Etiket arşivi: hekimoğlu ismail

Müslüman daima kârlıdır…

Müslüman, kararlı ve cesur insan demektir. Ne yapacağını, ne iş göreceğini hangi istikamete gideceğini, hadiseler karşısında nasıl bir tavır takınacağını bilir. Ne kuru gürültülere pabuç bırakır, ne de inandığı davadan döner.

Münkir ise kararsız ve korkaktır. Hadiseler onu kısa zamanda değiştirir. Bazen devrimci, bazen sosyalist, bazen şu veya bu kılık altına girer, inanmadığı şeyleri müdafaa edecek kadar şuursuzlaşır ve sadece menfaatine tapar.

Müslüman, belli bir hayat görüşüne bağlıdır. Asırlardan beri inandığı dava uğruna güçlüklere göğüs germiş, karanlık devirlerden yılmamış, çekinmemiş, teslim olmamıştır.

Münkir ise hangi hayat görüşüne bağlıdır, bilinmez. Hiçbir davaya, sisteme fiilen bağlanmamıştır. En küçük bir baskı karşısında heyecanına mağlup olur. En ufak bir imkânı muarızının aleyhine kullanmakta tereddüt etmez. Kuvvetli olduğu zaman gaddar, zayıf olduğu zaman riyakârdır.

Müslüman, her şeyi Allah’tan bilir. Bütün hadiselerde kader-i ilahinin bir payı olduğunu anlar, sebeplere tam tevessül eder, sonra da Allah’a tevekkülü vazifesinin bir şartı sayar. Tebliği esas kabul etmiştir. Tesir ettirmek, halklara kabul ettirmek gibi bir iddiası yoktur. Bu bakımdan rahat ve huzur içerisindedir, daimi bir faaliyet halindedir. Müslüman, İslam gemisinde tayfadır. Geminin hareketleriyle hiç meşgul olmaz. Düşünür ki bu geminin kaptanı var. Gemiyi o yönlendirir. “Ben kendi vazifeme bakarım.” der, rahat eder.

Münkir ise kâinatta cereyan eden her şeyi tesadüf zanneder. Kevni hadiseleri, sağır tabiata, kör tesadüfe verir. Böylece en aciz, en camid mahlukları rab tanır. Daima kendisini başkalarına beğendirmek, başkalarını tesir altına almak sevdasındadır. Bunda da muvaffak olamadığı için daimi bir azap içerisinde kıvranır durur.

Müslüman, hayatı bir hizmet ve ubudiyet olarak kabul ettiği için, onu yegâne gaye ve maksat edinmez. Çünkü Müslüman Allah’ın kölesidir. Uhrevi emel için çalışır. Peşin ücretleri değil, istikbaldeki mükâfatları düşünerek hareket eder. 21. Mektup’ta denildiği gibi, “Bilir misin nereye gidiyorsun ve nereye sevk olunuyorsun? Dünyanın bin sene mesudâne hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen cennet hayatının ve o cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rüyet-i cemâline mukabil gelmeyen bir Cemîl-i Zülcelâlin daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun.

Münkir ise hayatı bir mücadele olarak gördüğü için daimi bir cidal halindedir. Her şeyin dünya ile beraber elinden gideceği kanaatine saplandığı için de, “gün bu gün” diyerek, yaşadığı süfli hayatı kâr zanneder.

Müslüman, ölümü terhis tezkeresi bilir. Kabre sevinçle bakar. Berzahı, akrabalarına, dostlarına, evliyalara kavuşmak için bir seyrangâh olarak itikad eder, öyle de muamele görür.

Münkir ise ölümü yokluk ve hiçlik olarak bilir. Mezara dehşetle bakar. Berzahı kapkaranlık zanneder. Onu, ebedi bir firak ve helak bildiği için, neticede o muameleye tabi tutulur.

