan hayatını düzenleyen kaç tane emir ve yasak olduğu tahmin edilebilir sanırım.

Fakat ne yazık ki geçen yıllar zarfında bu emirlerin pek çoğu farzlıktan çıkarılıp ahlâk kategorisinde değerlendirilmiş, böylece başka ahlâkî disiplinlerle harmanlanmasına kapı açılmıştır.

Bunun sonunda farzlar ne oldu peki?

Benim çocukluğumda kitapçılarda “54 Farz” kitapları vardı. Sonra bu “32 Farza” düştü. Şu anda ise insanlara “İslâm’ın 5 şartı” anlatılıp yaşatılmaya çalışılmakta.

Farzlar dışında Allah Resulü’nün (S.A.V.) uyguladığı ve uygulanmasını istedikleri vardır ki bunlara sünnet denir. Bunların kaynağını da kendisi, “Bana Kur’an ve bir o kadar daha indirildi” sözleriyle bize bildirmiştir. Bunları yapmamak veya inkâr etmek kişinin İslâm ile bağlantısını kesmemekle birlikte, Resulullah’ın (S.A.V.) ahirette bizim kendisine tabi olanlardan yani ümmetinden olduğumuza şahitlik etmesi büyük ölçüde bunlara bağlı olacaktır.

Bunlar ibadetlerin nasıl yapılacağından, aile münasebetleri, tırnak kesme, tuvalete girip çıkma, yemek yeme, giysileri giyip çıkarmaya yani en ince ayrıntısına kadar hayatı düzenlemektedir.

Özet olarak:

İslâm dini, en ince ayrıntısına kadar hayatı tanzim etmektedir;

İslâm’a inanan bir kişiye “Dini çok fazla hayatın içine sokuyorsun.” demek, aslında “Ben dini elimden geldiğince hayatımdan çıkarıyorum.” demektir.

Muhiddin YENİGÜN

www.yenigun.name.tr

Yaşamaya Ve Ölmeye Değer Söz

Anlamını anlamak, o anlamla dolmak ve doymak için Tevhid kelimesi ne kadar tekrar edilmeli? Bir kere, milyon kere, nefesler sayısınca, kâinat zerratı adedince?

Saf tevhide ulaşıp safileşinceye, Tevhid bayrağını kâinatın en yüksek burcuna dikinceye dek?

Ondan büyük kelâm var mı ki? Kâinat o kelâmın karşısında küçülür bir zerreye dönüşür; zerre de o sözün cezbesinden büyür, kâinat olur. O anahtar olmadan hangi kapı açılır veya o kelâmın açmayacağı kapı var mı? Kalp goncası onsuz açar, hakikat bülbülü onsuz öter mi? Arşa başka nasıl erişilir, hakikat miracına başka nasıl çıkılır?

Zerrenin cezbesi, elektronun aşkı, atomun şevki, moleküllerin sevdası, hayatın bestesinde hep O var. Varlık, O’nsuz varlık değil. Kâinatın künhü o kelâmı tekrar be tekrar ediyor. Zerrelerden galaksilere o cezbe ile raks ediyorlar.

Hakikatin gözbebeği, gönlün gözü o kelâm. Hakikatiyle bir defa söylenmesi kâinat kadar bir inbisat verir; aklı şenlendirir, kalbi cezbeye, vicdanı ihtizaza getirir, ruhu kanatlandırır.

Bütün sahte ve sanal ilâhların kökünü kazır, putları devirir, sebepleri susturur. Kederleri kar gibi eritir, elemleri rüzgâr gibi savurur, üzüntüleri söndürür. Bir “ân”ı ömre tebdil ettirir, ömrü ebediyete dönüştürür.

Ay sönük, güneş sönük, Kehkeşanlar sönük, yıldız böceği sönük, akıl feneri sönüktür; o hakikat nuru kelâm karşısında. O’nsuz; sevinçler sevindirmez, hazlar haz vermez, mutluluklar mutluluk vermez; kederler keder, elemler de elem değildir O’nunla.

En kritik anlarda en keskin yol göstericidir o kelâm. Kelâmdan düşülünce de düşmelerin en düşmesi yaşanır, kemâlât adına hiçbir şey bırakmaz; sükût sonsuz sükût.

Gaflet ve ülfetin ilacı, intibahın can suyu, edebin elbisesi, hayânın örtüsüdür o kelâm. O’nsuz kemalât, hayır, güzellik, ahlâk olmaz. Hayat anarşizme dönüşür, mânâsızlıkta boğulur, karanlıkta kaybolur, kalp katılaşır, akıl kötülüğe çalışır.

Dilde O’nu zikretmek, akılda fikretmek, hissiyâtta hissetmek, vicdanda işlettirmek, ruha ruh etmek ve kâinat zerreleriyle yıldızları tesbih tanesi yaparak O sözü söylemek… Belki bir defa söylemek, belki bin, milyon, rakamlara sığmayan adetlerce söylemek… O söz için yaşamaya ve ölmeye değer: Lâ ilâhe illallah.

Hüseyin Eren / Nur Postası