Demek oluyor ki, Müslüman daima kârlıdır. Malını kaybetse sadakadır, canını kaybetse şehittir. Ayağına diken batsa günahına kefarettir. Hastalansa sevabı artar. Haramlardan kaçarak dünyasını cennet eder. İman ederek ebedi saadete nail olur.

Dünyanın hiçbir hadisesi, küfrün hiçbir tasallut ve tecavüzü, onu bu azim kârdan mahrum bırakamayacağı gibi, hizmetten de alıkoymaz. Müslüman, şu veya bu yollarla yapılan tehdit ve baskılara bakarak değil, Allah’ın emrine, Peygamber’in sünnetine göre vazifesini ikmal eder, kulluğun hazzını tadar…

Bakınız Bediüzzaman Said Nursi buyurmuş ki: “Ey zevk ve lezzete mübtelâ insan! Ben yetmiş beş yaşımda, binler tecrübelerle ve hüccetlerle ve hâdiselerle aynelyakîn bildim ki, hakiki zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imândadır ve imân hakikatleri dairesinde bulunur. Yoksa, dünyevî bir lezzette çok elemler var. Bir üzüm tanesini yedirir, on tokat vurur gibi, hayatın lezzetini kaçırır…

Hekimoğlu İsmail / Zaman Gazetesi

Müslümanca yaşayınca bütün zorluklar siliniyor…

Geçmiş yıllarda bayram namazını kılmak üzere uzak bir camiye gitmeye karar verdim. Halbuki evimizin çevresinde beş cami var. Uzak camiye gitmemin sebebi, orada İslamiyet’e 60 sene hizmet eden, ilmi ile amil yaşlı bir hocaefendi ile konuşmasını bilen genç bir hoca vardı.

Birinden kalbim, diğerinden aklım istifade ediyordu. Sabahın erken saatlerinde araba bulmak zordu o zamanlar. Epeyce yürüdüm, sonra bir minibüse bindim. Uzaktaki o camiye geldim. Yüzlerce kişi camiyi doldurmuştu. Fakat bu topluluk cemaat değildi. Çünkü birbirine derman bulan, birbirinin sevincine ortak olan çok azdı. Namazdan sonra, cemaat çıkarken elli yaşlarında birisi caminin penceresine yaslanmış, ağlıyordu. Mendili gözlerine bastı, uzun uzun ağladı. Onu uzaktan seyrettim. Bir kişi gidip, “Kardeşim, derdin nedir?” diye sormadı. Ben de çekindim, “Sana ne?” derse diye… Kim bilir yakınlarından birisi mi öldü? Evinde matem mi var? Yeri dolmayacak bir boşluk mu oldu? Velhasıl öyle bir cemaat ki, gülenlerin ağlayanlarla ilgisi yok!.. Sonradan öğrendim ki, adamın maddi sıkıntıları varmış…

Düşündüm…

Ehli hakikat, yara açmaz tedavi eder. Ağlatmaz, gözyaşı siler. Yaptığı bu ulvi hareketlerin de karşılığını beklemez. Çünkü Allah için yapmıştır… Tabii bu seviyede olmak, kamil kişilerin işidir. Kemalâtı anlamak için, bir insanın hayat devrelerine bakmak lazım. Çocukluktan çıkan insan, on sekiz yaşına gelince delikanlı oluyor. “Deli” kanlı diyorlar; Çünkü hoşuna giden şeyleri yapar, zevkinin peşindedir. Fakat kötü duruma düşen insanları göre göre onlardan az çok ibret alır. “Dikkat etmeliyim” der. İşte, “dikkat etmeliyim” dediği anda kemale erme, olgunlaşma başlamıştır. Sonra bazı hatalarından dolayı kendini ayıplamaya başlar. “Neden tahsilimi tamamlamadım? Neden sanat öğrenmedim? Neden okuldan kaçtım? Annem-babam ölürse ben ne yapacağım? Ya parasız kalırsak? Deprem olur mu? Evimiz yıkılır mı? İşten atılır mıyım? Bu kalabalık dünyada kaybolur muyum? Hayat, insan yutan kumsallara mı dönmüş? Sağlam bir kulp bulamazsam benim halim ne olacak?“… Dikkat edilirse insanı olgunlaştıran iki unsur, geçmişin pişmanlıkları, geleceğin korkularıdır. Binbir derde uğradım ben bile bile, Neler çektim neler, bu kafa ile… Geçmişi bırak, geri döndüremezsin. Geleceği bırak, hükmedemezsin. Bulunduğun hale bak, ne haldesin? Bulunduğumuz hale bakarken bir ölçü lazım. O ölçü, İslamiyet’tir. Şeytanın söylemediğini insanın nefsi söyler. Evvela menfi fısıltılar şeytanın nefesinden çıkar, sonra besmelenin manasını anlarsa Allah’a sığınır. Birinci madde, haramlardan uzaklaşmaktır… İşte şimdi kemale ermenin kapısı aralandı…

İslamiyet, toz toprak şeklinde ve hükmünde olan beşeri sistemlerin perdesi altında değişmeyen, pörsümeyen ve solmayan, her asır tazelenen İlahi bir nizamdır.

Müslümanca yaşayınca bütün zorluklar siliniyor… İnsan haline şükrediyor.

Şimdi içinde yaşadığımız bir zaman dilimi var. İçinde bulunduğumuz anı İslam’a nasıl uydurabiliriz? Bütün mesele bu…

Maddi ve manevi organlarına nizam verenin nizamına tabi ol ve kurtul. Dert sende, derman yine sendedir. Problem sende, çözümü yine sendedir. Başka kapı çalma, kendi öz dünyanda ayağa kalk. Bir filiz gibi başını gaflet toprağından çıkar, göreceksin ki bahar gelmiş…

Hekimoğlu İsmail / Zaman Gazetesi

Bediüzzaman Said Nursi

Ne doğduğu yer, ne doğum tarihi, ne de ismi… Çünkü bir memlekette, bir günde doğan ve aynı ismi taşıyan birçok kimse bulunmaz mı? Bunlardan biri yükselir, diğerlerinden farkı olur.

Gün gelir bulutlarla sarmaş dolaş, gün gelir başı ak mı, ak!. Bu başa yıldırım iner; ak üstüne kara değil, kara üstüne ak düşer. Leke nedir? Bilmez. Ellerinde kova kova zift taşıyanlar bile, onun alnına leke süremez!.

O, bir milleti korumak için, yıldırımları üstüne çeker. İsmi, paratonere eş mânâ taşır. Onun ismiyle beraber birçok felâket ve eziyet hatırlanır. Onu tanıyan Demokles’in kılıcını da tanır.

Daima başının üstünde bir kılıç. Bu kılıç, onun boynunu kesmeye uzanırken; o bununla kaleminin ucunu açtı. Cilt cilt kitaplar yazdı. Çalışmak için, hizmet için yer, zaman ve imkân aramadı. Hapishaneler bile mektep oldu. Aynı kılıncın aksettirdiği ışıkla kitabını okurdu. İlme bu derece değer verirdi. Onu, ilimsizlikle suçladılar. Adalet bağlarında dolaşır, ağaçların gölgesinde yatar, meyvesinden yiyemezdi. Çünkü ellerinde kelepçe vardı.

Zincirleri parçalardı. Kaçmak için değil, elleri kalemsiz edemezdi. Kendisini vatana adamıştı. “Başka ülkelerde olsam buraya gelirim.” derdi. Bin senelik sancaktar bir kavme, tekrar sancağını takdim etmek istedi. Bu gayret içinde bir asırlık ömür bitti. Bir asır boyunca onu kazdılar. Nihayet bir define buldular. Bu define, gayesiz bir millete hedefti…

Vatan sathında bozkırlar büyüyordu. Bu boz renk, bir nevi felâketti. Ormanlar yanıyor, çayırlar kuruyor, sular kesiliyordu. Bozkırlar el ele vermişti, bozkırlar bereketi yele vermişti… Bu bozkırlarla mücadele ederdi. Boz rengi, yeşile boyardı. Yeşilde hayat, yeşilde saadet vardı. Lâkin yeşilin düşmanı çoktu: Kimi yer, kimi çiğnerdi. Mânen renk körü olanlar, yeşil nedir bilmezdi. Bunun için “yeşil” kelimesinin mânâsını anlamazlardı.

Sanki zincirlerle bağlanmışlardı. Ona bağlanan böyleydi işte… Karakoldan karakola, hapisten hapise ve beldeden beldeye gidiyorlardı. Ona göre vatanın her yeri, yine vatandı. Hapishanesini bile sevmişti… Mahpuslara “kardeşim” der, taş duvardan ebediyete yol bulur, ilmen gezerdi.

Çamura düşenlerin elinden tutar, sakatlara destek olurdu. Herkes kalb kırarken; o, kalbini saray etmiş, tahtına imânı oturtmuştu. Bizi yangından çıkardı: Gözümle gördüm: Bizi kurtarırken eli yanmıştı. Görmediği, ilişmediği suçlara sahip çıktı: Gururdan, menfaatten, şöhretten uzak kalmak için, şefkat tokatları yediğini açıkladı. “Daima müspet hareket”i tavsiye ederdi. Doğruyu, güzeli, ölçüyü, ahengi göstermek istiyordu. Başka şey yoktu, ne varsa İslâmî idi. Adını hedef ettiler. İslâmiyet’e atılacak gülleleri ona attılar. O, ne büyük bir şeye siper olduğunu bilir, yara aldıkça gülerdi.

Onun kanını görenler, yeşilleri unuttular. Kanın rengiyle yeşili karıştırdılar. O; “Akılları gözlerine inmiş.” diye onları tasvir etti. Onlar gerçeği göremediler. Hâlâ şimşek çakıyor, hâlâ yıldırım düşüyor o başa. Hâlâ kar yağıyor, hâlâ fırtına kopuyor, hâlâ rahmet yağıyor o başa. Hâlâ o başın gölgesinde başlar doğruluyor, hâlâ bir şeyler oluyor o başta. O baş, yepyeni bir dünya gösteriyor bize. O baş, bizi uykulardan uyandırıyor. O baş ezan okuyor minarelerde: Allahü ekber, Allahü ekber!.

Hekimoğlu İsmail

Can Sıkıntısı..

Amerikan pop müziğinin tanınmış solistlerinden Mariah Carey, eşinden ayrılınca bunalıma girdi, hastanelerde yattı, psikolojik tedaviler gördü, halen doktor nezaretinde çalışmalarına devam etmektedir.

Sahneye çıkmak, şarkılar söyleyip oynamak, alkışlanmak bir solistin yarım saatini alır. Gelmek, gitmek derken iki saat böyle geçsin, peki yirmi iki saat ne yapacak? İnsan “canım sıkılıyor” dediği anda kuyuya düşmüştür.

Canı sıkılan insan her şeyden evvel işsizdir. Bu dünyada her insan için pek çok iş var; fakat bir insan sevdiği işi yapar, sevmediğini yapmazsa boşta kalır. Bir de tembelse can sıkıntısı arttıkça artar. Bu halden kurtulmak için içki, kumar, uyuşturucu gündeme gelir; işte bunlar Mariah Carey gibi genç bir kızı hastane köşelerine atar. Carey’nin serveti, evi, arabası var. Her şeyi olmak da felaket! İnsan bir şeyler almak için çalışacak, aldığı şeyden sevinecek ki hayatın tadı çıksın.

Hollywood’un gözde artistlerinden yirmi yedi yaşındaki Gwyneth Paltrow da psikolojik tedavi görüyormuş. Bir artist film çalışmaları yapar, halden hale girer, sonra? Artistler hep başkasının hayatını yaşar, kendi hayatını yaşamaya vakit bulamaz. Peki “kendi hayatı ne?” Bu sorunun da cevabı bulunamadı. Modern dünyada “Herkes kendi hayatını yaşamalıdır” dendi, pek çok insan tahtakurusu gibi yaşadı. Paltrow, iki defa nişanlanmış, gönlünü eğlendirecek birisini bulamayınca, onun da canı sıkılmış, o da boşluğa düşmüş, hayatının civataları sökülünce soluğu psikiyatride almış.

İçki evvela insanı uçurur; fakat bu uçuşta paraşüt yoktur. Öyle düşer ki en yakını da ondan uzaklaşmak zorunda kalır, yine can sıkıntısı…

Haberlerden öğrendiğimize göre Pearl Harbor filminin başarılı oyuncusu Ben Affleck de alkol tedavisi görüyormuş. Tedavi görmeden evvel alkol uçurumuna yuvarlanan pek çok sarhoşu gördü, peki kendisi neden aynı yolu seçti?

Eğer insanlar kendini yönetecek olgunlukta dünyaya gelselerdi o zaman dine, eğitime, alime gerek yoktu. İçki, kumar, fuhuş öyle bir mıknatıstır ki her insanı kendine çeker. Bunun karşısında öyle bir eğitim, öyle bir iman olmalı ki, insanı kendine çekerken onu her türlü felaketten kurtarıp her türlü saadete sevk etsin. Felaketin maddi boyutları ölçülür, saadet ise insanın iç dünyasındadır, onu yaşıyan bilir.

Hıristiyan ülkeler kalkınmış; fert başına düşen milli gelir bizdekinin on misli. Her işsize hatta çalışmak istemeyene de geçineceği kadar para ödenir. Sosyal devletler, ferdi parasızlıktan kurtarmış can sıkıntısından kurtaramamış. Eğlenceler günün her saatini doldurmuyor; ilim, ibadet hiç arama, bu insan ne yapacak? Böylece gelişmiş ülkelerde içki yaygın. İçki beraberinde öyle şeyler getiriyor ve öyle bir hayat tarzı ortaya çıkıyor ki insan paçavradan farksız.

Müslümanlar, İslam’ın kurtarıcı vasfını ortaya koyabilseler, insanlık bu dini seve seve kabul eder. Ne yazık ki pek çok Müslüman’ın da canı sıkılıyor.

Silahların öldürdüğü insanlardan daha fazlası haram bataklığında perişandır.

Hekimoğlu İsmail

Aptal Edison

Çocuğa ‘’Evladım okuyacak, büyük adam olacak’’ demeli Bediüzzaman ‘’Bir insana devamlı delisin delisin dersen, deli olur ‘’diyor. Çocuğa da hep ‘’yaramaz’’ demeyelim. Biraz da ‘’akıllı’’diyelim. Büyük insanlarda bir zamanlar çocuktu. Feza alimi Van Braun;

‘’Anne bu yıldızlara gidilmez mi?’’ diye sormasaydım yıldızlarla ilgilenmezdim diyor.

Edison yumurtaların üzerine oturuyor. Onu gören annesi:
‘’Oğlum, bu halin ne?’’ diye soruyor.

Edison: “Anne, yumurtaların üzerine oturunca civciv çıkmaz mı?’’ diyor.

Annesi kızmıyor.

Edison ilkokul 4. Sınıfta sıraların üzerinde hoplayıp zıplıyor. Öğretmeni sinirlenip onu okuldan kovuyor. Edison, ağlayarak eve dönüyor. Olanları annesine anlatıyor. Annesi hemen çocuğunun elinden tutarak okula gidiyor. Öğretmene bu davranışının sebebini soruyor. Öğretmen:

‘’Senin çocuğun ders çalışmıyor, aptal.’’ Diye cevap veriyor.

Edison’un annesi, “Benim çocuğum dünyanın en akıllısıdır,’’ diye karşılık veriyor. Böylece annesi Edison’u kurtarıyor.

Hekimoğlu İsmail